17 Aralık 2024 Salı

Sosyalist Devrim Mi? Demokaratik Devrim Mi?_13 Aralık 2024_yusufkose@hotmail.com

TDH içinde, 1960-1970’lerde “milli demokratik devrim” argümanı ağır basıyordu. O günlerde bu saptama ülke gerçeği ile genelde uyuşuyordu. Çünkü ülke gerçekten emperyalizmin yarı-sömürgesi durumundaydı ve nüfusun yarısından fazlası köylerde yaşıyordu. Ancak, 50 yılı aşkın bir süre sonra aynı sloganı kullanmak, işçi sınıfının önüne, stratejik hedefi olarak “demokratik devrimi” koymak, ülke geçeği ile uyuşmadığı gibi, dün doğru olan slogan bugün sosyalşevonist bir sapmaya dönüşmüştür.

Demokratik devrimin bir yanı emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesini içerirken, bir yanı da tarım devrimini, daha doğrusu var olan feodal ve de feodal kalıntıları ortadan kaldırmayı hedefler. Yoğun bir topraksız köylü nüfusu olur ve toprak sorununu çözmek için demokratik bir devrim gereklidir. Ve demokratik devrim sosyalizme giden yolda ara bir aşama olur.

Çin Devrimi, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülkeler için bir örnek teşkil eder. Kapitalizmin geliştiği, feodal üretim ilişkilerinin kalmadığı bir ülkede, toprak devriminden söz etmek, kapitalizm gerçekliğiyle bağdaşmaz. Ya da kapitalizm kısmen geliştiği, yarı-sömürgeciliğin ağır bastığı ülkelerde, “milli demokratik devrim” gündemde olabilir. Bu tür ülkeler, genelde Afrika'nın bazı ülkelerinde söz konusudur.

Örneğin, Ekim Devrimi öngününde, Rusya'da da yoğun bir topraksız köylü nüfusu vardı. Ancak 1917 Şubat devrimi ile bu çözüldü. Çarlığın devrilmesi ve burjuvazi ile uzlaşan menşevik ve Sosyalist Devrimciler'in “geçici hükümet”de yer almasıyla, siyasal olarak demokratik devrim geçekleşmiş oldu ve Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen devrim doğrudan sosyalist devrim oldu. Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimciler'in tarım programını kullanmaları, devrimin sosyalist niteliğini değiştirmedi.

Bazı anlayışlar, feodal üretimin yok edilmesi için “devrim” bekliyor. Yani, feodalizmin topraktan tasfiyesinin ancak ve ancak proletarya önderliğinde “demokratik devrimle”olacağı görüşünde. Bu gerçekci değildir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında,, emperyalizm girdiği ülkelerde feodalizmin çözülmesini hızlandırıcı bir rol oynamıştır.

 Kapitalizm, girdiği ülkelerde feodalizmle uzun süre birlikte içiçe yaşayamaz. Yeni olan, baskın olan, eskiyi şu veya bu şekilde tasfiye eder. Bu tasfiye işlemi, devrimci bir tarzda değil, kapitalist gelişmenin doğal eğilimi içinde olur. Emperyalist bir dünyada, üretimin uluslararasılaşmasının en üst boyuta çıktığı bir süreçte, eğer, feodal üretim ilişkileri, bazı ülkelerde, az ya da çok varlığını sürdürüyorsa, emperyalistler arası çatışmanın, pazar paylaşımının sonucu ortaya çıkan boşluklar içinde varlığını sürdürüyordur. Örneğin Afganistan ve Afrika kıtasındaki bazı ülkelerde olduğu gibi...

Türkiye sosyalist devriminin önünde, bugün köylünün topraklandrılması esas görev değildir. Deyim yerindeyse, gelinen aşamada köylü kalmadı. TÜİK 2022 verilerine göre %7 civarında nüfus köylerde yaşıyor. Varolan köylülerin bir “toprak sorunu” yoktur. Kapitalizm köylülüğü son elli yıl içinde mülksüzleştirerek işçileştirdi. Varolan köylülük ise kapitalist üretim ilişkileri içinde olan bir köylülüktür. Yani, sosyalist devrimin çözeceği bir tarım sorunu vardır.

