20. yüzyılda kapitalizmin doğası gereği açığa çıkan muazzam
gelişme, emperyalist aşamaya erişmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Sanayideki
teknik gelişmeler her ne kadar üretime hız kazandırsa da kapitalizmin
açgözlülüğü, hırs, rekabet ve dünyaya egemen olma tutkusu aşırı üretime yol
açmış, emperyalist aşamaya gelindiğinde -bu yeni çağ- kapitalizmi içerisinde
bulunduğu buhrandan kurtulmak için yeni arayışlara sevk etmişti. Böylesi bir
atmosferde kuzey yarımküre dipten gelen devrimci dalgalarla sarsılıyordu. Burjuva
demokratik devrimler hegemonyayı içinden çıkılmaz bir krize sokuyor, ardından
tüm dünyayı kasıp kavuran sosyalist Ekim Devrimi yükseliyordu. Son aşamasına
ulaşan kapitalizm, yalnızca emperyalizm çağını değil, aynı zamanda proleter
devrimler çağını da başlatmış oluyordu. Sınıf mücadelesinin kapsama alanı
gittikçe genişliyordu. Çin Komünist Devrimi sınıf mücadelesinin Asya’dan
yükselen ikinci dalgası olmuştu. Tüm bu gelişmelerle birlikte,
ulus-devletleşmeyi de beraberinde getiren kapitalizm, özellikle sömürge ve yarı
sömürgelerde ezen-ezilen uluslar çelişkisine yol açıyor, ezilen ulusların
işgale, ilhaka ve sömürüye karşı anti emperyalist kurtuluş mücadelesi ivme
kazanıyordu.
Ezilen uluslar Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Asya’da olduğu
kadar Ortadoğu coğrafyasında da Filistin ve Kürdistan özgülünde emperyalizme
karşı isyanı kuşanıyordu. Emperyalistlerin Filistin’e yönelimi “Yahudi sorunu”
konsepti ile bölgedeki zenginliklerin kotarılması doğrultusunda dizayn
ediliyordu. Arap yarımadası ile Doğu Akdeniz’i birbirine bağlamasıyla son
derece stratejik bir konuma sahip olan Filistin toprakları, emperyalist güçler
için hedef tahtasında yerini almıştı.
İngiltere, ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’nun
zenginliklerini sömürebilmek, yükselen “kızıl tehlike” Sovyetler ve Çin’e karşı
bölgede baş aktör olabilmek için Filistin topraklarında bir kukla devlete, daha
doğrusu karakola ihtiyaç duyarak İsrail’i fonlamış, siyonizmi palazlandırmış,
haksız savaşlarla kuruluşunu teşvik etmiştir. Bir açık hava hapishanesine dönüştürülen
Filistin’de kan ve göz yaşı durmaksızın akmaya devam etmiştir. Siyonistlerin 76
yıldır sürdürdüğü imha savaşı (Nakba) Filistinlilerin muazzam direnişlerine
sahne olmuş, İsrail, sahip olduğu tüm olanaklara, emperyalistlerin desteğine ve
suni “zaferlerine” rağmen savaşta insan faktörünün belirleyiciliğinin defalarca
kez somutlandığı direnişi kırmayı başaramamıştır.
Nakba’nın Anlattıkları
Filistin ulusal direnişi hiç kuşku yok ki tarihsel olarak
ilerici ve haklıdır. Nakba, günümüzden 76 yıl önce siyonist İsrail’in Filistin
topraklarında başlattığı büyük yıkımı, imhayı, soykırımı ifade etmektedir.
Joseph Massad’ın ifadesiyle “bir halkın bilinçli olarak yıkımı, bir halkı
bilinçli olarak felakete uğratmak, bir ülkenin ve vatandaşlarının iyi bir plan
üzerinden yakılıp yıkılması anlamına geliyor.” Başka bir ifadeyle Nakba’nın
mantığı ırkçılığa ve sömürgeciliğe dayanmaktadır.
