Anarşizmin bir başka açmazı da otorite karşısındaki tutumlarıdır. Hem devrim istiyorlar ve hem de otoriteye karşı çıkıyorlar. Ne diyor Engels: “Bir devrimden daha otoriter bir şey bilmiyorum”. Gerçekten de toplumun bir bölümünün diğer bölümü üzerinde tankın, topun, tüfeğin yardımıyla kendi iradesini dayatması değil mi devrim?
Anarşizm, bireycilik ekseninde yol alır ve dolayısıyla “Bireycilik, anarşizmin felsefi temelidir”.
Marksizm’in temel taşı kitleyse, anarşizmin de bireydir. Stirner, Proudhon ve nihayet onun en sivri ucu Bakunin’le bir akım olarak şekillenen anarşizm, sınıf mücadelesinden doğan ve “sosyalizmin gerçekleşmesinin yaratıcı gücü olarak” her türlü devrimci savaşımı, siyasal yollarla gerçekleştirilen her türlü toplumsal hareketi yansıtır. Lenin’in saptadığı gibi sömürüye karşı genel laflar söyler ama; ne sömürünün nedenlerini, ne toplumu sosyalizme taşıyan gelişmesini görür. Ve dahası, kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin kavranamaması da, burjuva toplumda siyasal hareketten kaçınmak da anarşizmin özgünlükleri arasındadır.
Elbette “yalnızca aşağıdan hareket, yukarıdan değil” ilkesi de. Bu demektir ki, proletaryanın burjuvaziye karşı giriştiği tarihsel harekette, büyük toplumsal savaşta örgütlenmiş siyasal sınıf savaşımını kavramada özürlüdür anarşizm.
Ama dahası var:
Soyut bir “özgürlük” kavramı adına otorite ve disipline de, kapitalizmden komünizme geçerken devletin geçici ve devrimci biçimine karşı çıkmak da, Marks’ın sözleriyle, “birlik üyelerine bir dogma gibi empoze edilen tanrıtanımazlık” da, bireysel terörü savunmak da anarşizmin karakteristiğidir. (I) Bu akımın ilk ilkelerinin sergilenişini Max Stirner’de görürüz. Proudhon ve Bakunin için bu ilk kaynaktır; dayanılması gereken temeldir.
Stirner’de baş- kaldırı bireyin sınırsız özgürlüğü tezine varır. Birey ve onun özgürlüğü her şeydir; kitlenin kurtuluşunun temeli bireyin kurtuluşudur; tersi değil. Devletse bireyin özgürlüğünü sınırlayan ve ona karşı olan güçtür; varlığına son verilmelidir. Stirner sonrası Proudhon’da anarşizm giderek daha fazla özgünlük kazanır ve iyiden iyiye biçimlenir. Onda toplumsal çelişkilerin şiddet yöntemiyle ortadan kaldırılması tezi, yerini, barışçıl teze bırakır. Ve devletin yadsınması bu tez üzerinden ele alınır. Proudhon anarşizminde aslolan, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtılık ve sermaye değildir; devletin şiddet dışı araçlarla ortadan kaldırılmasıdır; reformdur.
Reform, onun adalet ve eşitlik üzerine kurulu tezinin temel
taşı gibidir.
Marks’ın “Felsefenin Sefaleti”nde Proudhon’un tezlerine yönelttiği eleştiriler,
onunla Marks arasındaki dostluğu ilelebet sona erdirecektir.
Proudhon’un, “Sefaletin Felsefesi”nde dile getirdikleri özetle şunlar:
Devrimin yerine reformu geçir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son veren bir devrim değil, kapitalizmi kötü yanlarından arındırma. Kapitalist düzenin kötü ve iyi yanları vardır ona göre; kötü yanını reformlarla at ve iyi yanını koru ve böylece kapitalizmi ayakta tut.
Proudhon’un bu teorik savına şiddetli eleştirilerini yönelten Marks şöyle diyecekti:
“diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada varolması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır. Sorunu kötü yanın atılması olarak koymak, diyalektik hareketi kısa kesmektir.” Proudhon, düzeni olumsuzluklarından ve aşırılıklarından arındırmak için bulunan, kötü yanı at, iyiyi koru ve dengeyi bul tezini de bedava kredi, mesleki üretim dernekleri ve emek pazarları üzerinden yaşam ağacına kavuşturur.