 Türkiye'de, topraksız köylülük lafı edilmeyecek derecede azalmıştır. Çünkü daha önce var olan topraksız köylüler, şehirlere çekilerek işçileştirilmişlerdir. Az miktarda toprak sahibi olan köylülükte şehirlere göç etmiş ve köylülerin bir kısmı ise mülksüzleştirilmiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan'da eski feodal toprak ağaları yoktur. Bunlar tamamıyle kapitalist çiftlikler halini almıştır. Ve tarım bütünüyle kapitalistleşmiştir. Kürdistan'da halen büyük toprak sahibi “şeyh” “şıh” varsa, bunlar kapitalist “şeyh” ve “şıh”tır. Toprağa bağlı müritleri olmayan, ama ücretli işçileri, dinsel ve siyasal etkinliği olan kesimlerdir. En gelişmiş kapitalist ülkelerde de bunların benzerleri bulunabilir. “Büyük Toprak Sahiplerinin Tasfiyesi” başlığı altında köylü-toprak sorununa yeniden döneceğim.

 Kapitalizm Boş Pazar Bırakmaz

 Kapitalizm her şeyi pazara bağlamıştır. İran'ın şeriat rejmiyle yönetilmesi, Katar, S. Arabistan, BAE gibi ülkelerin “şeriat rejimleri” olması, o ülkelerin feodal ya da yarı-feodal bir ekonomiye sahip oldukları anlamına gelmiyor. Tersine özellikle körfez dikatatörlükleri en gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Uluslararası sermayenin yoğunlaştığı alanlardır. Bu adlarını saydığım ülkeler emperyalist ülkelerdir. Nasıl ki, İngiltere ve Avrupa'nın bir çok ülkesinde “monarşi” kralların olması, o ülkelerin niteliğini “feodal” yapmıyorsa, “şeriat” adı altındaki yönetimleri de “feodal” nitelikli yapmıyor. Eğer, Afganistan, Taliban yönetimi altında devam ederse, dışardan ve içerden karıştırmalar olmazsa, orası da, bir süre sonra kapitalist üretim ilişkilerin egemen olduğu yer olmaktan kaçamayacaktır. Emperyalizm günümüzün en gerici sistemidir ve devamlı gericilik üretir. “Tanrı, nasıl, Trump'ı ABD'ye lider olarak gönderiyor”sa, bunları da yönettikleri halkın, inandığı tanrı “lider olarak gönderiyor”.

 

 Ayrıca, belirtmek gerekiyor, emperyalizmin krizi derinleştikçe, emperyalistler arası kutuplaşmadan kaynaklı çelişmeler keskinleştikçe, dinsel gericileşme, dine daha fazla sarılma'da birlikte gelir. Tek tanrılı dinler, her zaman egemen sınıfların hizmetinde olmuştur. Günümüzde de en sıkı şekilde emperyalizmin yayılmacılığının ve kapitalist sömürünün hizmetindedir. Kapitalist burjuvazi, feodal aristokrasiye karşı sekülerdi. Kapitalist gelişmenin o zaman buna gereksinimi vardı. Bugün emperyalizmin, sermaye birikimi ve egemenlik alanlarını genişletmesi için, sekülerizme değil dinsel gericiliğe gereksinimi var. Kapitalizmi seküler olarak görmek yanıltıcıdır. O gerilerde kaldı. Şimdi çağımız emperyalizm ve proleter devriler çağıdır. Burjuvazinin karşısında, feodal aristokrasi değil, onu yıkmak ve daha ileri bir sistem (sosyalizm) kurmak isteyen devrimci proletarya var.

 

 Buradan hareketle, kapitalist bir ülkede “demokratik devrim” savunuculuğu geri bir adım ve gericiliktir. Hele hele, Türkiye gibi emperyalist bir ülkede “Bağımsız Demokratik Bir ülke İçin Anti Emperyalist Mücadele1 “yi proleteryanın önüne esas starateji olarak koymak, Türk tekelci burjuvazisinin ülkeye her yönüyle egemen oluduğu gerçeğini yadsımak olur ki, bu sosyal şovenist bir teorik belilemedir.

