17 Aralık 2024 Salı

Sosyalist Devrim Mi? Demokaratik Devrim Mi?_13 Aralık 2024_yusufkose@hotmail.com

TDH içinde, 1960-1970’lerde “milli demokratik devrim” argümanı ağır basıyordu. O günlerde bu saptama ülke gerçeği ile genelde uyuşuyordu. Çünkü ülke gerçekten emperyalizmin yarı-sömürgesi durumundaydı ve nüfusun yarısından fazlası köylerde yaşıyordu. Ancak, 50 yılı aşkın bir süre sonra aynı sloganı kullanmak, işçi sınıfının önüne, stratejik hedefi olarak “demokratik devrimi” koymak, ülke geçeği ile uyuşmadığı gibi, dün doğru olan slogan bugün sosyalşevonist bir sapmaya dönüşmüştür.

Demokratik devrimin bir yanı emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesini içerirken, bir yanı da tarım devrimini, daha doğrusu var olan feodal ve de feodal kalıntıları ortadan kaldırmayı hedefler. Yoğun bir topraksız köylü nüfusu olur ve toprak sorununu çözmek için demokratik bir devrim gereklidir. Ve demokratik devrim sosyalizme giden yolda ara bir aşama olur.

Çin Devrimi, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülkeler için bir örnek teşkil eder. Kapitalizmin geliştiği, feodal üretim ilişkilerinin kalmadığı bir ülkede, toprak devriminden söz etmek, kapitalizm gerçekliğiyle bağdaşmaz. Ya da kapitalizm kısmen geliştiği, yarı-sömürgeciliğin ağır bastığı ülkelerde, “milli demokratik devrim” gündemde olabilir. Bu tür ülkeler, genelde Afrika'nın bazı ülkelerinde söz konusudur.

Örneğin, Ekim Devrimi öngününde, Rusya'da da yoğun bir topraksız köylü nüfusu vardı. Ancak 1917 Şubat devrimi ile bu çözüldü. Çarlığın devrilmesi ve burjuvazi ile uzlaşan menşevik ve Sosyalist Devrimciler'in “geçici hükümet”de yer almasıyla, siyasal olarak demokratik devrim geçekleşmiş oldu ve Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen devrim doğrudan sosyalist devrim oldu. Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimciler'in tarım programını kullanmaları, devrimin sosyalist niteliğini değiştirmedi.

Bazı anlayışlar, feodal üretimin yok edilmesi için “devrim” bekliyor. Yani, feodalizmin topraktan tasfiyesinin ancak ve ancak proletarya önderliğinde “demokratik devrimle”olacağı görüşünde. Bu gerçekci değildir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında,, emperyalizm girdiği ülkelerde feodalizmin çözülmesini hızlandırıcı bir rol oynamıştır.

 Kapitalizm, girdiği ülkelerde feodalizmle uzun süre birlikte içiçe yaşayamaz. Yeni olan, baskın olan, eskiyi şu veya bu şekilde tasfiye eder. Bu tasfiye işlemi, devrimci bir tarzda değil, kapitalist gelişmenin doğal eğilimi içinde olur. Emperyalist bir dünyada, üretimin uluslararasılaşmasının en üst boyuta çıktığı bir süreçte, eğer, feodal üretim ilişkileri, bazı ülkelerde, az ya da çok varlığını sürdürüyorsa, emperyalistler arası çatışmanın, pazar paylaşımının sonucu ortaya çıkan boşluklar içinde varlığını sürdürüyordur. Örneğin Afganistan ve Afrika kıtasındaki bazı ülkelerde olduğu gibi...

Türkiye sosyalist devriminin önünde, bugün köylünün topraklandrılması esas görev değildir. Deyim yerindeyse, gelinen aşamada köylü kalmadı. TÜİK 2022 verilerine göre %7 civarında nüfus köylerde yaşıyor. Varolan köylülerin bir “toprak sorunu” yoktur. Kapitalizm köylülüğü son elli yıl içinde mülksüzleştirerek işçileştirdi. Varolan köylülük ise kapitalist üretim ilişkileri içinde olan bir köylülüktür. Yani, sosyalist devrimin çözeceği bir tarım sorunu vardır.

 Türkiye'de, topraksız köylülük lafı edilmeyecek derecede azalmıştır. Çünkü daha önce var olan topraksız köylüler, şehirlere çekilerek işçileştirilmişlerdir. Az miktarda toprak sahibi olan köylülükte şehirlere göç etmiş ve köylülerin bir kısmı ise mülksüzleştirilmiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan'da eski feodal toprak ağaları yoktur. Bunlar tamamıyle kapitalist çiftlikler halini almıştır. Ve tarım bütünüyle kapitalistleşmiştir. Kürdistan'da halen büyük toprak sahibi “şeyh” “şıh” varsa, bunlar kapitalist “şeyh” ve “şıh”tır. Toprağa bağlı müritleri olmayan, ama ücretli işçileri, dinsel ve siyasal etkinliği olan kesimlerdir. En gelişmiş kapitalist ülkelerde de bunların benzerleri bulunabilir. “Büyük Toprak Sahiplerinin Tasfiyesi” başlığı altında köylü-toprak sorununa yeniden döneceğim.

 Kapitalizm Boş Pazar Bırakmaz

 Kapitalizm her şeyi pazara bağlamıştır. İran'ın şeriat rejmiyle yönetilmesi, Katar, S. Arabistan, BAE gibi ülkelerin “şeriat rejimleri” olması, o ülkelerin feodal ya da yarı-feodal bir ekonomiye sahip oldukları anlamına gelmiyor. Tersine özellikle körfez dikatatörlükleri en gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Uluslararası sermayenin yoğunlaştığı alanlardır. Bu adlarını saydığım ülkeler emperyalist ülkelerdir. Nasıl ki, İngiltere ve Avrupa'nın bir çok ülkesinde “monarşi” kralların olması, o ülkelerin niteliğini “feodal” yapmıyorsa, “şeriat” adı altındaki yönetimleri de “feodal” nitelikli yapmıyor. Eğer, Afganistan, Taliban yönetimi altında devam ederse, dışardan ve içerden karıştırmalar olmazsa, orası da, bir süre sonra kapitalist üretim ilişkilerin egemen olduğu yer olmaktan kaçamayacaktır. Emperyalizm günümüzün en gerici sistemidir ve devamlı gericilik üretir. “Tanrı, nasıl, Trump'ı ABD'ye lider olarak gönderiyor”sa, bunları da yönettikleri halkın, inandığı tanrı “lider olarak gönderiyor”.

 

 Ayrıca, belirtmek gerekiyor, emperyalizmin krizi derinleştikçe, emperyalistler arası kutuplaşmadan kaynaklı çelişmeler keskinleştikçe, dinsel gericileşme, dine daha fazla sarılma'da birlikte gelir. Tek tanrılı dinler, her zaman egemen sınıfların hizmetinde olmuştur. Günümüzde de en sıkı şekilde emperyalizmin yayılmacılığının ve kapitalist sömürünün hizmetindedir. Kapitalist burjuvazi, feodal aristokrasiye karşı sekülerdi. Kapitalist gelişmenin o zaman buna gereksinimi vardı. Bugün emperyalizmin, sermaye birikimi ve egemenlik alanlarını genişletmesi için, sekülerizme değil dinsel gericiliğe gereksinimi var. Kapitalizmi seküler olarak görmek yanıltıcıdır. O gerilerde kaldı. Şimdi çağımız emperyalizm ve proleter devriler çağıdır. Burjuvazinin karşısında, feodal aristokrasi değil, onu yıkmak ve daha ileri bir sistem (sosyalizm) kurmak isteyen devrimci proletarya var.

 

 Buradan hareketle, kapitalist bir ülkede “demokratik devrim” savunuculuğu geri bir adım ve gericiliktir. Hele hele, Türkiye gibi emperyalist bir ülkede “Bağımsız Demokratik Bir ülke İçin Anti Emperyalist Mücadele1 “yi proleteryanın önüne esas starateji olarak koymak, Türk tekelci burjuvazisinin ülkeye her yönüyle egemen oluduğu gerçeğini yadsımak olur ki, bu sosyal şovenist bir teorik belilemedir.

 Son olarak Evrensel'in TÜİK'in “yabancı şirketlerle” ilgili haberini buraya alalım:

 "TÜİK yabancı kontrollü girişim istatistikleri"ni açıkladı. Buna göre, yabancı kontrolündeki girişim sayısı 2021'de 7 bin 424 iken, 2022'de 8 bin 134 oldu. Bu girişimlerin toplam cirodaki payı 2021'de yüzde 12,9, 2022'de ise yüzde 12,7 olarak kayıtlara geçti.”2

 Almanya'dan da bu konuyla ilgili rakamlar verelim. “2022 yılında tam 38.438 şirket yurt dışında yerleşik bir ana şirkete aitti.” ve “2022 yılı itibariyle, yaklaşık 4,4 milyon kişi yabancıların kontrolündeki şirketlerde çalışıyor.” ... “2022 raporlama yılında, Alman şirketlerinin neredeyse %14'ü orada (diğer Avrupa ülkelerinde -YK-) bulunan ana şirketler tarafından kontrol ediliyordu. ... ”3 Almanya'da faaliyet sürdüren yabancı tekellerin, Almanya'daki istihdam içindeki payları %10,2 iken, toplam cironun %22,3'dür. Ve bu satışların değeri ise 1 trilyon 95 milyar Avro kadardır.4 Oysa, Almanya'nın 2021 yılı GSYIH 3 trilyon 676 milyar Avro kadardı.5 Yani, Alman milli gelirinin yaklaşık üçte biri yabancı tekellerin kontrolündeki şirketlerin satışından elde edilmiştir. Ve bu tekellerin Almanya içindeki yatırımların payı, toplam yatırımların % 13,6'ını oluşturuyor. Almanya'daki brüt katma değerin %16,7'sini yabancı tekellerin işletmelerinden geliyor. Akdağ'ın anlayışıyla hareket edersek, Alman emperyalizmi yabancı emperyalist tekellerin işgali altında.

 

Bu örnekleri vermemin nedeni, sorunu yüzeysel ele alıp, emperyalist sistemin genel yapısı gözardı edilmektedir. İyi niyetli “anti-emperyalizm” karşıtlığı, emperyalist sistemin geldiği aşamayı doğru çözümlemeye yetmiyor. Emperyalist sistemin geldiği aşama diyalektik materyalist anlayışla ele alınmalıdır. Onu, ağır gümrük duvarları ile geriye döndürmenin olanaksızlığı açıktır.

 İçinde Sosyalizm geçmeyen bir anti-emperyalizm

 Y. Akdağ'ın adı geçen iki makalesinde de “sosyalizm” kelimesi geçmiyor. İnkar etmemek içn söyliyeyim. Bir tane geçiyor. O da M. Kemal'den aldığı bir alıntı içinde.

 

 Türkiye'yi „kapitalist ülke“, „tekelci burjuvazinin egemenliği„ olarak değerlendirenlerin, sosyalist devrim yerine „demokratik devrimi“ esas almaları, kendi teorik saptamalarıyla çelişiyor. Bunlardan bazılarını buraya alıp değerlendirelim.

 

 “...%98’i küçük işletme ölçeğinde olan işletmeler bu koşullarda faaliyet yürütmekte, bir kısmı tekelci ve emperyalist baskı nedeniyle iflasa sürüklenerek yok olurken, diğer bir kesimi büyükler için taşeron ve taşeronun taşeronu olarak yürüttükleri faaliyetle varlıklarını sürdürmekte;” 6

 

Yazar, bu değerlendirmeyi, ülkedeki küçük işletmelerin emperyalizmin etkisiyle iflasa sürüklendiğini gerekçelendirmek için yapıyor:

 

KOBİ'lerin toplam işletmeler içindeki yeri -en büyük emperyalist ülkelerden az gelişmiş kapitalist ülkelere kadar-, hemen hemen aynı orandadır. Yani, %99 -%98 arasındadır. Bu bilgi ve veriler “Emperyalist Türkiye” kitabımda yer almaktadır. Örneğin Almanya'da KOBİ'lerin toplam işletmeler içindeki oranı %99,3, büyük işletmelerin oranı ise %0,7 kadardır.7 Tekelciliğin geliştiği yerde, küçük üreticilerin ve küçük işletmelerin iflas ve yutulmaktan başka çareleri olamaz. Bu, ister Türkiye'de olsun, isterse ABD'de, genel durum budur ve bu, kapitalizmin olmazsa olmaz bir eğilimidir. Mülksüzleştirilme son sınırına kadar, yani mülksüzleştirenlerinde mülksüzleştirilmesine kadar devam eder.

 (Bir makalemde belirttiğim gibi, mülksüzleştirienlerin mülksüzleştirilmesi sürecine çoktan girilmişttir.)8 Büyük işletmeler %1'in altında olmasına karşın, belirleyici olan, ekonomiye ve siteme damgasını vuran ve devleti elinde tutanlar, söz konusu olan bu %1'dir. Bunun anlamı tekelleşmedir. Tekelci burjuvazinin egemenliğinin matematiksel göstergesidir. Ayrıca, küçük esnafın (genel anlmada KOBİ'lerin) iflasa sürüklenmesi, salt Türkiye'ye özgü değil, kapitalizmin en gelşmiş olduğu ülkelerde de KOBİ iflasları kapitalizmin krizileriyle daha da yagınlaşır. Yazarın, söz konusu küçük şirketlerin iflasının yoğunluğunu sadece “”yarı-sömürge”lere bağlaması, kapitalist sistemin genel yapısıyla çelişir. Sadece küçük şirketler değil, büyük tekellerin battığı ya da yutulduğu, kapitalist ekonominin genel bir eğilimdir. Özellikle krizi dönemlerinde bu tür iflaslar çoğalır. Şirket iflasları aynı yıl içinde Türkiye'de ise %19 azalmıştır.9 Şirket iflasları, “emperyalizme bağımlı ya da bağımsız olmakla” doğrudan bir ilişkisi olmayıp, kapitalizmin yapısal sorunudur.

