Bundan kısa bir süre önce, “Yeni Ortadoğu İçin İsrail-Kürt
İttifakı Gelecekteki Riskler Ve Fırsatlar” ana temalı bir panel düzenlenmişti.
Verilen bilgiye göre panel, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden Kürt akademisyen
Veysi Dağ tarafından organize edilmişti. Panelistler üç İsrailli akademisyen ve
Kürt tarafını temsilen de Kürdistani Parti (PAKURD) kurucu başkanı vardı.
Panelistlerin tamamı, İsrailler ile Kürtler arası ittifakın
ta Asurlar, Babiller vs. dönemlerinden beri devam edegelen tarihi bir kökenini
olduğunu uzun uzun anlatarak başladı. Yani “bin yıllık Türk-Kürt
Kardeşliği”nden daha da eski tarihlere dayanan, alternatif bir “kardeşlik
hikayesi”. Ve yine panelistlerin tamamı, bugünün koşullarında gerekliliği elzem
görülen Kürt-İsrail İttifakını, bu “köklü tarihi miras” ve “benzeşen ortak
tarihsel yaşam öyküsü” üzerinden kurgulamayı tercih etti: “Her iki halk bin
yıllarca devletsiz bırakıldı ve sürgün edildi. Bu ortak yönümüz bizim
birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak güçlü bir bağdır. İsrail bu makus talihi
yıkıp, kendisini yoktan var ederek devletleşti.
Şimdi sıra, İsrail’in desteğiyle Kürtlerdedir. Kürtler
devletlerini kurabilirse, yok edilmek üzere dört taraftan kuşatılmış İsrail’in
bu coğrafyadaki en büyük koruyucuları olacaklardır. İki kardeş devlet sırt
sırta verirse hiç kimse onlara yan gözle bakamaz. Bu yüzden, yaşanmakta olan bu
tarihi fırsatları değerlendirip, mutlak surette bu ittifakın kurulmasını
sağlamalıyız.” mealinde şeyler.
Bunlar, itiraz etmeyi pek de gerektirmeyen, anlaşılabilir
şeylerdir elbet. Fakat o koca koca Prof. Ünvanlı ve güya “mazlumun hak
arayıcıları” ve ilerici-demokrat, insan hakları savunucuları olarak takdim
edilen bilim insanların hiçbiri ağzına İsrail Devleti’nin bir başka halkı
yerinden yurdundan etme ve soy kırıma uğratma pahasına kurulduğuna değinmedi
bile… İsrail’in kendisine hak gördüğü devlet olarak var olma hakkını, Filistin
halkına tanımamakta ısrar etmesindeki haksızlığı ve vicdansızlığı kınamadı
bile… Kuruluşundan beri sürekli ve sistemli bir şekilde Filistin topraklarını
işgal ve ilhak ederek, topraklarını mislince büyütme siyasetini, dokundurma
yoluyla da olsa, eleştirmedi bile. Belki de daha da vahimi, son bir yıl içinde
Gazze’de gerçekleştirilen soy kırımı lanetlemedi bile…
“Kürtlerin Anası” olarak takdim edilen Prof. Dr. Ofra
Bengio, çeşitli Kürt grup ve çevreleriyle olan ilişki düzeylerini ifade ederken
şu ifadeyi kurabildi: “Örneğin PKK ile ilişkilerimiz oldukça gergindi. Çünkü
PKK geçmişte Filistin Kurtuluş Örgütü’ne de destek veriyordu.”
Sayın Bengio bu ifadesiyle kendisini Siyonist İsrail devleti
ve milliyetçileriyle özdeşleştirmiş oluyordu bir bakıma: Filistin halkına
duyulan düşmanlığın boyutuna bakın ki PKK’nin, kendisi gibi haklı bir davanın
temsilcisi olan FKÖ’yü desteklemesindeki özü anlamaya bile çalışmamış.