 Son olarak Evrensel'in TÜİK'in “yabancı şirketlerle” ilgili haberini buraya alalım:

 "TÜİK yabancı kontrollü girişim istatistikleri"ni açıkladı. Buna göre, yabancı kontrolündeki girişim sayısı 2021'de 7 bin 424 iken, 2022'de 8 bin 134 oldu. Bu girişimlerin toplam cirodaki payı 2021'de yüzde 12,9, 2022'de ise yüzde 12,7 olarak kayıtlara geçti.”2

 Almanya'dan da bu konuyla ilgili rakamlar verelim. “2022 yılında tam 38.438 şirket yurt dışında yerleşik bir ana şirkete aitti.” ve “2022 yılı itibariyle, yaklaşık 4,4 milyon kişi yabancıların kontrolündeki şirketlerde çalışıyor.” ... “2022 raporlama yılında, Alman şirketlerinin neredeyse %14'ü orada (diğer Avrupa ülkelerinde -YK-) bulunan ana şirketler tarafından kontrol ediliyordu. ... ”3 Almanya'da faaliyet sürdüren yabancı tekellerin, Almanya'daki istihdam içindeki payları %10,2 iken, toplam cironun %22,3'dür. Ve bu satışların değeri ise 1 trilyon 95 milyar Avro kadardır.4 Oysa, Almanya'nın 2021 yılı GSYIH 3 trilyon 676 milyar Avro kadardı.5 Yani, Alman milli gelirinin yaklaşık üçte biri yabancı tekellerin kontrolündeki şirketlerin satışından elde edilmiştir. Ve bu tekellerin Almanya içindeki yatırımların payı, toplam yatırımların % 13,6'ını oluşturuyor. Almanya'daki brüt katma değerin %16,7'sini yabancı tekellerin işletmelerinden geliyor. Akdağ'ın anlayışıyla hareket edersek, Alman emperyalizmi yabancı emperyalist tekellerin işgali altında.

 

Bu örnekleri vermemin nedeni, sorunu yüzeysel ele alıp, emperyalist sistemin genel yapısı gözardı edilmektedir. İyi niyetli “anti-emperyalizm” karşıtlığı, emperyalist sistemin geldiği aşamayı doğru çözümlemeye yetmiyor. Emperyalist sistemin geldiği aşama diyalektik materyalist anlayışla ele alınmalıdır. Onu, ağır gümrük duvarları ile geriye döndürmenin olanaksızlığı açıktır.

 İçinde Sosyalizm geçmeyen bir anti-emperyalizm

 Y. Akdağ'ın adı geçen iki makalesinde de “sosyalizm” kelimesi geçmiyor. İnkar etmemek içn söyliyeyim. Bir tane geçiyor. O da M. Kemal'den aldığı bir alıntı içinde.

 

 Türkiye'yi „kapitalist ülke“, „tekelci burjuvazinin egemenliği„ olarak değerlendirenlerin, sosyalist devrim yerine „demokratik devrimi“ esas almaları, kendi teorik saptamalarıyla çelişiyor. Bunlardan bazılarını buraya alıp değerlendirelim.

 

 “...%98’i küçük işletme ölçeğinde olan işletmeler bu koşullarda faaliyet yürütmekte, bir kısmı tekelci ve emperyalist baskı nedeniyle iflasa sürüklenerek yok olurken, diğer bir kesimi büyükler için taşeron ve taşeronun taşeronu olarak yürüttükleri faaliyetle varlıklarını sürdürmekte;” 6

 

Yazar, bu değerlendirmeyi, ülkedeki küçük işletmelerin emperyalizmin etkisiyle iflasa sürüklendiğini gerekçelendirmek için yapıyor:

 