Sosyalist devrimi'in “anti emperyalist” görevi yok mu?

Türkiye'deki bir çok devrimci örgüt ve parti, nedense, emperyalizmin ülkeden kovulmasının, ancak ve ancak “demokratik devrimle” başarılabileceğine inanıyor olmalılar ki, sosyalist devrimin önüne anti-emperyalizm görevini koymuyorlar. Ya da sosyalist devrimin böyle bir görevi başarıyor olabileceğine inanmıyor olmalılar ki, anti-emperyalist devrimi salt “demokartik devrim”le sınırlıyorlar.

Örneğin, MLKP'nin parti programının IV Bölümü'nde ; “asgari program” olarak, “anti-faşist, anti-emperyalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrim”10. Bütün görevi demokratik devrime yüklemişler. Ama, sosyalizm de anti-faşist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve “cins özgürlükçüdür”. Ayrıca, kadınların özgürlüğü demokratik devrimle kısmen gerçekleşirken, esas olarak sosyalizmle gerçekleştiği ve gerçekleşeceği bir gerçektir. Proletarya önderliğindeki demokratik devrimin herşeyden önce sınıf bileşimi daha farklıdır. Sosyalist devrimde proletarya önderliğindedir, ama sınıf bileşimi ve sınıf egemenliği daha farklıdır. Çin ve Rus Ekim Devrimleri bu iki devrime örnektir.

Ülkenin ekonomik yapısının kapitalist ve egemenliğin tekelci burjuvazinin elinde olduğu kabul edilecek, ancak, yine devrim “demokratik” nitelikli olacak? Oysa, tekelci burjuvazi soyut bir kavram değildir. Ülkedeki kapitalistleşmenin tekelci olmasından kaynaklıdır. Tekelci burjuvazinin olduğu yerde tekelci kapitalizm vardır. Kapitalist bir ülkede ise proletaryanın önündeki görev; (ülkede kapitalizm ve kapitalizmle bağlantılı ekonomik ve siyasal yapılar, buna emperyalist ilişkiler ve yatırımlarda dahildir) sosyalist devrimdir.

Türkiye'de ulusal sorunun olması, bu sorunu sosyalist devrimin çözemeyeceği anlamına gelmez. Soyalist devrim altında birden fazla ulusal sorunun çözümüne, Rus Ekim Devrimi buna en iyi örnektir.

„Ülkede feodalizm ya da feodal kalıntılar var, ve bunlar baş çelişkidir” diyenler, kendi belirlemeleri içinde “demokratik devrimi” esas almakla (ülkenin sosyo ekonomik yapısıyla çelişmesine karşın) tutarlıdırlar. Ama, kapitalizmin ve tekelci burjuvazinin egemenliğinden söz edenlerin, “demokratik devrime” sarılmalarının tek bir nedeni olabilir, halkçı politik çizgiden vazgeçememelerindendir. Halkçılık ise küçük burjuvazinin politikası ve düşünce tarzıdır. İleri olana karşı bu tür ayak diremeler, devrimci radikalizm yerine, reformizme sarılma düşünce tarzı olmasından kaynaklıdır. Tipik küçük burjuva düşünce tarzı.

Teori ve Eylem yazarı Y. Akdağ'dan uzun bir alıntı alalım. “Demokratik devrim”i savunanların hemen hemen hepsi aynı argümanları ileri sürüyorlar.

“Bu da bağımsızlık için bağımlılık ilişkilerinin tüm biçimlerine son verilmesini; emperyalizmin, mali sermaye ve uluslararası tekellerin hakimiyetinin son bulmasını gerektirir. Ancak, emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin tasfiyesiyle işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi için yürütülen mücadele birbirinden soyutlanamaz. Anti emperyalist mücadelenin zafere ulaşması için, emperyalizmin içerideki işbirlikçilerinin iktidarına son verilmesi ve halkın demokratik egemenliğine dayanan bir yeni yönetimin oluşturulması şarttır ve bu mücadele ancak işçi sınıfı öncülüğünde, tutarlı antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı çizgide sürdürülürse kesin zafer yönünde ilerletilerek bağımsızlık teminat altına alınabilir. İşçi sınıfı öncülüğü, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri iktidarının yıkılması ve yeni bir toplumsal yaşamın tesisi için en güvenilir toplumsal sınıf dayanağını oluşturacak, mücadelenin başarılı ve tutarlı şekilde sürdürülmesini sağlayacaktır.”11

“Büyük toprak sahibi” , “yarı-feodal üretim tarzı”, “feodal kalıntılar” gibi belirlemelerde bulunanlar, bunların ülke ekonomisi içindeki yerlerini istatiksel olarak birer birer açıklasalar ne iyi ederler. Türkiye'de bütün tekeller, irili ufaklı işletmeler, üretilen ve tüketilen mallar, bütün kalemleriyle ithalatı ve ihracatı, tarımı, sanayisi ve hizmet sektörü, kısacası her şey kayıt altında. Hatta kaynağı “belirsiz” olarak ülkeye giren sermayenin bile tutarı bilinmektedir.12 O zaman, bu meşhur “büyük toprak sahipleri”de bilinebilir. Böylece bunların nasıl bir iktidar ortağı olduğunu o zaman daha iyi analayabiliriz.

 

Yanlış bir anlamaya mahal vermeden, bütün ülkeler emperyalist ekonomik zincirin birer halkalarıdır. Uluslararası üretimin gelişmesiyle bu daha da pekişmiştir ve uluslar arası emperyalist sermaye bütün ülkelerin ekonomi ve siyasetine şu veya bu şekilde yön veriyor, etki ediyor. Emperyalist Türk tekelci burjuvazisi de uluslararsı emperyalist sermayeden ayrı değidir. Ama bu, birbirine bağımlılık, birbiriyle kıran kırana çatışmadıkları ve küçüklerin büyüklere boyun eğmediği anlamına da gelmiyor.

Öncelikle, alıntıdaki birinci cümleden başlayalım. Kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede, sosyalizm neden bu görevi yapamasın? Sosyalist devrimin bunları başaramaması için bir neden mi var? “Demokratik devrimi” ileri sürenlerin tek bir nedeni olabilir? “Milli burjuvaziyi” küstürmemek ya da onları da devrime katma niyeti?

Oysa, enternasyonal proletaryanın önünde çok önemli bir sosyalist devrim deneyimi var. Rus Ekim Devrimi. O, nüfusun yaklaşık %70'nin köylü olduğu bir ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirdi ve tam 14 emperyalist ülkeye karşı savaşım verdi ve onları ülkeden attı. Ama Lenin, “bu bir demokratik devrim” demedi.

Eğer “demokratik devrim”in gerekçesi, salt emperyalistlerin ülkedeki yatırımıysa, Türkiye'li devrimcilerden çok Alman, İngiltere ve ABD'li devrimcilerin önünde “anti-emperyalist bağımsızlık” mücadelesi olmalıdır. ABD'de uluslararsı yabancı tekellerin sermaye yatırımları, ABD'li tekellerin dış ülkelerdeki sermaye yatırımlarından daha fazladır.

Akdağ, emperyalizme bağımlılıkta yabancı sermayenin ülke içindeki sermaye yatırımlarına bakarak değelendirme yapmış. Türkiye'de 2022 yılında yaklaşık 202,5 milyar ABD doları sermaye yatırımı varken, 2023 yılında bu 156,5 milyar dolar'a düşmüş. Bu da bir yıl içinde, Türkiye'den ciddi bir sermaye kaçışının göstergesidir. Türk devletinin uzun zamandan beri ekonomik krizden çıkamamasının bir nedeni de bu büyüklükte bir sermaye çıkışı(kaçışı)dır. (UNCTAD WIR 2024)

ABD'ye bakalım. 2023 yılı itibariyle, ABD'ye dışardan gelen toplam yabancı sermaye yatırımı 12 trilyon 817 milyar ABD doları ve ABD'den dış ülkelere giden toplam sermaye yatırımının tutarı ise, 9,4 trilyon dolar. Yani, ABD yabancı sermaye cenneti. Akdağ'ın anlayışına göre, ABD'li devrimcilerin önünde duran esas görev; “antiemperyalist bağımsızlık” için “demokratik devrim” olmalı. Çünkü ABD'de Uluslar arası sermayeye “göbekten bağımlı”dır. İngiltere'de durum farklı değildir.

İşte, İngiltere'nin iç ve dış sermaye yatırım toplamı:

2023 yılı itibariyle, uluslararası yabancı tekellerin İngiltere'ye toplam sermaye yatırımı 3 trilyon ABD doları, İngiltere'nin dış ülkelere yabancı sermaye yatırımının toplamı ise 2 trilyon ABD doları civarındadır. Çin emperyalizminin durumu da farklı değildir. Bu ülkede uluslararası sermayeye “göbekten bağımlı”dır. İç sermaye (dışardan Çin'e gelen dış sermaye) stoku 3,5 trilyon ABD doları, dış sermaye (Çin'den diğer ülkelere giden doğrudan sermaye yatırım) stoku ise 2,9 trilyon ABD doları civarındadır.13 Faşist Trump'ın Çin'e giden dış sermaye yatırımını ABD'ye çekerek “Make America Great Again” ” vaat etmesinin bir nedeni de budur. ABD'ye daha fazla dış ülkelerden sermaye akışını kolaylaştıracak baskı ve teşvik politikalarını yürürlüğe sokmak istiyor. ABD ve diğer emperyalist ülkelerin dış borçlarını ise hesaba katmadım. ABD'nin toplam borcu, GSYIH'na oranı %130'u geçmektedir.

 

Burada anlatmak istediğim, uluslararsı sermaye yatırımının fazla olması, o ülkenin “yarı-sömürge”liğini göstermez. Dış sermaye daha fazla gereksinim duyduğu bir gerçektir. Bütün ülkeler, dış sermaye çekmek için yoğun çaba harcıyorlar ve uluslararası sermayenin gelip yatırım yapması için uzun vadeli büyük teşvikler sunuyorlar. Ancak, çok istemesine karşın, kriz içindeki emperyalist sermaye dış sermaye yatırımlarını yapamıyor. 2023 yılı itibariyle uluslararsı toplam dış sermaye yatırımları 1,3 trilyona gerilemiştir. 2015 yıllarında yaklaşık 2 trilyon ABD doları civarındaydı. (bkz. UNCTAD WIR Report 2024)

Emperyalist sistemin bu denli içiçeliğe geçmesi, uluslararası sosyalsit devrimin nesnel koşullarının fazlasıyla olgunlaştığının bir göstergesidir.

 

“Büyük Toprak Sahiplerinin Tasfiyesi”...

Teori ve Eylem Dergisi yazarı Akdağ'dan aktardığımız yukarıdaki uzun alıntıda şöyle bir belirlemede var.

“Ancak, emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin tasfiyesiyle işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi için yürütülen mücadele birbirinden soyutlanamaz.”

Proletarya önderliğindeki anti-emperyalist demokratik devrimin hedefleri için doğru. Ancak, anlatılan Türkiye olunca, “büyük toprak sahipleri”nden kast edilen ne? Türkiye'de feodal büyük toprak sahipleri yoktur ve kendisinin de böyle bir belirlemesi ya da “analizi” yok. Varolan büyük kapitalist toprak sahipleri, tekelci burjuvazinin içindedir. O sınıftan ayrı değildir. “ ... tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verilmesi..” gibi iddialı bir belirleme, tekelci burjuvazinin dışında devlete egemen olan bir kesim ya da iktidar ortağı daha varmış anlamına gelir. Y. Akdağ'ın adı geçen incelemesinde, okuyucuyu ikna edecek böyle bir veri yoktur.

 

Geçerken değinelim; “büyük toprak sahipleri” iktidara ortak olacak kadar güçlüyseler, bunların GSYH'a büyük bir katkısı olması gerekir. Türkiye'de tarımın GSYH'a katkısı %5,8 civarındadır.14 Buna karşın, 2005'de %25,5 olan toplam istihdam içindeki payı, 2024'de %14,6'ya gerilemesine karşın hala yüksek bir rakamdır.15 Diğer yandan ekilen tarım arazilerinin toplamı içinde 500-1000 dekar arası arazi sahiplerinin oranı %20 civarındadır.16 Büyük çoğunluğu orta ve küçük işletme(çiftçi)lerdir. Çiftçi Kayıt Sistemi verilerine göre ise toplamda 2 milyon 177 bin çiftçi var.

 

2014 yılı verisine göre de durum şöyle: “Toplam 3 milyon tarım işletmesinin yüzde 65’i 50 dönümün altında arazi varlığına sahip. Yüzde 83’ünün ise tarım arazisinin büyüklüğü 100 dönümün altında.”17 Devletin, köylüyü hızlı bir şekilde mülksüzleştirmesi (topraksızlaştırma) olmasına karşın, toprağın “toplulaşması”ni daha başarılabilmiş değil.18 2014 yılında 3 milyon olan çiftçi sayısı yıllar içinde azalmıştır ve azalmaya devam ediyor. Devlet de bunu destekliyerek, toprakların büyük mülk sahipleri elinde toplanmasını istiyor. Çiftçi sayısının her geçen gün azaldığının haberlerini, günlük bütün burjuva basını veriyor.

 

Binlerce dönüm toprak sahibi olan endüstiriel işletmeler vardır. Hayvancılık, tahıl, pamuk vb. gibi ürünleri üretenlerin elinde toplanmıştır. Bunlar tamamıyle endüstirieldir. Toprak sahipleri, ama sanayi içinde bir toprak sahibidir. Daha genel bir belirlemeyle, kapitalist üretim ilişkileri içinde olan toprak sahipleridir. Türkiye'deki “büyük toprak sahipleri” olsa olsa, ormanları, dereleri işgal ederek maden “arayan” Cengiz Holding vb.leri gibi uluslararsı tekeller vardır. Ya da Bill Gates ve Jeff Bozes gibi teknoloji tekelleri sahiplerinin de milyonlarca dönüm arazileri var. Ama bunlar, esas olarak teknoloji tekelleridir.