Ne ki, burjuvazi-proletarya uzlsaşmaz karşıtlığı proletarya önderliğinde bir devrimle çözülmeden ve dolayısıyla kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılmadan kapitalizmi kötülüklerinden arındırmanın hamhayal olduğu apaçıktır.
Kapitalist çizgide kaldığınız sürece onu yolsuzluklardan, kötülüklerden ve aşırılıklardan arındırmanın kapitalizmin doğasına aykırı olduğu Proudhon’un reçetesinde yazılı değildir. Stirner’i Proudhon’la harmanlayıp, yani Proudhonvari anarşinin gövdesine Stirnervari bir başkaldırı aşısı yapıp bu bulamaca da anarşizm adını veren Bakunin’de bu akım, özellikle başkaldırı ve tanrıtanımazlığıyla en üst noktasına ulaşır.
Marks, Friedrich Bolte’ye mektubunda Bakuninci tezleri şöyle formüle ediyor: sınıfların eşitliği, miras hakkının kaldırılması, tanrıtanımazlık ve Partizan/132 Partizan/133 siyasal hareketten kaçınmak.
Marks bu tezleri Proudhon ve Saint Simon’dan dilencilikle toplanmış eski-püsküler olarak niteler. Miras hakkının kaldırılmasını alalım. Bu tez, Bakunin’in teorisinin başköşesinde yer bulur ve tüm kötülüklerden kurtulmanın da biricik temeli olarak çıkar karşımıza.
Şurası bir gerçektir ki, miras hakkı ortadan kaldırılmalıdır; ne ki, bu, devrimin ilk talebi olamaz, çünkü bunu ilk talep olarak ortaya koymak demek, tüm köylülüğü ve küçük burjuva kitleyi bizden son hızla uzaklaştırmak demektir. Bunu böyle görmek demek, devrimi bugünden yarına olacakmış gibi ele almak demektir. Toprak ve arazi üzerindeki özel mülkiyet yok edildiğinde, sermayenin varlığına devrimle son verildiğinde miras hukukunun temeli de kendiliğinden düşer.
Din sorununa da bir parantez açarsak:
Marksizm’in kurucu ve sürdürücülerinin ortaya koyduğu gibi, anarşizm, din konusunda da soyut ve boş bir devrimciliği savunur. Kültür ve ilerleme düşmanı dine, halkın bu afyonuna karşı mücadeleyi proletarya ve sömürülen yığınların sömürücü ve baskıcılara karşı sınıf savaşımının gelişimi ana görevine bağlı değil, dine karşı savaşımda, devrimci lafazanlığı en son noktaya dek vardırarak soyut, sözde ve göstermelik bir mücadeleye sapar anarşizm. Dolayısıyla tanrıtanımazlık propagandası, proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği sınıf savaşımı görevine tabidir; komünistler, modern bilimsel sosyalizm savunucuları, hiçbir zaman, dine karşı savaşımı sınıf mücadelesinin merkezine koymazlar. Buradan Bakununci anarşizmin en önemli tezine varıyoruz.
Bakuninci teoriye göre, sermayeyi devlet yaratmıştır, kapitalistler sermayeye ancak devlet sayesinde sahip olabilmişlerdir. Öyleyse ilk önce, tüm kötülüklerin kaynağı olan devlet, ortadan kaldırılması gereken kötülüktür; zaten devlet ortadan kaldırıldı mı sermaye de kendi kendine kaybolacaktır. Theodore Cuna’ya gönderdiği mektupta, Bakunin anarşizmi üzerine yargıları böyle Engels’in.
Engels
devamla biz diyor tersini savunuyoruz:
“sermayeyi, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde toplanması durumunu ortadan kaldırınız, devlet kendiliğinden düşecektir.” Elbette bu kadarla bitirmiyor Engels. Aradaki ayrılığın büyük olduğunu ve toplumsal bir altüst oluş durumu olmadan devleti ortadan kaldırmanın bir saçmalık olduğunu açıklıyor.
