Suriye’de ki paylaşım savaşında son durum ve tarafların
pozisyonu
Emperyalist güç odaklarınca Suriye’de yürütülmekte olan
vahşi paylaşım savaşı, Esad Rejiminin kendisini sonlandırılmasıyla, birinci
evresi itibariyle tamamlanmış oldu: Kaybeden taraf Rusya, İran ve Esad
Rejimiyken; kazanan taraf, başta İngiltere olmak üzere ABD, İsrail ve genel
olarak NATO oldu.
Keza taşeron güçler
olarak Türkiye-SMO, HTŞ, SDG ve Esad Rejimi muhalifi diğer bazı toplumsal
kesimlerin de belli kazanımlar elde eden taraflar olduğunu ifade etmek
gerekiyor.
Paylaşım savaşının ikinci evresinin ise esasen BOP
stratejisinin ön gürmüş olduğu önceliklere uygun olarak dizayn edilmek
isteneceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunda elbette Rusya ve Türkiye ile
kapalı kapılar ardında yapılan pazarlık ve anlaşmalar da gözetilecektir.
Rusya’nın Suriye’den bu kadar kolay vazgeçmesinin mutlaka ki bir karşılığı
vardır. Muhtemelen ABD’nin yeni yönetimiyle Ukrayna üzerinden yapılan
pazarlıklarda varılan bazı anlaşmalar karşılığındadır bu kolay vazgeçme durumu.
Türkiye ile neler
üzerinde anlaşıldığını doğrudan ifade edebilmek, eldeki verilerle şimdilik çok
öyle kolay değil; çünkü bu, önemli oranda hem biraz da Suriye’de
pratikte/sahada nasıl bir yönetim tarzının mümkün olabileceği ve keza değişen
iç güç dengelerinin neleri ne yönde motive ettiği/edeceğiyle ve hem de Türk
Devleti’nin Kürt sorununun çözümüne sunacağı somut perspektifle son şeklini
alabilecek bir özellik arz ediyor gibi.
Bir çağrı:
27 Kasım’da, sahada gerek Türk Devleti ve militarist gücü
SMO ve gerekse şeriatçı HTŞ ve daha pek çok irili-ufaklı cihatçı paramiliter
güç tarafından, top yekûn bir karşı saldırı başlatıldı. Bunun üzerine başta
Kürtler olmak üzere sol-sosyalist ve ilerici-demokrat kamuoyunda haklı olarak
Rojava Özerk Yönetimi’nin akıbetine ilişkin kaygılar oluştu. Çünkü Türk Devleti
ve paramiliter güçlerinin de diğer cihatçı oluşumların da hedefinde olan bir
yerdi Rojava. İşte bu kaygıların bir ifadesi olarak şu türden çağrılar
yapılmakta: “Rojava Devrimini savunmak için görev başına!” veya “Rojava
Devrimini savunmak özgürlük isteyen herkesin görevidir.” Vb.
Fakat en azından şu geçen on günlük süre zarfında Türk
devleti ve taşeronu SMO’nun lokal ve tali bazı saldırı ve tehditleri ve keza
bir-iki noktanın işgal edilmesi dışında; beklenilen çap ve boyutta bir yönelim
olmadı. HTŞ’nin ise hiçbir yönelimi olmadığı gibi, sahada bazı yerler üzerinde
uzlaşıya dayalı pratik çözümler içinde oldukları da görüldü.
Daha önce gerek İŞİD ve gerekse Türk Devleti ve beslemesi
paramiliter cihatçı çetelerinin saldırıları karşısında nasıl ki Rojava ve
Rojava Devrimi sahiplenilip savunulduysa; elbette bugün de bu türden saldırılar
olsaydı, aynı şekilde sahiplenilip savunulacaktı. Çünkü sol-sosyalist çevreler
açısından bu tutum pragmatik değil; ilkeseldir.
Realiteden kopuk
çağrılar
Bu bağlamda olmak üzere, yukarıdaki çağrı benzeri çağrılar
anlamlı olduğu kadar isabetlidir de. Fakat realiteden kopuk şu türden
yaklaşımlar ise bir o kadar isabetsiz ve ilkesizcedir: “(…) Tüm politik
ajitasyon ve eylem biçimleriyle Rojava Devriminin yanında emperyalizme,
sömürgeciliğe ve cihadist faşist çetelere karşı mücadeleyi büyütelim.”
denilmekte örneğin. (https://www.avrupademokrat3.com/rojava-devrimini-savunmak-icin-gorev-basina-atilim/
)
Ulusal hareketlerin
desteklenmesi koşulsuz değil, koşulludur
Bilinir ki biz Marksistlerin ulusal kurtuluş hareketlerine
karşı destek tutumu koşulsuz değil; koşulludur. Yani Marksistler her türden
ulusal kurtuluş hareketini amasız, fakatsız desteklemez. Verili anda ki somut
durumunu baz alır ve desteklenebilir olup olmadığını bunun üzerinden belirler.