KOBİ'lerin toplam işletmeler içindeki yeri -en büyük emperyalist ülkelerden az gelişmiş kapitalist ülkelere kadar-, hemen hemen aynı orandadır. Yani, %99 -%98 arasındadır. Bu bilgi ve veriler “Emperyalist Türkiye” kitabımda yer almaktadır. Örneğin Almanya'da KOBİ'lerin toplam işletmeler içindeki oranı %99,3, büyük işletmelerin oranı ise %0,7 kadardır.7 Tekelciliğin geliştiği yerde, küçük üreticilerin ve küçük işletmelerin iflas ve yutulmaktan başka çareleri olamaz. Bu, ister Türkiye'de olsun, isterse ABD'de, genel durum budur ve bu, kapitalizmin olmazsa olmaz bir eğilimidir. Mülksüzleştirilme son sınırına kadar, yani mülksüzleştirenlerinde mülksüzleştirilmesine kadar devam eder.

 (Bir makalemde belirttiğim gibi, mülksüzleştirienlerin mülksüzleştirilmesi sürecine çoktan girilmişttir.)8 Büyük işletmeler %1'in altında olmasına karşın, belirleyici olan, ekonomiye ve siteme damgasını vuran ve devleti elinde tutanlar, söz konusu olan bu %1'dir. Bunun anlamı tekelleşmedir. Tekelci burjuvazinin egemenliğinin matematiksel göstergesidir. Ayrıca, küçük esnafın (genel anlmada KOBİ'lerin) iflasa sürüklenmesi, salt Türkiye'ye özgü değil, kapitalizmin en gelşmiş olduğu ülkelerde de KOBİ iflasları kapitalizmin krizileriyle daha da yagınlaşır. Yazarın, söz konusu küçük şirketlerin iflasının yoğunluğunu sadece “”yarı-sömürge”lere bağlaması, kapitalist sistemin genel yapısıyla çelişir. Sadece küçük şirketler değil, büyük tekellerin battığı ya da yutulduğu, kapitalist ekonominin genel bir eğilimdir. Özellikle krizi dönemlerinde bu tür iflaslar çoğalır. Şirket iflasları aynı yıl içinde Türkiye'de ise %19 azalmıştır.9 Şirket iflasları, “emperyalizme bağımlı ya da bağımsız olmakla” doğrudan bir ilişkisi olmayıp, kapitalizmin yapısal sorunudur.

Sosyalist devrimi'in “anti emperyalist” görevi yok mu?

Türkiye'deki bir çok devrimci örgüt ve parti, nedense, emperyalizmin ülkeden kovulmasının, ancak ve ancak “demokratik devrimle” başarılabileceğine inanıyor olmalılar ki, sosyalist devrimin önüne anti-emperyalizm görevini koymuyorlar. Ya da sosyalist devrimin böyle bir görevi başarıyor olabileceğine inanmıyor olmalılar ki, anti-emperyalist devrimi salt “demokartik devrim”le sınırlıyorlar.

Örneğin, MLKP'nin parti programının IV Bölümü'nde ; “asgari program” olarak, “anti-faşist, anti-emperyalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrim”10. Bütün görevi demokratik devrime yüklemişler. Ama, sosyalizm de anti-faşist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve “cins özgürlükçüdür”. Ayrıca, kadınların özgürlüğü demokratik devrimle kısmen gerçekleşirken, esas olarak sosyalizmle gerçekleştiği ve gerçekleşeceği bir gerçektir. Proletarya önderliğindeki demokratik devrimin herşeyden önce sınıf bileşimi daha farklıdır. Sosyalist devrimde proletarya önderliğindedir, ama sınıf bileşimi ve sınıf egemenliği daha farklıdır. Çin ve Rus Ekim Devrimleri bu iki devrime örnektir.

Ülkenin ekonomik yapısının kapitalist ve egemenliğin tekelci burjuvazinin elinde olduğu kabul edilecek, ancak, yine devrim “demokratik” nitelikli olacak? Oysa, tekelci burjuvazi soyut bir kavram değildir. Ülkedeki kapitalistleşmenin tekelci olmasından kaynaklıdır. Tekelci burjuvazinin olduğu yerde tekelci kapitalizm vardır. Kapitalist bir ülkede ise proletaryanın önündeki görev; (ülkede kapitalizm ve kapitalizmle bağlantılı ekonomik ve siyasal yapılar, buna emperyalist ilişkiler ve yatırımlarda dahildir) sosyalist devrimdir.