Buradan da Marks’ın
sözünü ettiği bir diğer teze geçebiliriz:
her türlü siyasi hareketten kaçınmak. Bu düşünce akımında ne parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma ya da onu belirli tarihsel anlamı içerisinde değerlendirme, ne işçi sınıfının siyasetle uğraşması, ne işgününün kısaltılması uğruna herhangi bir mücadele kabul görür. Kabul görmez çünkü, “her türlü siyasal davranış, eşyanın varolan durumunun kabul edilmesi anlamını içerir.” Ne ki, eşyanın somut durumu, verili duruma karşı çıkma olanağı verdiği zaman, neden bu olanak kullanılmasın ki; ve neden onunla mücadele için elverişli koşullar varken bu mücadeleden kaçınılsın?
Mevcut düzen sınırları içinde bu düzenin sağladığı olanaklar üzerinden bu mücadele olanaklarını kullanmanın verili durumu tanımak demek olmadığı anarşist öğreti de anlaşılmaz kalır. Tüm kötülüklerin kaynağı devlet olduğuna göre, enerjik bir propaganda ile devlet kötülenmeli, gözden düşürülmeli; tüm halk senden yana olunca “toplumsal tasfiye” günü gelecek ve böylece devlet kaldırılarak yerine Enternasyonal örgütü konacaktır. Bu akımda her türlü siyasal eylem mahkum edilir çünkü, her siyasal eylem devletin tanınmasıdır, oysa devlet “tüm kötülüğün cisimleşmesidir”. Öyleyse devlete de siyasal eyleme de hayır. Engels tüm bunlar için şunu söyleyecektir: Bütün bunlar o kadar radikal ve o kadar yalın görünmektedir ki, beş dakika içinde hepsi ezbere öğrenilir.
Oysa biz biliyoruz ki, toplum sınıflara ayrılır ve her sınıfa kendi partisi önderlik eder. Bu proletarya için de böyledir. Bu sınıf hareketinin nihai amacı elbette ki siyasal iktidarı alaşağı edip kendi iktidarını kurmaktır. Fakat bu, bugünden yarına olmaz. O noktaya, sökecek şafağa varıncaya dek, devrimi hazırlamak, yani ezilen halk kitlelerini ve sınıfı devrim için eğitmek, örgütlemek ve seferber etmek gerekir. Bu görev, sınıfın devrimci enerjisini içine almış olan proletarya partisine aittir. Proletarya partisinin kendi bağımsız partisi, siyaseti vardır.
Proletarya kendi bağımsız siyasetini kendi bağımsız partisiyle yapar. Engels’in sözleriyle; “yapılması gereken siyaset, işçi siyasetidir; işçi partisinin, herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olarak değil, ama kendi amacı, kendine özgü siyaseti olan bağımsız bir parti olarak” varlığı meselesidir. Siyasal iktidar, sınıfın örgütlenmesi, önceden kaslarını sağlamlaştırması ve belli bir gelişme aşamasına varması ve dahası, doğrudan doğruya sınıf savaşımından çıkıp gelen bir örgütlenmeyle ancak ele geçirilebilir. Devrim, elini kolunu bağlayıp o “büyük tasfiye günü”nü beklemekle olmaz; ona gelinceye dek devrimi örgütlemek, hazırlamak ve ele geçirmek gerekir. Bu da partiyle olur.
Bakuninci anarşizmde “bir işçi partisi kurmak yasaktır.” Sınıf kendi siyasal partisini kurmamalı ve hiçbir zaman siyasi eylemle de uğraşmamalıdır; çünkü devletle savaşmak onu tanımak demektir ve tabii ki bu da Bakuninci ölümsüz ilkelere aykırıdır. Marks bu çizgideki değerlendirmelerini ücretler sorununda da sürdürür. Gene der ki onlara göre ücretlerin yükseltilmesi için çalışanlar çaba harcamamalıdır çünkü bu ücretliliği tanımak demek olur.