 TDH'nin 1960-1980 arasındaki siyasi gelenekten gelen bir çok siyasal yapı, ”demokratik devrim”den de, “toprak sahipleri iktidarın” belirlemesinden de vaz geçmediler ve vazgeçemiyorlar. 

14.12.2024

 1Yusuf Akdağ, https://teoriveeylem.net/tr/2023/03/27/turkiyenin-emperyalizme-bagimliligi-ve-anti-emperyalist-mucadele/

2https://www.evrensel.net/haber/536668/tuik-toplam-cironun-yuzde-12-7si-yabanci-kontrollu-girisimler-tarafindan-elde-edildi 12 Aralık 2024 ayrıca bkz. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Yabanci-Kontrollu-Girisim-Istatistikleri-2022-53804

3https://www.destatis.de/DE/Themen/Branchen-Unternehmen/Unternehmen/Auslandskontrollierte-Unternehmen/_inhalt.html

4https://www.bpb.de/kurz-knapp/zahlen-und-fakten/globalisierung/52864/deutschland-auslandskontrollierte-unternehmen-i/ 06.09.2024 /

5https://de.statista.com/statistik/daten/studie/1251/umfrage/entwicklung-des-bruttoinlandsprodukts-seit-dem-jahr-1991/

6Y. Akdağ, agM

7https://de.statista.com/statistik/daten/studie/731901/umfrage/verteilung-unternehmen-in-deutschland-nach-unternehmensgroesse/

8https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec

9Federal İstatistik Ofisi'nin iflas istatistiklerine göre, Almanya'da 2023'te 17.814 şirket iflas başvurusunda bulundu; bu sayı, 2022'ye kıyasla yaklaşık 3.200 (+%22,1) daha fazla. Krizler ve artan finansman maliyetleri göz önüne alındığında bu artışın beklenmesi gerekiyordu. ABD'de (2023) iflaslar, bir önceki yıla göre %18 artarak 445 binin üzerinde gerçekleşmiş. https://www.ifm-bonn.org/statistiken/gruendungen-und-unternehmensschliessungen/unternehmensinsolvenzen https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/sirket-iflaslari-10-yilin-en-yuksek-seviyesine-cikti/

10İbrahim Çiftçi, Marksist-Teori, Ekim-Kasım 2024, sf. 93, sy. 62

11Yusuf Akdağ, https://teoriveeylem.net/tr/2023/03/27/turkiyenin-emperyalizme-bagimliligi-ve-anti-emperyalist-mucadele/

122022'nin ilk 8 ayında Türkiye'ye 28,3 milyar dolarlık kaynağı belirsiz para girişi oldu. https://www.sozcu.com.tr/kaynagi-belirsiz-para-girisi-8-ayda-283-milyar-dolar-oldu-wp7412642

13Bütün bu rakamlar 2UNCTAD'ın World Inwestment Report 2024, sf. 180-182'den alınmıştır. https://unctad.org/system/files/official-document/wir2024_overview_en.pdf

14Türkiye bankalar Birliği Tarım Sektörü Raporu, sf. 12 Haziran2023, İstanbul

15https://www.tarimorman.gov.tr/SGB/Belgeler/Veriler/IstihdamIsgucu.pdf

16https://www.kkb.com.tr/Resources/ContentFile/Tarimsal-gorunum-saha-arastirma-raporu2022.pdf

17Ali Ekber Yıldırım https://www.tarimdunyasi.net/2014/05/06/toprak-sahibi-40-milyon-hissedar-icin-karar-zamani/

18“Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu ve Türk Medeni Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/273393

http://yusuf-kose.blogspot.com/2024/12/sosyalist-devrim-mi-demokaratik-devrim.html
 

14 Aralık 2024 Cumartesi

Türkiye’de Milli Mesele===(ULUSAL_MESELE) ....İBRAHİM KAYPAKKAYA........ 221_276_seçme yazılar

1. Milli Meselede Şafak Revizyonizminin Tezleri “Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı.” (Program Taslağı, Madde 10) “Yurdumuzda yaşayan 6 milyon nüfuslu Kürt halkı burjuva ve toprak ağası iktidarların ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırdı. Amerikancı iktidarların Kürt halkını yıldırmak için giriştiği en ağır zulüm ve işkencelere göğüs gerdi. Kürt halkının demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele hızla güçlenmektedir.

Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri bu mücadeleyi destekliyor. Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası iflas etmekte ve halkları devrim yolunda birleştiren bağlar sağlamlaşmaktadır.” (Program Taslağı, Madde 25)

“Hareketimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar.” “Hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünde tayin edilmesi için çalışır.” “Hareketimiz, Türkiye’nin iki kardeş halkının demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak birleşmelerine yönelen bir siyaset izler.”

“Hareketimiz, Türk ve Kürt halklarının devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden her milliyetten gerici hâkim sınıflarla ve onlarn bölücü politikalarıyla mücadele eder.” (Program Taslağı, Madde 52) “Marksist-Leninist hareket, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının en tavizsiz savunucusudur ve aynı zamanda Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için 221 mücadele edecektir.

 Bununla beraber, Marksist-Leninist hareket, Türkiye’nin iki kardeş halkının, demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak birleştirilmelerine yönelen bir siyaset izleyecektir.” (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi durum, s. 74) “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tavizsiz olarak savunacağız.” (agy, s. 72) “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı[sonradan kurtuluşu], yoksul köylülere dayanan toprak devrimi mücadelesinden ve emperyalizme karşı mücadeleden koparılamaz.” (agy, s. 73) “Kürt halkına karşı yürütülen milli düşmanlık ve eritme politikası...

” (Kızıl Siyasi İktidar Kurulması Meselesi Üzerine) “Kürt halkına uygulanan milli baskılarla mücadele...” (agy) “Kürt halkının kaderinin tayin hakkınısavunmaya ısrarla devam etmeliyiz.” (agy) Eski adıyla Proleter DevrimciAYDINLIK (PDA), yeni adıyla Şafak revizyonizminin yeni dönemde, yani 26 Nisan 1971 sıkıyönetiminden beri milli meselede ileri sürdüğü tezlerin hemen hepsi bunlardır. Milli meselede sıkıyönetim öncesi izlenen çizgi üzerinde durmuyoruz.

 Çünkü o dönemde koyu bir Türk milliyetçiliğinin, Mihricilikten miras azgın bir hâkim ulus milliyetçiliğinin hüküm sürdüğü, hareketle ilgisi olan hemen herkesin malumudur. Şimdi, milliyetçiliğin daha ince ve aldatıcı biçimleri geliştirilmiştir ki, bugün mücadele edilmesi ve çürütülmesi gereken bunlardır. Bu tezler üzerinde duralım:

2. Milli Baskı Kime Uygulanıyor? 

Şafak revizyonizmine göre milli baskı, Kürt halkına uygulanmaktadır. Bu, milli baskının ne olduğunu anlamamaktır. Milli baskı, ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının, ezilen bağımlı ve uyruk milletlere uyguladığı baskıdır. Türkiye’de milli baskı, hâkim Türk milletinin hâkim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt milletine,sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere uyguladığı baskıdır. 

Halk ve millet aynışeyler değildirler.

 Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta halli köylüleri, yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı, demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer. 

Oysa millet, hâkim sınıflar da dâhil, bütün sınıf ve tabakaları içine alır. 

“Millet [veya ulus]; 

dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur.” (Stalin) 

Aynı dili konuşan, aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dâhildirler. Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır. 

Halk, her tarihi dönemde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakaları ifade eder. Halk, belirli bir tarihi dönemde ortaya çıkan ve sonra yok olan bir topluluk olmayıp, her tarihi dönemde mevcut olan bir topluluktur. Oysa millet, kapitalizmle birlikte, “kapitalizmin yükselme çağı”nda ortaya çıkmıştır;sosyalizmin ileri bir aşamasında yok olacaktır. Halkın kapsamı, her devrim aşamasında değişir.

 Oysa milletin kapsamı, devrim aşamalarına bağlı değildir. Bugün Kürt halkı kavramına Kürt işçileri, Kürt yoksul ve orta halli köylüleri, şehir yarı-proleterleri, şehir küçük burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin demokratik halk devrimisaflarına katılacak olan devrimci kanadı girer. Oysa Kürt milleti kavramına, bu sınıf ve tabakalardan başka, Kürt burjuvalarının diğer bütün kesimleri ve Kürt toprak ağaları da girer. 

Bazı çokbilmiş akıldaneler, toprak ağalarının milletten sayılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta bunlar Kürt bölgesinde toprak ağalarının mevcut olması sebebiyle Kürtlerin henüz bir millet teşkil etmediği kerametini de yumurtluyorlar. Bu, korkunç bir demagoji ve safsatadır. Toprak ağaları aynı ortak dili konuşmuyor mu?

Aynı toprak üzerinde oturmuyor mu?

Aynı iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde bulunmuyor mu? Hem sonra milletler, kapitalizmin gelişmesinin son sınırına ulaşmasıyla değil, kapitalizmin şafağında ortaya çıkarlar. Kapitalizmin bir ülkeye, bir bölgeye belli ölçülerde girmesiyle ve o ülkede, o bölgede pazarları belli ölçüde birleştirmesiyle, millet olmanın diğer şartlarını bir arada taşıyan topluluklar artık millet haline gelmiş sayılırlar. 

Eğer öyle olmasaydı, kapitalist gelişmenin sınırlı olduğu bütün geri ülkelerdeki ve bölgelerdeki istikrarlı toplulukları milletten saymamak gerekirdi. Çin’de 1940’lara kadar oldukça kuvvetli bir feodal parçalanma mevcuttu; bu mantığa göre Çin’de daha önce milletlerin varlığını kabul etmemek gerekirdi. 1917 Devrimi’ne kadar Rusya’nın geniş kırlık bölgelerinde feodalizm kuvvetle mevcuttu; bu anlayışa göre Rusya’da milletlerin varlığını kabul etmemek gerekirdi.

 Türkiye’de mesela, Kurtuluş Savaşı yıllarında bugünkünden çok daha kuvvetli olarak feodalizm mevcuttu; bu anlayışa göre o yıllarda Türkiye’de hiçbir milletin var olmadığını kabul etmek gerekirdi. Bugün dünyanın iktisaden geri ve ezilen bölgelerinde ve ülkelerinde, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da değişen ölçülerde feodalizm mevcuttur; bu anlayışa göre, iktisaden geri bölgelerde ve ülkelerde milletlerin varlığını kabul etmemek gerekmektedir. Kürtlerin bir millet oluşturmadığını ilerisüren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. 

Zararlıdır çünkü, böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna, milli baskıların, imtiyazların vs... kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele suya düşmüş olur. 

Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı suya düşmüş olur. Emperyalistlerin, geri milletlerisömürgeleştirmesi, onların içişlerine burnunu sokması, kendi kaderini tayin hakkını alçakça çiğnemesi, “onların bir millet teşkil etmediği” gerekçesiyle meşrulaştırılmış olur.

 Aynı şekilde, çok milletli devletlerde, hâkim milletin uyruk milletler üzerindeki her türlü zulmü ve zorbalığı meşrulaştırılmış olur. Toprak ağalarının bulunması halinde milletten söz edilemeyeceğini iddia edenler, emperyalizmin ve hâkim milletlerin borusunu öttürmektedirler. 

Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil etmediğini iddia edenler, Türk hâkim sınıflarının borusunu öttürmektedirler. Bilindiği gibi Türk hâkim sınıfları da Kürtlerin bir millet olmadığını iddia etmektedir. Bunlar, Türk hâkim sınıflarının imtiyazlarını savunmak suretiyle çeşitli milliyetlere mensup emekçi halk kitleleri arasındaki güveni, dayanışmayı ve birliği alçakça sabote etmektedirler. 

Çözülmemiş bir feodalizm şartlarında yaşayan bir topluluk, elbette millet olarak nitelendirilemez. Ama bugün dünyanın neresinde böyle bir feodalizm mevcuttur? Kapitalizm daha 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında ezilen Doğu Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın hayatına sessizce girmiş oralarda ulus çapında pazarları bir ölçüde birleştirerek iktisadi yaşantı birliğini sağlamış, milletlerin teşekkülüne yol açmış bulunuyordu. 

Bugün millet haline gelmemiş kabile toplulukları, dünyanın bazı bölgelerinde ve çok sınırlı bir alanda mevcuttur ki, bunlar, söz edilmeye değmeyecek kadar azdır. Özetlersek; Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil ettiği, gözü, azgın Türk şovenizmiyle karartılmamış olan herkesin kabul edeceği tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir. Kürt işçileri, yoksul ve orta halli köylüleri, yarı - proleterleri, şehir küçük-burjuvazisi, bütün Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları Kürt milletinin kapsamına dâhildirler.

Milli baskı sadece Kürt halkına değil, Türk hâkim sınıflarıyla her bakımdan kaynaşmış bir avuç büyük feodal bey ve üç-beş büyük burjuva hariç, bütün Kürt milletine uygulanmaktadır. 

Kürt işçileri, köylüleri,şehir küçük-burjuvazisi, küçük toprak ağaları milli baskıdan acı çekmektedir. Hatta milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir. Çünkü hâkim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları, ülkenin bütün zenginliklerinin ve pazarlarının rakipsiz sahibi olmak isterler. Devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler. 

Diğer dilleri yasaklayarak, pazar için son derece gerekli olan “dil birliği”nisağlamak isterler. Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları, bu emellerin önüne önemli bir engel olarak dikilir.

Çünkü o da kendi pazarına kendisi sahip olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın işgücünü kendisi sömürmek ister. İki milletin burjuva ve toprak ağalarını birbirine düşüren güçlü ekonomik etkenler bunlardır; hâkim millete mensup burjuva ve toprak sahiplerinin ardı arkası kesilmeyen milli baskılara girişmesi buradan gelir; milli baskıların, ezilen ulusun burjuva ve toprak ağalarına da yönelmesi buradan gelir. Bugün faşist sıkıyönetim, Diyarbakır hapishanesini Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının sözcüsü demokrat Kürt aydınlarıyla, gençleriyle doldurmuştur. 