Türkiye'de ulusal sorunun olması, bu sorunu sosyalist devrimin çözemeyeceği anlamına gelmez. Soyalist devrim altında birden fazla ulusal sorunun çözümüne, Rus Ekim Devrimi buna en iyi örnektir.

„Ülkede feodalizm ya da feodal kalıntılar var, ve bunlar baş çelişkidir” diyenler, kendi belirlemeleri içinde “demokratik devrimi” esas almakla (ülkenin sosyo ekonomik yapısıyla çelişmesine karşın) tutarlıdırlar. Ama, kapitalizmin ve tekelci burjuvazinin egemenliğinden söz edenlerin, “demokratik devrime” sarılmalarının tek bir nedeni olabilir, halkçı politik çizgiden vazgeçememelerindendir. Halkçılık ise küçük burjuvazinin politikası ve düşünce tarzıdır. İleri olana karşı bu tür ayak diremeler, devrimci radikalizm yerine, reformizme sarılma düşünce tarzı olmasından kaynaklıdır. Tipik küçük burjuva düşünce tarzı.

Teori ve Eylem yazarı Y. Akdağ'dan uzun bir alıntı alalım. “Demokratik devrim”i savunanların hemen hemen hepsi aynı argümanları ileri sürüyorlar.

“Bu da bağımsızlık için bağımlılık ilişkilerinin tüm biçimlerine son verilmesini; emperyalizmin, mali sermaye ve uluslararası tekellerin hakimiyetinin son bulmasını gerektirir. Ancak, emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin tasfiyesiyle işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi için yürütülen mücadele birbirinden soyutlanamaz. Anti emperyalist mücadelenin zafere ulaşması için, emperyalizmin içerideki işbirlikçilerinin iktidarına son verilmesi ve halkın demokratik egemenliğine dayanan bir yeni yönetimin oluşturulması şarttır ve bu mücadele ancak işçi sınıfı öncülüğünde, tutarlı antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı çizgide sürdürülürse kesin zafer yönünde ilerletilerek bağımsızlık teminat altına alınabilir. İşçi sınıfı öncülüğü, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri iktidarının yıkılması ve yeni bir toplumsal yaşamın tesisi için en güvenilir toplumsal sınıf dayanağını oluşturacak, mücadelenin başarılı ve tutarlı şekilde sürdürülmesini sağlayacaktır.”11

“Büyük toprak sahibi” , “yarı-feodal üretim tarzı”, “feodal kalıntılar” gibi belirlemelerde bulunanlar, bunların ülke ekonomisi içindeki yerlerini istatiksel olarak birer birer açıklasalar ne iyi ederler. Türkiye'de bütün tekeller, irili ufaklı işletmeler, üretilen ve tüketilen mallar, bütün kalemleriyle ithalatı ve ihracatı, tarımı, sanayisi ve hizmet sektörü, kısacası her şey kayıt altında. Hatta kaynağı “belirsiz” olarak ülkeye giren sermayenin bile tutarı bilinmektedir.12 O zaman, bu meşhur “büyük toprak sahipleri”de bilinebilir. Böylece bunların nasıl bir iktidar ortağı olduğunu o zaman daha iyi analayabiliriz.

 

Yanlış bir anlamaya mahal vermeden, bütün ülkeler emperyalist ekonomik zincirin birer halkalarıdır. Uluslararası üretimin gelişmesiyle bu daha da pekişmiştir ve uluslar arası emperyalist sermaye bütün ülkelerin ekonomi ve siyasetine şu veya bu şekilde yön veriyor, etki ediyor. Emperyalist Türk tekelci burjuvazisi de uluslararsı emperyalist sermayeden ayrı değidir. Ama bu, birbirine bağımlılık, birbiriyle kıran kırana çatışmadıkları ve küçüklerin büyüklere boyun eğmediği anlamına da gelmiyor.