Bu da ölümsüz ilkelere aykırıdır. Ve böyle sürer gider Bakuninci tezler. Onlara göre her türlü barışçıl hareket de geri çevrilmelidir. İşçi sınıfının işi siyasetle uğraşmak değil, “sendikalarda örgütlenmekten ibarettir”. Devrim isteyenler, onun en temel aracına sırtını dönerek yaşamın kenarında kalıyor. İşçi sınıfı partisine yüz çevirenler, devrimi işçi sınıfının inisiyatifiyle nasıl gerçekleştirecek, o da tam bir bilmece olarak kalır bu teoride.
Devlete karşı kendiliğinden bir başkaldırıdır Bakuninci anarşizm. Onlara göre, devrimler halk yığınlarının içgüdülerinde hazırlanır ve sonra - olay ve olguların, durum ve koşulların akışı ve yardımıyla- kendiliğinden patlak verir. Bakuninci derneğin yapacağı tek şey, halkın içgüdülerine uygun düşünceleri yayarak devrimin doğuşuna yardım etmektir ve “devrimin genelkurmayını” örgütlemektir. Bunun için de öyle fazla değil, tüm Avrupa için yüz devrimci yeter.
İşte bu yüz devrimci halkın içgüdüsel bilinçlerinin derinliklerinde hazırlanan devrimle kendi aralarında köprü kurup, o büyük toplumsal tasfiye gününü bekleyeceklerdir. Dinliyoruz: “Şu halde bu kişilerin sayıları öyle çok fazla olmamalıdır. Tüm Avrupa’da uluslararası örgütlenme için ciddi ve güçlü bir şekilde birleşmiş yüz devrimci yeter. Yüz-ikiyüz kadar devrimci, en büyük ülkenin örgütlenmesi için yeterli olacaktır.”
Devrimler tarihi,
yaşamın canlı gerçeği kanıtlamıştır ki, devrimi örgütlemek, hazırlamak ve
yönetmek için “savaşta pişmiş, komünist devrimciler ordusu gereklidir; böyle
bir ordu vardır, adı da partidir.” Partisiz proletaryanın devrime
hazırlanamayacağına en iyi eleştiriyi tarihin kendisi yapmıştır. Genel
grev-devrim ilişkisi, apayrı bir açmazıdır bu akımın.
Bu noktayı da Engels’in yorumuyla ele alalım.
Bilinir ki, genel grev, toplumsal devrimin sökün etmesi ya da toplumsal tasfiye gününe erişilmesi için özel bir öneme sahiptir ve son derece önemli bir araçtır anarşizmde. Bir sabah vakti bir ülkenin ya da ülkelerin her meslekten tüm işçileri işi bırakmalıdır. Partizan/136 Böyle bir durumda birkaç hafta içinde, ya yönetici sınıflar aman dileyecek ya da tankını, topunu askerini tüm sınıf üzerine süreceklerdir. Bu durumda, greve giden tüm işçiler eski toplumu alaşağı etmeye hak kazanacak ve böylece de toplumsal devrim kendiliğinden patlak verecek.
Ama biz bu tasarının yeni olmadığını ve üstelik Bakunincilere özgü olmadığını da biliyoruz. İngiltere’de Çartizmin hızla yaygınlık kazandığı 1830- 1840’lı yıllarda ve özellikle de 1837 bunalımının ardından ülke çapında işi bırakma “kutsal ay” ilan edilmişti. 1842’de Kuzey İngiltere’de fabrika işçileri bunu uygulamaya çalıştılar. Orayla sınırlı kalmayan hareket yayıldı. Fransız sosyalistleri ve sonra da Belçikalılar arasında uygulanmaya çalışıldı. Ve nihayet, Bakuninci programda yer aldı.
Anlaşılır ki bu uygulama yeni değildir ve bunun yaşam ağacına kavuşması için de “kusursuz bir işçi sınıfı örgütünün ve dolu bir kasanın zorunluluğu” ortadadır. Egemen sınıfların ne işçi sınıfı örgütünün ve ne de kasanın bu düzeye ulaşmasına izin vermeyecekleri açıktır. Dolayısıyla, İngiliz soyundan bu gösteri atına binen, bu “genel grev”e başvuran herkes bu işin olmazlığını da peşinen kabullenmek zorundadır. Tarihte sınavdan başarıyla geçememiş bu aracın Bakunincilerde bir kez daha denenmesi daha işin başında yenilgiyi kabul etmek demektir.