Nakba, 76. yılında uluslararası çapta protesto edildi ve
dünya halkları bir kez daha Filistin halkının meşru kavgasının yanında olduğunu
gösterdi. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güzellemeleri yapan emperyalistler,
siyonizmi ve emperyalizmi lanetleyen kendi ülkelerindeki halklara ardında saklı
tuttuğu faşizm sopasını pratikte göstermiş oldu. Nakba’nın 76. yılında
emperyalist devletlerin mutlak bir şekilde liberal tandanslı olmadığını, yani
çelişkiler ve koşullar değiştiğinde faşist yöntemlere başvurabileceğini bir kez
daha görmüş olduk. Dolayısıyla emperyalist blokun Filistin topraklarında
Siyonizmi tam bir destekle palazlandırması tuhaf değil, aksine, kendine içkin
olarak uygunluk halindedir. Bununla birlikte ‘öğrenci intifadası’ olarak
yayılan protestolar Avrupa’da ve Amerika’da siyasi polisin sert müdahaleleriyle
karşılaşmasına rağmen emperyalizm ve siyonizm karşıtı protestolar ısrarla devam
etmektedir.
Filistin direnişinin yeni aşaması olan Aksa Tufanı,
Nakba’nın olmuş-bitmiş bir olay olmadığını, hâlâ sürmekte olan bir olgu
olduğunu 21. yüzyılda bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. “Nakba Sürüyor!”
sloganı somut, güncel bir durumu ifade etmektedir. Zira Nakba Filistinliler
için “büyük yıkım”, “imha” anlamına gelirken yalnızca fiziksel boyutuyla bir
yıkımı değil, demografik, kültürel, sosyolojik bir yıkımı ve imhayı da
karşılamaktadır. Siyonist İsrail’in tarih yazımında kaydettiği sahte “zaferler”in
Filistinliler nezdinde bir karşılığı olmaması, 76 yılda siyonistlerin kalıcı
“zaferler” elde edememiş olması ve en önemlisi de Filistinlilerin örgütlü ve
bilinçli bir şekilde Nakba’ya direniyor olması; tüm bu gerçekler, Nakba’nın
sürdüğünü ve kabul edilmediğini net şekilde ortaya koymaktadır. “Başlangıçtan
beri Filistin halkı, Nekbe’nin ırkçı ve sömürgeci mantığına karşı mücadele
etmiştir. 1880’ler, 90’lar, 1910’lar, 20’ler, 30’lar, 40’lar, 50’ler ve
60’lardan bugüne dek sömürgecilerle dövüşmüştür.” (J.
Massad) Siyonist İsrail’in Nakba ile amaçladığı en önemli emellerinden
birisi de Filistinlilerin toplumsal hafızasını tahribata, felce uğratmaktır.
Bir dizi masalımsı-destansı anlatımla -tıpkı TC faşizminin yaptığı gibi-
Filistinlilerin tarihini yok etmek, kendi yalancı-kurgu tarihini yazmak ve
dayatmaktır; Filistinlilere boyun eğdirmek ve Nakba’yı kabul ettirmektir.