Ezilenlerin ve mağduriyeti yaşayanların dayanışmasını mazur görme olgunluğunu
dahi gösteremeyen birinin, “Kürtlerin anası” olarak payelendirilmesi de ayrıca
ironiktir. Yıllardır kendi devletinin zulmüne maruz kalan mazlum Filistin halkının
acısını yüreğinde hissetmeyen birinin, hiçbir çıkar gözetmeksizin, samimiyetle
Kürt veya bir başka halkın acısını hissetmesini beklemek, safdillik olur
herhalde.
Ve ilginçtir; vicdan yoksunu bu kaskatı milliyetçi
pragmatist yaklaşım, panelistlerin tamamın ortak paydasıydı da.
PAKURD adına konuşan panelist aynen şu ifadeleri kuruyordu:
“(…) 7 Ekim 2023 olaylarından sonra Ortadoğu’da yeni bir dönem başladı.
Hamas’ın masum sivillere karşı gerçekleştirdiği terör saldırısı bazılarında
sevinç yarattı ve onlarda, Yahudi halkını yok etmelerini ilerletmeleri için
adeta umut yarattı. Bence İsrail’in bu saldırıya karşı hızlı ve kararlı bir
şekilde yanıt vermekten başka bir seçeneği yoktu. İsrail Hamas’a ve Hizbullah’a
karşı ağır darbeler indirdi. Ancak herkes biliyor ki bu iki örgüt İran başta
olmak üzere bazı devletlerin piyonlarıdır. ‘Direniş ekseni’ denilen yapı
özellikle İran’a bağlı güçleri koordine ederek Yahudileri ortadan kaldırmayı
hedefliyor. Bu gerçek bize şunu açıkça gösteriyor: Eğer bu İslamcı terör örgütlerinin
güçleri yetecek olsa Yahudi halkından tek bir kişinin hayatta kalmasına izin
vermeyecekler. Aynı zamanda bu ‘Direniş ekseni’ doğrudan veya dolaylı olarak
Kürtleri de İsrail ile aynı kefeye koyuyor. Herhangi bir bağ olmasa bile
Kürtler İsrail’in müttefiki olarak görülüyor ve bizleri de aynı düşmanlıkla
hedef alıyorlar. (…)”
“İsrail Kürtlerin ortaklığını kazanmadan bölgede gerçek bir
liderlik rolü üslenemez. (…) Bu durumda Kürtler ve İsrail birlikte neler
yapabilir (…) İsrail güçlü bir devlet ve bize göre 7 Ekim 2023’den sonra
Ortadoğu’nun yeni lideri olmuştur. İsrail güçlü liderliği ve etkisiyle ABD ve
Avrupa’da Kürtler için yeni fırsatlar yaratabilir. (…) Biz sizin yeni Ortadoğu
vizyonunuzun müttefikleri olmak istiyoruz ve bunun için hazırız. (…)”
Ürperten bir soğukkanlılıkla ifade edildi bütün bu
düşünceler. Yüzyıllardır ezilip sömürülen ve tüm ulusal haklarından mahrum
bırakılmış olan bir halkın mensubu değil de adeta Netanyahu’nun bir
sözcüsüymüşçesine.
Kuruluş sürecinden bugüne değin Siyonist İsrail Devleti
sanki de Filistinleri yerinden yurdundan etmemiş, kuruluşunun temelinde bu
işgal ve göçertme yokmuş gibi, tek taraflı bir “avcı hikayesi” ile sorun
sunuldu. Keza sanki de İsrail bulduğu her fırsattan yararlanarak Filistinlerin
topraklarını ilhak etmemiş gibi, onların hak talep etme ve özgürlük
mücadelelerini “terörist faaliyet” olarak damgalayıp, binlerce insanı
katletmemiş, hapislere tıkmamış ve sürgüne göndermemiş gibi anlatıldı.