Bugün küçük toprak ağaları ve bir kısım Kürt din adamları da zindanlardadır. Veya zindanlara tıkılmak için aranmaktadır. Bir avuç büyük toprak ağasına, onların yaltakçılarına ve üç-beş büyük burjuvaya gelince: Bunlar öteden beri Türk hâkim sınıflarıyla ittifak kurmuşlardır. Her türlü imtiyaz, Türk hâkim sınıfları gibi bunlara da açıktır. Ordu, jandarma ve polis bunların da hizmetindedir. 

Kemal Burkay şöyle diyor: “Feodal beyler, eski hükümranlık iddialarını terketmişler; yani onlar, artık bazı küçük krallıkların tek hâkimi olma inatçılığını bırakmışlar, buna karşılık burjuvaziyle ekonomik ve politik alanda işbirliği kurmuşlar. Ağalar, ağa-dedeler, hatta şeyhler ticaret yapıyorlar, topraklarını traktörle işletiyorlar, banka kredilerinde aslan payı onların. Encümen azası, belediye başkanı, mebus, bakan da oluyorlar. Partiler, onların avuçlarında. 

Şimdi ‘Kürdistan Emirliği’davası güden bir Şeyh Sait yok; ama meclislerde grup sözcülüğü filan yapan ‘doçentşeyhler’var... Şimdi, Dersim dağlarında hüküm ferman bir Seyit Rıza yok; ama aynı dağlardan çıkan ve önce İskenderun’a, oradan da İtalya’ya Amerika’ya sevk edilen krom madeninin ulaşımından önemli miktarda komisyon alan bir torunu var. Ve doğulu feodalite kalıntıları şimdi bürokrasiyle rahat anlaşıyorlar; o günden bu yana kravata ve fötr şapkaya alıştılar.

” Kemal Burkay’ın belirttiği şeyler, büyük toprak ağaları ve üç-beş büyük burjuva ve bunların yaltakçıları için doğrudur ama, onun göstermek istediği gibi, bütün “feodal kalıntılar” için ve bütün Kürt burjuvazisi için asla doğru değildir. Küçük toprak ağalarının ve Kürt burjuvalarının çok büyük bir kısmı, Türk hâkim sınıflarının milli baskısına maruz kalmaktadırlar. 

Bunlar, hatta büyük Kürt feodal beylerinin de baskısına maruz kalıyorlar. Bir avuçluk büyük toprak ağaları, küçük toprak ağalarından zorla ve baskıyla büyük haraçlar alıyor. Küçük toprak ağalarının ve Kürt burjuvazisinin, büyük feodal beylere ve bunların yaltakçılarına öfkelenmesi, işte bu iki sebebe dayanıyor. 

Bizzat Kemal Burkay’ın bunlara gösterdiği tepki de burdan geliyor. Kemal Burkay, “Türk burjuvalarıyla” tamamlaşan “feodal kalıntıların” dışında, homojen bir “Doğu halkı”ndan söz ediyor. Bunların içine Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının da girdiğini ustalıkla gözden saklayarak (“Doğu halkıyla şeyh, ağa, ağa-dede ve işbirlikçi burjuvalar gibi tutucu unsurlar dışındaki tüm halkı kastediyorum”). Böylece, Kürt proletaryasıyla, yarı-proletaryasıyla ve yoksul ve aşağı orta halli köylüleriyle Kürt burjuvaları ve küçük toprak ağaları arasındaki çelişki de göz ardı edilmiş oluyor. Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının kendi sınıf emelleri, proleter, yarı-proleter unsurların ve yoksul köylülerin emelleriyle bir ve aynı gibi gösterilmiş oluyor.

 Şimdilik özet olarak şunu belirtelim ve geçelim:

 Kürt işçileriyle, yarı-proleterleriyle, yoksul ve orta köylüleriyle, şehir küçük-burjuvazisiyle birlikte Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da milli baskıya maruzdur. Ve Kürt milli hareketinin saflarını bu sınıflar teşkil ediyor. Milli baskılara karşı birleşen bu saflardaki her birsınıfın elbette kendine has emelleri ve hedefleri de var. Biz bunlardan neyi, nereye kadar destekleyeceğimizi ilerde belirteceğiz. Şafak revizyonistleri, milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını ileri sürmekle şu iki yanlıştan birine düşmektedir:

 Ya bu KÜRT HALKI ifadesi doğru olarak kullanılmakta, bütün Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları bunun içine dâhil edilmemektedir; bu takdirde Kürt burjuvalarına ve küçük toprak ağalarına uygulanan milli baskı gözlerden saklanmakta; bu baskı dolaylı olarak tasvip edilmekte, böylece Türk milliyetçiliği çizgisine düşülmektedir; ya da Kürt halkı kavramına yanlış olarak bütün Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da dâhil edilmektedir; bu takdirde milli baskının yanında bir de sınıfsal baskı altında olan Kürt halkı üzerindeki katmerli baskı gözlerden saklanmakta, milli hareketle sınıf hareketi, bir ve aynı şey gibi gösterilmekte, böylece Kürt milliyetçilerinin çizgisine düşülmektedir. 

Ayrıca, Kürt milletinin dışında da, bir ulus teşkil etmeyen azınlık milliyetler vardır ve bunlar üzerinde de dillerini yasaklamak vb.şeklinde milli baskı uygulanmaktadır. Şafak revizyonistleri bu noktayı tamamen bir kenara bırakıyorlar. 

3. Milli =ULUSAL=Baskının Amacı Nedir?_____DEVAM EDECEK

TÜRKİYE BÜYÜK RESMİN NERESİNDE_Hüseyin Karakuş_13.12.2024

Geniş açıdan baktığımızda Türkiye  çizilen resimde fazla bir yer kapsamıyor. Satranç tahtasına baktığımızda ise pozisyon itibariyle biraz  önem arzetse de maçın kaderini değiştirecek  bir taş konumunda gözükmüyor.

 Doğaldır ki herkes mevcut konumunu güçlendirme ve etkin bir rol kapma peşinde olacaktır. Perde önüne ve görünen konumlara bakılarak nihai karar vermek zor. Niyet okuyarak hareket edilemeyeceğine göre objektif koşullar içinde sahadaki durumu iyi analiz ederek, geçmişten beri izlenen politika ve planları dikkate alarak gidişatın yönünü görebilir ve ona uygun düşünce ifade edebiliriz.

      Olayların nasılını, niçinini fazla konuşup yazmaya gerek yok. Artık her şey ortada.Suriye'nin her şeyini ele geçirdiler, kapanın elinde kalıyor. Siyaset boşluk tanımıyor,  boşluktan yararlanan bir yerlere bayrak dikiyor, kimileri ise demokrasi ve istikrar vurgusu yapıyor.

     Çıkar için sağdan soldan toplanan hırsız, aylak, bilinçsiz, paramiliter  cihatçı zihniyetten demokrasi, adalet, insan hakları, kadınlara insanca davranış vs. beklenmez.

     Dıştan yönlendirme ve makyajla bir devlet yönetimi nereye kadar gidebilir. Bir noktada kendi özüne dönecektir. En somut örneği Afganistan.

     Hırsız çalarken kavga etmez, paylaşırken kavga eder. Henüz kendi aralarında paylaşım başlamadı.

Öyle ki, Suriye'deki gelişmeler Türkiye'yi direkt ilgilendirecek. Suriye'den Türkiye'ye hayır gelmez bela gelir. Paylaşım başlarsa istikrar değil çatışma olur.

     Türk devleti Rojova'ya karşı bazı tacizler yapabilir, MSO'nu kullanarak çatışmalar çıkartabilir ancak çok fazla bir zarar verecek harekat yapacağını düşünmüyorum. Türk devleti yapmak istese bile buna ABD 'nin ve İsrail'in müsaade edeceğini sanmıyorum. Bir süre sonra PYD ile ilişki içine girilirse de kimse şaşırmasın. Büyük resme bakıldığında aslında aynı cephe içinde oldukları rahatlıkla görülecektir.

      Suriye'deki gelişmeler ve gidişat üzerine Kürtler ve Türkiye'deki tüm sol yapılar çok iyi düşünmek, sorunun bölgesel ve küresel anlamda önemini ve ciddiyetini kavrayarak ona uygun politikalar geliştirerek tüm halkların lehine olabilecek çözümleri üretip asgari müştereklerde birlikte hareket etmek zorundadır. Artık bu bir gereklilikten öte  bir zorunluluktur.

     Sorumluluk sahibi her yapı ve kuruma Türkiye'nin de içine çekileceği Lübnan'laşmaya müsaade etmemek için tarihi görev ve sorumluluk düşüyor.

      Rusya Suriye'yi daha büyük menfaati için üsleri dışında çekildi ama bana göre stratejik hata yaptı, stratejik ilişki içinde olduğu ülkeler nezdinde güven kaybetti. Bence bunun bedelini ağır ödeyecek. Daha önce yaptığım paylaşımlarda "ABD ve NATO'lu emperyalist devletlerin esas hedefi Rusya'yı Kaflaslardan kuşatmak. Bunu başardıkları oranda Rusya'nın tepesine bilecekler." demiştim. Rusya, Suriye'yi bırakıp gitmekle emperyalistler bu amaçlarına bir  adım daha yaklaşmış oldular. Yine daha önceki paylaşımlarımda demiştim ki, "İran'ı aşmadan Kafkaslardan ve Orta Asya'dan Rusya'yı kuşatmalaı pek mümkün değil." Daha önce İran üzerinden denedilerek olmadı. Batıdan Ukrayna üzerinden denediler, Rusya bunun önünü daha Ukrayna sınırları içindeki topraklarda kesti, sınırına yaklaştırmadı. Bir süre sonra Ukrayna  üzerinden kuşatma harekatı devreden çıkabilir. Zaten Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan Rusya açısından pek de güvenilecek devletler değiller.  Suriye engeli de ortadan kalktığına göre  şimdi tekrar İran üzerinden denemeye kalacaklar diye düşünüyorum.      13.12.2024 

Çözümsüzlük açmazının Kürt milliyetçilerini vardırdığı nokta_Halil Gündoğan_14.12.2024

Bundan kısa bir süre önce, “Yeni Ortadoğu İçin İsrail-Kürt İttifakı Gelecekteki Riskler Ve Fırsatlar” ana temalı bir panel düzenlenmişti. Verilen bilgiye göre panel, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden Kürt akademisyen Veysi Dağ tarafından organize edilmişti. Panelistler üç İsrailli akademisyen ve Kürt tarafını temsilen de Kürdistani Parti (PAKURD) kurucu başkanı vardı.

Panelistlerin tamamı, İsrailler ile Kürtler arası ittifakın ta Asurlar, Babiller vs. dönemlerinden beri devam edegelen tarihi bir kökenini olduğunu uzun uzun anlatarak başladı. Yani “bin yıllık Türk-Kürt Kardeşliği”nden daha da eski tarihlere dayanan, alternatif bir “kardeşlik hikayesi”. Ve yine panelistlerin tamamı, bugünün koşullarında gerekliliği elzem görülen Kürt-İsrail İttifakını, bu “köklü tarihi miras” ve “benzeşen ortak tarihsel yaşam öyküsü” üzerinden kurgulamayı tercih etti: “Her iki halk bin yıllarca devletsiz bırakıldı ve sürgün edildi. Bu ortak yönümüz bizim birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak güçlü bir bağdır. İsrail bu makus talihi yıkıp, kendisini yoktan var ederek devletleşti.

Şimdi sıra, İsrail’in desteğiyle Kürtlerdedir. Kürtler devletlerini kurabilirse, yok edilmek üzere dört taraftan kuşatılmış İsrail’in bu coğrafyadaki en büyük koruyucuları olacaklardır. İki kardeş devlet sırt sırta verirse hiç kimse onlara yan gözle bakamaz. Bu yüzden, yaşanmakta olan bu tarihi fırsatları değerlendirip, mutlak surette bu ittifakın kurulmasını sağlamalıyız.” mealinde şeyler.

Bunlar, itiraz etmeyi pek de gerektirmeyen, anlaşılabilir şeylerdir elbet. Fakat o koca koca Prof. Ünvanlı ve güya “mazlumun hak arayıcıları” ve ilerici-demokrat, insan hakları savunucuları olarak takdim edilen bilim insanların hiçbiri ağzına İsrail Devleti’nin bir başka halkı yerinden yurdundan etme ve soy kırıma uğratma pahasına kurulduğuna değinmedi bile… İsrail’in kendisine hak gördüğü devlet olarak var olma hakkını, Filistin halkına tanımamakta ısrar etmesindeki haksızlığı ve vicdansızlığı kınamadı bile… Kuruluşundan beri sürekli ve sistemli bir şekilde Filistin topraklarını işgal ve ilhak ederek, topraklarını mislince büyütme siyasetini, dokundurma yoluyla da olsa, eleştirmedi bile. Belki de daha da vahimi, son bir yıl içinde Gazze’de gerçekleştirilen soy kırımı lanetlemedi bile…

 

“Kürtlerin Anası” olarak takdim edilen Prof. Dr. Ofra Bengio, çeşitli Kürt grup ve çevreleriyle olan ilişki düzeylerini ifade ederken şu ifadeyi kurabildi: “Örneğin PKK ile ilişkilerimiz oldukça gergindi. Çünkü PKK geçmişte Filistin Kurtuluş Örgütü’ne de destek veriyordu.”

 

Sayın Bengio bu ifadesiyle kendisini Siyonist İsrail devleti ve milliyetçileriyle özdeşleştirmiş oluyordu bir bakıma: Filistin halkına duyulan düşmanlığın boyutuna bakın ki PKK’nin, kendisi gibi haklı bir davanın temsilcisi olan FKÖ’yü desteklemesindeki özü anlamaya bile çalışmamış. Ezilenlerin ve mağduriyeti yaşayanların dayanışmasını mazur görme olgunluğunu dahi gösteremeyen birinin, “Kürtlerin anası” olarak payelendirilmesi de ayrıca ironiktir. Yıllardır kendi devletinin zulmüne maruz kalan mazlum Filistin halkının acısını yüreğinde hissetmeyen birinin, hiçbir çıkar gözetmeksizin, samimiyetle Kürt veya bir başka halkın acısını hissetmesini beklemek, safdillik olur herhalde.