Öncelikle, alıntıdaki birinci cümleden başlayalım. Kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede, sosyalizm neden bu görevi yapamasın? Sosyalist devrimin bunları başaramaması için bir neden mi var? “Demokratik devrimi” ileri sürenlerin tek bir nedeni olabilir? “Milli burjuvaziyi” küstürmemek ya da onları da devrime katma niyeti?

Oysa, enternasyonal proletaryanın önünde çok önemli bir sosyalist devrim deneyimi var. Rus Ekim Devrimi. O, nüfusun yaklaşık %70'nin köylü olduğu bir ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirdi ve tam 14 emperyalist ülkeye karşı savaşım verdi ve onları ülkeden attı. Ama Lenin, “bu bir demokratik devrim” demedi.

Eğer “demokratik devrim”in gerekçesi, salt emperyalistlerin ülkedeki yatırımıysa, Türkiye'li devrimcilerden çok Alman, İngiltere ve ABD'li devrimcilerin önünde “anti-emperyalist bağımsızlık” mücadelesi olmalıdır. ABD'de uluslararsı yabancı tekellerin sermaye yatırımları, ABD'li tekellerin dış ülkelerdeki sermaye yatırımlarından daha fazladır.

Akdağ, emperyalizme bağımlılıkta yabancı sermayenin ülke içindeki sermaye yatırımlarına bakarak değelendirme yapmış. Türkiye'de 2022 yılında yaklaşık 202,5 milyar ABD doları sermaye yatırımı varken, 2023 yılında bu 156,5 milyar dolar'a düşmüş. Bu da bir yıl içinde, Türkiye'den ciddi bir sermaye kaçışının göstergesidir. Türk devletinin uzun zamandan beri ekonomik krizden çıkamamasının bir nedeni de bu büyüklükte bir sermaye çıkışı(kaçışı)dır. (UNCTAD WIR 2024)

ABD'ye bakalım. 2023 yılı itibariyle, ABD'ye dışardan gelen toplam yabancı sermaye yatırımı 12 trilyon 817 milyar ABD doları ve ABD'den dış ülkelere giden toplam sermaye yatırımının tutarı ise, 9,4 trilyon dolar. Yani, ABD yabancı sermaye cenneti. Akdağ'ın anlayışına göre, ABD'li devrimcilerin önünde duran esas görev; “antiemperyalist bağımsızlık” için “demokratik devrim” olmalı. Çünkü ABD'de Uluslar arası sermayeye “göbekten bağımlı”dır. İngiltere'de durum farklı değildir.

İşte, İngiltere'nin iç ve dış sermaye yatırım toplamı:

2023 yılı itibariyle, uluslararası yabancı tekellerin İngiltere'ye toplam sermaye yatırımı 3 trilyon ABD doları, İngiltere'nin dış ülkelere yabancı sermaye yatırımının toplamı ise 2 trilyon ABD doları civarındadır. Çin emperyalizminin durumu da farklı değildir. Bu ülkede uluslararası sermayeye “göbekten bağımlı”dır. İç sermaye (dışardan Çin'e gelen dış sermaye) stoku 3,5 trilyon ABD doları, dış sermaye (Çin'den diğer ülkelere giden doğrudan sermaye yatırım) stoku ise 2,9 trilyon ABD doları civarındadır.13 Faşist Trump'ın Çin'e giden dış sermaye yatırımını ABD'ye çekerek “Make America Great Again” ” vaat etmesinin bir nedeni de budur. ABD'ye daha fazla dış ülkelerden sermaye akışını kolaylaştıracak baskı ve teşvik politikalarını yürürlüğe sokmak istiyor. ABD ve diğer emperyalist ülkelerin dış borçlarını ise hesaba katmadım. ABD'nin toplam borcu, GSYIH'na oranı %130'u geçmektedir.

