27 Haziran 2024 Perşembe

Nakba’nın 76. Yılında Filistin Direnişi ve Kürt Ulusal Hareketi -1 - 2 - Haziran

20. yüzyılda kapitalizmin doğası gereği açığa çıkan muazzam gelişme, emperyalist aşamaya erişmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Sanayideki teknik gelişmeler her ne kadar üretime hız kazandırsa da kapitalizmin açgözlülüğü, hırs, rekabet ve dünyaya egemen olma tutkusu aşırı üretime yol açmış, emperyalist aşamaya gelindiğinde -bu yeni çağ- kapitalizmi içerisinde bulunduğu buhrandan kurtulmak için yeni arayışlara sevk etmişti. Böylesi bir atmosferde kuzey yarımküre dipten gelen devrimci dalgalarla sarsılıyordu. Burjuva demokratik devrimler hegemonyayı içinden çıkılmaz bir krize sokuyor, ardından tüm dünyayı kasıp kavuran sosyalist Ekim Devrimi yükseliyordu. Son aşamasına ulaşan kapitalizm, yalnızca emperyalizm çağını değil, aynı zamanda proleter devrimler çağını da başlatmış oluyordu. Sınıf mücadelesinin kapsama alanı gittikçe genişliyordu. Çin Komünist Devrimi sınıf mücadelesinin Asya’dan yükselen ikinci dalgası olmuştu. Tüm bu gelişmelerle birlikte, ulus-devletleşmeyi de beraberinde getiren kapitalizm, özellikle sömürge ve yarı sömürgelerde ezen-ezilen uluslar çelişkisine yol açıyor, ezilen ulusların işgale, ilhaka ve sömürüye karşı anti emperyalist kurtuluş mücadelesi ivme kazanıyordu.

Ezilen uluslar Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Asya’da olduğu kadar Ortadoğu coğrafyasında da Filistin ve Kürdistan özgülünde emperyalizme karşı isyanı kuşanıyordu. Emperyalistlerin Filistin’e yönelimi “Yahudi sorunu” konsepti ile bölgedeki zenginliklerin kotarılması doğrultusunda dizayn ediliyordu. Arap yarımadası ile Doğu Akdeniz’i birbirine bağlamasıyla son derece stratejik bir konuma sahip olan Filistin toprakları, emperyalist güçler için hedef tahtasında yerini almıştı.

İngiltere, ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürebilmek, yükselen “kızıl tehlike” Sovyetler ve Çin’e karşı bölgede baş aktör olabilmek için Filistin topraklarında bir kukla devlete, daha doğrusu karakola ihtiyaç duyarak İsrail’i fonlamış, siyonizmi palazlandırmış, haksız savaşlarla kuruluşunu teşvik etmiştir. Bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Filistin’de kan ve göz yaşı durmaksızın akmaya devam etmiştir. Siyonistlerin 76 yıldır sürdürdüğü imha savaşı (Nakba) Filistinlilerin muazzam direnişlerine sahne olmuş, İsrail, sahip olduğu tüm olanaklara, emperyalistlerin desteğine ve suni “zaferlerine” rağmen savaşta insan faktörünün belirleyiciliğinin defalarca kez somutlandığı direnişi kırmayı başaramamıştır.

Nakba’nın Anlattıkları

Filistin ulusal direnişi hiç kuşku yok ki tarihsel olarak ilerici ve haklıdır. Nakba, günümüzden 76 yıl önce siyonist İsrail’in Filistin topraklarında başlattığı büyük yıkımı, imhayı, soykırımı ifade etmektedir. Joseph Massad’ın ifadesiyle “bir halkın bilinçli olarak yıkımı, bir halkı bilinçli olarak felakete uğratmak, bir ülkenin ve vatandaşlarının iyi bir plan üzerinden yakılıp yıkılması anlamına geliyor.” Başka bir ifadeyle Nakba’nın mantığı ırkçılığa ve sömürgeciliğe dayanmaktadır.

Nakba, 76. yılında uluslararası çapta protesto edildi ve dünya halkları bir kez daha Filistin halkının meşru kavgasının yanında olduğunu gösterdi. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güzellemeleri yapan emperyalistler, siyonizmi ve emperyalizmi lanetleyen kendi ülkelerindeki halklara ardında saklı tuttuğu faşizm sopasını pratikte göstermiş oldu. Nakba’nın 76. yılında emperyalist devletlerin mutlak bir şekilde liberal tandanslı olmadığını, yani çelişkiler ve koşullar değiştiğinde faşist yöntemlere başvurabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Dolayısıyla emperyalist blokun Filistin topraklarında Siyonizmi tam bir destekle palazlandırması tuhaf değil, aksine, kendine içkin olarak uygunluk halindedir. Bununla birlikte ‘öğrenci intifadası’ olarak yayılan protestolar Avrupa’da ve Amerika’da siyasi polisin sert müdahaleleriyle karşılaşmasına rağmen emperyalizm ve siyonizm karşıtı protestolar ısrarla devam etmektedir.

Filistin direnişinin yeni aşaması olan Aksa Tufanı, Nakba’nın olmuş-bitmiş bir olay olmadığını, hâlâ sürmekte olan bir olgu olduğunu 21. yüzyılda bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. “Nakba Sürüyor!” sloganı somut, güncel bir durumu ifade etmektedir. Zira Nakba Filistinliler için “büyük yıkım”, “imha” anlamına gelirken yalnızca fiziksel boyutuyla bir yıkımı değil, demografik, kültürel, sosyolojik bir yıkımı ve imhayı da karşılamaktadır. Siyonist İsrail’in tarih yazımında kaydettiği sahte “zaferler”in Filistinliler nezdinde bir karşılığı olmaması, 76 yılda siyonistlerin kalıcı “zaferler” elde edememiş olması ve en önemlisi de Filistinlilerin örgütlü ve bilinçli bir şekilde Nakba’ya direniyor olması; tüm bu gerçekler, Nakba’nın sürdüğünü ve kabul edilmediğini net şekilde ortaya koymaktadır. “Başlangıçtan beri Filistin halkı, Nekbe’nin ırkçı ve sömürgeci mantığına karşı mücadele etmiştir. 1880’ler, 90’lar, 1910’lar, 20’ler, 30’lar, 40’lar, 50’ler ve 60’lardan bugüne dek sömürgecilerle dövüşmüştür.” (J. Massad) Siyonist İsrail’in Nakba ile amaçladığı en önemli emellerinden birisi de Filistinlilerin toplumsal hafızasını tahribata, felce uğratmaktır. Bir dizi masalımsı-destansı anlatımla -tıpkı TC faşizminin yaptığı gibi- Filistinlilerin tarihini yok etmek, kendi yalancı-kurgu tarihini yazmak ve dayatmaktır; Filistinlilere boyun eğdirmek ve Nakba’yı kabul ettirmektir. Özetle siyonistlerin Nakba’sı, esasında Filistinlilere sömürge ulus olmayı dayatmaktır. Sömürge ulus olmayı kabul etmeyen ve Nakba’ya karşı 76 yıldır direnen Filistinliler, tüm dünyaya müşkül koşullara karşı halkın pratik aklının ve birliğinin önemini gösterebilmiştir.  Bununla birlikte bölgede emperyalistlerin pazar çıkarları uğruna asimilasyonu örgütlemeye çalışmaları Filistinlilerin cüretkâr direnişi karşısında sonuçsuz kalmıştır; “‘İsrail bağımsızlık savaşı’ yerine ‘Nekbe’ diyoruz. ‘Yahudi egemenliği’ yerine ‘ırk ayrımcılığı’, ‘Dalet Planı’ ya da ‘Yahudilerin atalarının topraklarına dönmeleri’ yerine ise ‘Filistinlilerin sürülmesi’ diyoruz. ‘İsrail demokrasisi’ yerine ‘İsrail’in kurumsallaşmış ve hukuki ırkçılığı’; ‘İsrail Arapları’ yerine ‘İsrail’in Filistinli vatandaşları’, Balfour Deklarasyonu’nda tanımlandığı biçimiyle, ‘Filistin’de Yahudi olmayan topluluklar’ yerine ‘Filistin halkı’ diyoruz. Bu ülkede Filistinlilerin karşı koymadığı ve direnmediği tek bir siyonist zaferden söz edilemez.” (J. Massad)

TC’nin Nakbası; Kürt Katliamları: Filistin ve Kürdistan Meselesinde Benzerlikler

Milli baskının ortaya çıktığı çok uluslu ülkelerin egemen ulusları, ezdikleri uluslara ve azınlık milliyetlere karşı kendi Nakba’larını organize etmiştir. Ezen-ezilen ulusların tarihi sayısız Nakba’larla ve sayısız İntifada’larla doludur. İrlanda, Brezilya, Yeni Kaledonya, Kolombiya, Cezayir, Şili, Meksika vd. birçok ülke milli baskının en kanlı ve en bariz örneklerinden bazılarıdır. Haritamızı biraz daha daralttığımızda hemen yanı başımızda Kürt ulusal sorunu gerçeği durmaktadır. Lozan Antlaşması ile dört parçaya bölünen Kürdistan’da Kürtlere uygulanan milli baskı, 1923’ten, yani TC’nin kuruluşundan -ve Lozan’dan- önce de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başlarında son Kürt otonomi örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak için kolları sıvamıştı. “Bu merkezi baskı ve ezme hareketlerine karşı, Kürt halkı, prenslerinin ya da aşiret şeflerinin idaresinde durmadan silaha sarılmak zorunda kalmıştır: 1805’te Abdurrahman Paşa Baban Süleymaniye’de, 1830’da Mehmud Paşa (Mirekor) Rewanduz’da ve 1842-1846’da ünlü Bedirxanlılar Cizre’de ayaklandılar. Dersim Sancağı’nın yakın zamanlara kadar devam edebilen dahili milli otonomilerini (ki bu otonomi, Dersimlilerin fiilen yaşattıkları ve fakat resmen tanınmamış bir ‘de facto’ durumu olarak da nitelenebilinir) saymazsak, Bedirxanlıların da yenilmesiyle birlikte, Osmanlı sınırları içerisinde bulunan en son bağımsız Kürt prensliği de ortadan kalkmış oluyordu.” (Dr. Şivan) Yine İbrahim yoldaşın ezilen uluslar ve azınlık milliyetlerin Osmanlı’daki ayaklanmalarına dair yaptığı çeperi geniş değerlendirmeleri dikkatle incelemek gerekmektedir: “Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler… Osmanlı devletinde hâkim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hala bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir.”

1923’te TC’nin kuruluşundan yalnızca birkaç ay önce Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı çiğnenerek yeni sınırlar belirlenmiştir. Lozan antlaşması aynı zamanda daha önceden Sevr antlaşmasında ‘tanınan’ Kürt milli haklarının inkârı anlamına da geliyordu. Tabii Sevr’de ‘tanınan’ Kürt milli hakları, egemenlerin öncülüğünde, doğal olarak tam bir kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın, burjuva bürokrasisinin zehirli kılıcıyla gündemleşiyor, süreci kontrol edebilmek için bir komisyon kuruluyor ve bu komisyon emperyalist-sömürgeci İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcilerinden oluşuyordu. Bu durum, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını garanti altına alıyordu; komisyonda Kürtler ve Acemler de yer almasına rağmen belirleyici bir konumda değillerdi. Esasında komisyonun amacı emperyalistlerin bölgedeki garantörlüğünü yapmaktı. Zira o sıralar dünya çapında patlak veren emperyalist paylaşım savaşlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıf mücadelelerinin yarattığı ihtilaflı atmosferde koşulların ve çıkarların değişmesi halinde Kürtlere ‘tanınan’ milli hakların gasbedilebilmesinin ve yeni Kürt ayaklanmalarının önüne geçilmesinin zemini yaratılmalıydı! Yeni Türk hükümeti Kürtler üzerindeki milli baskıyı derinleştirdikçe Türkiye Kürdistan’ında isyanlar baş gösterdi. İsyanlara karşı TC’nin “çözümü” kitlesel katliamlara girişmek oldu. Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanları Lozan sonrasında TC’nin ilk 15 senesinde zuhur eden patlamalardan bazılarıdır. Bu haklı isyanlar sonucunda TC’nin histeri haline gelen Kürt düşmanlığı-şovenizmi sonucunda on binlerce Kürt katledilmiştir. “Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İ. Kaypakkaya)

Osmanlı’dan TC’ye kalan miras, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyetlere vahşice uygulanan milli baskı, Türk şovenizmi ve katliamlar olmuştur. Özellikle 1923’ten sonra saldırıların kapsamı her alanı tesiri altına almıştır. Kürtçe yayınlar yasaklanmış, bu yayınları çıkaran Kürt aydınları istiklal mahkemelerinde yargılanmıştır. Yüz yıllık bir inkâr günümüze dek süregelmiştir: “Kürtçe diye bir dil yoktur.” 1923’ten sonra yeni Türk devleti sınırları içerisinde Kürdün ve Kürtçenin inkarının yalın ve bariz örnekleri mevcuttur. 1958’de Amed’de çıkarılan, politik muhtevası daha güçlü olan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Kürtçe olarak yazdığı “Kımıl” isimli şiiri nedeniyle yargılanıp tutsak edilmesi, TC faşizminin Kürtlerin en ufak bir gelişimine dahi tahammülsüzlüğünün ilk örneklerinden yalnızca birisidir.

devam edecek.