Özetle siyonistlerin Nakba’sı, esasında Filistinlilere sömürge ulus olmayı
dayatmaktır. Sömürge ulus olmayı kabul etmeyen ve Nakba’ya karşı 76 yıldır
direnen Filistinliler, tüm dünyaya müşkül koşullara karşı halkın pratik aklının
ve birliğinin önemini gösterebilmiştir. Bununla birlikte bölgede
emperyalistlerin pazar çıkarları uğruna asimilasyonu örgütlemeye çalışmaları
Filistinlilerin cüretkâr direnişi karşısında sonuçsuz kalmıştır; “‘İsrail
bağımsızlık savaşı’ yerine ‘Nekbe’ diyoruz. ‘Yahudi egemenliği’ yerine ‘ırk
ayrımcılığı’, ‘Dalet Planı’ ya da ‘Yahudilerin atalarının topraklarına
dönmeleri’ yerine ise ‘Filistinlilerin sürülmesi’ diyoruz. ‘İsrail demokrasisi’
yerine ‘İsrail’in kurumsallaşmış ve hukuki ırkçılığı’; ‘İsrail Arapları’ yerine
‘İsrail’in Filistinli vatandaşları’, Balfour Deklarasyonu’nda tanımlandığı
biçimiyle, ‘Filistin’de Yahudi olmayan topluluklar’ yerine ‘Filistin halkı’
diyoruz. Bu ülkede Filistinlilerin karşı koymadığı ve direnmediği tek bir
siyonist zaferden söz edilemez.” (J. Massad)
TC’nin Nakbası; Kürt Katliamları: Filistin ve Kürdistan
Meselesinde Benzerlikler
Milli baskının ortaya çıktığı çok uluslu ülkelerin egemen
ulusları, ezdikleri uluslara ve azınlık milliyetlere karşı kendi Nakba’larını
organize etmiştir. Ezen-ezilen ulusların tarihi sayısız Nakba’larla ve sayısız
İntifada’larla doludur. İrlanda, Brezilya, Yeni Kaledonya, Kolombiya, Cezayir,
Şili, Meksika vd. birçok ülke milli baskının en kanlı ve en bariz örneklerinden
bazılarıdır. Haritamızı biraz daha daralttığımızda hemen yanı başımızda Kürt
ulusal sorunu gerçeği durmaktadır. Lozan Antlaşması ile dört parçaya bölünen
Kürdistan’da Kürtlere uygulanan milli baskı, 1923’ten, yani TC’nin kuruluşundan
-ve Lozan’dan- önce de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu, 19.
yüzyılın başlarında son Kürt otonomi örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak için
kolları sıvamıştı. “Bu merkezi baskı ve ezme hareketlerine karşı, Kürt
halkı, prenslerinin ya da aşiret şeflerinin idaresinde durmadan silaha sarılmak
zorunda kalmıştır: 1805’te Abdurrahman Paşa Baban Süleymaniye’de, 1830’da
Mehmud Paşa (Mirekor) Rewanduz’da ve 1842-1846’da ünlü Bedirxanlılar Cizre’de
ayaklandılar. Dersim Sancağı’nın yakın zamanlara kadar devam edebilen dahili
milli otonomilerini (ki bu otonomi, Dersimlilerin fiilen yaşattıkları ve fakat
resmen tanınmamış bir ‘de facto’ durumu olarak da nitelenebilinir) saymazsak,
Bedirxanlıların da yenilmesiyle birlikte, Osmanlı sınırları içerisinde bulunan
en son bağımsız Kürt prensliği de ortadan kalkmış oluyordu.” (Dr.
Şivan) Yine İbrahim yoldaşın ezilen uluslar ve azınlık milliyetlerin
Osmanlı’daki ayaklanmalarına dair yaptığı çeperi geniş değerlendirmeleri
dikkatle incelemek gerekmektedir: “Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve
sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce
başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar,
Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler… Osmanlı
devletinde hâkim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih,
Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır.
Bugün Türkiye sınırları içinde hala bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket,
Kürt hareketidir.”