Lenin’i yinelemek gerekirse; Bakuninci anarşizmin en büyük
handikapı devrimin kendisidir, onun doğuşu ve gelişmesidir. Dolayısıyla onların toplumsal devriminin
temelinde, maddi koşullar değil, irade yatar.
Anarşizmin bir başka açmazı da otorite
karşısındaki tutumlarıdır. Hem devrim istiyorlar ve hem de otoriteye karşı
çıkıyorlar.
Ne diyor Engels:
“Bir
devrimden daha otoriter bir şey bilmiyorum”. Gerçekten de toplumun bir
bölümünün diğer bölümü üzerinde tankın, topun, tüfeğin yardımıyla kendi
iradesini dayatması değil mi devrim? Bundan daha otoriter ne olabilir?
Bu şu
anlama gelir ki, otorite “başkasının iradesinin bizimkine zorla kabul
ettirilmesi demektir; öte yandan otorite, bağımlılığı, boyun eğmeyi varsayar”. Engels’in “Otorite Üzerine” başlıklı
makalesinde söyledikleri bunlar. Engels otorite üzerine
değerlendirmesini iktisadi ve toplumsal koşullar üzerinden sağlam kolonlar
üzerine oturtur. Toplumun ilerlemesiyle birlikte, iktisadi ve toplumsal
gelişmeyle birlikte küçük parçalı üretimin yerine merkezileşmiş büyük ölçekli
üretimin, tek başına eylemin yerine birleşik eylemin günbegün yaygınlık
kazandığı evrimleşme sürecinde otoritenin çok daha büyük önemde ortaya çıktığı
apaçıktır.
Engels’in
sözleriyle: “Her yanda, birleşik eylem, birbirine bağlı süreçler karmaşığı, bireylerin
bağımsız eylemlerinin yerini alıyor. Ne var ki, kim birleşik (kombine) eylem
diyorsa aynı zamanda örgütlenme demektir; peki, otorite olmadan olabilir mi?”
Büyük sanayii yok etmeden otoriteyi yok edemezsiniz; devrimi yok etmeden
otoriteyi yok edemezsiniz; kapitalizmden komünizme geçişte geçici ve devrimci
bir geçiş devletini yok etmeden otoriteyi yok edemezsiniz.
Engels’in
pamuk ipliği yapımcılığı, demiryolu gibi örnekleri bir yana bırakarak salt
fabrika örneğinden hareket etsek bile, yani fabrikadan içeri giren tüm
işçilerin fabrikanın otomatik mekanizmasına uymak zorunda oldu açık değil mi?
“Sizler ki, içeri giriyorsunuz, her türlü özerkliği dışarda bırakınız”.
Özerklik hayranı ve otorite düşmanı anarşistlere zor gelse de fabrikanın
kapısından içeri girdiklerinde bu kurala uymak zorundalar.
Paul
Lafargue’ye gönderdiği bir mektupta, anarşistler için onlar modern sanayiin
sorunlarını birazcık olsun incelemiş olsalardı diyor, “kimi kişilere bir dış
iradenin, yani bir otoritenin, empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylemin
olanaklı bulunmadığını, ister oy veren çoğunluğun iradesi olsun, ister yönetici
bir komitenin ya da bir tek adamın iradesi olsun, bu iradenin, her zaman ona
karşı olanlara kabul ettirilen bir irade olduğunu bilirlerdi; ama bu bir tek ve
yönetici irade olmadan, hiçbir elbirliğinin olanağı yoktur.”
Ne demişti Engels bir başka mektubunda:
“Paris Komününün hayatına malolan şey, bir
merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğidir.” Hiç kuşkusuz ki, Marksizm’e göre;
otorite olsun, özerklik olsun her ikisi de göreli kavramlardır ve dolayısıyla
toplumsal evrimin kendisi ve gelişme evreleriyle ilişkilidirler; onları mutlak
şeyler olarak ele almak denli saçma bir şey de olamaz. (II) Ve böylece de
otorite, merkezileşme, boyun eğmenin kristalleştiği şeye, devlete ilişkin
anarşizmin teorik tezlerine gelmiş oluyoruz.