Kürt ulusunun Rojava’da elde ettiği kazanımlar TC’yi içinden çıkılmaz bir paradoksa sürüklemiştir. Bu nedenle TC Sur, Cizre ve Nusaybin’de patlak veren özyönetim direnişlerinde binlerce Kürt’ü “terörist” ilan edip katletmekten çekinmemiştir. T. Kürdistanı günümüzde tıpkı Filistin’de olduğu gibi bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumdadır. TC, uşağı olduğu emperyalistler için T. Kürdistanı’nda ilhakçı, Suriye ve Irak Kürdistan’ında işgalci politikalar izlerken güçlerini ve bölgedeki konumunu konsolide etmeyi ihmal etmemiştir. Yalnızca son bir yıl içerisindeki “savunma ve güvenlik” olarak belirlenen savaş bütçesindeki dolar bazlı artışa göz atmak yeterlidir: “Bahsi geçen savunma ve güvenlik bütçesi, bugünün kuru ile yaklaşık 40,5 milyar ABD dolarına tekabül ediyor. Türkiye, 2023 yılında savunma ve güvenliğe yaklaşık 16 milyar dolar ayırmıştı. Şu an için savunma bütçesindeki dolar bazında artış, yaklaşık yüzde 250 bandında.”

Filistin’deki ve Kürdistan’daki güncel politik durumda savaş gerçekliği rasyonel olmaktan uzaktır. Çünkü her iki bölgenin de sosyal, ekonomik, siyasi ve coğrafi gerçekliği aynı değildir. Örneğin Suriye Kürdistanı’nda ve Irak Kürdistanı’nda faşist TC ve KDP güçlerine karşı zorlu bir savaş verilirken T. Kürdistanı’nda özyönetim direnişlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından bu yana, tasfiye rüzgarlarının da daha güçlü esmesi sebebiyle ağır aksak bir savaşım hâkimdir. Oysa Filistin’in hemen her yerinde Siyonistlere karşı meşakkatli şehir savaşları verilmektedir. Dolayısıyla Kürdistan’daki ve Filistin’deki farklı ve değişen çelişkiler-koşullar hakkında varsayımlar üzerinden yüzeysel mukayeselere girmekten titizlikle kaçınılması ve gelişmelerin objektif bir çıktısına ulaşılması gerekir.

Yukarıda Filistin ve Kürdistan coğrafyası hakkında değindiğimiz olgular, Filistinlilerin ve Kürtlerin ilhakçı, işgalci ulus-devlet aygıtlarına ve sömürgeci emperyalist güçlere karşı direnişlerindeki tarihsel haklılıklarını ve andaki meşruluklarını anlamamız için yeterlidir. Filistin’de Nakba; Kürdistan’da Dersim, Halepçe, Rojava, Humeyni’nin idam fetvaları vd. demektir. Ezen ulusların egemenlerini, ezilen uluslar üzerindeki kanlı diktatörlüklerinde ortaklaştıran olgunun adıdır Nakba. Ezilen ulusları ortaklaştıran ise ezen uluslara karşı verdikleri haklı savaşlarıdır. Denebilir ki Nakba Kürdistan’da da sürüyor ve direniş de!

Aksa Tufanı Çıkışı ve Kürt Ulusal Hareketinin Filistin Tutumu

Filistin Ortak Operasyonlar Odası’nı Ramallah, Gazze, Nablus gibi stratejik bölgelerde örgütlenen ve kitle desteğine sahip pek çok İslami ve sol-sosyalist örgütlerin bir ulusal birleşik cephesi olarak kabul etmeliyiz. 7 Ekim 2023’te Ortak Operasyon Odası’na bağlı El-Kassam Tugayları’nın İsrail’e yönelik Aksa Tufanı operasyonuyla başlattığı saldırılar savaşı yeni bir safhaya taşımış oldu. Aksa Tufanı operasyonu Hamas’ın öncülüğünde düzenlenmiş olsa da tüm örgütler birleşik mücadele ruhuna uygun şekilde hareket ederek savaşı büyütmekte gecikmediler ve operasyonu Filistin ulusal direnişine mal ettiler. Burjuva-feodal medya savaşın yeni safhasını Hamas ile İsrail arasında cereyan etmekteymiş gibi servis etti. KUH’un (Kürt Ulusal Hareketi) sözcüleri de gelişmeleri “Hamas-İsrail savaşı” olarak değerlendirdi ve Hamas ile İsrail arasındaki çatışmanın sona erdirilmesine dair barışçıl çağrılarda bulundular. Bu minvalde varsayımlardan ve temelsiz değerlendirmelerden öteye geçemeyen, Hamas’ı İsrail’e saldırtanın ve Hamas yöneticisinin Tayyip Erdoğan olduğu(!), Filistinlilerin ve İsrailli Yahudilerin çözümü Öcalan’ın yeni paradigmasında aramaları gerektiği gibi görüşler de KUH nezdinde sıkça kullanılmaya başlandı. Açıktır ki şimdi daha şiddetli bir şekilde cereyan eden Filistinlilerin Siyonist İsrail’e karşı haklı savaşını salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında süren bir savaşmış gibi ele almak meseleye dar pencereden bakmaktır. 8 aydır Nakba tarihinin en şiddetli muharebelerinden birisine tanıklık etmekteyiz ve geçen bu süre zarfında daha şimdiden on binlerce Filistinli, Siyonistlerin saldırılarında yaşamını yitirmiştir.

El-Kassam Tugayları komutanlarından Muhammed ed-Dayf’ın 7 Ekim’de saldırının ayrıntılarına ve nedenlerine dair verdiği bilgiler aydınlatıcı niteliktedir. Filistin halkının bir devlet kurma projesine geri döndüğünü belirten Dayf, İsrail’in ihlallerine karşı bir çizgi çekme kararı aldıklarını ve İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonunu başlattıklarını ifade etmişti. Operasyonun 5 bin füzeli ilk saldırı aşamasıyla birlikte, İsrail ile güvenlik koordinasyonunun sona erdiğini, Aksa Tufanı’nın İsrail’in düşündüğü ve beklediğinden çok daha büyük olacağını belirterek İslam ve Arap dünyasını İsrail’in işgalini silmek için birleşme, “elinde tüfeği olan herkese bunu çıkarma” çağrısı yapmıştı. Hemen sonrasında yukarıda da belirttiğimiz gibi Ortak Operasyon Odası’na bağlı Filistinli örgütler savaşı tereddütsüz büyütme iradesini göstererek Siyonistlerle şiddetli çatışmalara girmişlerdi. Tüm dünyanın gözü önünde açığa çıkan gerçeklere; yani Filistinli örgütlerin bir ulusal direniş hattında birleşmesine, Filistin halkının bu örgütlerin öncülüğünde mücadelesini sürdürmesine ve yapılan onca açıklamaya rağmen Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi -ya da direnme savaşı- KUH tarafından Hamas-İsrail arasındaki bir “çıkar” dalaşı olarak kabul edilmeye devam etmiştir. Ancak savaş salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında değil, farklı ideolojik-politik amaçlara sahip, bir araya gelen Filistinli örgütlerin öncülüğünde Filistinlilerle Siyonist İsrail arasında sürmektedir.

KUH, Hamas’ın yöntemlerini doğru bulmadığını açıklamıştır. Bu açıklama, Re’im’de gerçekleştirilen bir müzik festivalinde Zaka kaynaklarına göre 260 sivilin Hamas militanları tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıyı gerekçe göstermektedir. İsrail kaynakları festivale yönelik saldırıyı Hamas’ın düzenlediğini iddia ederken ve KUH bu kaynakları esas alarak değerlendirmelerde bulunurken Hamas yetkililerinden saldırıya dair yapılan açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir: “Kassam mensuplarının 7 Ekim’de sivilleri hedef aldığı iddiası tamamen iftira ve yalandır. Bunları iddia edenler İsrail kaynaklarıdır. Bunu teyit eden hiçbir bağımsız kaynak yoktur. O gün çekilen videolar ve İsraillilerin daha sonra yayınlanan ifadeleri gösteriyor ki Kassam savaşçıları sivilleri hedef almadı, sivillerin çoğu İsrail ordusunun ve polisinin şaşkınlığı sonucu İsrail polisi ve askeri tarafından öldürüldü.” Devamında ise İsrail’in işlediği savaş suçlarından kaynaklı Lahey’de UAD’da (Uluslarası Adalet Divanı) yargılanmasını engelleyen ABD ve AB’ye “özellikle ABD, Almanya, Kanada ve İngiltere’ye eğer gerçekten adalete inanıyorlarsa, Filistin’de işlenen tüm suçların soruşturulması için yargı sürecine destek vermeleri” çağrısında bulunulmuştu.

KUH sözcülerinin bir başka argümanı ise Hamas’ın bir İslam örgütü olmasıdır. Bu argüman baz alınarak ortaya atılan iddiaya göre RTE, nasıl ki Rojava’da IŞİD terörizmini hortlattıysa Filistin’de de İsrail’li sivillere saldıran Hamas’ı aynı şekilde hortlatmıştır(!) Çünkü Hamas da IŞİD gibi İslamcı-cihatçı, kafatasçı bir örgüttür(!) IŞİD, Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarına dahası ulusal bağımsızlık talebine yönelen TC’nin ve emperyalist efendilerinin beslemesi bir terör örgütü olarak Kürdistan’da faal hale getirilmiştir. İslami niteliği gerekçe olarak gösterilen Hamas ise ulusal bağımsızlıkçı bir hareket olarak işgalci İsrail devletine karşı savaşmaktadır.

Filistin halkının ezici bir çoğunluğu İslam dinine mutabık bir kültüre ve yaşam tarzına sahiptir. Dolayısıyla Filistin mücadelesinde Hamas’ın konumu hakkında bilimsel bir tahlil yapmak, örgütün ait olduğu toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik gerçekliğini hesaba katmak, örgütü ve toplumu kendi özgün koşulları ve dinamikleri içerisinde incelemek elzemdir. Bu bağlamda Siyonistlerin “Hamas IŞİD’dir” vd. argümanlarını benimseyerek Hamas ile IŞİD’i eşitlemenin bilimsel bir yaklaşım tarzını yansıtmadığı aşikârdır. Hamas işgal karşıtı bir hatta ulusal bağımsızlık talebine yönelirken IŞİD Kürt Ulusal Hareketine yönelmekte esasta emperyalistlerin çıkarlarını korumaktadır. Rojava’da TC’nin Kürtlerin kazanımlarına karşı IŞİD, ÖSO gibi çeteleri askeri, siyasi ve ekonomik olarak desteklediği bilinmektedir. Bu çetelerin amacı Rojava’daki Kürtlerin can bedeli verdikleri mücadelede elde ettikleri kazanımlarla daha büyük bir çatı altında örgütlenmelerinin önüne geçmekti. Çünkü Rojava halkının olumlu eylemi, faşist diktatörlüğün siyasi arenada, iç-dış politikada ve pazarda hareket alanının sınırlanması anlamına geliyordu. Böylece Rojava’daki mücadelenin çetelerin de devreye alınmasıyla tasfiye edilmesi planları pratik süreç içerisinde açığa çıkmış oluyordu.