1923’te TC’nin kuruluşundan yalnızca birkaç ay önce Lozan’da
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı çiğnenerek yeni sınırlar
belirlenmiştir. Lozan antlaşması aynı zamanda daha önceden Sevr antlaşmasında
‘tanınan’ Kürt milli haklarının inkârı anlamına da geliyordu. Tabii Sevr’de
‘tanınan’ Kürt milli hakları, egemenlerin öncülüğünde, doğal olarak tam bir
kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın, burjuva bürokrasisinin zehirli kılıcıyla
gündemleşiyor, süreci kontrol edebilmek için bir komisyon kuruluyor ve bu
komisyon emperyalist-sömürgeci İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcilerinden
oluşuyordu. Bu durum, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını garanti altına
alıyordu; komisyonda Kürtler ve Acemler de yer almasına rağmen belirleyici bir
konumda değillerdi. Esasında komisyonun amacı emperyalistlerin bölgedeki
garantörlüğünü yapmaktı. Zira o sıralar dünya çapında patlak veren emperyalist
paylaşım savaşlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıf mücadelelerinin
yarattığı ihtilaflı atmosferde koşulların ve çıkarların değişmesi halinde
Kürtlere ‘tanınan’ milli hakların gasbedilebilmesinin ve yeni Kürt
ayaklanmalarının önüne geçilmesinin zemini yaratılmalıydı! Yeni Türk hükümeti
Kürtler üzerindeki milli baskıyı derinleştirdikçe Türkiye Kürdistan’ında
isyanlar baş gösterdi. İsyanlara karşı TC’nin “çözümü” kitlesel katliamlara
girişmek oldu. Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanları Lozan sonrasında
TC’nin ilk 15 senesinde zuhur eden patlamalardan bazılarıdır. Bu haklı isyanlar
sonucunda TC’nin histeri haline gelen Kürt düşmanlığı-şovenizmi sonucunda on
binlerce Kürt katledilmiştir. “Sadece Dersim ayaklanmasından sonra
katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt
ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle
emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla,
Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere
ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her
türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İ. Kaypakkaya)
Osmanlı’dan TC’ye kalan miras, başta Kürt ulusu olmak üzere
azınlık milliyetlere vahşice uygulanan milli baskı, Türk şovenizmi ve
katliamlar olmuştur. Özellikle 1923’ten sonra saldırıların kapsamı her alanı
tesiri altına almıştır. Kürtçe yayınlar yasaklanmış, bu yayınları çıkaran Kürt
aydınları istiklal mahkemelerinde yargılanmıştır. Yüz yıllık bir inkâr günümüze
dek süregelmiştir: “Kürtçe diye bir dil yoktur.” 1923’ten sonra yeni Türk
devleti sınırları içerisinde Kürdün ve Kürtçenin inkarının yalın ve bariz
örnekleri mevcuttur. 1958’de Amed’de çıkarılan, politik muhtevası daha güçlü
olan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Kürtçe olarak yazdığı “Kımıl” isimli
şiiri nedeniyle yargılanıp tutsak edilmesi, TC faşizminin Kürtlerin en ufak bir
gelişimine dahi tahammülsüzlüğünün ilk örneklerinden yalnızca birisidir.
devam edecek.
Kürt ulusunun Rojava’da elde ettiği kazanımlar TC’yi
içinden çıkılmaz bir paradoksa sürüklemiştir. Bu nedenle TC Sur, Cizre ve
Nusaybin’de patlak veren özyönetim direnişlerinde binlerce Kürt’ü “terörist”
ilan edip katletmekten çekinmemiştir. T. Kürdistanı günümüzde tıpkı Filistin’de
olduğu gibi bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumdadır. TC, uşağı olduğu
emperyalistler için T. Kürdistanı’nda ilhakçı, Suriye ve Irak Kürdistan’ında
işgalci politikalar izlerken güçlerini ve bölgedeki konumunu konsolide etmeyi
ihmal etmemiştir. Yalnızca son bir yıl içerisindeki “savunma ve güvenlik”
olarak belirlenen savaş bütçesindeki dolar bazlı artışa göz atmak yeterlidir:
“Bahsi geçen savunma ve güvenlik bütçesi, bugünün kuru ile yaklaşık 40,5 milyar
ABD dolarına tekabül ediyor. Türkiye, 2023 yılında savunma ve güvenliğe
yaklaşık 16 milyar dolar ayırmıştı. Şu an için savunma bütçesindeki dolar
bazında artış, yaklaşık yüzde 250 bandında.”
Filistin’deki ve Kürdistan’daki güncel politik durumda
savaş gerçekliği rasyonel olmaktan uzaktır. Çünkü her iki bölgenin de sosyal,
ekonomik, siyasi ve coğrafi gerçekliği aynı değildir. Örneğin Suriye
Kürdistanı’nda ve Irak Kürdistanı’nda faşist TC ve KDP güçlerine karşı zorlu
bir savaş verilirken T. Kürdistanı’nda özyönetim direnişlerinin yenilgiyle
sonuçlanmasından bu yana, tasfiye rüzgarlarının da daha güçlü esmesi sebebiyle
ağır aksak bir savaşım hâkimdir. Oysa Filistin’in hemen her yerinde
Siyonistlere karşı meşakkatli şehir savaşları verilmektedir. Dolayısıyla
Kürdistan’daki ve Filistin’deki farklı ve değişen çelişkiler-koşullar hakkında
varsayımlar üzerinden yüzeysel mukayeselere girmekten titizlikle kaçınılması ve
gelişmelerin objektif bir çıktısına ulaşılması gerekir.