 

Burada anlatmak istediğim, uluslararsı sermaye yatırımının fazla olması, o ülkenin “yarı-sömürge”liğini göstermez. Dış sermaye daha fazla gereksinim duyduğu bir gerçektir. Bütün ülkeler, dış sermaye çekmek için yoğun çaba harcıyorlar ve uluslararası sermayenin gelip yatırım yapması için uzun vadeli büyük teşvikler sunuyorlar. Ancak, çok istemesine karşın, kriz içindeki emperyalist sermaye dış sermaye yatırımlarını yapamıyor. 2023 yılı itibariyle uluslararsı toplam dış sermaye yatırımları 1,3 trilyona gerilemiştir. 2015 yıllarında yaklaşık 2 trilyon ABD doları civarındaydı. (bkz. UNCTAD WIR Report 2024)

Emperyalist sistemin bu denli içiçeliğe geçmesi, uluslararası sosyalsit devrimin nesnel koşullarının fazlasıyla olgunlaştığının bir göstergesidir.

 

“Büyük Toprak Sahiplerinin Tasfiyesi”...

Teori ve Eylem Dergisi yazarı Akdağ'dan aktardığımız yukarıdaki uzun alıntıda şöyle bir belirlemede var.

“Ancak, emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin tasfiyesiyle işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi için yürütülen mücadele birbirinden soyutlanamaz.”

Proletarya önderliğindeki anti-emperyalist demokratik devrimin hedefleri için doğru. Ancak, anlatılan Türkiye olunca, “büyük toprak sahipleri”nden kast edilen ne? Türkiye'de feodal büyük toprak sahipleri yoktur ve kendisinin de böyle bir belirlemesi ya da “analizi” yok. Varolan büyük kapitalist toprak sahipleri, tekelci burjuvazinin içindedir. O sınıftan ayrı değildir. “ ... tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi..” gibi iddialı bir belirleme, tekelci burjuvazinin dışında devlete egemen olan bir kesim ya da iktidar ortağı daha varmış anlamına gelir. Y. Akdağ'ın adı geçen incelemesinde, okuyucuyu ikna edecek böyle bir veri yoktur.

 

Geçerken değinelim; “büyük toprak sahipleri” iktidara ortak olacak kadar güçlüyseler, bunların GSYH'a büyük bir katkısı olması gerekir. Türkiye'de tarımın GSYH'a katkısı %5,8 civarındadır.14 Buna karşın, 2005'de %25,5 olan toplam istihdam içindeki payı, 2024'de %14,6'ya gerilemesine karşın hala yüksek bir rakamdır.15 Diğer yandan ekilen tarım arazilerinin toplamı içinde 500-1000 dekar arası arazi sahiplerinin oranı %20 civarındadır.16 Büyük çoğunluğu orta ve küçük işletme(çiftçi)lerdir. Çiftçi Kayıt Sistemi verilerine göre ise toplamda 2 milyon 177 bin çiftçi var.

 

2014 yılı verisine göre de durum şöyle: “Toplam 3 milyon tarım işletmesinin yüzde 65’i 50 dönümün altında arazi varlığına sahip. Yüzde 83’ünün ise tarım arazisinin büyüklüğü 100 dönümün altında.”17 Devletin, köylüyü hızlı bir şekilde mülksüzleştirmesi (topraksızlaştırma) olmasına karşın, toprağın “toplulaşması”ni daha başarılabilmiş değil.18 2014 yılında 3 milyon olan çiftçi sayısı yıllar içinde azalmıştır ve azalmaya devam ediyor. Devlet de bunu destekliyerek, toprakların büyük mülk sahipleri elinde toplanmasını istiyor. Çiftçi sayısının her geçen gün azaldığının haberlerini, günlük bütün burjuva basını veriyor.

 

Binlerce dönüm toprak sahibi olan endüstiriel işletmeler vardır. Hayvancılık, tahıl, pamuk vb. gibi ürünleri üretenlerin elinde toplanmıştır. Bunlar tamamıyle endüstirieldir. Toprak sahipleri, ama sanayi içinde bir toprak sahibidir. Daha genel bir belirlemeyle, kapitalist üretim ilişkileri içinde olan toprak sahipleridir. Türkiye'deki “büyük toprak sahipleri” olsa olsa, ormanları, dereleri işgal ederek maden “arayan” Cengiz Holding vb.leri gibi uluslararsı tekeller vardır. Ya da Bill Gates ve Jeff Bozes gibi teknoloji tekelleri sahiplerinin de milyonlarca dönüm arazileri var. Ama bunlar, esas olarak teknoloji tekelleridir.