2018’de TC’nin ÖSO ile Efrin’e yönelik başlattığı geniş çaplı harekât ve sonraki 4 yıl içerisinde Efrin’in demografik yapısındaki değişimler son derece çarpıcıdır. Rojava Özerk Yönetimi’nin 2022 yılında açıkladığı raporda şu ifadelere yer veriliyordu: “Resmi verilere göre 300 binden fazla Efrinli yurttaş göç etti. Şu anda Efrin’deki Kürt nüfusu yüzde 25 oranında azaldı. 400 binden fazla Arap Efrin’e yerleştirildi. Kamu alanlarının isimleri Arapça ve Türkçe olarak değiştirildi. Türk bayrağı çekildi.” Adım adım Kürtlerin sosyal ve ekonomik gelişme dinamikleri Efrin’de tasfiye edilmiştir. Diğer taraftan IŞİD de TC ile organik ilişkiler içerisinde bulunup emperyalistlerin çıkarlarını kollayan adımlar atmakta/ politikalar yürütmektedir.

Hamas ise İslami bir niteliğe sahiptir ancak bu Hamas’ı tanımlamak için yeterli değildir; aynı zamanda anti Siyonisttir. İşgalci İsrail devletine karşı sürdürdüğü ulusal mücadele aynı zamanda emperyalist güçlerin çıkarlarına yönelmektedir. Bu bağlamda yürüttüğü mücadele objektif olarak anti emperyalist bir niteliğe bürünmektedir. Kuşkusuz tutarlı bir anti emperyalist çizgi sadece komünistlerden beklenebilir. Kısacası Hamas da ulusal bir hareketlere içkin olan tüm tutarsızlıklara sahiptir. Hamas’ın IŞİD’ten ciddi ideolojik farklılıkları söz konusudur. Hamas kurulduğu sırada İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgalci varlığına son verip “Filistin İslam Devleti”ni kurmayı amaçladığını açıkça ilan etmiştir. Öyle ki günümüzde de ABD’nin sıkça vurguladığı “iki devletli çözüm” modeline FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) rıza gösterirken Hamas bu “çözüm”e karşı çıkmış ve Siyonistlerle savaşa devam edilmesi gerektiğini savunmuştur. Dolayısıyla Hamas’ın Siyonizm karşıtlığını anti semitizm değil, ezilen ulus çelişkisi teşkil etmektedir. Onun ulusal baskıya yönelen eylemi objektif olarak devrimci bir muhtevaya sahiptir. Emperyalistlerin ve Siyonist İsrail’in “Hamas=IŞİD” şeklinde kurduğu denklem, Siyonistlerin katliamlarını meşrulaştırmak, işledikleri savaş suçlarını hasır altı etmek bağlamında anlaşılırdır. Ancak KUH’un aynı denklemin jurnal bir savunusunu yapması, Orta Doğu’da ulusal kurtuluş savaşlarının yükselişe geçtiği böylesi bir dönemi anlamak bakımından büyük talihsizliktir.

Yine Kürt Ulusal Hareketi’nin bileşenlerinden olan Kürt orijinli “Marksist-Leninist” çevrelerin Filistin’in Siyonizm’e karşı direnme savaşına dair aldığı tutum da farklı değildir. 7 Ekim’den bu yana benzer argümanlar etrafında hemfikir olmuşlardır. Bu arkadaşlar, savaşın Kuşak Yol, IMEC ve Ovaköy-Basra demiryolu-karayolu projelerinin bölgede güç dengeleri açısından iyi okunması gerektiğini ve savaşın bu gelişmelerden bağımsız olmadığını belirtmişlerdir. Şüphesiz, bölgede var olan ulusal sorunun temeli pazar sorununa dayanmaktadır, bu okuma doğrudur. Ancak savaşın Hamas ile İsrail arasında geliştiğine (Ortak Operasyon Odası ve içerisinde yer alan diğer Filistinli gruplarla Hamas’ın ortak iradesi yok sayılmıştır), bunun yalnızca Filistin ile İsrail halklarına zarar verdiğine, Filistin’in Hamas zihniyetinden kurtulması gerektiğine ve “iki devletli çözüm”e dair ılımlı yaklaşımlarla ileri sürdükleri görüşlerden ulusal soruna Marksist-Leninist pencereden bakılmadığı anlaşılmaktadır.  Yine bu arkadaşlar Hamas’ın Filistin halkını temsil etmediğine dair kesin çıkarımlarda bulunmuşlardır. Hangi saiklere ya da somut gelişmelere dayanarak böyle bir iddiada bulunduklarını bilmiyoruz fakat Hamas’ın bugün Filistin halkının çoğunluğunu temsil ettiği bir gerçektir. Şeyh Sait isyanına dair tartışmalar hatırlanabilir. İslami bir niteliğe sahip olduğu diğer bir ifade ile feodal karakteri bilinir. Onun gerici/feodal karakteri mahkûm edilirken Kürt ulusunun uğradığı milli baskı politikalarını sona erdirmeye yönelmesi yani ulusal bağımsızlıkçı karakteri ayaklanmaya objektif olarak devrimci bir muhteva kazandırdığı da komünistlerin dikkat çektiği bir özelliğidir. Bu yönüyle Şeyh Sait isyanı demokratik bir muhteva taşıyordu. “Gerek sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakıadırlar. … Kesin bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva taşıdığıdır.” (İ. Kaypakkaya)

Sonuç olarak, dostlarımız, somut koşulları doğru okumalı, doğru tahlil etmelidir. En temelde de çıkarılacak sonuçlar, Kürt ulusu ile Filistin ulusunun faşizme, Siyonizme, emperyalizme karşı haklı savaşlarını büyütmesine hizmet etmelidir. Artık emperyalistler ve onların yerli iş birlikçileriyle ezilen uluslar arasındaki çelişkiler geri dönülmez bir aşamaya ulaşmıştır. Bu geri dönülmez aşamada ulusal soruna “kılıç ile boyun arasında” öneriler sunmak yerine ezilen ulusların enternasyonal dayanışmasını örgütlemek her zamankinden daha acil bir görevdir.

BİTTİ

 

 

 

 

HAMAS[1] - SİYONİST İSRAİL DEVLETİ DENKLEMİNDE GAZZE’DEKİ SOYKIRIM: Halil Gündoğan…..22.06.2024

Açıklanan rakamlar muhtelif olsa da 7.Ekim.2023 ile 30.Mayıs.2024 tarihleri arasında, ezici çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere, toplamda 36 bin Filistinli hunharca katledilmiş durumda. Yaralı sayısının 80 bini aştığı ve keza binlerce kişinin akıbetlerinin bilinmediği söylenmekte.

Çeşitli haber kaynaklarının aktardığına göre; şimdiye kadar 87 bin konut tamamen yıkılmışken, toplamda 297 bin konut ise kullanılamaz durumdaymış.


 Keza 189 hükümet binası ile 108 okul ve üniversite yerle bir edilmişken; 313 okul ve üniversite ise kullanılamaz duruma sokulmuş. Keza 160 sağlık kuruluşu, 55 sağlık merkezi, 33 hastane, 130 ambulans ve 206 tarihi ve kültürel varlıkları imha edilmiş. Yani özetle, insanların yaşam alanları, hastane, okul ve adeta tüm üretim tesisleri ve kültürel varlıkları yerle bir edilmiş durumda.

Takriben 2 milyon civarında Filistinli de yerinden edilmiş. İnsanlar yiyecek, içecek, ilaç ve diğer temel ihtiyaç maddelerinden mahrum bırakılarak, alenen ölüme terk edilmiş durumda. (Aktarılan rakamlara göre 1 milyon 95 bin bulaşıcı hastalık, 30 binden fazla ‘Hepatit A’ vakası tespit edilmiş ve 350 bin kronik hasta ölüme terk edilmiş.)

 Ve de bütün bu insanlık dışı şeyler yeterli görülmüyor olmalı ki katliam, yıkım ve geleceksizliğe mahkûm etme esası üzerinden kurgulandığı aşikâr olan soykırım fiili, olanca hızıyla devam ediyor. Nereye ve daha ne kadar devam ettirileceği ve bilançonun nasıl sonuçlanacağını ise; şimdiden kestirmek pek te mümkün gözükmüyor.

 Fakat şu kesin ki Gazze’nin Filistin yurdu olmaktan çıkarılarak, bir nevi ilhak edilmesi ve de mümkün olabildiğince kadın ve çocukların imha edilerek; Filistinlilerin soyunun kurutulması hedeflenmektedir.

 Tarihsel tecrübelerle sabittir ki Siyonistler, “vadedilmiş topraklar” mitolojisiyle ‘tarihsel arka planını’ oluşturdukları Filistin’de ki varlıklarını, Filistinlerin yok edilip, topraklarının işgal edilmesi üzerine kurgulamışlardır. Bir devlet olarak kuruluşları da sonraki süreçlerde ‘yeni yerleşim yerleri açma’ vesilesiyle ülke sınırlarını her seferinde daha da büyütmeleri de bu strateji gereğincedir.

 Hal böyle olunca da yani bu Siyonist barbarlık ve işgalci tutuma karşı; Filistinlilerin (ve elbette ki benzer durumda ki tüm diğer ulusların da) kendi yurtlarını, toprak bütünlüklerini ve her türlü ulusal haklarını talep etme, geliştirme ve koruma meşru hakları vardır ve de saklıdır da. Gayet tabii ki bu amaç doğrultusunda her çap ve boyutta yürütüle gelen ulusal kurtuluş savaşımları ve ‘evrensel savaş hukukuna uygun’ her türlü direnişleri; haklı ve meşrudur da.

 Bu çerçevede olmak üzere; ideolojik kimliğinden bağımsız olarak, elbette ki HAMAS gibi yapılanmaların da görev ve sorumluluğudur kendi yurdunu, halkını ve tüm diğer ulusal haklarını koruma ve talep etme amacıyla bir ulusal kurtuluş davası güdüp, savaşımını sürdürmesi. Bunun için kimsenin icazeti ve onayı da gerekmiyor zaten.

 Dolayısıyla da burada sorgulama, HAMAS ve bileşeni olduğu “Al Aksa Tufanı” oluşumunun, bu yönü üzerinden olmayacaktır elbette ki. Ama gerek bileşimin belirleyici aktörü olması sebebiyle özel olarak HAMAS’ın ve gerekse gerçekleştirilen harekatın altında imzası olması dolayısıyla genel olarak Al Aksa Tufanı oluşumunun, 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirilen askeri operasyonunun kesinlikle sorgulanması gerekiyor.

 Bilinir ki savaşın en temel ve de en öncelikli kuralı; kendi güçlerini korumayı esas almaktır. Bir harekat veya muharebe başlatılacağında, ilk sorgulanacak ve de gözetilecek husus; bu harekat, muharebe veya top yekûn savaşta kendi ana gücünü (bu özgülde kendi halkını) koruyup koruyamayacağının belirlenmesidir. Eğer korunamayacaksa veya güçler dengesi ve coğrafi konumdan da ötürü bu zaten mümkün olamayacaksa ve de karşı taraf seni tümden silip süpürmek için zaten ‘tanrının bir lütfu’ babında, ‘olsun ya da olmasın bahanesi’ arıyorsa kana susamış aç bir kurt misali; bu durumda yapılması gereken şey, düşmana bunun imkânını vermemektir.

 İşte tam da bu yönüyle sorgulanması gerekiyor 7.Ekim.2023 askeri operasyonunun. HAMAS’ın ta kuruluş yıllarına kadar geriye dönük değerlendirmelerle, İsrail Devleti ve istihbaratının bilgisi dahilinde ve tamamen İsrail Devletinin emellerine hizmet amacıyla HAMAS’ın böylesi bir eylemi gerçekleştirdiği/gerçekleştirebildiği, yani bir nevi sipariş bir operasyon olduğu ileri sürülse de spekülasyona dayalı bu türden yorum ve nitelemeler, hem çok da fazla bir anlam ifade etmiyor olacak ve hem de bugün yaşananları böylesi bir sorgulama ile izah etmek de pek kolay olmayacaktır.

 Kabul görmüş isimlendirmesiyle, gerek bizzat Al Aksa Tufanı operasyonu ve gerekse tüneller sahasında devam eden boyutlarıyla, yani salt ‘askeri bir eylem’ olarak ele alınıp değerlendirilecek olursa; denilebilir ki İsrail Devletinin karizmasını fena halde çizmiş, son derece sofistike ve başarılı bir askeri harekattır.