Yukarıda Filistin ve Kürdistan coğrafyası hakkında
değindiğimiz olgular, Filistinlilerin ve Kürtlerin ilhakçı, işgalci ulus-devlet
aygıtlarına ve sömürgeci emperyalist güçlere karşı direnişlerindeki tarihsel
haklılıklarını ve andaki meşruluklarını anlamamız için yeterlidir. Filistin’de
Nakba; Kürdistan’da Dersim, Halepçe, Rojava, Humeyni’nin idam fetvaları vd.
demektir. Ezen ulusların egemenlerini, ezilen uluslar üzerindeki kanlı
diktatörlüklerinde ortaklaştıran olgunun adıdır Nakba. Ezilen ulusları
ortaklaştıran ise ezen uluslara karşı verdikleri haklı savaşlarıdır. Denebilir
ki Nakba Kürdistan’da da sürüyor ve direniş de!
Aksa Tufanı Çıkışı ve Kürt Ulusal Hareketinin Filistin
Tutumu
Filistin Ortak Operasyonlar Odası’nı Ramallah, Gazze,
Nablus gibi stratejik bölgelerde örgütlenen ve kitle desteğine sahip pek çok
İslami ve sol-sosyalist örgütlerin bir ulusal birleşik cephesi olarak kabul
etmeliyiz. 7 Ekim 2023’te Ortak Operasyon Odası’na bağlı El-Kassam
Tugayları’nın İsrail’e yönelik Aksa Tufanı operasyonuyla başlattığı saldırılar
savaşı yeni bir safhaya taşımış oldu. Aksa Tufanı operasyonu Hamas’ın
öncülüğünde düzenlenmiş olsa da tüm örgütler birleşik mücadele ruhuna uygun şekilde
hareket ederek savaşı büyütmekte gecikmediler ve operasyonu Filistin ulusal
direnişine mal ettiler. Burjuva-feodal medya savaşın yeni safhasını Hamas ile
İsrail arasında cereyan etmekteymiş gibi servis etti. KUH’un (Kürt Ulusal
Hareketi) sözcüleri de gelişmeleri “Hamas-İsrail savaşı” olarak değerlendirdi
ve Hamas ile İsrail arasındaki çatışmanın sona erdirilmesine dair barışçıl
çağrılarda bulundular. Bu minvalde varsayımlardan ve temelsiz
değerlendirmelerden öteye geçemeyen, Hamas’ı İsrail’e saldırtanın ve Hamas
yöneticisinin Tayyip Erdoğan olduğu(!), Filistinlilerin ve İsrailli Yahudilerin
çözümü Öcalan’ın yeni paradigmasında aramaları gerektiği gibi görüşler de KUH
nezdinde sıkça kullanılmaya başlandı. Açıktır ki şimdi daha şiddetli bir
şekilde cereyan eden Filistinlilerin Siyonist İsrail’e karşı haklı savaşını
salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında süren bir savaşmış gibi ele almak
meseleye dar pencereden bakmaktır. 8 aydır Nakba tarihinin en şiddetli
muharebelerinden birisine tanıklık etmekteyiz ve geçen bu süre zarfında daha
şimdiden on binlerce Filistinli, Siyonistlerin saldırılarında yaşamını
yitirmiştir.