 TDH'nin 1960-1980 arasındaki siyasi gelenekten gelen bir çok siyasal yapı, ”demokratik devrim”den de, “toprak sahipleri iktidarın” belirlemesinden de vaz geçmediler ve vazgeçemiyorlar. 

14.12.2024

 1Yusuf Akdağ, https://teoriveeylem.net/tr/2023/03/27/turkiyenin-emperyalizme-bagimliligi-ve-anti-emperyalist-mucadele/

2https://www.evrensel.net/haber/536668/tuik-toplam-cironun-yuzde-12-7si-yabanci-kontrollu-girisimler-tarafindan-elde-edildi 12 Aralık 2024 ayrıca bkz. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Yabanci-Kontrollu-Girisim-Istatistikleri-2022-53804

3https://www.destatis.de/DE/Themen/Branchen-Unternehmen/Unternehmen/Auslandskontrollierte-Unternehmen/_inhalt.html

4https://www.bpb.de/kurz-knapp/zahlen-und-fakten/globalisierung/52864/deutschland-auslandskontrollierte-unternehmen-i/ 06.09.2024 /

5https://de.statista.com/statistik/daten/studie/1251/umfrage/entwicklung-des-bruttoinlandsprodukts-seit-dem-jahr-1991/

6Y. Akdağ, agM

7https://de.statista.com/statistik/daten/studie/731901/umfrage/verteilung-unternehmen-in-deutschland-nach-unternehmensgroesse/

8https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec

9Federal İstatistik Ofisi'nin iflas istatistiklerine göre, Almanya'da 2023'te 17.814 şirket iflas başvurusunda bulundu; bu sayı, 2022'ye kıyasla yaklaşık 3.200 (+%22,1) daha fazla. Krizler ve artan finansman maliyetleri göz önüne alındığında bu artışın beklenmesi gerekiyordu. ABD'de (2023) iflaslar, bir önceki yıla göre %18 artarak 445 binin üzerinde gerçekleşmiş. https://www.ifm-bonn.org/statistiken/gruendungen-und-unternehmensschliessungen/unternehmensinsolvenzen https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/sirket-iflaslari-10-yilin-en-yuksek-seviyesine-cikti/

10İbrahim Çiftçi, Marksist-Teori, Ekim-Kasım 2024, sf. 93, sy. 62

11Yusuf Akdağ, https://teoriveeylem.net/tr/2023/03/27/turkiyenin-emperyalizme-bagimliligi-ve-anti-emperyalist-mucadele/

122022'nin ilk 8 ayında Türkiye'ye 28,3 milyar dolarlık kaynağı belirsiz para girişi oldu. https://www.sozcu.com.tr/kaynagi-belirsiz-para-girisi-8-ayda-283-milyar-dolar-oldu-wp7412642

13Bütün bu rakamlar 2UNCTAD'ın World Inwestment Report 2024, sf. 180-182'den alınmıştır. https://unctad.org/system/files/official-document/wir2024_overview_en.pdf

14Türkiye bankalar Birliği Tarım Sektörü Raporu, sf. 12 Haziran2023, İstanbul

15https://www.tarimorman.gov.tr/SGB/Belgeler/Veriler/IstihdamIsgucu.pdf

16https://www.kkb.com.tr/Resources/ContentFile/Tarimsal-gorunum-saha-arastirma-raporu2022.pdf

17Ali Ekber Yıldırım https://www.tarimdunyasi.net/2014/05/06/toprak-sahibi-40-milyon-hissedar-icin-karar-zamani/

18“Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu ve Türk Medeni Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/273393

http://yusuf-kose.blogspot.com/2024/12/sosyalist-devrim-mi-demokaratik-devrim.html
 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)