 

Ve ilginçtir; vicdan yoksunu bu kaskatı milliyetçi pragmatist yaklaşım, panelistlerin tamamın ortak paydasıydı da.

PAKURD adına konuşan panelist aynen şu ifadeleri kuruyordu: “(…) 7 Ekim 2023 olaylarından sonra Ortadoğu’da yeni bir dönem başladı. Hamas’ın masum sivillere karşı gerçekleştirdiği terör saldırısı bazılarında sevinç yarattı ve onlarda, Yahudi halkını yok etmelerini ilerletmeleri için adeta umut yarattı. Bence İsrail’in bu saldırıya karşı hızlı ve kararlı bir şekilde yanıt vermekten başka bir seçeneği yoktu. İsrail Hamas’a ve Hizbullah’a karşı ağır darbeler indirdi. Ancak herkes biliyor ki bu iki örgüt İran başta olmak üzere bazı devletlerin piyonlarıdır. ‘Direniş ekseni’ denilen yapı özellikle İran’a bağlı güçleri koordine ederek Yahudileri ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu gerçek bize şunu açıkça gösteriyor: Eğer bu İslamcı terör örgütlerinin güçleri yetecek olsa Yahudi halkından tek bir kişinin hayatta kalmasına izin vermeyecekler. Aynı zamanda bu ‘Direniş ekseni’ doğrudan veya dolaylı olarak Kürtleri de İsrail ile aynı kefeye koyuyor. Herhangi bir bağ olmasa bile Kürtler İsrail’in müttefiki olarak görülüyor ve bizleri de aynı düşmanlıkla hedef alıyorlar. (…)”

“İsrail Kürtlerin ortaklığını kazanmadan bölgede gerçek bir liderlik rolü üslenemez. (…) Bu durumda Kürtler ve İsrail birlikte neler yapabilir (…) İsrail güçlü bir devlet ve bize göre 7 Ekim 2023’den sonra Ortadoğu’nun yeni lideri olmuştur. İsrail güçlü liderliği ve etkisiyle ABD ve Avrupa’da Kürtler için yeni fırsatlar yaratabilir. (…) Biz sizin yeni Ortadoğu vizyonunuzun müttefikleri olmak istiyoruz ve bunun için hazırız. (…)”

Ürperten bir soğukkanlılıkla ifade edildi bütün bu düşünceler. Yüzyıllardır ezilip sömürülen ve tüm ulusal haklarından mahrum bırakılmış olan bir halkın mensubu değil de adeta Netanyahu’nun bir sözcüsüymüşçesine.

Kuruluş sürecinden bugüne değin Siyonist İsrail Devleti sanki de Filistinleri yerinden yurdundan etmemiş, kuruluşunun temelinde bu işgal ve göçertme yokmuş gibi, tek taraflı bir “avcı hikayesi” ile sorun sunuldu. Keza sanki de İsrail bulduğu her fırsattan yararlanarak Filistinlerin topraklarını ilhak etmemiş gibi, onların hak talep etme ve özgürlük mücadelelerini “terörist faaliyet” olarak damgalayıp, binlerce insanı katletmemiş, hapislere tıkmamış ve sürgüne göndermemiş gibi anlatıldı. Filistinlerin adı bile anılmadı. Hamas ve diğer Filistinli yapılar topluca terörist örgütler olarak nitelendi. Bunların Filistinli ve Filistin davasını savunan örgütler olduğu, ima yoluyla olsun, dile getirilmedi. Örneğin tıpkı Türk Devleti ve tüm diğer sömürgeci-faşist devletlerin yaptığı gibi; bunlar yabancı devlet ve istihbarat örgütlerinin çıkarları doğrultusunda faaliyet sürdüren piyonlar olduğu savunuldu. İsrail zulmüne ve işgalciliğine karşı bir halkın kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin temsilcileri olarak anılmadılar. Bilakis bu bilinçli bir gayretle es geçildi.

Ortada zaten Filistin davası diye bir dava da yoktu. Dolayısıyla da bu örgütler ve yürüttükleri mücadele tamamen, Yahudi halkını yok etmek için İran’ın kurup finanse ettiği “vekalet güçler” idi. Siyonist İsrail Devleti’nin yürüte geldiği savaş tamamen nefsi müdafaa olup, tüm eleştirilerden muaftı. 7 Ekim 2023 sonrası yaşananlar da tamamen bu kapsam ve nitelikteydi. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden evleri başlarına yıkılarak katledilen elli bin Filistinli arasında sivil yoktu demek ki anmaya ve bu katliamı kınamaya değer görmediler bile. Yani hiç olmazsa biraz objektif davran da Hamas’ın sivil katliamlarını andığın yerde İsrail’i de elli bin sivil Filistinliyi ve bir o kadar Lübnanlıyı katlettiği için eleştir. Bu katliamlardan ötürü onu kına ve “doğru yapılmamıştır” de.

 

Ancak ne var ki bunun yerine zalim bir devletin yaptığı ve BM de bile insanlık suçu olarak mahkûm edilen tüm bu kötülükler, adeta bir fırça darbesiyle kapatılmaya çalışıldı. Bunun yerine eli kanlı Siyonistlere güzellemeler yapılıp, methiyeler dizildi. Ortadoğu’nun “güçlü lideri” olarak payelendirildi.

 

Öte yandan, emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu yeniden paylaşım ve dizayn ederken birinci derecen gözettikleri “İsrail Devleti’nin güvenliği” ve “liderliği” projesinde rol talep ettiler: “İsrail Kürtlerin ortaklığını kazanmadan bölgede gerçek bir liderlik rolü üslenemez.”

 

Bütün bu “anormal” tutum ve yaklaşımlar aslında bir çaresizliğin ve kendi halkına ve gücüne zerre kadar inancı olmayan, kurtuluşu başka güçlerden dilenen, onların himayesi olmadan hiçbir şanslarının olmadığına inanmış bir kafanın eseri… Zerre kadar öz güvenleri olmadığı için de karşıdaki “ittifak partneri” ile kendisini eşit muhatap olarak göremiyor. Görmediği için de mütemadiyen onu yüceltme ve pohpohlama ihtiyacı duyuyor. Böyle olsa gerek ki muhatabının ellerindeki o on binlerce masum insanın kanını “kına kırmızısı” olarak manipüle etmekte herhangi bir beis görmüyor.

 

Başka halkların acı ve kanları üzerinden kurulması istenen, bu en temel insani erdemlerden yoksun ittifak ilişkisi, görülmesi gerekiyor ki ilk başta Kürt tarafını tarih önünde mahcup bırakır ve manevi olarak da çökertir. Dolayısıyla da kimsenin kendi halkına böylesi bir kötülüğü yapma hakkını kendisinde görmemesi gerekir.

 

Ama maalesef ki kör milliyetçi duyguların esiri olmuş kafalar bütün bunları, kolayca; “sırtında yumurta küfesi taşımayan romantik solculuk” olarak yaftalayıp, “yüz yılda bir çıkan bu tarihi fırsatı solcuların boş etik söylevlerinin insafına terk etmeyeceğiz” diyerek burun kıvıracak ve bildiklerini okumaya devam edeceklerdir. Tabii onlar ve başkaları böyle diyor veya diyecekler diye bizler doğruları ve ilkelerimizi savunmaktan ve her fırsatta onları ileri sürmekten geri duracak değiliz.    

Halil Gündoğan

 

13 Aralık 2024 Cuma

Ulusal kurtuluş hareketleri her koşulda desteklenmeli mi?_Halil Gündoğan_11.12.2024


Suriye’de ki paylaşım savaşında son durum ve tarafların pozisyonu

Emperyalist güç odaklarınca Suriye’de yürütülmekte olan vahşi paylaşım savaşı, Esad Rejiminin kendisini sonlandırılmasıyla, birinci evresi itibariyle tamamlanmış oldu: Kaybeden taraf Rusya, İran ve Esad Rejimiyken; kazanan taraf, başta İngiltere olmak üzere ABD, İsrail ve genel olarak NATO oldu.

 Keza taşeron güçler olarak Türkiye-SMO, HTŞ, SDG ve Esad Rejimi muhalifi diğer bazı toplumsal kesimlerin de belli kazanımlar elde eden taraflar olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Paylaşım savaşının ikinci evresinin ise esasen BOP stratejisinin ön gürmüş olduğu önceliklere uygun olarak dizayn edilmek isteneceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunda elbette Rusya ve Türkiye ile kapalı kapılar ardında yapılan pazarlık ve anlaşmalar da gözetilecektir. Rusya’nın Suriye’den bu kadar kolay vazgeçmesinin mutlaka ki bir karşılığı vardır. Muhtemelen ABD’nin yeni yönetimiyle Ukrayna üzerinden yapılan pazarlıklarda varılan bazı anlaşmalar karşılığındadır bu kolay vazgeçme durumu.

 Türkiye ile neler üzerinde anlaşıldığını doğrudan ifade edebilmek, eldeki verilerle şimdilik çok öyle kolay değil; çünkü bu, önemli oranda hem biraz da Suriye’de pratikte/sahada nasıl bir yönetim tarzının mümkün olabileceği ve keza değişen iç güç dengelerinin neleri ne yönde motive ettiği/edeceğiyle ve hem de Türk Devleti’nin Kürt sorununun çözümüne sunacağı somut perspektifle son şeklini alabilecek bir özellik arz ediyor gibi.

Bir çağrı:

27 Kasım’da, sahada gerek Türk Devleti ve militarist gücü SMO ve gerekse şeriatçı HTŞ ve daha pek çok irili-ufaklı cihatçı paramiliter güç tarafından, top yekûn bir karşı saldırı başlatıldı. Bunun üzerine başta Kürtler olmak üzere sol-sosyalist ve ilerici-demokrat kamuoyunda haklı olarak Rojava Özerk Yönetimi’nin akıbetine ilişkin kaygılar oluştu. Çünkü Türk Devleti ve paramiliter güçlerinin de diğer cihatçı oluşumların da hedefinde olan bir yerdi Rojava. İşte bu kaygıların bir ifadesi olarak şu türden çağrılar yapılmakta: “Rojava Devrimini savunmak için görev başına!” veya “Rojava Devrimini savunmak özgürlük isteyen herkesin görevidir.” Vb.

 

Fakat en azından şu geçen on günlük süre zarfında Türk devleti ve taşeronu SMO’nun lokal ve tali bazı saldırı ve tehditleri ve keza bir-iki noktanın işgal edilmesi dışında; beklenilen çap ve boyutta bir yönelim olmadı. HTŞ’nin ise hiçbir yönelimi olmadığı gibi, sahada bazı yerler üzerinde uzlaşıya dayalı pratik çözümler içinde oldukları da görüldü.

 

Daha önce gerek İŞİD ve gerekse Türk Devleti ve beslemesi paramiliter cihatçı çetelerinin saldırıları karşısında nasıl ki Rojava ve Rojava Devrimi sahiplenilip savunulduysa; elbette bugün de bu türden saldırılar olsaydı, aynı şekilde sahiplenilip savunulacaktı. Çünkü sol-sosyalist çevreler açısından bu tutum pragmatik değil; ilkeseldir.

 

 Realiteden kopuk çağrılar

Bu bağlamda olmak üzere, yukarıdaki çağrı benzeri çağrılar anlamlı olduğu kadar isabetlidir de. Fakat realiteden kopuk şu türden yaklaşımlar ise bir o kadar isabetsiz ve ilkesizcedir: “(…) Tüm politik ajitasyon ve eylem biçimleriyle Rojava Devriminin yanında emperyalizme, sömürgeciliğe ve cihadist faşist çetelere karşı mücadeleyi büyütelim.” denilmekte örneğin. (https://www.avrupademokrat3.com/rojava-devrimini-savunmak-icin-gorev-basina-atilim/ )

 

 Ulusal hareketlerin desteklenmesi koşulsuz değil, koşulludur

Bilinir ki biz Marksistlerin ulusal kurtuluş hareketlerine karşı destek tutumu koşulsuz değil; koşulludur. Yani Marksistler her türden ulusal kurtuluş hareketini amasız, fakatsız desteklemez. Verili anda ki somut durumunu baz alır ve desteklenebilir olup olmadığını bunun üzerinden belirler.

Doğru tutum, Rojava somutunda da böyledir. Kürtlerin Rojava’da elde ettiği statü, demokratik bir hak olarak kendi kaderlerini tayin etme kapsamında olduğundan; bu hakkın kullanılmasına veya yaşatılmasına yönelik her türden fiili saldırı karşısında durmak, günün görev ve sorumluluğu gereğiydi. Nitekim sol maskeli bazı sosyal-şoven kesimler dışında Uluslararası Komünist Hareketin tüm bileşenleri başta olmak üzere, dünya genelinde geniş bir ilerici- demokrat kamuoyunca desteklenip, sahiplenildi de.

Bir ulusal hareket, bazen ayakta kalabilmesi, bazen de kendi kaderini tayin edebilme sürecini başarıyla tamamlayabilmesi için farklı çevre ve devletlerle ilişkilenebilir. Bu, burjuva veya küçük burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketleri açısından ehveni şer olarak mazur görülebilir bir tutum olabilir. Örneğin İŞİD’in Kobane’ye saldırısı sürecinde, İŞİD’i geriletmek isteyen ABD ve diğer bir takım emperyalist devlet ve kuruluşlarla sahada ittifak ilişkisi içinde olmak ve keza onlardan silah ve cephane tedarik etmek gibi taktiksel birtakım ilişkiler geliştirmek gibi.

 

 Peki yukarıdaki türden çağrılar neden isabetsiz ve ilkesel olarak da yanlıştır?