Marksizm’in
kurucu ve sürdürücülerinin üzerinde en çok tartıştığı ve değerlendirmelerde
bulunduğu konudur bu. Devlet ortadan kaldırılmalıdır. Bu, bilimsel sosyalizm
savunucularının da anarşistlerin de ortak görüşüdür.
Ortak hedef bu.
Ne ki
anarşistlerde parçalanan devletin yerine neyin/nasıl konacağı sorunu muğlaktır,
bulanıktır, anlaşılmazdır ve geçici ve devrimci bir biçim olarak proletarya
diktatörlüğünün yadsınmasıdır.
Engels, devletin ortadan kaldırılmasının
komünistler için bir tek anlamının olduğunu söyler ve o da şudur der: “devletin
ortadan kaldırılması, sınıfların ortadan kaldırılmasının sonucudur.” Burada
sorun; devletin varlığını biz kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor şeklinde
konamaz. Sorunun bu sunuluşu hatalıdır. Devletin ortadan kaldırılması, onun
yerine neyin, nasıl konulacağı sorununun bulanık ve devrimci-dışılığı yanında,
anarşistlerin görmek istemedikleri temel şey, devrimin kendisidir; onun doğuşu,
gelişmesi, otorite ve zora ilişkin, iktidar ve devlet sorununa ilişkin
görevlerdir.
Marksizm’in
kurucu ve sürdürücüleri “amaç” olarak devletin kaldırılması konusunda
anarşizmle hiçbir ayrılığın olmadığını bu konudaki değerlendirmelerinde dile
getirmişlerdir. Ne ki onlarla komünizmin ilkelerinde temel ayrım noktaları var:
Bu da proletarya diktatörlüğünün kurulması ve de geçiş döneminde devlet zorunun
uygulanmasıdır. Bilimsel sosyalizmin kurucu ve sürdürücülerinin tutumu budur.
Amaç olarak anarşizmle devletin ortadan
kaldırılması konusunda aynı düşünüyoruz ama bu amaca ulaşmanın araçları, yol ve
yöntemleri konusunda ve dahası sınıfların ortadan kaldırılması için ezilen
sınıfın geçici ve devrimci bir diktatörlüğünün zorunluluğu konusunda tam karşıt
uçlardayız derken Marksizm’in kurucu ve sürdürücüleri anarşizmle aralarında
derin bir hendek açıyorlardı.
Anarşistler devletin bugünden yarına, devleti
ortadan kaldırmanın koşullarını kavramadan ortadan kaldırılmasını isterler;
komünistler ise, sosyalist bir devrimle sınıfların ortadan kaldırılmasından
sonra bu amaca ulaşılabileceğini söylerler.
Anarşistler eski devlet iktidarı yıkıldıktan sonra onun yerine
neyin konulacağı ve kurulan devrimci iktidarın nasıl kullanılacağı konusunda
tamamen muğlaktırlar ve hatta devrimci diktatörlüğü bile yadsırlar,
komünistler ise,
parçalanan
eski devlet mekanizmasının yerine, yeni devlet mekanizmasının, proletarya
diktatörlüğünün bu geçici ve devrimci geçiş biçiminin geçirilmesini savunurlar.
Marksizm’in klasiklerinin temel yaklaşımı budur.
Ne demişti Marks:
“Kapitalist
toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrimci dönüşüm dönemi
yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet
proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” Bundan dolayıdır
ki, Marks ve Engels, devrimin ilk işi olarak devletin kaldırılması, her türden
otoritenin yıkılması, merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılması ve her türlü
siyasetin yadsınmasına karşı geçici dönemin devrimci devleti, proletarya
diktatörlüğü tezi ile karşı çıktılar. Demek ki, devrim zorla hazırlanır, zorla
kazanılır ve zorla sürdürülür.