El-Kassam Tugayları komutanlarından Muhammed
ed-Dayf’ın 7 Ekim’de saldırının ayrıntılarına ve nedenlerine dair verdiği
bilgiler aydınlatıcı niteliktedir. Filistin halkının bir devlet kurma projesine
geri döndüğünü belirten Dayf, İsrail’in ihlallerine karşı bir çizgi çekme
kararı aldıklarını ve İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonunu başlattıklarını
ifade etmişti. Operasyonun 5 bin füzeli ilk saldırı aşamasıyla birlikte, İsrail
ile güvenlik koordinasyonunun sona erdiğini, Aksa Tufanı’nın İsrail’in
düşündüğü ve beklediğinden çok daha büyük olacağını belirterek İslam ve Arap
dünyasını İsrail’in işgalini silmek için birleşme, “elinde tüfeği olan herkese bunu
çıkarma” çağrısı yapmıştı. Hemen sonrasında yukarıda da belirttiğimiz gibi
Ortak Operasyon Odası’na bağlı Filistinli örgütler savaşı tereddütsüz büyütme
iradesini göstererek Siyonistlerle şiddetli çatışmalara girmişlerdi. Tüm
dünyanın gözü önünde açığa çıkan gerçeklere; yani Filistinli örgütlerin bir
ulusal direniş hattında birleşmesine, Filistin halkının bu örgütlerin
öncülüğünde mücadelesini sürdürmesine ve yapılan onca açıklamaya rağmen
Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi -ya da direnme savaşı- KUH tarafından
Hamas-İsrail arasındaki bir “çıkar” dalaşı olarak kabul edilmeye devam
etmiştir. Ancak savaş salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında değil, farklı
ideolojik-politik amaçlara sahip, bir araya gelen Filistinli örgütlerin
öncülüğünde Filistinlilerle Siyonist İsrail arasında sürmektedir.
KUH, Hamas’ın yöntemlerini doğru bulmadığını
açıklamıştır. Bu açıklama, Re’im’de gerçekleştirilen bir müzik festivalinde
Zaka kaynaklarına göre 260 sivilin Hamas militanları tarafından öldürülmesiyle
sonuçlanan saldırıyı gerekçe göstermektedir. İsrail kaynakları festivale
yönelik saldırıyı Hamas’ın düzenlediğini iddia ederken ve KUH bu kaynakları
esas alarak değerlendirmelerde bulunurken Hamas yetkililerinden saldırıya dair
yapılan açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir: “Kassam mensuplarının 7
Ekim’de sivilleri hedef aldığı iddiası tamamen iftira ve yalandır. Bunları
iddia edenler İsrail kaynaklarıdır. Bunu teyit eden hiçbir bağımsız kaynak
yoktur. O gün çekilen videolar ve İsraillilerin daha sonra yayınlanan ifadeleri
gösteriyor ki Kassam savaşçıları sivilleri hedef almadı, sivillerin çoğu İsrail
ordusunun ve polisinin şaşkınlığı sonucu İsrail polisi ve askeri tarafından
öldürüldü.” Devamında ise İsrail’in işlediği savaş suçlarından kaynaklı
Lahey’de UAD’da (Uluslarası Adalet Divanı) yargılanmasını engelleyen ABD ve
AB’ye “özellikle ABD, Almanya, Kanada ve İngiltere’ye eğer gerçekten adalete
inanıyorlarsa, Filistin’de işlenen tüm suçların soruşturulması için yargı
sürecine destek vermeleri” çağrısında bulunulmuştu.
KUH sözcülerinin bir başka argümanı ise Hamas’ın bir
İslam örgütü olmasıdır. Bu argüman baz alınarak ortaya atılan iddiaya göre RTE,
nasıl ki Rojava’da IŞİD terörizmini hortlattıysa Filistin’de de İsrail’li
sivillere saldıran Hamas’ı aynı şekilde hortlatmıştır(!) Çünkü Hamas da IŞİD
gibi İslamcı-cihatçı, kafatasçı bir örgüttür(!) IŞİD, Kürtlerin Rojava’daki
kazanımlarına dahası ulusal bağımsızlık talebine yönelen TC’nin ve emperyalist
efendilerinin beslemesi bir terör örgütü olarak Kürdistan’da faal hale getirilmiştir.
İslami niteliği gerekçe olarak gösterilen Hamas ise ulusal bağımsızlıkçı bir
hareket olarak işgalci İsrail devletine karşı savaşmaktadır.