Ancak mevcut durum aşıldıktan sonra bu taktiksel ilişkiyi kopartmayıp, tam aksine stratejik müttefik boyutuna taşımak işin rengini tümden farklılaştırır. Nitekim Rojava Özerk Yönetimi’nin özelliklede ABD emperyalizmiyle geliştirdiği ilişki, sırtını emperyalist bir büyük güce dayayarak varlığını sürdürme stratejisidir ki bu, en başta da o hareketi anti emperyalist bir hareket olmaktan uzaklaştırır.

 

Çok güçlü ile çok zayıf güç denkleminde kimin kimi kullanma kudretine sahip olduğunu tartışmak bile abes olur. Nitekim Rojava Özerk Yönetimi süreç içerisinde ABD’nin onay vermediği yerel seçimlerini bile yapma iradesi gösteremeyecek derecede bu gücün tahakkümü altına girmiş oldu.

Bugün ise doğrudan ABD’nin sahadaki kara gücüymüş gibi hareket ediyor. Yani Rojava Özerk Yönetimi, Suriye sahasında sürmekte olan emperyalist paylaşım ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilme projesinde, başını ABD-İngiltere ve İsrail’in çektiği emperyalistler safında, kendisine verilen role uygun olacak şekilde, doğrudan savaşa dahil olmuş durumda.

Türk Devleti ve paramiliter gücü SMO dışında Rojava Özerk Yönetimine saldıran başka herhangi bir gücün olmadığı bir realite ortadayken; “Rojava Devriminin yanında emperyalizme, sömürgeciliğe ve cihadist faşist çetelere karşı mücadeleyi büyütelim” çağrısı nasıl hayat bulacak acaba?

 

Rojava Özerk Yönetimi şu anda hangi emperyalistlere karşı savaşıyor ki biz de onunla birlikte bu anti emperyalist savaşa dahil olalım?

 

Rojava Özerk Yönetimi, baş savaş kışkırtıcısı NATO bileşenleri saflarında, BOP stratejinin kademe kademe hayat bulması için yürütülen savaşın, sahadaki kullanışlı kara gücü olarak, Rusya, İran ve Esad Rejimine karşı başlatılan operasyonun bir parçası oldu. ABD ve diğer müttefiki güçler Türkiye ve SMO’ya karşı bir savaş içine girmesini istemedikleri için, sahada bunların öyle top yekûn bir savaş durumu da yok zaten. Sadece Türk Devleti ve SMO’nun tek taraflı ve kontrollü olarak gerçekleştirdiği lokal bazı işgal girişimleri söz konusu.

 

Yani özetle; ABD-İngiltere ve İsrail kiminle savaşıyorsa, Rojava Özerk Yönetimi de onlarla birlikte saf tutuyor. Mesela bu güçler, İdlib’de ki uygulamalarıyla Suriye Taliban’ı olacakları kesin olan şeriatçı HTŞ’ye karşı savaşmadığı için, Rojava Özerk Yönetimi de doğal olarak savaşmıyor. Bilakis, objektif olarak aynı saflarda, “ortak düşmanları” olan İran ve Esad güçlerine karşı yürütülen operasyonun bir parçası olarak konumlanmış oldular.

Oysa birlikte saf tuttukları bu kadın düşmanı şeriatçı güruh, bulduğu ilk fırsatta İŞİD’in intikamını en başta Rojavalı kadınlardan almaya yönelecektir. Kuvvetle muhtemel ki Humeyni’nin İran’da izlediği strateji ve taktiklerin özgün bir tekrarı HTŞ tarafından Suriye sahasında denenecektir. Yani gelecek günler başta kadınlar olmak üzere, tüm diğer mezhep ve inançtan halklar için kesinlikle çok daha karanlık olacaktır. Tabii bu, farklı hesaplar ve taktilerle onlara bugün yol verip önünü açanların asla umurlarında olmayacaktır; tıpkı Afganistan ve Somali’de olduğu gibi.

 

Peki Rojava Özerk Yönetimi bunu neyle nasıl izah edecek acaba? “Baş düşmanı alt etmek öncelikli görevdi” mi diyecekler mesela? Oysa malum emperyalist odakların ve Türk Devleti’nin hedefe koyduğu İran ve Esad güçleri Rojava Özerk Yönetimi açısından hiç te verili anda “sürecin baş düşmanları” değildi. Çünkü on yılı aşkın bir süredir rejimle bağlarını zaten fiilen koparmış ve özerk bir statü elde etmişlerdi. Anılan güçler kendilerine karşı fiilin savaşıyor da değillerdi.

Dolayısıyla da başlatılmış olan bu operasyona müdahil olmalarını zorunlu kılan bir durum da söz konusu değildi. Yani bir başka ifadeyle; HTŞ ve SMO ile aynı saflarda olmalarını gerektirir nesnel bir zorunluluk hali de söz konusu değil. Hâl böyle olunca da kendi bölge ve kazanımlarını korumayı merkeze alan bir savunma pozisyonunda kalabilirlerdi. Doğru olan da bu olurdu. Hatta bu kaotik ortamı fırsata çevirip, bağımsızlıklarını ilan etme seçeneğinde de bulunabilirlerdi. 

 

Peki bu durumda Rojava Özerk Yönetimi fiiliyatta hangi cihatislere karşı savaşıyor ki biz de onun yanında bu savaşa omuz verelim?

Rojava Özerk Yönetimi, özellikle de ABD ve İsrail’in, kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yönlendirdiği, Kürdistan toprağı olmayan yerlerin fethine girişti. Bunun neresini nasıl sahiplenip savunabiliriz acaba? Bunu kendisi açısından hangi “haklı” ve “makul” gerekçeler ve hesaplar üzerinden ifade edecek olursa olsun; olgunun yalın halini değiştiremez: Yapılan işgal ve ilhaktır.

Peki böyle bir durumda onların yanında olabilir miyiz? Ya da bu işgal ve ilhakçı tutumundan ötürü saldırıya uğrayacak olurlarsa, yine de Rojava Özerk Yönetimi’nin yanında yer alınabilir mi?

 

 Sonuç olarak

Elbette ki bütün bu sorulara, Rojava Özerk Yönetiminin 27 Kasım 2024 tarihi itibariyle yaptığı tercihlerinden ötürü, tereddütsüzce hayır demek gerekiyor. Çünkü bu tercihleri pratik sahada onu, bir kısım emperyalist güçlerin kullanışlı aparatı konumuna düşürmüştür. Bu konumu öz eleştirel bir yaklaşımla reddetmediği sürece de doğal olarak bu tavır geçerliliğini korur.

 

 

1_Siyaset_Birlik Karşıtı Fikirleri Anlamak İstiyoruz!_ Bakış Can_ 5Aralık2024_2_SiyasetBirlikte Yol Almak İçin Proleter Devrimci İnisiyatifin Geliştirilmesi İhtiyaçtır!… Bakış Can_ 11Aralık2024

Ya birliği savunuyoruz ya da savunmuyoruz! Net ve berrak olmak ihtiyaçla yeğdir. Bunda bocalamanın, sağa-sola eğip bükmenin gereği de, yeri de yoktur… 

Uyanıp dünyaya bakmakta fevkalade fayda var. Dünya nereye gidiyor, biz nereye gidiyoruz ve ne yapıyoruz? 

Gözbebeği gibi sakındığımız parti-örgütümüzü düşünürken, en az o kadar ve kuşkusuz ki, esasta devrimi ve devrime muhtaç olan yoksul dünya halklarını da düşünmeliyiz…

“Sağlam bir birlik anlayışı olmayanların sağlam bir devrim anlayışı da olamaz” bilinci bizlere yön veren ileri devrimci kavrayıştır. Bu bilinçten hareketle, birlik sorununu tartışmaktan bugüne kadar imtina etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz. Sorunu tersten tutarlılıkla öteleyen yaklaşımlara rağmen birlik ısrarımızı koruduk, koruyoruz. Birlik görüşümüz kadar, birliğe yaklaşımımız da tutarlı ve devrimcidir. 

Temsil ettiğimiz niteliğe uygun olarak, birliği öncelikle kendi sorunumuz olarak tasavvur ettik, şimdi ve gelecekte de stratejik bir sorun potasında göreceğiz/görmekteyiz. Birlik meselesini kendi sorunu dahilinde telakki etmeyenlere, çağrılarımız bağlamında sorumluluklarını hatırlatmaktan geri durmadık, durmayacağız. 

Bunda kararlıyız, çünkü devrimin çıkarları “her şeyin” üstündedir ve devrimci olanın er ya da geç egemen olacağından zerrece şüphe duymuyoruz… Birlik ekseninde yürüttüğümüz süreç yorucu da olsa, birlik ısrarımızı sürdüreceğiz. Artık ve daha samimi olarak birliğe karşı çıkan anlayışları ve bu anlayışların gerekçelerini anlamak istiyoruz. Birlik tartışması ve ısrarındaki ilk motivasyonumuz, birliğin devrim açısından oynayacağı rolü kavramamızla alakalıyken, motivasyonumuzun ikinci noktası ise birlik karşıtı fikirlerin hatalı olduğu kanaatimizdir

Birlik sağlanamasa da, ortak çalışmanın gevşetilmemesini benimsiyor, yoldaşlık ya da devrimci ilişkileri sürdürmek, ittifak ve eylem birliklerini geliştirerek yürütmeyi savunuyoruz. Birliğin gerçekleşmemesi veya gerçekleştirilememiş olmasını devrimci ilişkilerin önünde engel görmüyoruz. Bu pozisyon bizler açısından geri de olsa, yakalayabildiğimiz en ileri ilişki ve hukuku sürdürmekten vazgeçmedik, geçmiyoruz. 

Bir tek devrimci kalana kadar devrimcilerin asgari müştereklerde buluşmaları kaydıyla ortak mücadelede birleşmelerini ve olanaklı olan her durumda birlikte hareket etmesini savunacağız! Fakat biz olması gerekeni, en ilerisini, en anlamlısını ve en devrimcisini istiyoruz; yoldaş güçlerin örgütsel birliğini istiyoruz! Bu, basit bir tercih meselesi değil, devrim kaygısından kaynaklanan ve iktidar tasavvurumuzun emrettiği bir zorunluluktur bizim için…

Yeri gelmişken hemen belirtelim. Bütün muhatap güçlere (bunlardan kimleri kastettiğimizi açıkta özetleyeceğiz) açık davetimizdir; birliği savunan da savunmayan da kendi görüşlerini propaganda ederek açıklamak, yani birliği savunanlar kendi gerekçelerini, savunmayanlar da kendi gerekçelerini bütün muhatap kesimlerin örgütsel güç ve taraftarlarının bulunduğu kitlelere açık ortak toplantıda tartışalım!… Eminiz ki, her kesim kendi görüşü ne olursa olsun ona güvenmekte ve savunmakta bir tereddüt yaşamamaktadır. 

O halde, sadece yoldaşlara değil, devrimci kesim ve kitlelere de açık tartışma toplantılarının düzenlenerek ilgili sorunların aleni biçimde tartışılmasında bir sakınca yoktur! Bu da bir çağrıdır ve birlik çağrımıza muhatap ettiğimiz herkesten bunun yanıtını bekliyoruz. …

Bugüne kadar anladığımız kadarıyla bir değil, birden fazla muhatabın da sığındığı en hokkalı gerekçe “güven sorunudur.” Ancak, açıktan ya da resmi gündemle gerçekleşen birlik tartışmasını bir kesimden muhatap yoldaşlarla yürüttüğümüz için, güven problemini genelleştirmeden ilgili kesim şahsında ifade edeceğiz… Şu veya bu düzeyde bir dizi güvensiz yaklaşımlar olsa da, bizler, güven meselesini birliğin önünde engel olabilecek düzeyde abartılı görmedik. Özellikle muhatap yoldaşların çerçevesini dayadıkları zemin veya şartlar açısından güven sorunu ya da onu gerektirecek vesileler aslen ortadan kalkmıştır. Dahası, bahis konusu partilerimiz baştan sona değişip yenilenmiştir; güvensizliği besleyen yaralı yılların üstünden 30 sene geçmiştir. Buna rağmen önyargının esiri olunmakta, “güven” problemi öne çıkarılmaktadır… 

Güven sorunu, tek tarafın birliğin önünde gördüğü ve aşılması gerektiğine inandıkları ya da aşılmasını şart gördükleri bir engeldi. Ve ortak çalışma süreci bunun ideal ilacıydı yoldaşlar için. (esasen yanlış da değildi bu yaklaşım.) Fakat yıllar geçti ortak çalışma pratiğinde… Lakin anlaşılıyor ki, güven sorunu giderilmediği gibi, çok şey de değişmemiş. Ortak çalışma süreci güvensizlikleri hakladı mı, daha da mı derinleştirdi? Değilse, sorun ne? 

Eğer sağlam bir gerekçe yoksa, söylemek durumundayız ki, son toplantı adeta yeni bir bahane üretip birliği ötelemiştir… “Gelenekten geleceğe platformu” şiarı altında en geniş Kaypakkaya’cı kesimin birleştirilmesi doğru bir yaklaşım da olsa, bu doğru yaklaşım somut birliğin önüne engel olarak koyulmuş, adeta birliğe sırt dönmenin, birlikten kaçmanın manivelası yapılmıştır.

Birlik muhataplarımız Maoizm ve Kaypakkaya yoldaşın komünist devrim perspektifini savunan, savunduğunu beyan eden ve ideolojik-siyasi görüşlerini bu doğrultuya bağlı olarak niteleyen parti-örgüt ve guruplardır, bu nitel kulvarda yer alan tüm mücadeleci dinamiklerdir. 

Birlik çağrımız bu kulvarın tümüne dönük olarak geçerli ve aktüeldir. Bu yelpazede birlik iradesi gösteren parti-örgüt ve guruplara çağrımızı yinelemekle birlikte; tali sorunları tırtıklayan, eskiyi kazıyıp dram yapan ya da mağduriyet üretip arkasına saklanan, dolayısıyla ayak direyip oyalama taktiğine başvuran yaklaşımları terk ederek çağrımıza açıkça yanıt vermelerini bekliyoruz. Şayet doyurucu ve ikna edici sebepler ileri sürülemez ise, veyahut bu sebepler büyük devrimci dinamik şahsında kabul görmez, birliğin önünde haklı engel olarak görülmezler ise, bu durumda birliğin önüne dikilen direncin bencil kaygılarla hareket ettiğini söylemek durumunda olacağız. 