Doğru tutum, Rojava somutunda da böyledir. Kürtlerin
Rojava’da elde ettiği statü, demokratik bir hak olarak kendi kaderlerini tayin
etme kapsamında olduğundan; bu hakkın kullanılmasına veya yaşatılmasına yönelik
her türden fiili saldırı karşısında durmak, günün görev ve sorumluluğu
gereğiydi. Nitekim sol maskeli bazı sosyal-şoven kesimler dışında Uluslararası
Komünist Hareketin tüm bileşenleri başta olmak üzere, dünya genelinde geniş bir
ilerici- demokrat kamuoyunca desteklenip, sahiplenildi de.
Bir ulusal hareket, bazen ayakta kalabilmesi, bazen de kendi
kaderini tayin edebilme sürecini başarıyla tamamlayabilmesi için farklı çevre
ve devletlerle ilişkilenebilir. Bu, burjuva veya küçük burjuva önderlikli
ulusal kurtuluş hareketleri açısından ehveni şer olarak mazur görülebilir bir
tutum olabilir. Örneğin İŞİD’in Kobane’ye saldırısı sürecinde, İŞİD’i
geriletmek isteyen ABD ve diğer bir takım emperyalist devlet ve kuruluşlarla
sahada ittifak ilişkisi içinde olmak ve keza onlardan silah ve cephane tedarik
etmek gibi taktiksel birtakım ilişkiler geliştirmek gibi.
Peki yukarıdaki
türden çağrılar neden isabetsiz ve ilkesel olarak da yanlıştır?
Ancak mevcut durum aşıldıktan sonra bu taktiksel ilişkiyi
kopartmayıp, tam aksine stratejik müttefik boyutuna taşımak işin rengini tümden
farklılaştırır. Nitekim Rojava Özerk Yönetimi’nin özelliklede ABD
emperyalizmiyle geliştirdiği ilişki, sırtını emperyalist bir büyük güce
dayayarak varlığını sürdürme stratejisidir ki bu, en başta da o hareketi anti
emperyalist bir hareket olmaktan uzaklaştırır.
Çok güçlü ile çok zayıf güç denkleminde kimin kimi kullanma
kudretine sahip olduğunu tartışmak bile abes olur. Nitekim Rojava Özerk
Yönetimi süreç içerisinde ABD’nin onay vermediği yerel seçimlerini bile yapma
iradesi gösteremeyecek derecede bu gücün tahakkümü altına girmiş oldu.
Bugün ise doğrudan ABD’nin sahadaki kara gücüymüş gibi
hareket ediyor. Yani Rojava Özerk Yönetimi, Suriye sahasında sürmekte olan
emperyalist paylaşım ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilme projesinde, başını
ABD-İngiltere ve İsrail’in çektiği emperyalistler safında, kendisine verilen
role uygun olacak şekilde, doğrudan savaşa dahil olmuş durumda.
Türk Devleti ve paramiliter gücü SMO dışında Rojava Özerk
Yönetimine saldıran başka herhangi bir gücün olmadığı bir realite ortadayken;
“Rojava Devriminin yanında emperyalizme, sömürgeciliğe ve cihadist faşist
çetelere karşı mücadeleyi büyütelim” çağrısı nasıl hayat bulacak acaba?
Rojava Özerk Yönetimi şu anda hangi emperyalistlere karşı
savaşıyor ki biz de onunla birlikte bu anti emperyalist savaşa dahil olalım?
Rojava Özerk Yönetimi, baş savaş kışkırtıcısı NATO
bileşenleri saflarında, BOP stratejinin kademe kademe hayat bulması için
yürütülen savaşın, sahadaki kullanışlı kara gücü olarak, Rusya, İran ve Esad
Rejimine karşı başlatılan operasyonun bir parçası oldu. ABD ve diğer müttefiki
güçler Türkiye ve SMO’ya karşı bir savaş içine girmesini istemedikleri için,
sahada bunların öyle top yekûn bir savaş durumu da yok zaten. Sadece Türk
Devleti ve SMO’nun tek taraflı ve kontrollü olarak gerçekleştirdiği lokal bazı
işgal girişimleri söz konusu.