Filistin halkının ezici bir çoğunluğu İslam dinine
mutabık bir kültüre ve yaşam tarzına sahiptir. Dolayısıyla Filistin
mücadelesinde Hamas’ın konumu hakkında bilimsel bir tahlil yapmak, örgütün ait
olduğu toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik gerçekliğini hesaba katmak,
örgütü ve toplumu kendi özgün koşulları ve dinamikleri içerisinde incelemek
elzemdir. Bu bağlamda Siyonistlerin “Hamas IŞİD’dir” vd. argümanlarını
benimseyerek Hamas ile IŞİD’i eşitlemenin bilimsel bir yaklaşım tarzını
yansıtmadığı aşikârdır. Hamas işgal karşıtı bir hatta ulusal bağımsızlık
talebine yönelirken IŞİD Kürt Ulusal Hareketine yönelmekte esasta
emperyalistlerin çıkarlarını korumaktadır. Rojava’da TC’nin Kürtlerin
kazanımlarına karşı IŞİD, ÖSO gibi çeteleri askeri, siyasi ve ekonomik olarak
desteklediği bilinmektedir. Bu çetelerin amacı Rojava’daki Kürtlerin can bedeli
verdikleri mücadelede elde ettikleri kazanımlarla daha büyük bir çatı altında
örgütlenmelerinin önüne geçmekti. Çünkü Rojava halkının olumlu eylemi, faşist
diktatörlüğün siyasi arenada, iç-dış politikada ve pazarda hareket alanının
sınırlanması anlamına geliyordu. Böylece Rojava’daki mücadelenin çetelerin de
devreye alınmasıyla tasfiye edilmesi planları pratik süreç içerisinde açığa
çıkmış oluyordu.
2018’de TC’nin ÖSO ile Efrin’e yönelik başlattığı
geniş çaplı harekât ve sonraki 4 yıl içerisinde Efrin’in demografik yapısındaki
değişimler son derece çarpıcıdır. Rojava Özerk Yönetimi’nin 2022 yılında
açıkladığı raporda şu ifadelere yer veriliyordu: “Resmi verilere göre 300
binden fazla Efrinli yurttaş göç etti. Şu anda Efrin’deki Kürt nüfusu yüzde 25
oranında azaldı. 400 binden fazla Arap Efrin’e yerleştirildi. Kamu alanlarının
isimleri Arapça ve Türkçe olarak değiştirildi. Türk bayrağı çekildi.” Adım adım
Kürtlerin sosyal ve ekonomik gelişme dinamikleri Efrin’de tasfiye edilmiştir.
Diğer taraftan IŞİD de TC ile organik ilişkiler içerisinde bulunup
emperyalistlerin çıkarlarını kollayan adımlar atmakta/ politikalar
yürütmektedir.
Hamas ise İslami bir niteliğe sahiptir ancak bu
Hamas’ı tanımlamak için yeterli değildir; aynı zamanda anti Siyonisttir.
İşgalci İsrail devletine karşı sürdürdüğü ulusal mücadele aynı zamanda
emperyalist güçlerin çıkarlarına yönelmektedir. Bu bağlamda yürüttüğü mücadele
objektif olarak anti emperyalist bir niteliğe bürünmektedir. Kuşkusuz tutarlı
bir anti emperyalist çizgi sadece komünistlerden beklenebilir. Kısacası Hamas
da ulusal bir hareketlere içkin olan tüm tutarsızlıklara sahiptir. Hamas’ın
IŞİD’ten ciddi ideolojik farklılıkları söz konusudur. Hamas kurulduğu sırada
İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgalci varlığına son verip
“Filistin İslam Devleti”ni kurmayı amaçladığını açıkça ilan etmiştir. Öyle ki
günümüzde de ABD’nin sıkça vurguladığı “iki devletli çözüm” modeline FKÖ
(Filistin Kurtuluş Örgütü) rıza gösterirken Hamas bu “çözüm”e karşı çıkmış ve
Siyonistlerle savaşa devam edilmesi gerektiğini savunmuştur. Dolayısıyla
Hamas’ın Siyonizm karşıtlığını anti semitizm değil, ezilen ulus çelişkisi
teşkil etmektedir. Onun ulusal baskıya yönelen eylemi objektif olarak devrimci
bir muhtevaya sahiptir. Emperyalistlerin ve Siyonist İsrail’in “Hamas=IŞİD”
şeklinde kurduğu denklem, Siyonistlerin katliamlarını meşrulaştırmak,
işledikleri savaş suçlarını hasır altı etmek bağlamında anlaşılırdır. Ancak
KUH’un aynı denklemin jurnal bir savunusunu yapması, Orta Doğu’da ulusal
kurtuluş savaşlarının yükselişe geçtiği böylesi bir dönemi anlamak bakımından
büyük talihsizliktir.