Zira biz, yaklaşık olarak bildiğimiz ve öngördüğümüz gerekçelerin esasta zorlama olduğunu, olmasa bile bunların aşılmaz olmadığını ileri sürüyoruz. Tersini savunanlar olmazlığı izah etmekle mükelleftir. 

Örneğin genel toplantı sonuç bildirgesini yayınlayan yoldaşlar, bu bildirgede beyan edilen yeni tahlil-tespitlerden sonra birliğin önünde ne gibi engeller olduğunu düşünmekte, engel gördükleri gerekçeleri nasıl açıklamaktadırlar? Bunu bilmek hakkımızdır, bilmek isteriz. Toplantınızın sonuç bildirgesinde yer alan ideolojik-siyasal tabloda öne çıkan farklı değerlendirmeler elbette bir farklılığı işaret ederler ancak bunlar birlik için yürütülecek tartışmaya engel değildir. Biz engel görmüyoruz, mevcut zemininizle esasta uyuşuyoruz. Geri kalan ise bir tartışma ve süreç işidir o kadar. 

Öyleyse sizin için sorun nedir? Birliğe sırt dönmenizi gerektiren aramızdaki farklılıkları sizler lehine yorumluyor, tartışarak sonuca gitmeyi öneriyoruz. “Bunları tartışmadan kabul edin” diyorsanız ve gerçekten diyecekseniz, buna söyleyecek fazla bir sözümüz yoktur…

Ya birliği savunuyoruz ya da savunmuyoruz! Net ve berrak olmak ihtiyaçla yeğdir. Bunda bocalamanın, sağa-sola eğip bükmenin gereği de, yeri de yoktur… Uyanıp dünyaya bakmakta fevkalade fayda var. Dünya nereye gidiyor, biz nereye gidiyoruz ve ne yapıyoruz? Gözbebeği gibi sakındığımız parti-örgütümüzü düşünürken, en az o kadar ve kuşkusuz ki, esasta devrimi ve devrime muhtaç olan yoksul dünya halklarını da düşünmeliyiz…







 






2_SiyasetBirlikte Yol Almak İçin Proleter Devrimci İnisiyatifin Geliştirilmesi İhtiyaçtır!…  Bakış Can_ 11Aralık2024

Birlik muhataplarının ve her kesimden birliği savunan dinamiklerin inisiyatif alarak sürükleyici bir rol sergilemesi tarihsel bir zorunluluk ve görevdir. Çünkü birliğin çıkarları örgüt ve grupların çıkarlarının üstünde genel devrimin çıkarları düzeyinde önemli ve önceliklidir. Devrimin çıkarları, proletarya ve halkın çıkarlarında karşılık bulur ki, bu, parti, örgüt ve grup çıkarlarının üstündedir.

İdeolojik-siyasi-örgütsel kökeni aynı kuruluş perçiniyle tek dokuya dayansa da, doğuşundan uzun yıllar sonraki tarihsel kesitlerde farklı örgütsel yapılara ayrılarak mücadele varlıklarını sürdüren parti/örgütler arasında da olsa, örgütsel birliğin başarılarak gerçekleştirilmesi kolay değil, ciddiyetine bağlı oranda zordur. Zira birlik alelade bir iş değil, tamı tamına çetin bir mücadele süreci, ciddi bir sorumluluk gerektiren hayati öneme haiz stratejik bir meseledir. Tarihsel tecrübeler ve bu tecrübeyi destekleyen özgülümüzdeki somut birlik süreçleri, birliğin büyük bir dava olma tabiatına koşut olarak proleter devrimcilerin stratejik bir gündemini oluştururken, örgütsel birliğin zorlu bir süreç olduğu kadar öneminin de tam olarak kavranmadığı, birliğin önüne çıkarılan zoraki engellerde kendini göstermekte. Muhatap güçlerde (bu güçlere bizlerin de dahil olduğunu söylemeye gerek yok sanırız) genel talebe dönüşmüş olmasına rağmen, bu talebin görmezden gelinerek birliğin adeta bir korkuya dönüştürülmesine de tanık olmaktayız. Birlik ne korkulacak kötü bir şey ne de kaçılacak bir tuzak değildir. Bilakis, uğruna ter dökülmesi gereken tarihi bir sorumluluktur.

 

Birlik mücadelesi aksatılamaz

 

Her mücadele gibi, birlik mücadelesi de zorluklarla dolu, zorlu bir süreçtir. Zora aday olmak ve zoru başarmak devrimci prensiptir; bu, proleter devrimciler açısından hem ihtiyaç hem de bilinçli bir tercihtir. O halde birliğin ya da birlik mücadelesinin nispeten uzun vadeli çetin bir mücadele sürecine yayılması anlaşılır bir durum olarak görülebilir. Fakat bu, birliğin iradi tutumla belirsiz bir sürece ertelenip kendiliğindenciliğe terk edilmesini haklamaz. Acelecilik veya aceleye getirmek yanlış ama acele etmek gerekli ve doğrudur. Yani oldu-bittiye getirmek doğru, sırt üstü yatıp beklemek yanlıştır. Bütün bunlar birlik bilinci ve birlik hakkında sorumluluk duymakla alakalıdır…

 

Bıkmadan tekrar edilmesinde fayda var ki, birlik mücadelesinde samimi ve ısrarlıyız; ısrarlı olmaya devam edecek, kararlılığımızı başarıya kadar sürdüreceğiz. Devrimci kaygı ve sorumluluk bilinciyle biçimlenen birlik ısrarımız nasıl yorumlanırsa yorumlansın, birlik tavrımızdan ödün vermeyecek, birlik karşıtı anlayışlara rağmen (ve bunları deşifre eden) kesintisiz propagandayla birlik mücadelesini sürdüreceğiz. Çünkü birliği sorumluluğumuz olarak görüyor, birliğin gerçekleştirilmesinden tam sorumluluk duyuyoruz. Ve çünkü birliğin ve birlik için mücadelenin aksatılamaz bir görev, zorunlu bir mücadele ve kaçınılmaz bir süreç olarak eğilmemiz gereken devrimin temel sorunlarından biri olduğunu düşünüyoruz…

 

Birlik sorumluluğu veya birlikten sorumluluk duymak ne demektir? İdeolojik-siyasal zeminde gerçekleşmesi mümkün olan birliğin ertelenmeden bir an önce gerçekleşmesi için çaba sarf etmek ve bizzat birliği gerçekleştirmek üzere mücadele etmek demektir. Birlik davasına kayıtsız kalmamak ve birlik uğruna gösterilen çabayı saygıyla karşılayıp desteklemek demektir. Devrimin ve komünist mirasa dayanan partinin gelişip güçlenmesini temel kaygı olarak tasa etmektir. Muhatap güçler arasında birliğin sağlanması çabası, muhatap güçlerin dağınıklığını gidermeyi dert edinmektir. Tarihsel miras ve geleneğimizin edilgenliğinden acı duymalı, sindirmemeli, hazmetmemeliyiz. İkinci olarak; hem dünya halkları ve mazlum ulusları, hem de coğrafyamız proletaryası ve halkları büyük bir tehdit altında olmakla birlikte, büyük baskılar altında acı çekmekte, en iyimseriyle açlık ve sefalet içindedir; bu duruma karşı sorumluluk duyuyoruz/duymalıyız. Üçüncü olarak; tasfiyeci sürece maruz kalıp günbegün eriyen/gerileyen proleter devrimci güçlerin tasfiyeci saldırıya karşı güçlenip direnç göstermesi için bu güçlerin birliğini sağlama perspektifi ve kaygısı taşınmak durumundadır. Gerçeklik bu aleniyetteyken yerinde durmak diye bir şey de yoktur; ilerlemiyorsan, o zaman geriliyorsundur. En azından şu kesin ki, gerilemiyorsak bile, ilerlemiyoruz; ilerlediğimiz söylenemez. Bundan sorumluluk duymak ve sorumluluklarımıza uygun pratik davranışa girmek zorunludur. Bütün bunlar birliği öncelemeyi, birlik mücadelesini hızlandırmayı ve başarıya ulaştırma perspektifiyle ısrar etmeyi gerektirir…

 

Birlik tali ve taktik göreve indirgenemez

 

Ne yazık ki, bugün berrak bilinçle birlik sorumluluğu taşıyan dinamiklerin zayıf kaldığı veya yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu dinamiğin geliştirilerek güçlendirilmesi, sağlam bir bilinç ve kararlı bir mücadele zemininde her yoldaş tarafından görev ve amaç edinilmelidir ki, bu, salt birlik karşısındaki yükümlülük değil, tarihsel devrimci sorumluluktur. Ve kuşkusuz ki, birliğin önündeki geri direnç ve anlayışların ikna edilerek dönüştürülmesi ve sığ bakış açısının dar koridorlarında birliğin önüne koyulmuş engellerin kaldırılarak yolun açılması, sadece birlik görevi ve perspektifi bakımından anlamlı değil, ertelenemez devrimci ihtiyaç bakımından anlamlı ve çok daha önemlidir.

 

Bugün birliğin önündeki temel engellerden birinin, dar grupçu anlayış olduğu açıkça görülüp anlaşılmaktadır. Bu anlayıştan kaynaklanan önyargılı yaklaşım da birliğe mesafe koyan somut engeldir. Bu durumda, birliğin önünün açılması için, muhatap güçlerin (bu güçler bizi de dahil eder) bünyesinde yer bulan dar grupçu anlayışın ve kendisine kalkan ettiği anlamsız kaygı ya da basit-bencil hesaba dayalı yapay gerekçelerin, devrimin ve halkın büyük çıkarları perspektifiyle silinip süpürülmesi gerekmektedir. Geriyle uzlaşmak devrimci bilinç ve irade açısından ilkesel hatadır. Zira, birlik aceleye getirilecek kadar alelade bir süreç olmasa da tali ve taktik bir sorun derekesine indirgenerek kendiliğindenciliğe terk edilecek “olmasa da olur” kabilinde basit bir istek de değildir. Her bakımdan devrimci talep olarak öne çıkan, somut süreç ve mücadelenin yakıcı ihtiyacı haline gelen birliğin, devrimci sonuçları açısından ivedilikle değerlendirilip somut rotaya oturtulması gerekmektedir. Bu süreçte birliği savunan tüm dinamikler birliğin ilerletilmesi adına görev almalı, birlik adımlarının atılmasını zorlamalıdırlar…

 

Birliğin önemini idrak eden her devrimci ve komünist etkin savunuya geçmelidir

 

Birlik muhataplarının ve her kesimden birliği savunan dinamiklerin inisiyatif alarak sürükleyici bir rol sergilemesi tarihsel bir zorunluluk ve görevdir. Çünkü birliğin çıkarları örgüt ve grupların çıkarlarının üstünde genel devrimin çıkarları düzeyinde önemli ve önceliklidir. Devrimin çıkarları, proletarya ve halkın çıkarlarında karşılık bulur ki, bu, parti, örgüt ve grup çıkarlarının üstündedir. Grup kaygısı ve çıkarları gözetmeksizin büyük devrimci inisiyatifin oluşturulması hem birliğin ilerletilmesi ve hem de devrimci kazanımların sağlanması için önemli sonuçlar yaratabilir. Hiç şüphesiz ki, bu inisiyatif her kesimden muhatap yapı ve bu yapılardan birlik savunucusu yoldaşlar tarafından oluşturulmalıdır. Demokratik mekanizma ve meşru irade dışında tasavvur edemeyeceğimiz bu inisiyatif asla bir anarşizm ve başı bozuklukla ele alınamaz, alınmamalıdır. Lakin bu inisiyatifin oluşturulması için muhatap yapıların üstünde basınç kurularak zorlanmaları şarttır. Ve bu, demokratik süreç ve meşru mekanizmalar zemininde gerçekleştirilmek durumundadır; gerçekleştirilebilir, gerçekleştirilmelidir. Bu inisiyatifin oluşturulması için harekete geçecek dinamik, şayet yapı tarafından temsil edilip sağlanmayacaksa, bu durumda birlikçi iradenin ait olduğu yapıyı demokratik ve meşru mekanizma platformlarında tartışmaya davet etmesi, irade-eylem birliğini zedelemeden ve demokratik-merkeziyetçi yapının mümkün kıldığı oranda zorlaması doğru olacaktır…

 

İlgili her muhatap ‘’neden birlikçi, neden değil’’ sorusunu, açığa çıkan devrimci talep karşısında açıklamak ve geniş talebe dönüşmüş birlik sorularına yanıt vermek durumundadır. Ne birliğin ‘’kaderi’’ ne de devrimci gelişme ve mücadelenin ‘’kaderi’’ kayıtsızlığa terk edilemez, birlik karşıtı kastçı dar grupçu bencil hesaplara hiç bırakılamaz…

 

Demokrasiyi en geniş biçimde uygulayan ilgili gelenek güçlerinin saflarında birlik inisiyatifi lehine belli bir özgürlük rüzgarı estirmesi ya da bu talebe alan açması hem ihtiyaçtır hem de doğrudur. Ciddi bir talebe dönüşerek heyecanla yükselen birlik cereyanına göz kapamak yerine, onu dikkate almaktır sorumluluk. Çünkü birlik büyük bir istem, duygu ve dalga olarak gelişmekte, devrimci gelişmelere katkı sunacak özgün bir dinamiktir. Gelişmenin hiçbir zemini ihmal edilmemeli, bilakis en küçük dinamiği ciddiyetle değerlendirilmelidir…

 

Birlik karşıtı katı tutumlara tahammülümüz yoktur

 

Hemen söyleyelim ki, birlikle ilgili yazılı-sözlü dile getirdiğimiz görüşler birlik anlayışını derli toplu ortaya koyma ve bu anlamda bugüne kadar etraflı olarak kamuoyuna açıklanmış olan genel anlayışımızı tekrar etme amacı gütmemektedir. Bu bağlamda, yazılarımız bu zaviyeden olmak kaydıyla noksan görülebilir ki, zaten mevcut yazıların amacı birlik anlayışını bütünlüklü ortaya koyma olmadığı için bu eksikliği taşır/taşımaktadır. Yazılarımızın amacı birlik tartışmasını gündemde tutarak ve elbette birlik karşıtı fikrin yanlışlığını/olumsuzluğunu ortaya koyarak bu fikre karşı bir tutum almaktır. Dolayısıyla yazıların bu bakış açısıyla değerlendirilmesi daha adil ve objektif olacaktır. Daha da önemlisi, birlikle ilgili yazılar hakkında veya birlik tartışmalar hakkında fikirler ileri sürüp eleştiri yürütürken, yazıların veya birlik tartışmalarının içeriğine dönük görüşler ortaya koyulmalıdır. Meselenin özüne dair konuşmayıp, sadece işin biçimiyle, tartışmanın etiğiyle, yazım tekniğiyle vb. ilgilenmek objektif olarak birlik tartışmasını manipüle etmektir. Yöntem yanlış olsun, tarz kaba olsun ve isterse de tartışma kültürü hatalı olsun ve hatta etik açıdan sorunlu olsun, bütün bunlara rağmen meselenin özüyle ilgilenmek ve içerikle ilgili fikir yürütmek esas alınmalıdır.