Yani özetle; ABD-İngiltere ve İsrail kiminle savaşıyorsa,
Rojava Özerk Yönetimi de onlarla birlikte saf tutuyor. Mesela bu güçler,
İdlib’de ki uygulamalarıyla Suriye Taliban’ı olacakları kesin olan şeriatçı
HTŞ’ye karşı savaşmadığı için, Rojava Özerk Yönetimi de doğal olarak
savaşmıyor. Bilakis, objektif olarak aynı saflarda, “ortak düşmanları” olan
İran ve Esad güçlerine karşı yürütülen operasyonun bir parçası olarak
konumlanmış oldular.
Oysa birlikte saf tuttukları bu kadın düşmanı şeriatçı
güruh, bulduğu ilk fırsatta İŞİD’in intikamını en başta Rojavalı kadınlardan
almaya yönelecektir. Kuvvetle muhtemel ki Humeyni’nin İran’da izlediği strateji
ve taktiklerin özgün bir tekrarı HTŞ tarafından Suriye sahasında denenecektir.
Yani gelecek günler başta kadınlar olmak üzere, tüm diğer mezhep ve inançtan
halklar için kesinlikle çok daha karanlık olacaktır. Tabii bu, farklı hesaplar
ve taktilerle onlara bugün yol verip önünü açanların asla umurlarında olmayacaktır;
tıpkı Afganistan ve Somali’de olduğu gibi.
Peki Rojava Özerk Yönetimi bunu neyle nasıl izah edecek
acaba? “Baş düşmanı alt etmek öncelikli görevdi” mi diyecekler mesela? Oysa
malum emperyalist odakların ve Türk Devleti’nin hedefe koyduğu İran ve Esad
güçleri Rojava Özerk Yönetimi açısından hiç te verili anda “sürecin baş
düşmanları” değildi. Çünkü on yılı aşkın bir süredir rejimle bağlarını zaten
fiilen koparmış ve özerk bir statü elde etmişlerdi. Anılan güçler kendilerine
karşı fiilin savaşıyor da değillerdi.
Dolayısıyla da başlatılmış olan bu operasyona müdahil
olmalarını zorunlu kılan bir durum da söz konusu değildi. Yani bir başka
ifadeyle; HTŞ ve SMO ile aynı saflarda olmalarını gerektirir nesnel bir
zorunluluk hali de söz konusu değil. Hâl böyle olunca da kendi bölge ve
kazanımlarını korumayı merkeze alan bir savunma pozisyonunda kalabilirlerdi.
Doğru olan da bu olurdu. Hatta bu kaotik ortamı fırsata çevirip,
bağımsızlıklarını ilan etme seçeneğinde de bulunabilirlerdi.
Peki bu durumda Rojava Özerk Yönetimi fiiliyatta hangi
cihatislere karşı savaşıyor ki biz de onun yanında bu savaşa omuz verelim?
Rojava Özerk Yönetimi, özellikle de ABD ve İsrail’in, kendi
stratejik hedefleri doğrultusunda yönlendirdiği, Kürdistan toprağı olmayan
yerlerin fethine girişti. Bunun neresini nasıl sahiplenip savunabiliriz acaba?
Bunu kendisi açısından hangi “haklı” ve “makul” gerekçeler ve hesaplar
üzerinden ifade edecek olursa olsun; olgunun yalın halini değiştiremez: Yapılan
işgal ve ilhaktır.
Peki böyle bir durumda onların yanında olabilir miyiz? Ya da
bu işgal ve ilhakçı tutumundan ötürü saldırıya uğrayacak olurlarsa, yine de
Rojava Özerk Yönetimi’nin yanında yer alınabilir mi?
Sonuç olarak
Elbette ki bütün bu sorulara, Rojava Özerk Yönetiminin 27
Kasım 2024 tarihi itibariyle yaptığı tercihlerinden ötürü, tereddütsüzce hayır
demek gerekiyor. Çünkü bu tercihleri pratik sahada onu, bir kısım emperyalist
güçlerin kullanışlı aparatı konumuna düşürmüştür. Bu konumu öz eleştirel bir
yaklaşımla reddetmediği sürece de doğal olarak bu tavır geçerliliğini korur.