Filistinlerin adı bile anılmadı. Hamas ve diğer Filistinli yapılar topluca
terörist örgütler olarak nitelendi. Bunların Filistinli ve Filistin davasını
savunan örgütler olduğu, ima yoluyla olsun, dile getirilmedi. Örneğin tıpkı
Türk Devleti ve tüm diğer sömürgeci-faşist devletlerin yaptığı gibi; bunlar
yabancı devlet ve istihbarat örgütlerinin çıkarları doğrultusunda faaliyet
sürdüren piyonlar olduğu savunuldu. İsrail zulmüne ve işgalciliğine karşı bir
halkın kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin temsilcileri olarak anılmadılar.
Bilakis bu bilinçli bir gayretle es geçildi.
Ortada zaten Filistin davası diye bir dava da yoktu.
Dolayısıyla da bu örgütler ve yürüttükleri mücadele tamamen, Yahudi halkını yok
etmek için İran’ın kurup finanse ettiği “vekalet güçler” idi. Siyonist İsrail
Devleti’nin yürüte geldiği savaş tamamen nefsi müdafaa olup, tüm eleştirilerden
muaftı. 7 Ekim 2023 sonrası yaşananlar da tamamen bu kapsam ve nitelikteydi.
Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden evleri başlarına yıkılarak
katledilen elli bin Filistinli arasında sivil yoktu demek ki anmaya ve bu
katliamı kınamaya değer görmediler bile. Yani hiç olmazsa biraz objektif davran
da Hamas’ın sivil katliamlarını andığın yerde İsrail’i de elli bin sivil
Filistinliyi ve bir o kadar Lübnanlıyı katlettiği için eleştir. Bu
katliamlardan ötürü onu kına ve “doğru yapılmamıştır” de.
Ancak ne var ki bunun yerine zalim bir devletin yaptığı ve
BM de bile insanlık suçu olarak mahkûm edilen tüm bu kötülükler, adeta bir
fırça darbesiyle kapatılmaya çalışıldı. Bunun yerine eli kanlı Siyonistlere
güzellemeler yapılıp, methiyeler dizildi. Ortadoğu’nun “güçlü lideri” olarak
payelendirildi.
Öte yandan, emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu yeniden
paylaşım ve dizayn ederken birinci derecen gözettikleri “İsrail Devleti’nin
güvenliği” ve “liderliği” projesinde rol talep ettiler: “İsrail Kürtlerin ortaklığını
kazanmadan bölgede gerçek bir liderlik rolü üslenemez.”
Bütün bu “anormal” tutum ve yaklaşımlar aslında bir
çaresizliğin ve kendi halkına ve gücüne zerre kadar inancı olmayan, kurtuluşu
başka güçlerden dilenen, onların himayesi olmadan hiçbir şanslarının olmadığına
inanmış bir kafanın eseri… Zerre kadar öz güvenleri olmadığı için de karşıdaki
“ittifak partneri” ile kendisini eşit muhatap olarak göremiyor. Görmediği için
de mütemadiyen onu yüceltme ve pohpohlama ihtiyacı duyuyor. Böyle olsa gerek ki
muhatabının ellerindeki o on binlerce masum insanın kanını “kına kırmızısı”
olarak manipüle etmekte herhangi bir beis görmüyor.
Başka halkların acı ve kanları üzerinden kurulması istenen,
bu en temel insani erdemlerden yoksun ittifak ilişkisi, görülmesi gerekiyor ki
ilk başta Kürt tarafını tarih önünde mahcup bırakır ve manevi olarak da
çökertir. Dolayısıyla da kimsenin kendi halkına böylesi bir kötülüğü yapma
hakkını kendisinde görmemesi gerekir.
Ama maalesef ki kör milliyetçi duyguların esiri olmuş kafalar
bütün bunları, kolayca; “sırtında yumurta küfesi taşımayan romantik solculuk”
olarak yaftalayıp, “yüz yılda bir çıkan bu tarihi fırsatı solcuların boş etik
söylevlerinin insafına terk etmeyeceğiz” diyerek burun kıvıracak ve
bildiklerini okumaya devam edeceklerdir. Tabii onlar ve başkaları böyle diyor
veya diyecekler diye bizler doğruları ve ilkelerimizi savunmaktan ve her
fırsatta onları ileri sürmekten geri duracak değiliz.
Halil Gündoğan