Yine Kürt Ulusal Hareketi’nin bileşenlerinden olan
Kürt orijinli “Marksist-Leninist” çevrelerin Filistin’in Siyonizm’e karşı
direnme savaşına dair aldığı tutum da farklı değildir. 7 Ekim’den bu yana
benzer argümanlar etrafında hemfikir olmuşlardır. Bu arkadaşlar, savaşın Kuşak
Yol, IMEC ve Ovaköy-Basra demiryolu-karayolu projelerinin bölgede güç dengeleri
açısından iyi okunması gerektiğini ve savaşın bu gelişmelerden bağımsız
olmadığını belirtmişlerdir. Şüphesiz, bölgede var olan ulusal sorunun temeli
pazar sorununa dayanmaktadır, bu okuma doğrudur. Ancak savaşın Hamas ile İsrail
arasında geliştiğine (Ortak Operasyon Odası ve içerisinde yer alan diğer
Filistinli gruplarla Hamas’ın ortak iradesi yok sayılmıştır), bunun yalnızca
Filistin ile İsrail halklarına zarar verdiğine, Filistin’in Hamas zihniyetinden
kurtulması gerektiğine ve “iki devletli çözüm”e dair ılımlı yaklaşımlarla ileri
sürdükleri görüşlerden ulusal soruna Marksist-Leninist pencereden bakılmadığı
anlaşılmaktadır. Yine bu arkadaşlar Hamas’ın Filistin halkını temsil
etmediğine dair kesin çıkarımlarda bulunmuşlardır. Hangi saiklere ya da somut
gelişmelere dayanarak böyle bir iddiada bulunduklarını bilmiyoruz fakat
Hamas’ın bugün Filistin halkının çoğunluğunu temsil ettiği bir gerçektir. Şeyh
Sait isyanına dair tartışmalar hatırlanabilir. İslami bir niteliğe sahip olduğu
diğer bir ifade ile feodal karakteri bilinir. Onun gerici/feodal karakteri
mahkûm edilirken Kürt ulusunun uğradığı milli baskı politikalarını sona
erdirmeye yönelmesi yani ulusal bağımsızlıkçı karakteri ayaklanmaya objektif
olarak devrimci bir muhteva kazandırdığı da komünistlerin dikkat çektiği bir
özelliğidir. Bu yönüyle Şeyh Sait isyanı demokratik bir muhteva taşıyordu. “Gerek
sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin
çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de
Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakıadırlar. … Kesin
bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva
taşıdığıdır.” (İ. Kaypakkaya)
Sonuç olarak, dostlarımız, somut koşulları doğru
okumalı, doğru tahlil etmelidir. En temelde de çıkarılacak sonuçlar, Kürt ulusu
ile Filistin ulusunun faşizme, Siyonizme, emperyalizme karşı haklı savaşlarını
büyütmesine hizmet etmelidir. Artık emperyalistler ve onların yerli iş
birlikçileriyle ezilen uluslar arasındaki çelişkiler geri dönülmez bir aşamaya
ulaşmıştır. Bu geri dönülmez aşamada ulusal soruna “kılıç ile boyun arasında”
öneriler sunmak yerine ezilen ulusların enternasyonal dayanışmasını örgütlemek
her zamankinden daha acil bir görevdir.
BİTTİ