 Fakat operasyon esnasında sivillere yönelik yapılanlar ise zaten ta en baştan bu operasyonun ‘terörist bir saldırı’ olarak damgalanmasına ve Filistin halkının genel olarak kabul görmüş o “meşru müdafaa hakkı”nın o an itibariyle yerle bir olmasına ve dünya kamuoyu nezdinde nefret objesi haline dönüşmesine yol açtı. Ve ama daha da önemlisi; başta tüm devletler olmak üzere, geniş kamuoyu nezdinde İsrail devletinin karşı operasyonunun haklı ve meşru bir savunma hakkı olduğu algısının oluşması sonucunu doğurdu. Ve bu, uzunca bir süre Filistin halkını dünya halklarının o hayati derecedeki önemli sahiplenilmesinden mahrum bırakırken; İsrail Devletinin ise tüm vahşiliği ve gaddarlığıyla saldırılarda bulunmasın bir nevi psikolojik destekleyeni rolü oynadı.

 Elbette ki Al Aksa Tufanı operasyonuna ilişkin yukarıdaki bu değerlendirme, esasen tek yanlı ve tek boyutlu olup; öze ilişkin, bütünlüklü bir değerlendirme sayılamaz. Bu operasyonun bütünlüklü değerlendirilmesi ancak ki savaşın öncelikli temel kuralı olan kendi güçlerini koruma kriteri üzerinden sorgulanması suretiyle yapılabilir ancak ki.

 Bu yönüyle sorgulandığında ise rahatlıkla görülecektir ki bu temel savaş ilkesi, HAMAS ve diğer müttefiki güçler tarafından, tamamen, evet tamamen es geçilmiştir. Çünkü saldırıdan sonra, alınan rehinelerle birlikte çekilen alan sadece Al Aksa Tufanı bileşeni güçlerin bir askeri üssü veya savunma hattı değildir. Keza üstelik burası, düşman güçleri açısından aşılamaz, ulaşılamaz o eski çağların kaleleri misali korunaklı bir alan da değildir. Burası, milyonlarca Filistinlinin kıstırıldığı ve ‘balık istifi’ misali tıkış tıkış yaşadığı bir sivil yerleşim yeridir.

 Dolayısıyla da böylesi bir yerin çok aleni bir şekilde saldırı ve savunma üssü olarak kullanılması, zaten en baştan, savaşın doğrudan öznesi olamayacak durumda olan o çoluk- çocuğun, kadın, yaşlı ve hastaların da içinde bulunduğu ve milyonlarla ifade edilen o sivil halkın doğrudan düşmanın önüne yem olarak atılmasıyla eş anlamlıdır.

 Bunun literatürdeki yalın karşılığı şudur: Savaşın en temel kuralı gereğince davranmayarak kendi güçlerini düşmanın karşı saldırısına maruz bırakan; pratiğinin kendiliğinden sonucu olarak böylesi bir ortam yaratıp sunan bir savaş kurmayı, hem ağır bir savaş suçu işlemiş olur ve hem de doğan sonucun suç ortağı.

 Yani ‘eğri oturup doğru konuşmak gerekirse’; Gazze’de yaşanan bu korkunç soykırımın suç ortağı konumundadır HAMAS ve Al Aksa Tufanı’nın bileşeni diğer oluşumlar. Yani burada karşılaşılan durum, “sebep-sonuç denklemi” sarmalının çok tipik bir örneği olduğu, rahatlıkla söylenebilir.

......................................

Al Aksa Tufanı 23 Temmuz 2018’de İsrail işgaline karşı birleşik bir mücadele cephesi olarak oluşturulmuş bir direniş cephesidir. Amacı, eylemleri tek merkezden kontrol etmektir. Zaten kendilerini ifade edişleri de “Filistin Direniş Örgütleri Ortak Operasyon Odası” şeklindedir. Bileşiminde 12 örgüt yer almaktadır. Bunların biri Hamas’a, biri İslami Cihad’a, dört tanesi El-Fetih’e, diğerleri de daha farklı f Filistin örgütlerine bağlı örgütlerdir.


 

 

BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.


 Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun! 

Halil Gündoğan......22.06.2024

 Ta kuruluş sürecinin ilk yılları itibariyle şeriata dayalı sistemi kaldırıp, yerine (tartışmalı ve yarım yamalak da olsa) laik devlet sistemine geçildiğini Anayasal güvenceye kavuşturan bir “Anayasal hukuk devleti” düşünün ki göreve gelen Cumhur Başkanı dahil tüm bakan ve milletvekilleri, yaptıkları yeminde, birçok şeyin yanı sıra; “(…) demokratik ve laik Cumhuriyete (…) bağlı kalacağıma; (…) ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; (…) namusum ve şerefim üzerine and içerim.” şeklinde, “namus ve şeref sözü” vermiş olmalarına rağmen; örneğin o Cumhur Başkanı, İstanbul Adliyesinde “şeriat isteriz.” gösterisi yapanlara tepki koyup, bunu ve iktidarın suskunluğunu eleştirenleri; “şeriata karşı çıkmak, İslam’a karşı çıkmaktır.” diyerek tehdit edip, şeriat isteyenleri açıktan sahiplenebiliyor. 

 

Keza sosyal medyada şeriat ve laiklik tartışması yapan iki kişiden, laikliği savunan hakkında, hem de aslı astarı olmayan, yani düpedüz koca bir yalanla; “dinimizi ve peygamberimizi aşağıladı.” gerekçesiyle, savcılık ve mahkeme safhalarını da atlayarak, doğrudan bakan olarak kendisi devreye girip, yakalama kararı çıkarttıklarını kamuoyuna açıklayabiliyor. Ve elbette burada da Anayasalarının suç saydığı şeriatı savunanı/savunan ve tıpkı birer İŞİD militanı gibi, kelle kesip, kan akıtma tehdidiyle topluma korku salmaya yeltenen azgın yobaz dinbaz güruhu açık bir şekilde sahiplenip, koruyarak!

 

Şeriat tehdidinin bugün artık nasıl soyut bir tehdit olmaktan çıkıp, bizzat Cumhur Başkanının doğrudan himayesinde, peyderpey toplumsal yaşama enjekte edilmekte olduğunu ve de bunda ki kararlılığı göstermek için, daha başka somut pratik örnekler sıralamaya hiç mi hiç gerek yok. Çünkü bu iki örnek, bunu zaten bütün yönleriyle somutlamaya haydi haydi yetiyor aslında.

 

Hayatta öyle şeyler vardır ki şayet zamanında gereken tepkiyi koymaz, gereken önlemi alamaz ve de zamanında yapılması gerekenleri yapmaz isen; “yangının bacayı sarması” sonrası yapılacakların kifayetsizliği misalinde olduğu gibi, hem bir şeyler yapmak için artık çok geçtir ve hem de yerleşeni yerinden etmek, öyle pek de o kadar kolay olmayacaktır. Çökmeyi görsün toplumun üzerine koyu karanlık zulüm sistemi; çöktükten sonra onu kaldırmanın hiçte kolay olmadığını, uzaklarda veya çok eskilerde aramaya gerek yok herhalde ki; yakın komşumuz İran örneği ve 12 Eylül süreci bunun en ibretlik örneklerindendir.

 

Ve ama maalesef ki toplumun azımsanmayacak büyüklükteki ilerici-demokrat ve laiklik yanlısı kesimleri ve keza kendisini sol-sosyalist ve komünist addedenlerin de önemlice bir bölüğü ve keza kendisini “Atatürk devrimleri ve Cumhuriyetin temel ilkeleri”nin, dolayısıyla da laikliğin baş bekçisi olarak topluma lanseden ana muhalefet partisi CHP ve keza laiklik yanlısı diğer kesimler, ya bu tehdidi ve de tehlikeyi önemser bulmuyor ya da bu tehdit ve tehlikenin ciddiyet ve büyüklüğünün yeterince idrakine varamıyor ki adeta “ölüm uykusundaymış gibi”, bir tepkisizlik içindeler. Anlaşılır ve de izah edilebilir gibi değil doğrusu.

 

Bu kesimleri uyarmak ve harekete geçmelerini sağlamak için alttan taban baskısı mı oluşturmamız gerekiyor acaba? Durum, biraz böyleymiş gibi görünüyor!

 

O halde mecburen, taban inisiyatifiyle organize olup, elbirliğiyle bunu yapmalıyız. Çünkü şayet bu tehdidi püskürtmek için gereken toplumsal tepki bugün gösterilemezse; yarın, her şey için artık çok geç olabilir.

 

15 Haziran 2024 Cumartesi

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 1/2_ Halil Gündoğan

 
Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. 

Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır. Bu ön kabulle, burada öncelikle şu iki yönün sorgulanması gerekir; Öncelikli olarak, değişim dönüşümlerin nicelik ve niteliklerinin isabetlice belirlenebilmesiyken; ikinci olarak da neyi nasıl tanımlayıp tartıştığımız ve ne tür sonuçlara vardırdığımızdır.

Herkesin bilip kabul ettiği gibi, tarihsel CHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi olan ve o konjonktürde “Altı Ok” da ifadesini bulan Kemalizm’in, icracısı bir parti olarak kurulmuştur. Ve uzun yıllar da T.C. Devleti’nin her türlü icrasının baş sorumlusu olmuştur.

Kemalizm’in o süreçteki uygulamaları, elbette kaskatı faşist bir diktatörlük şeklinde iken; bir devlet partisi olarak, bu fiillerin baş uygulayıcısı konumunda bulunan CHP’nin demokrat, liberal demokrat veya sosyal demokrat olması, eşyanın tabiatı gereği, zaten pek mümkün de olamazdı. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin değişen iç ve dış denkleminin de basıncıyla CHP, sembolik Altı Ok’una dokunmaksızın (burada, kısaca da olsa şunu belirtmek gerekiyor: Elbette ki Altı Ok’u oluşturan “Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik” gibi kavramlar değildir Kemalizm’in faşist karakterini oluşturan kıstaslar; bunlar, tamamen ‘masumane’ dolgu unsurları olarak kullanılmıştır. Tıpkı, “Nasyonal Sosyalist” kavramının Alman Nazilerince kullanılması gibi. Yukarıda, “o konjonktürde Altı Ok’ta ifadesini bulan” özel vurgusu, tamamen buna dikkat çekme maksadıylaydı.), kendisini önce “ortanın solu” olarak, daha sonra da Avrupa sosyal demokrat partilerinin çatı kurumu olan Sosyalist Enternasyonal’ e katılarak, sosyal demokrat bir parti olarak tanımladı. Ve bu süreçle birlikte de CHP yine yek pare ve homojen bir kadro partisi olmadı: Klasik sağcı- faşist ulusalcı/Türkçü Kemalistlerden tutun da burjuva liberal, laik ve kendini yelpazenin ağırlıkla sol cenahında tanımlayan ‘demokratik sol’ kanata kadar birçok klik ve kanadın bir arada olduğu kozmopolit, Türküye-K. Kürdistan realitesine uyarlı ‘gece kondu’ vari bir sosyal demokrat partiye evrilmiş oldu.

Neden ‘gece kondu’ misali diyorum? Çünkü özellikle de toplumsal ve siyasal şeyler, ilk başta gündemine geldikleri toplumların sosyal-ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyine koşut olarak şekillenir ve bunun üzerinden karakterize olurlar. Mesela nasıl ki ağırlıklı olarak geri kapitalist ve ama esasen de köylü bir toplumsal formasyonda gündeme gelen sosyalizm deneyimlerinin, olması gerekenin çok çok gerisinde bir gerçekliği söz konusu olduysa; gelişmiş kapitalist ve burjuva demokrasisi koşullarıyla kıyaslandığında, Türkiye ve K.Kürdistan özgülünde ortaya çıkacak bir sosyal demokrasinin de apartman ve gök delenlerin yanında, bir gecede derme çatma inşa edilen gecekondudan pek de bir farklı olmayacaktı. Dolayısıyla da her ne kadar da “sosyal demokrat parti” genel payesiyle anılıyor olsalar da ancak ne var ki kaçınılmaz olarak bunların her biri hem ortaya çıktıkları genel verili sürecin ve hem de içinde yeşerdikleri toplumun sosyal- ekonomik ve kültürel gerçekliğince karakterize olarak, önemli oranda kendine özgü yönleriyle, yani artı ve eksilerden oluşan farklılıklarıyla ortaya çıkacaklardır.