 

Açık söyleyelim, birlik karşıtı tutuma, özellikle de zorlama ve soyut gerekçelere dayanan birlik karşıtı tutum (lar)a tahammülümüz geniş değil, bu saatten itibaren olmamalıdır da. Birliği geri yaklaşımlara feda etme lüksümüz yok, kimsenin de olmamalıdır. Çünkü parçalı, dağınık ve zayıf geçen her gün devrimcilerin aleyhine işlemekte, halkın umutlarına ve menfaatlerine zarar vermektedir. Dolayısıyla yazılarımızın, olur da yöntem sorunları barındırması, biçim meselelerini göz ardı etmesi durumu birlik çabalarına düğüm vurmaya gerekçe yapılmamalı, ana çaba gölgelenmemelidir. Biçimin tadilatına süreçler imkân verebilir ama özün tahribatı ölümcüldür; bunun bilinciyle iletişimi inşa etmeliyiz.

https://gazetepatika22.com/birlikte-yol-almak-icin-proleter-devrimci-inisiyatifin-gelistirilmesi-ihtiyactir-160799.html 

 

 

 

 


 

4 Aralık 2024 Çarşamba

Rusya’ya Suriye’de İngiltere Operasyonu_Halil Gündoğan_4.12.2024

Suriye’deki son operasyon neyin ve kimin operasyonu?

Oldukça uzun bir süredir Suriye Rejimine karşı atıl durumda bekleyen “Rejim Muhalifi Güçler” olarak tanımlanan ve esasen, başta CİA, MOSSAD, MI6 ve MİT tarafından organize ve finanse edilen, ağırlıklı bölümünü cihatçıların oluşturduğu paramiliter-milis güçler,  iç güç dengelerinde kayda değer ölçekte büyük değişikliklerin de yaşanmadığı bir süreçte (elbette Hizbullah’a bağlı güçlerinin önemlice bir bölümünün Lübnan’a çekilmesi ve Rusya’nın eskisi kadar aktif olamaması gibi etmenler, saldırganlar açısından kısmen avantajlı bir ortam oluşturuyor olsa da) adeta “sürpriz” bir şekilde, 27 Kasım 2024 tarihinde güçlü bir atak ile karşı saldırıya geçtiler.

  Bunu, kelimenin yalın haliyle, gerçekten de zamanlaması manidar bir “operasyon” olarak nitelemek kesinlikle isabetli olacaktır. Bazıları bu zamanlamayı İsrail ile Lübnan arasında imzalanan ateşkesin hemen ardından başlatılmış olması ve Netanyahu’nun Esad’a yönelik; “ayağını denk al” yollu tehdidi sebebiyle, bunun aslında esasen bir İsrail operasyonu olarak yorumlamakta. Kimileri, gerek operasyonun başını çeken HTŞ ile olan bağlantıları ve gerekse doğrudan kendisine bağlı SMO’nun da bu operasyonda doğrudan yer alıyor olmasından ve gerekse bu güçlerin tamamının TSK’nın kontrolü altında bulunan bölgelerde hazırlanıp harekete geçmiş olmasından hareketle, bu operasyonun arkasında doğrudan Türkiye’nin bulunduğuna yorumlamakta. Kimileri ise bunun, BOP kapsamında, rutin bir CİA-MOSSAD-MI6 operasyonu olarak yorumlamakta.

Yani ortaklaşan genel kanı, bu operasyonun doğrudan söz konusu “Rejim Muhalifi Güçlerin” kendi inisiyatifleriyle başlattıkları bir operasyon olmadığıdır. Bu, doğru bir çıkarsamadır.

  Bu operasyon doğruda ABD ve İsrail Devleti’nin operasyonu mudur?

Fakat gerek CİA-Pentagon ve gerekse MOSAT- İsrail ikilisinin böyle bir bu operasyonu başlatmaları ancak ki BOP stratejisinin bir ön hamlesi olması halinde bir anlam ve mantığı olabilir. Gelinen aşama itibariyle BOP stratejisinin doğrudan yönelimi ancak ki İran veya İran eksenli olabilirdi. Mevcut koşullarda, Suriye Rejiminin İran’a kalkan veya bir ön mevzi, keza İsrail için doğrudan güçlü bir tehdit odağı olmadığı bir durumda, Suriye Rejiminin devrilmesi bunlar için neden öncelikli, acil bir hedef olsun ki? Bunun bir mantığı da yok gibi… Dikkat edilirse İsrail bile, doğrudan kendisinin Suriye’ye düzenlediği son aylarda ki operasyonlarda Rejim güçlerini değil; sadece İran güçlerini hedef alıyordu.

Dolayısıyla da doğrudan İran bağlantılı olmayan böylesi bir operasyonun, verili süreçte bu ikilinin direktifiyle yapılıyor olduğunun kabul edilebilir bir gerekçesi yok görünüyor.

 

 Bu operasyon doğrudan Türk Devleti’nin operasyonu mudur?

 

Bu operasyonun arkasında Türk Devleti’nin olması, Yeni Osmanlıcı ve Misak-ı Milli sevdalısı zihniyet açısından, pekâlâ olası aslında. Oluşan “otorite boşluğunu”, “fırsatı ganimete çevirme” hesabıyla değerlendirmek ister elbet. Hatta bunun için bin takla bile atabilir. Ancak “kurtlar sofrası” olan bu sahada bu pek öyle kolay olmasa gerek… Lokal bir hamle olsa, geçmişte yapıldığı gibi, belki karşılıklı bazı “al-ver” hesapları ile göz yumulabilir. Fakat Suriye’nin tamamını kapsayan böylesi bir operasyona Türkiye’nin tek başına cüret etmesi, boyunu aşan bir macera olur ki bunu da asla göze alacak durumda değil. Hele ki Rusya’yı cepheden karşısına almayı gerektiren böylesi bir çılgınlığa kalkışması, konjonktürel olarak pek akıl kârı olarak görülemez.

 

 O halde bu operasyon neyin operasyonu?

Şu artık net olarak anlaşılmıştır ki bu operasyon, doğrudan BOP kapsamında ön görülen bir askeri hamle değil; tamamen Ukrayna’daki büyük kapışmanın yeni cephesi olarak tezgahlanmış bir operasyondur. Yani Rusya’nın Akdeniz’den de kuşatılmasını içeren bir hamledir bu. 

 

 Bilindiği gibi Suriye hem Rusya’nın Ortadoğu’daki önemli stratejik üslerindendir ve ama daha da önemlisi hem de Akdeniz’e açılan kapısıdır. Dolayısıyla da bu operasyonu, Rusya’nın Ukrayna sahasında başta İngiltere olmak üzere NATO’ya çektiği “restin”, esaslı bir karşı hamlesi olarak değerlendirmek gerekiyor ki olguların işaret ettiği realite de budur.

 

 Bu operasyon esasta, emperyalist İngiltere Devleti’nin baş rolde olduğu bir operasyondur 

“Rusya-Ukrayna savaşı” olarak lanse edilen savaş aslında her ne kadar da Rusya-NATO savaşı olsa da ama bunun yanı sıra, ta en başından itibaren bir o kadar da Rusya-İngiltere savaşı özel boyutu taşıdığı da bir gerçektir... Hatırlanacağı gibi savaşı sonlandırmak için İstanbul’da varılan anlaşmayı son anda engelleyenin İngiltere olduğu, daha sonra basına yansıyan itiraflarla sabittir. Keza yeni ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Ukrayna savaşını bitireceğine dair vaatleri üzerine İngiltere’nin buna itiraz ettiği ve alternatif yol arayışlarına girdiği ve Fransa ile ortak bir ordu kurmayı tasarladıkları ve Trump’a rağmen bu savaşın Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlanması için ne gerekiyorsa onun yapılacağını açık beyanlarla kamuoyuna duyurdukları da bir gerçektir. Dolayısıyla da Rusya’ya açılan NATO savaşının gelinen aşamadaki fiili liderliğinin doğrudan İngiltere tarafından ele geçirildiği rahatlıkla söylenebilir.

Trump’ın, Rusya’nın kesin yenilgiye uğratılmasını ön gören NATO stratejisini akamete uğratacak olması sebebiyle, başta İngiltere olmak üzere diğer Batı Avrupalı emperyalist devletlerinin; “Rusya Ukrayna’yla yetinmez, Avrupa’ya saldırır” manipülasyonu ardında sıraya girerek, Macron’un dillendirdiği; “Rusya saldırmadan biz saldıralım” motivasyonu ile gard almaya çalıştıkları da bir giz değil.

Uzun menzilli NATO füzelerinin Rusya’ya karşı kullanılması kararının ardında ki etkili baskın güç de kamuoyuna yansıdığı kadarıyla yine doğrudan İngiltere’dir. Bilinen bir olgudur ki zaten öteden beri ABD’nin “devlet aklının” şekillenmesinde İngiltere etkin bir rol sahibidir.

İngiltere ile Rusya arasında ki düşmanlığın köklü bir tarihi geçmişi de göz önünde bulundurulursa; neden çıkan (ve aslında bilinçli bir provokasyon ile çıkması sağlanan) bu savaş ortamından yararlanarak, özel bir gayretkeşlikle, büyük ve ezeli rakibi olmaya devam eden Rusya’yı yenilgiye uğratmaya kilitlendiği de daha rahat anlaşılabilir.

 

İşte tüm bu arka plan nedenler göz önünde bulundurulursa; Rusya’nın son saldırılar ardından doğrudan İngiltere’yi açık hedef gösterip, kıtalar arası füzelerle tehdit etmesinin hemen sonrasında Suriye’deki bu operasyonun başlatılmış olmasının mantığı daha bir yerli yerine oturacaktır.

Bu operasyonda Türkiye gerçek anlamda bir taşeron güç olarak konumlandırılmıştır

Bir süreden beridir Rusya ve ABD’ye karşı İngiltere’nin Türkiye’nin hamiliğine soyunduğu ve Türkiye’nin de bu “koruyucu meleğine”, denize düşenin yılana sarılması misalinde olduğu gibi sarıldığı, herkesin malumu olsa gerek.

Her şeyin bir karşılığı vardır: Hamilik karşılığında, daha dün el uzatmak istediği Esad’ı devirmeyi amaçlayan ve Suriye’yi Rusya’nın elinden alarak, Rusya’yı Akdeniz’e açılan kapısından mahrum bırakma operasyonunda aktif olarak yer alma görevi verilmiştir. Bu görev karşılığında, sahadaki olgulardan öyle anlaşılıyor ki belli ölçülerde kendi alt emperyal amaçlarına uygun davranma serbestisi de tanınmış: Hem alt taşeronlarla oluşturulacak “yeni Suriye”, en azından bir süreliğine Türkiye’nin hamiliğine emanet edilecek ve hem de Türkiye doğrudan işgal-ilhak yoluyla, Misak-ı Milli sınırları içinde saydıkları yerleri kendi sınırlarına katma avantajına kavuşacak.

 

 Türk Devleti açısından bu genişleme operasyonu aynı zamanda Kürtler karşısında ikili bir opsiyonla davranma imkânı sunuyor: Ya gönüllü olarak Misak-ı Milli’ye dahil olursunuz ya da topraklarınızı işgal ve ilhak ederek, bunu zor yoluyla yaparım.

 

 Verili süreçte Türk Devleti’nin bu oldu-bitti korsanlığına, başta ABD olmak üzere, batılı emperyalist güçlerin de özel olarak İsrail’in de ciddi bir itirazı olmayacaktır. Çünkü nihayetinde stratejik çıkarlarına ters bir durum oluşturmuyor olacaktır Türk Devleti’nin bu tutumu.

Gelişmelerin seyrinin hangi yönde olacağını esasta Rusya, İran ve Suriye Devleti’nin geliştireceği direniş belirleyecektir. Toparlanmayı başarıp, ezebilirlerse söz konusu karşı saldırıyı, bir mola verme durumu oluşabilir belki. Yani mevcut statüko bir süreliğine daha varlığını sürdürme fırsatına kavuşabilecektir.

 Sonuç olarak:

 Emperyalist emel ve hesaplar ile geliştirilen ve halktan milyonlarca insanların kanı ve canına mal olan, katbekat fazlasını da yerinden yurdundan edip sersefil bırakan her türden operasyon ve askeri harekât kapsamındaki tüm bu saldırganlıklara karşı tavır almak gerekiyor. Bu özgülde oynadığı rol itibariyle özellikle de Türk Devleti’ne amasız fakatsız tavır takınmak gerekiyor. Özel olarak Kürt kazanımlarına karşı giriştiği saldırganlıklar kitlesel gösteriler ve basın açıklamalarıyla şiddetle kınanmalı ve bu operasyonlara derhal son vermesi istenmelidir.

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)