Bu anlamıyla nasıl ki örneğin Almanya Sosyal Demokrat Partisi, örneğin İsveç Sosyal Demokrat Partisinden veya İngiltere İşçi Partisinden, İngiltere İşçi Partisi İspanya Sosyalist Partisinden farklılıklar arz ediyorsa; bunlarla kıyasla çok daha farklı toplumsal koşullar zemininde kendisini sosyal demokrat parti olarak dönüştüren CHP’in sosyal demokratlığı da önemli oranda onlardan çok daha geri ve haliyle de farklı olacaktır. Dolayısıyla da değerlendirmelerde bulunurken, bu olgusal kriterler muhakkak ki göz önünde bulundurulmak durumundadır. Aksi halde, değerlendirmelerde sübjektivizme düşülür.

Değerlendirmelerde asla es geçilmemesi gereken bir diğer çok, ama çok daha önemli kriter ise; Ekim Devrimiyle birlikte, başını Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin çektiği 2.Enternasyonal bileşeni hemen-hemen tüm Avrupa sosyal demokrat partilerinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenerek, âlâsından, tekelci burjuva partileri olarak, sistemin en has idame ettiricileri, koruyucu ve kollayıcıları olarak nitelik değişikliğine uğramış olmalarıdır. Yani bunların pusulası, özel olarak kendi ülkelerinin tekelci burjuvazinin ve genel olarak da küresel bir sistem olarak emperyalist-kapitalist sistemin stratejik çıkarlarına ayarlıdır. 

“Ayırt edici farklılıkları” olarak lanse edilen şu malum liberal-demokrat, insan hakları savunuculuğu, sosyal adalet, sosyal devlet ve benzeri şeyler ise tamamen konjonktürel değerlendirmeler konusu olup, bir paçavra gibi kolayca kaldırılıp bir kenara atılan şeyler olduğunu hayat binlerce örneğiyle göstermiştir, göstermeye de devam ediyor. Başka kanıtlar aramaya gerek bıraktırmayacak en ibretlik olanları ise bugün örneğin iktidardaki Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin gerek İsrail Devleti’nin Gazze’deki soykırımına karşı ve gerekse emperyalist devletler arası yeni bir dünya savaşının ön hazırlıkları ve güçlerin yeniden tahkim edilmek istendiği Ukrayna parantezinde süren savaşa takındıkları tavırlarla ve hem de göçmenler konusunda geliştirilen yeni tutumlarıyla göstermektedir de.

Buradan da anlaşılacağı üzere bugünün sosyal demokrat partileri, dünün sosyalizm veya halkçı yönetimler hedefli partileri değil; tamamen emperyalist- kapitalist sistemin ana unsurları olarak konumlanmış, bu konuda ki rüştlerini ispatlamış birer tekelci burjuva partilerdir. Ve iktidara gelen her sosyal demokrat parti de tekelci burjuvazinin ihtiyacını duyduğu yerel ve genel temel ekonomik-siyasi, eğitsel ve idari politikaları program edinip uyguluyor.

Aksi iddia edilemeyecek bir hakikat iken bu; o halde, örneğin şu türden yaklaşımları neyle, nasıl izah etmek gerekir acaba:

“…1960’ların sonundan itibaren kendi içinde programatik düzeyde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirdiğini iddia etse de sosyal demokrasinin temel ilkeleri olan insan haklarına saygı, azınlık hakları, barış gibi konularda kayda değer politikalar üretememiş, dışlayıcı ve tek tipleştirici Türk milliyetçiliği ile bu ilkeler çeliştiğinde tercihini hep milliyetçilikten yana kullanmıştır.”

“1929 yılında dünya kapitalist sisteminin en yıkıcı krizlerinden olan Büyük Buhran’ın patlamasıyla zorunlu olarak ekonomide devletçi politikalara yöneldi, ama bu dönemde dahi burjuva sınıfının çıkarları gözetildi. (…)”

“…Mesela CHP hiçbir zaman Latin Amerika’daki kitlesel sol partilerin kendi dışlarındaki daha sol sosyalist yapılar ile kurduğu türden halk cepheleri kurmaya cesaret etmedi. (…) doğrudan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini yeniden emekçi sınıflar lehine düzenleyen kalıcı politikalar geliştirmemiştir.”

“…SHP, DSP gibi partiler koalisyonlarla iktidara geldikleri dönemlerde neoliberal ekonomi politikaların uygulayıcısı oldular. Sağ partilerin özelleştirici politikalarına karşı durmadılar. (…)”

“…Erdoğan’ın göstermelik de olsa büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD’a söylemsel düzeyde kalan çıkışlarını dahi yapamadı. (…)”

“…Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu İMF’siz İMF programına dair yüksek perdeden itiraz geliştirilmiyor. Bu neoliberal politikalara karşı, CHP kanadından alternatif bir makro ekonomik program ortaya konduğunu henüz işitmedik.”

“…Özgür Özel’le yenilenen CHP yönetimi, kimi olumlu adımlar atmış olsa da (…) demokrasi mücadelesi açısından halen güven yaratan bir parti konumunda değil. (…) devletin bekasını önceleyen, bunun için de resmi devlet ideolojisinin Türk-İslam sentezini aşamayan bir merkez partisi olduğunu hatırlatıyor.” (Alıntılar için bk. “Siyasi Haber org” Toros Korkmaz.) 

Devam edecek…

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2



Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

Daha da ilginci var bu yaklaşımların. Örneğin deniliyor ki:

“AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını parçalayana kadar çeşitli etaplarda yan yana düşeceğimiz CHP’yi sosyal demokrasiye ve demokratik Türkiye perspektifine yaklaştıracak olan, sol, sosyalist, feminist hareketlerin ve demokratik Kürt Hareketinin demokrasi ve emek mücadelesinin önderliğini almaya soyunması ve CHP’yi eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu politikalarla sıkıştırmasıdır. Bunu yapmadığımız durumda ise CHP, faşizan AKP-MHP bloğunun ekonomide neoliberal, siyasette Tük-İslam sentezci ve güvenlik devletçi politikalarından ancak nüans farklarıyla ayrışarak iktidara talip olacaktır.” (Aynı yer) 

“…Fakat CHP’de bir değişim arzusu ve değişim dinamiği ikisi bir arada. Bunu görmemiz lazım. Ancak bu değişimin tamamlanabilmesi açısından bana sorarsanız DEM’in yani bizim müşterek hareketimizin üstüne bir vazife düşüyor: (…) O açıdan CHP’deki değişimin hızlanması, güçlenmesi kısmen bize de bağlıdır. (…)” (“Gangsterlerle mücadele edeceğiz…” bkz. https://ertugrulkurkcu.org)

CHP’ de bir değişim-dönüşüm var da ama bunun adeta niteliksel bir değişim-dönüşümmüş gibi değerlendirip sunulması herhalde ancak ki olgu ve bilimsel sınıf analizinden uzaklaşıp; onun gerçek kimliği ve varlık nedeninin es geçilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa CHP gibi köklü bir sistem partisinin, bu varoluşsal konumunu terk ederek, sistemi ezilen ve sömürülen sınıf ve toplumsal kesimler lehine değiştirme misyonu üstlenmesi, hani denir ya, hem ‘hayatın olağan akışına ters’ ve hem de CHP’nin ve kurulu nizamın ‘derin devlet’ denilen iç dinamikleri böylesi bir ‘devrimsel’ dönüşüme şans tanımaz. 

CHP gibi sosyal demokrat bir parti, ancak ki kendisini iktidar mücadelesinde tökezletip geri düşüren iç yapısal sorunlarını aşmak, baskın durumda olan taban kitlesinin beklentilerini bir dereceye kadar karşılamak ve geniş hak kitlelerinin sisteme yönelik öfkesini yatıştırıp sönümlendirme kabiliyeti edinmek için ve elbette verili süreçte sistemin yaşadığı sorunlara, sistem içinde kalan ‘alternatif çözüm politikaları’ ile bir takım reforumsal ‘yenilik’ ve değişiklikler gerçekleştirebilir.  

Burada, kendisini sistem karşıtı devrimci sol ve sosyalistler olarak addedenleri, politik mücadele adına ilgilendiren yön, klikler arası rekabetin ve iktidar mücadelesinin bir gereği olarak ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan yararlanarak kitleler ve devrimci mücadele lehine sonuçlar çıkarma olasılığının gözetilmesidir.

Ve keza elbette ki mevcut güç dengeleri denkleminde, koşulların henüz devrimci bir durumu var etmediği süreçlerde, sınıf mücadelesinin önünde en baş engel durumunda olan ve uygulamalarıyla süreci daha koyu, gerici ve faşizan baskıcı bir rejime götürmek isteyen iktidardaki kliğe karşı, ortak paydada birleşilebilecek tüm güçlerle, taktiksel iş birliği siyaseti gütmek; “düşman bloğunu bölüp parçalayarak yok etme” prensibince de doğru bir politik mücadele yoludur.

Bu anlamda olmak üzere; bugün iktidar gücünü tekeline geçirmiş olan ve toplumu her geçen gün giderek daha fazla şeriatçı faşist koyu bir karanlığa doğru sürükleyen Erdoğan diktatörlüğüne karşı olan toplumsal tüm kesimler ile bu gidişatı durdurabilmenin olanağı, taktik politik mücadelenin bir gereği olarak, elbette ki gözetilecek ve gereğince de davranılacaktır; bunu yapmak değil, yapmamaktır abes olan.

Ve elbette ki ham hayallerle, sübjektif yanılgı ve yanlışlarla değil; anın realitesinde, şu veya bu nedenle verili sürecin baş düşmanı karşısında konumlanmış güçlerin sınıfsal konum ve karşı duruş gerekçelerinin niteliğine uygun olarak, her biriyle farklı kapsam ve boyutlarda ittifak ve iş birliği/güç birliği yaklaşımıyla hareket edilmesi gerektiği bilinciyle sorunun ele alınması gerekiyor.

Peki bu tabloda CHP’nin yeri ve konumu nedir? Sürecin yukarıda tanımlanan baş düşmanına karşı, sistem alternatifi demokrat, sol, sosyalist güçler ile CHP’yi bir ölçüde de olsa aynı saflarda buluşturabilecek asgari müşterekler mevcut mu?

Bu sorular sorulmadan ve olgulara dayalı objektif yanıtları oluşturulmadan söylenecek her şey, kuşku yok ki ayakları havada şeyler olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir.

Hamasi söylemlerle değil de toplumsal olgularla hareket edilecek olursa; bugünün Türkiye ve K. Kürdistan somutunda öne çıkan ve acilen çözüm talep şu belli başlı sorunlar üzerinden tanımlanacak bir ‘asgari müşterekler’ zeminin mümkün olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Her biri, asgari çözümünü, normal burjuva demokrasisi kapsamında da bulabilen, başta “Kürt sorunu” olmak üzere, güncel bir tehdit olarak varlığını artırarak tırmandıran şeriata karşı, seküler yaşam ve laiklik sorunu, kadın katliamlarına karşı bir nebze de olsa güvence oluşturacak olan İstanbul Sözleşmesi ve burjuva anlamda da olsa evrensel hukuk normlarına dönülmesi gibi toplumun farklı farklı kesimlerini ortak noktada buluşturabilecek bu sorunlar, CHP ile de rahatlıkla “asgari müşterek” bir zemin olabilir. Çünkü toplumun çok büyük bir kesiminin bu sorunlarına alternatif çözüm programı üzerinden hareket etmeyecek bir CHP’nin, Erdoğan rejimini alt ederek iktidara gelme şansının olmayacağını artık CHP’nin kendisi de idrak ediyor olmalı. Bunun emareleri de zaten mevcut.

Dolayısıyla da sürecin baş düşmanına karşı, sonuç alma olasılığının, CHP ile varılacak bir konsensüs ile mümkün olabileceğini öngörmek, siyasi taktik olarak hiç de yanlış olmaz.

Kaldı ki başat demokrasi sorunlarından bir olan Kürt sorununun çözümünün, sorunun ana taşıyıcı öznesince “yerel yönetimler özerkliği” kriterine indirgendiği bir durumda, CHP ile bu konuda anlaşmaları pekâlâ olası. Çünkü sorunun bu çerçevede bir çözüme kavuşturulması, TÜSİAD’ından tutunda, çeşitli güç odaklarına kadar büyükçe bir kesimin ortak talebi olmuş bir durumdur. Dolayısıyla da CHP açısından bu adımı atmak, düne nazaran bugün daha kolay olacaktır.

Öte yandan başta Alevi inancına sahip milyonlarca insan ve keza yine milyonlarca seküler ve laik yaşam sahibi insan bugün çok ciddi bir şekilde şeriat tehdidi algısı altında olup; Erdoğan rejiminin ne yapılıp edilip engellenmesini talep etmekte. Dolayısıyla da CHP, laisizmi sağlamayı programına alarak bu kesimlerle de ille ki buluşmak zorundadır.

Keza İstanbul Sözleşmesi’ni tekrardan yürürlüğe koymak zaten CHP’nin verilmiş vaatlerinden bir diğeridir. Dolayısıyla da gerek feminist hareketler ve gerekse çok farklı toplumsal kesimlerden kadınlar CHP ile ortaklaşacaklardır.

“Evrensel hukuk normları”na dönülmesi talebi de yine aynı şekilde farklı toplumsal kesimlerin en acil taleplerinden biri olduğundan; daha güçlü bir rakip çıkmadıkça, çözümün adresi yine doğallığıyla CHP olacaktır. Haliyle yönelim de kendiliğinden oraya olacaktır.

Peki bütün bu sorunların söz konusu çözümleri zemininde buluşacak bir mücadeleyle, sürecin, okun sivri ucunun yöneltilmesi gereken baş düşmanının bertaraf edilmesi olasılığı var mı? Yenilgiyi kabullenmeyip, bir iç savaş kalkışmasına başvurmadıkça, evet, bu olasılığın her zamankinden daha yüksek olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.

Peki böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi sınıf mücadelesi açısından daha ileri bir mevzii ifade etmez mi? Elbette ki eder. Her şeyden önce toplum bir soluk alıp, kendine gelir. Bir muharebeyi kazanmış, ceberut bir belayı alt etmiş olmanın öz güveniyle donanır ve sınıf, kendi öz pratiğiyle kendisini eğitme şansı yakalamış olur. 

“Devrim kitlelerin kendi eseri olacaktır” şiarını destur alanların bütün bunlara burun kıvırmaması gerekiyor herhalde ki değil mi?

Evet, yaşanan tarihi sürecin özgün karakteri, sol, sosyalist devrimci güçler ile toplumun ilerici, demokrat güçlerini, sistemin ana koruyucu güçlerinden ve de tekelci burjuvazinin bir kanadını temsil eden CHP ile aynı ‘mevzi’ de buluşabilme ortamı sunuyor. 

Bu, olguların dili; gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise, koşullarda olağan üstü değişimler olmadıkça, tamam sürece önderlik eden siyasal öznelerin bunu gerçekleştirme istem ve gayretlerine bağlı olacaktır.

Not: CHP’ye ilişkin kapsamlı değerlendirmeyi yıllar önce “Türkiye’de Sosyalist Devrim Gerçekliği” isimli kitabımda yapmıştım. İlgilenen o kaynaktan detaylıca inceleyebilir.

59

8 Haziran 2024 Cumartesi

Murat Karayılan’ın Önerisi_Muzaffer Oruçoğlu

Murat Karayılan’ın son açıklamaları, Abdullah Öcalan’ın öteden beri izlediği “geri çekilerek güç toplama,” veya “stratejiyi taktik tavizlerle tahkim etme,” politikasına dayanıyor.
Murat Karayılan’ın son açıklamaları, Abdullah Öcalan’ın öteden beri izlediği “geri çekilerek güç toplama,” veya “Stratejiyi taktik tavizlerle tahkim etme,” politikasına dayanıyor.
Öcalan’ın izlediği bu politika, dünyadaki, Orta Doğu’daki ve parçalı Kürdistan’daki gerçekliğe dayanıyor. Emperyalistler, müttefikleri Türkiye ve Irak’tan dolayı bağımsız bir Kürdistan siyasetini bugünkü çıkarlarına uygun bulmuyorlar.
Kürdistan’ın iki büyük parçası Kuzey ve Güney, Türk ve Irak-Arap sömürgesi olarak varlığını sürdürüyor. Emperyalistlerin bütün ve parça ilişkisinde bütünü titizlikle esas aldıkları açıktır. Kürdistan gerçekliğinde onlar için bütün, Türkiye ve Irak‘tır. Parça ise Kürdistan’dır. Parçayı bütüne feda etme onlar için hiç sorun değildir. Bunu defalarca gösterdiler.
Parçalı Kürdistan’da, parçalara egemen olan güçler arasında birlik yoktur. Güney ile kuzey birbirlerinin kuyusunu kazmak ile meşguller. Tüm bu durumdan dolayı Kürt halkı herhangi bir parçanın bugünkü şartlarda bağımsız bir Kürt devleti olarak ortaya çıkamayacağı eğilimine sahiptir.
Kürdistan’ın en büyük parçası olan kuzeyde, 1984’ten beri gerilla savaş yürüten güçler, Orta Doğu‘nun en büyük ordusuna karşı varlığını sürdürmeyi başardı. Her iki tarafın da amacına ulaşamadığı bir durum ortaya çıktı. Ne bağımsız bir Kürdistan kurulabildi ne de Kürt direniş hareketi kâmilen yok edilebildi. Buna rağmen direniş güçleri, bu Pirus Zaferi’nin avantajlı tarafı olarak görünüyorlar.
Direnişçiler ilk dönemde bağımsız Kürdistan şiarıyla hareket etti. Ama dünya, Orta Doğu ve parçalı Kürdistan gerçekliği onlara yemeyi kaşık, kaşık yemenin çok daha hayırlı olacağını gösterdi. Bundan dolayı onlar, bağımsızlık şiarından özerklik şiarına doğru bir adım geri atmak zorunda kaldılar. Özerklik talebiyle birlikte, kazanılmış tüm yasal haklardan sonuna kadar yararlanma ve müttefikleri çoğaltma politikası izlemeye koyuldular.
Tek taraflı ateşkes politikalarıyla da Türk ve Kürt halkının barış isteyen kesimlerinin sempatisini kazandılar. Partileştiler, parlamentoya girdiler ve bu kez egemen sınıfları barış masasına oturmaya zorladılar. Farklı çalışma tarzları, mücadele biçimleri ve taktiklerle zenginleşen bu politika Türk egemen sınıfları arasındaki çatışmayı kızıştırdı.
Ortaya ilginç bir durum çıktı. Bir tarafta, Kürdistanı’n tüm parçalarında mevzilenen bir Kürt direniş ordusu ve kitleselleşerek onunla birlikte hareket eden sivil güçler, yani ‘kart-kurt’tan doğan Kürtler, diğer tarafta ise birbirleriyle dalaşan Türk egemen sınıfları. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, egemen sınıfların iktidar olan bir kanadı, Kürt direniş hareketiyle aynı masaya oturma eğilimi içine girdi. Masanın altında kırk bin ölü yatıyordu.
Ordu’dan ve Ordu dışındaki egemen sınıfın kanatlarından gelen ağır baskı sonucunda masa devrildi. Halkın gözünde, barış masasını iktidarın tek taraflı olarak devirdiği ayan beyan ortaya çıktı. Devrilen masa, sorunun masada değil, savaş meydanında çözülmesi gerektiği mesajını veriyordu halka. Direniş güçleri Kürt halkı nezdinde bir kez daha samimi barış isteyen güç olarak görünmüş, Türkiye kesiminde ise barış isteyenlerin eleştiri okları, masayı devirenlere yönelmişti.
Peki gelinen noktada kırk yıllık savaş süreci neyi gösteriyor?
Her şeyden önce, direniş güçlerinin, Kuzey Kürdistan’da kitleselleştiğini; Türkiye’de yaşayan Kürtler başta olmak üzere, devrimci demokratik güçlerle dostluk atmosferi içine girdiğini ve parlamentoda ciddi bir güç haline geldiğini…
Tüm bu süreç içinde askeri yapısını dağıtmadığı gibi, kesinti ve duraklamalara rağmen gerilla savaşının sürekliliğini koruduğunu… Ve yine bu süreç içinde, direniş hattını koruyarak ve bölgesel güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak Rojava’da özerk bir yapı kurmayı başardığını…
Kuzeyli Kürtler farkındalar mı değiller mi bilmiyorum Mao’nun, “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şey yoktur,” sözünü kırk yıldır uyguluyorlar.
Peki, 1984’ten beri yaşananlar başka neyi gösteriyor?
Bölge devletlerinin Kürdistan’ın parçaları arasındaki çelişme ve çatışmalardan güç aldıklarını, bu durum devam ettiği müddetçe, tüm Kürdistan’da veya herhangi bir parçada bağımsız bir devletin kısa vadede ortaya çıkamayacağını gösteriyor.
Gelinen noktada Murat karayılan yukarıda anlatılan politikanın dışında farklı bir şey söylemiyor. “Kürtlere özerklik tanıyın birlikte yaşamaya devam edelim” diyor. Bunu da Kürtlerin varlığını inkâr eden ve Türk egemen sınıflarının Türk halkına siyasal bir peygamber olarak dayattığı ve bunda da başarılı olduğu Mustafa Kemal gibi bir simanın Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtleri yanına çekmek için söylediklerinden kalkarak öneriyor.
Bu öneri, yer yer yanlış tarihi tespitlere de dayansa, Mustafa Kemal’i olduğundan farklı da gösterse, Türk egemen sınıflarını zorlayan, köşeye sıkıştıran bir öneri. Politik ve diplomatik arenada hem dünya halklarının, hem Türkiye, hem de Kürdistan halklarının üzerinde düşünebileceği, makul görebileceği bir öneri.
Sizi bilmem ama ben her ulusun bağımsızlığını tepe tepe yaşamasından yanayım. Bu olmaksızın ulusların gönüllü birliğe yanaşmayacağı kanısındayım. Mülk sistemi çağında, çok uluslu devletlerde, ulusların tam hak eşitliği prensibini uygulayabileceklerine, bu prensip esasına göre yaşayabileceklerine de pek inanmıyorum.
Eskiden inanıyordum. Şimdi inanmıyorum. Hiçbir sosyalist ülkede tam hak eşitliği ilkesi istenilen düzeyde uygulanamadı. Bu ülkelerde bile ağabey uluslar bariz bir şekilde kendilerini gösterdiler.
Bağımsızlık şarttır. Özerklik ise bağımsızlığa giden yolun üzerinde bir köprüdür. Köleliğini içselleştirmeyen her Kürt bilir bunu. Kuzeydeki direniş güçleri, biz egemen ulus bireylerinden daha iyi bilir bu gerçeği.
Barzani, “her Kürdün gönlünde bağımsızlık ideali vardır,” der. Doğrudur. Başkalarına ağlamaktan kendine ağlamaya zaman bulamayan Kürtlerin sayısı azaldı. 

7 Haziran 2024 Cuma

Mahmut 'a Verilen Merkezi Görev ..Kaypakkaya Haber Sitesi_Kerim Demircioğlu

Mahmut 'a Verilen Merkezi Görev: ''Karıştır, Güvensizlik Yay, Payına Düşeni Alacaksın''!


https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/mahmut-ozkana-verilen-merkezi-gorev-karistir-guvensizlik-yay-payina-duseni-alacaksin

 

Mahmut Özkan'ı bu saflarda olan herkes tanır. Herkesin bildiği ve tanıdığı bu şahsiyeti uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yapılması gereken, sadece bazı şeylerin bu haddini bilmeze hatırlatılmasıdır.

Yapıda yaşanan gelişmelerle birlikte, saflarımızı en çok karıştıran ve ortalığı gerenlerden biri de bu kişi olmuştur. Öyle ki, kendi facebook sayfasında yazdığı her yazı ve açıklama, arkasından birçok tartışmayı tetiklemiş, bazı iyi niyetli yoldaşların amaç ve hedefini bilmediği bu tartışmalara katılmasıyla gerilen ilişkiler, istenmeyerek de olsa, karşılıklı 'düşmanlıklar' yaratmıştır.

 

 Öyle ki, yıllarca aynı saflarda birlikte mücadele eden yoldaşlar, bilinçli olarak yaratılan tartışmaların içine çekilerek, birbirlerine selam vermeyecek duruma getirildiler. Bu ortamı hazırlayanlardan biri de Mahmut Özkan olmuştur. Bundan bir yıl önce kendi facebook sayfasını takip edenler bunu rahatlıkla göreceklerdir.

 

Bahsini ettiğim tartışmaların hedefine ulaşmasıyla birlikte, Mahmut Özkan, yaptığı bir açıklamayla; 'sosyal medya da yaşanan tartışmalara daha fazla ortak olmak istemediğini ve bu yüzden facebook sayfasını kapattığını' açıklamıştı.

Bunun bir ara vermeden öteye gitmediği kısa bir süre sonra anlaşıldı.

 

Mahmut Özakan, anlaşılıyor ki, ''ben ne yapabilirim, ne katabilirim'' diyerek yeniden göreve hazır olduğunu talep etmiş ve yine o'nun kendi tabiriyle: '' .... tek merkezden idare edildiği çok açık olan'' Mahmut Özkan yeniden görevinin başına dönmüş bulunuyor. Bu seferki görevi daha ileri boyutta olup, gerçekleri inkar, şiddeti meşrulaştıran bir görevle donatıldığı anlaşılmaktadır.

 

 Bunu da, 27 Temmuz 2017 tarihinde kendi sosyal medya sayfasında yaptığı açıklamayla yerine getirmiş bulunuyor.

 

Mahmut Özkan, bir yandan, ''Son günlerde sanal ortamda yapılan yazışmaları, tartışmaları sanırım birçok dost ve yoldaş izlemektedir. (..) bunlardan uzak durmak gerektiğini ben de önemli ölçüde kabul etmekteyim.'' diyerek, bir yandan gayet babacan bir tavırla; hiç kimsenin karşı çıkmayacağı ve hak vereceği bir cümlenin hemen arkasından söyleyeceklerini bir güzel sıralayıp saldırmaktadır.

 

Bunu da birilerinin görmezden geleceğini ve yutacağını beklemektedir!.. Bu olsa olsa bir Mahmut Özkan tarzıdır.... her şeyi söyle, ortalığı karıştır, emeline ulaş, sonra da, ''ben bu ortamdan çekiliyorum'' açıklamasıyla, kendisine olan tepkiyi biraz bertaraf ettikten sonra, tekrar sosyal medyaya dön ve bu seferde üstlendiği görevle gerçekleri çarpıtmaya soyun! Sen bu tiyatroyu çok oynadın Mahmut efendi!..

 

Ne kadar rol yapsan da artık seni tanıyoruz.

 

Mahmut Özkan'a söyleyecek birkaç sözümüz var.

 

Öncelikle, kraldan daha fazla kralcı kesilen Mahmut Özkan'ın 27 Temmuz 2017 tarihli yazısı bilinçli ve hedef gözeterek yazdığı bilinmelidir. Bu, ona verilen görevle doğrudan ilintilidir.

Mahmut Özkan, bunu o kadar ustaca yapıyor ki, belli ki, bu konuda dersine iyi çalışmış. Özgür Gelecek Gazetesini işgal edenler, bir çalışanını dövenler ''MLM Yolunda Partizan'' sitesinde ''bir Partizan okuru'' ismiyle yayınladıkları yazıda: ''Özgür Gelecek ''çalışanı'' konuşma ve tartışma yürütme kararıyla yanına gidenlerin iradesine sinkaflı küfürler savurduğu için taraftarlarımızca inisiyatif ve sorumluluk üstlenilerek cezalandırılmıştır'' açıklamasıyla uygulanan şiddeti savunurken,

 

Mahmut Özkan, yaşanmış gerçekleri çarpıtarak şöyle diyor:

 

 ''Son günlerde yeniden bir ÖG (Özgür Gelecek) muhabirlerine yönelik şiddet baskı vb... gibi olduğu iddiasıyla açıklamalar, pes peşe planlı ve tek merkezden idare edildiği çok açık olan ''kınamalar'' yapılmakta ve pp saflarında ve çeperinde, uçlaştırılan bölücülüğü derinleştiren yaklaşımlar sergilenmektedir.'' diyerek suç üstü yakalanmıştır.

 

Görevi, yaşananları inkar üzerine olduğu için, bu görevini ustalıkla yapmaya çalışan Mahmut Özkan'ı ne yazı ki, ''MLM Partizan''ın yayınladığı yazı zor durumda bırakmıştır.

Yaratmak istediği şaibeyle alçakça bir tutum sergileyen bu şahsın, her yerde ve ortamda teşhir edilmesi devrimci bir görevdir.

 

 Bunca yaşanan olaylardan sonra, yapılanların gerçek olmadığını yüzü kızarmadan söyleyen biri, olsa olsa görevlendirilmiş bir provokatör olabilir. Gazete Bürolarının işgali ve son olarak bir çalışanın dövülmesine tavır alan bir kesim devrimci basın ve onlarca kurum ve bölgenin tepkileri orta yerde dururken, kendisine verilen görevle tersini yayanlara provokatör demenin dışında bir niteleme bulunamaz.

Mahmut Özkan'ın bu tutumu yeni de değildir. Saflarımızdaki tartışmaların başlamasından bu yana hem sosyal medya üzerinden, hem de ATİK'te Denetim görevinde bulunduğu süre içinde en büyük karışkırtıcılık ve bölücük yapanlardan biri de Mahmut Özkan olmuştur.

 

Bu şahısın verdiği zararı hep birlikte yaşadık. ATİK Konsey üyelerini kışkırtarak, onları Federasyon ve derneklerle nasıl karşı karşıya getirdiğini, kurumlarımıza verdiği zararları hep birlikte yaşadık. Yetkisi olmadığı halde, Konsey Toplantı Sonuçlarını yazarak, ATİK kitlesini ''İç Düşman'' ilan edenlerden biri olarak kitle örgütüne verdiği zararlar hala tam olarak bertaraf edilmiş değildir. Kongrede hiç sıkılmadan, ''ne yapayım onlar söyledi ben de yaptım'' diyen biri olarak bu görevini yapmaya devam ediyor.

 

Yazısında, Hasan Aksu'nun Hiciv bir tarzda eleştirilmesini 'lümpen bir dil' kullanılması olarak eleştiren sen Mahmut Özkan, bu camiada senden daha lümpen, ikinci bir kişi var mı? Bu saflarda koptuğunda yaşamının nasıl lümpence olduğunu bilen onlarca arkadaş var. Sana sadece Doğu Almanya'dayken yaşadığın lümpence hayatını hatırlatmak yeter sanırım. Seni tanımayanlara bu yazdıklarını belki yutturabilirsin de, seni tanıyanlara bunları yutturamasın!

Bu saflarda en çok teşhir olan biri sensin.

 

Öyle ki içimizde hep bir ''Rasputin'' gibi anıldın! Hiçbir zaman iyi bir örnek olarak görülmedin, Mahmut Özkan mı, 'ayak oyuncu ve düzenbaz' biri olarak insanların zihinlerinde kalmış birisin. Hatırlıyor musun, bundan 15-20 sene önce yaptıklarından dolayı kitle seni derneklere sokmama kararı almıştı. Bu bile senin bu saflarda bittiğinin ispatıydı. Fakat, ne yazı ki, sen her defasında bir açık bulup bu saflara geri geldin. Bu da, bu yapının bir eksiği olarak bir yere not edilmelidir.

 

Yazında: ''Rol yapan, senaryo yazan herkes devrimciliğin çıtası yükseltilerek sınanır!'' diyerek yine zirvelere oynamaya çalışman hiç inandırıcı değil. Yd alanında bulunduğun müddetçe çıtayı sürekli olarak yükseltiğin doğru. Buna diyecek bir şey yok. En keskin lafları etmeyi hiç bir zaman kimseye bırakmadın. Gitmek istemediğin yere altlardan birilerine ajitasyon çekerek, 'yoldaş gitmeliyiz, mücadele bizden bunu bekliyor' diyerek, büyük laflar edip, sıra sana geldiğinde gidip iki ay bile dayanamadan, kaçıp, soluğu yd alan biri olarak, bence fazla üfürme!.. ''Dönem, herkesin devrimciliğini ve adanmışlığını test ediyor ve sınıyor'' gibi boyunu aşan laflar etmesen iyi olur. Senin ne yaman ''Devrim'ci'' olduğunu pratiğinden biliyoruz. Sana önerim, yapamadığın yapamayacağın, yapmaya da hiç gönlünün olmadığı konularda büyük laflar etme!

 

Yazında: '''yol yöntem ve tartışma kültüründe ortaya çıkan farklı yaklaşım ve algı yaratma girişimlerine iki örnek... Kaostan var olan, nemalanan, yaklaşımın türevleri ile kaosu nasıl çözebiliriz?. Tek yanlı yaklaşmayın, her bilgiyi gerçek sanmayın, gaza gelmeyin, manipülasyon yaratarak, puslu havalarda av peşinde olanlara karşı da uyanık olun!'' diyorsun da, bu saflarda puslu havayı en iyi sevenlerden bir de sensin.

 

Ha keza, yine bu yapının olanaklarından bu güne kadar en iyi nemalanan da sensin. Bu yapının olanaklarından yaralanarak, en lüks arabalara binen, en son teknolojik araç ve gereçleri kullanan, cebinden hiç parası eksik olmayan, evinde bir gün bile yemek pişirmeyerek nerede en iyi kebapçı varsa, orada har vurup harman savuran biri olarak bu lafları ederken hiç mi bir dk'da olsa düşünme ihtiyacı duymuyorsun?

 

Bu saflardan gidip her döndüğünde nere de bir bal kovanı varsa, bir arı gibi yönün hep bu bal kovanlarına doğru uçmak oldu. Hiçbir zaman, eksik ve zaaflarına karşın, düzelmek için, en alttan, şu dernekten başlayayım dediğin olmadı. Nere de nemalanacağın bir yer varsa, hep oradan başlamayı tercih ettin. Onun için ''Müslüman mahallesinde'' kimseye salyangoz satmaya kalkma! Dürüst ol! Birilerini savunacaksan savun. Ancak, bunu saray soytarıları gibi yapma! 

 

54089…https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/mahmut-ozkana-verilen-merkezi-gorev-karistir-guvensizlik-yay-payina-duseni-alacaksin

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Tanıtım..H.Gündoğan_A. Öcalan'ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyetidir?

Halil Gündoğan, 1958 yılında Dersim’de doğdu. 12 Eylül Darbesi’nden sonra 1981 yılında gözaltına alındı ve üç aylık işkenceli sorgulardan sonra tutuklandı. Sonra hapishaneden alınarak tekrar 37 gün daha işkenceli sorgulardan geçirildi. TKP(ML)-TİKKO davasından idam cezası istemiyle yargılandı.

1988 yılında 28 arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak firar etti. Kısa bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde kaldıktan sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a döndü.

Altı yıllık gerilla yaşamından sonra 1995 yılında Erzincan’da tekrar tutsak düştü. İki kez idam cezası istemiyle DGM tarafından yargılandı, Müebbet ağır hapis cezasına çarptırıldı.

Kitap Tanıtım..

https://halilgundogan.blogspot.com/p/pdf-kitaplar.html


 

H.Gündoğan_A. Öcalan'ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyetidir?

 (PDF kiabın linki açılmıyor)

https://drive.google.com/file/d/195TlEpd8kSe_HGD3toGmfltLgHEKJHmH/view?usp=sharing

 

Hangi İhtiyacın Ürünüdür Komünistleri Etnik Kökenleri Üzerinden Tanıma Gayretleri!_Halil Gündoğan

Nubar Ozanyan (mahlas), Serdar Can`ı anma vesilesiyle kaleme aldığı yazısında, sonderece çarpıcı ve  karakteristik olan şu ifadeleri kullanıyor:"(...)12 Eylül karabasan zulmünde Kürdistan dağlarının ilk gizli ERMENİ GERİLLASI oldu.

Soykırım sonrası ilk ERMENİ FEDAİSİ olarak Hazro`da düşman güçleriyle girdiği çatışmada [tarihsel realite açısından bu doğru değil, çünkü bilinirki , örneğin bir  ASALA gerçekliği sözkonusudur. "Ermeni Fedaileri" olarak , doğru veya yanlış, bu ayrı bir mevzu,yürüttükleri silahlı bir mücadelesi olmuştur. Bu uğurda idam edilen Ermeni fedailer olmuştur. BN.] (...)"

"Beka`da gördüğü ilk ERMENİ KOMUTANI MARTAGER (...)" (abç. Y.Ö.Politika gazetesi)

Elbetteki birey olarak her komünistin de , doğallığıyla, mensubu olduğu bir etnik kökeni/ menşei vardır. Bu sosyolojik olguyu yadsıyamayız, yadsımamız da gerekiyor zaten. Bu anlamda olmak koşuluyla; komünistler, özgeçmişleri üzerinden anlatılırken, anlatım seyri içinde gerek oluşmuşsa, mümkündürki etnik köken menşeilerine de vurgu yapılabilir. Ve bu, onların özgeçmiş bilgileri içinde , sadece küçük bir teferruattan ibaret olacaktır.

Nubar Ozanyan da yazısında gerek Serdar Can`dan ve gerekse Martages` ten bahsederken,Onlara dair bir özgeçmiş bilgisini paylaşmak adına, Onların aslında, soykırıma uğramış mazlum Ermeni halkından olduklarını da,kayıt olarak düşebilirdi. Bunda eleştiri konusu olbilecek herhangi bir yön de, doğallığıyla olmayacaktı.

Ancak nevarki Nubar Ozanyan`ın yaptığı şey , kıyas kabuledilemeyecek oranda,  bunun çok çok ötesinde ve nitelik olarak da tamamen farklı bir şey.

Alıntılanan satırlardaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılacağı üzere Nubar Ozanyan bu her iki yoldaşımızı da , mensubu oldukları TKP-ML, TİKKO kimliği üzerinden değil, etnik köken kimlikleri üzerinden öne çıkarmakta ve Onları komünistlikleri üzerinden değil, Ermenilikleri üzerinden tanımlamaktadır.

Nubar Ozanyan  bu iki yoldaşı TİKKO gerillası ve TİKKO  komutanı olarak tanımlamıyor. Onlar TKP-ML,TIKKO saflarındaki

"ERMENİ GERİLLASI"ve "ERMENI FEDAİSİ" dirler,  yapılan sunum budur.

Yani bu durumda demek oluyorki TKP-ML çatısı altında, özel bir alt proğramla Ermeni ulusal davası güden özerk bir seksiyon  örgütlülüğü sözkonusudur ve doğallığıyla bu iki yoldaşta, işte bu amacın/ davanın güdücüsü örgütün mensubu olarak,birer "Ermeni gerillası" ,birer " Ermeni fedaisi" ve birer " Ermeni komutan" dırlar (komutan sadece Martager değildir, Serdar da 4.Konferansta Askeri Komisyona seçilenler içinde olup, görevi kendisi bırakana kadar da -oldukça kısa bir süre olsa da- hem MK tarafından AK sekreteri yapılır ve hemde Beka'daki kampta sorumlu komutandır.)

 

Acaba zihin altı kurgusu Nubar Ozanyan `a  kötü bir  oyun mu oynamıştırda böyle olduğunu sanıyor?

 

 Çünkü olgusal bir gerçektirki TKP-ML de böylesi farklı alt proğramsal özerk bir Ermeni örgütlülüğü varola gelmemiştir. [Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için hemen belirtmek gerekiyorki: Son yıllarda Rojava` da kurulan "Nubar Ozanyan Ermeni Taburu" tamamen bu konu dışında olup, özel bir oluşumdur. 

Rojavalı Ermenilerin savunma ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıkmış, yerel, ulusal karekterli bir bir askeri oluşumdur. Buradaki savaşçılardan ve kadrolardan bahsederken ,elbetteki "Ermeni gerillalar" , "Ermeni savaşçılar" veya "Ermeni komutanlar " demek son derece doğaldır.]

 Böyleyken TKP-ML mensubu, TİKKO gerillası ve komutanı olarak komünizim ideali uğruna savaşmış,.görev ve sorumluluklar üstlenmiş olan Serdar Can ve Martager`i  "Ermeni gerillası/Ermeni fedaisi" ve "Ermeni komutan" olarak sunmak, her şeyden önce O insanların  tarihi gerçekliğini çarpıtmaktır.

Çünkü Onlar,mensubu oldukları komünist partinin idealleri doğrultusunda mücadele yürüttüler.

Bilinirki TKP-ML, genelde tüm ezilen halkların haklı davalarını sahiplenmekle birlikte, ama asla örneğin özel olarak bir Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkez, Rum, Laz vb. lerinin ulusal partisi olmamıştır.Dolayısıyla da, bu Partinin kadro, üye ve savaşçı militanları da (doğallığıyla), özel olarak herhangi bir ulusun savaşcısı, gerillası ve komutanı olarak sunulamazlar.

Ulusal çelişmelerin aktüel olarak gündemde olduğu özel koşullarda da, bu çelişmelerin çözümünü gündemine alıp, ulusal kurtuluş mücadelesi yürüteceği durumlarda da, komünist partisi , hele de çok uluslu ve milliyetli bir toplumsal realitede, asla bir ulusal aidiyete bürünemez.

Özetle: Nubar Ozanyan'ın, komünizm ideallari uğruna savaşmış olan bu iki yoldaşımızı "Ermeni gerillası/Ermeni fedaisi" ve "Ermeni komutan" larmış  gibi sunması, bilinçli demiyelimde, haydi gayri ihtiyari bir milliyetçi gayretin marifeti değilse; o halde rahatlıkla söylenebilirki: Nubar Ozanyan bu konuda "ne dediğinin farkında değildir"!

Herhangi bir ithamda bulunmadan , genel bir hatırlatma babında belirmek  gerekirki: Milliyetçi hezeyanlar tehlikeli ve bulaşıcıdır. Öyleki, bir dönemin nice büyük komünistlerini bir çırpıda burjuva milliyetçiliğinin saflarına savuruvermiştir. Bunun belkide en tipik örneği Karl Kaustki'dir, değil mi?

 

 

1 Haziran 2024 Cumartesi

TUTUCULUK, DOGMATİZM VE TABELA DEVRİMCİLİĞİ DEVRİME VARDIRMAZ!_Halil Gündoğan


Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

 

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

 “Peki daha ne zamana kadar ha bire daha geriye düşüren bu ‘patinaj’ haline devam edilecek? Ve daha ne olması gerekiyor şapkayı önümüze koyup, köklü bir muhasebe yaparak, ayakları somut yaşam zeminine basan yeni bir yol ve stratejiyle, gerçek anlamda politik devrimci bir öncü güç olmaya kilitlenmek için?”

 Okurlardan biri, bir arkadaşın sergilemiş olduğu şu ilginç ve de ibretlik tepki ve yaklaşımını paylaşınca, kayıtsız kalmayı doğru bulmayıp, kısaca bir şeyler söyleme gereği duydum. Şöyle demiş örneğin:

 “Devrim hedefinden vazgeçmiş. Hâkim sınıfların, hepsini bitirdik propagandasına destek yazısı olmuş.” 

 “Devrimin yükseliş döneminde devrimci olanlar, gerileme döneminde saflardan kaçarlar diyen Lenin’in haklı sözünü hatırlatıyor.”

 Elbette ki bu da nihayetinde bir görüş, duruş ve yaklaşımın dışa vurum ifadesiydi. Düşünce ve ifade özgürlüğü adına, kalkıp ta kimseye; “nasıl ve ne hakla böyle bir şey söylersin?” diyecek değiliz. Ve ama elbette ki basbayağısından yanlış ve de sakat olan bu türden yaklaşım ve tutumlara karşı eleştiri hakkımızdan imtina edecek de değiliz.

 İlginç ve de düşündürücü olan, söz konusu yazımda bu yaklaşım ve tepkiyi zerre kadar haklı ve isabetli kılacak hiçbir ifade ve argüman yokken; “devrim hedefinden vaz geçmiş”, gibi hamasi lafların kolayca sarf edebiliyor olmasıydı.

 Tabii bu durumda haklı olarak sormak gerekiyor: Sahi, kimler nasıl yaparak gerçek anlamda devrim hedefinden vaz geçmiş olurlar?

 Bu, iki halde olur genel olarak: İlki, niyet olarak devrim dava ve hedefinden vazgeçmek iken; ikincisi, niyetten bağımsız olarak, yapılanlar veya yapılması gerekip de yapılmayanlar ile pek ala devrim davasına ve hedefine sırt çevirip, ondan uzaklaşmadır.

 Niyet olarak vazgeçmek zaten aleni irade beyanı şeklinde olduğundan; bunda anlaşılmayacak herhangi bir yön de yok.

 Niyetlerden bağımsız olarak devrim hedefinden vaz geçmek ise; öncelikle, söylem olarak bolca devrimden ve devrim yapmaktan bahsedilse de sosyal pratiği ve öngörülen strateji ve mücadele taktikleri ile devrimi örgütleme ve onu gerçekleştirme kabiliyeti taşımayarak olur.

 İkinci olarak; somut şartların somut tahlili gerçekliği üzerine oturan sosyo-ekonomik yapı tahlili yoksa, yarım asırdır somut koşullarda hiçbir esaslı değişim dönüşüm yokmuşçasına aynı şeyleri basma kalıp tekrarlayarak olur.

 Üçüncü olarak; baş ve temel çelişme ve sınıfsal analizlerle devrimin aşaması, yolu ve temel taktikleri, temel örgüt ve mücadele biçimleri realize edilmeyerek olur.

 Dördüncü olarak; dünyada ve ülkedeki güncel gelişmelere ilişkin analizler yapılarak, bunlar üzerinden günün acil politik görevleri belirlenip kitleler bunlar üzerinden eğitilip, örgütlenip harekete geçirilmeyerek, yani tüm bunlarda esasen edilgen bir seyirci konumunda durarak olur.

 Beşinci olarak; devrimin öncü ve temel gücü sınıf içinde ve devrimin temel müttefik kesimleri arasında kayda değer planlı programlı devrimci bir çalışmadan yoksunlukla olur.

Altıncı olarak; kitleleri örgütleyip devrime hazırlama perspektif ve performansında ki amatörlük, kifayetsizlik ve kendiliğindenci sürükleniş ile olur.

 Yedinci olarak; “sınıf mücadelesi” olgusunu, günübirlik yaşam dinamiği içinde ele alma tarz, anlayış ve pratik duruş yoksunluğuyla olur.

 Sekizinci olarak; hayatın ve mücadelenin her kesitinde kitlelere çıkış yolu ve devrim alternatifini anlatan, gösteren dinamik politik mücadele pratiğinden fersah-fersah uzak olmakla olur.

 Dokuzuncu olarak; değişen, dönüşen maddi ve manevi dünyanın olguları baz alınarak kendi tarz ve duruşunu, mücadele araç ve yollarını yaratıcı bir şekilde değiştirip, geliştirip yenilemeyerek olur.

 On birinci olarak; sınıf ve devrim güçleri içinde aktif ve etkili ideolojik-siyasi mücadele yoluyla yanlışlara, sapma ve kırılmalara, revizyonizm ve her renkten oportünist görüş ve direnç noktalarına karşı kesintisiz bir mücadele anlayış ve pratiğine sahip olmayarak olur.

On ikinci olarak; politik mücadeleyi yılın belli günlerine ilişkin bir şeyler söylemeye ve örgütün dar yapısına yönelik bir-iki makaleye hapsetmekle olur.

 On üçüncü olarak; şiar ve sloganlar, devrim teorisine ilişkin söylenenler bugüne değil de düne ilişkinse; bugüne dair bilimsel ve gerçekçi söylemler geliştirilmiyorsa olur.

 On dördüncü olarak; her gelişme ve sistemin yaşadığı her açmaz-çıkmaz ve yönetememe krizlerini, klikler arası yaşanan ciddi dalaş, kapışma ve çekişmeleri, düşman cephesini, okun sivri ucunu sürecin en azılı baş düşmanına yöneltip, onları bölüp parçalayarak saf dışı etme ve böylece mevziler elde etme ve kitleleri kendi sosyal pratikleri içinde eğitme tarzı bir mücadele yolu izlemeyerek olur.

 On beşinci olarak; sistemle mücadeleyi, taktik mücadelenin de konusu yapmayıp, stratejik belirlemelere kilitleyerek, yani özetle, devrim strateji-taktik ve söylemlerinin bugün hayatta bir karşılığının bulunmayışıyla ve de zaten o stratejiye uygun bir sosyal pratiğin hayata geçirilemiyor oluşuyla olur. Vs. vs.

 Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin kendisine sosyalist ve komünist devrimci diyen belli başlı öznelerinin abartısız yalın gerçekliğinin birer ifadesi olan bütün bunlar, kaçınılmaz olarak zaten devrimi de devrim hedefini de kendiliğinden imkânsız kılmaz mı? İstendiği kadar; keskin laflarla şöyle yapacağız, böyle yapacağız, “devrim yapacağız, devrim!” diye bağırılsın, lakin yalın bir gerçektir ki; lafla peynir gemisinin yürütüldüğü de görülmemiştir.

 

Şimdi sadede gelip soralım ‘kızıl’ kelam sahiplerine; bu durumda gerçekten kim ya da kimler devrim hedefinden vazgeçmiş olur? 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)