Partizan/139
Şunu
söylerken Lenin taşı gediğine koymuştu:
“… kapitalizmden sosyalizme, zorlamaksızın ve
diktatörlüksüz geçileceğini sanmak en büyük bir aptallık olur, en saçma bir
ütopizmi ortaya koyar.”
Kapitalizmdan
komünizme devrimci bir iktidardan yoksun olarak girmek Paris Komününün hayatına
malolan hatayı yinelemek demek olur. Dolayısıyla Lenin’in Rusya, Finlandiya,
Macaristan ve Almanya’daki deneyimlerden sonra, ortaya koyduğu gibi, “devrimci
hareketin doğurduğu, yeni, pratik bir yaklaşım tarzı” üzerinden devlet sorununa
yaklaşmak gerektiği açıktır. Bu yaklaşım tarzı; burjuvazinin birleşmiş,
merkezileşmiş iktidar gücünün ya da onda somutlaşan kuvvetlerinin karşısına,
proletaryanın birleşik ve merkezileşmiş gücünü, demirden bir el, tunçtan bir
iktidar koymak demektir.
Her
türlü teori bir yana, yirminci yüzyılın devrim ve sosyalizm tarihi bunu
yeterince ve kuvvetle tanıtlamıştır. (III) Devleti her türlü kötülüğün kaynağı
sayan, herhangi bir siyasal harekete girmekten kaçınan, “herhangi bir seçime
katılmanın büyük bir suç, bir cinayet olduğunu ileri” süren özerklik, özgürlük
ve özgür federasyon üzerine kurulu anarşist
ideoloji 1873-İspanya örneğinde duvara toslayarak iflas etti.
Engels’in
“Bakuninciler İşbaşında” makalesi buna ilişkin parlak bir değerlendirme sunuyor
bize. Bu değerlendirmede Engels; Bakunincilerin yaşamın canlı gerçeğiyle ve bu
arada devrimci bir durumla karşı karşıya kalınca, iş pratiğe gelince o ölümsüz
ilkelerini nasıl bir yana bıraktıklarının geniş bir tablosunu sunuyor bize.
Engels’in uzunca pasajında dile getirdiği ve Bakunincilerin iflasını sergileyen
değerlendirmelerine kulak veriyoruz: “Bakuninciler, geçekten devrimci bir
durumla karşı karşıya kalınca tüm daha önceki programlarını kaldırıp atmak
zorunda kaldılar. İlk önce her türlü siyasal eylemden, özellikle seçimlere
katılmaktan beri durmayı bir ödev haline getirerek teoriyi feda ettiler.
Sonra, sıra
geldi anarşiye ve devletin kaldırılmasına; bu kez devleti kaldırmaktansa, bir
sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya kalkıştılar. Daha sonra, işçilerin,
proletaryanın derhal ve tam kurtuluşunu amaçlayan hiçbir devrime katılmamaları
gerektiğini söyledikleri ilkeyi kaldırıp attılar ve gene kendileri, açıkça ve
düpedüz burjuva olan bir harekette yer aldılar. Son olarak, bir hükümetin
kurulmasının işçi sınıfının yeni bir aldatılmasından ve işçi sınıfına karşı
yeni bir ihanetten bir şey olmayan bu ilkeyi, hiç kılları kıpırdamadan çeşitli
kentlerin yönetim komitelerine dayanarak ve burjuvazi tarafından oy ile
yenilgiye uğratılmış ve siyasal olarak sömürülmüş güçsüz bir azınlık olarak
hemen her yerde açıkça ayaklar altına aldılar.” İspanya gerçeğinden çıkan dersler
bunlar.
Görülüyor
ki, sıra iş görmeye gelince Bakuninci aşırı devrimci haykırışlar iflas ediyor.
Engels’in makalesinde sözünü ettiği gibi, İspanya örneğinde Bakuninciler;
“devrimin nasıl yapılmaması gerektiğinin aşılmaz bir örneğini verdiler.”
Bilinir ki anarşizm, I. Enternasyonal’in bazı şubelerinde azçok taraftar
bulabilmiş, zamanında, Marks ve Engels’in de sert eleştirilerine maruz
kalmıştır.
1868 yılında
Enternasyonal’e girdikten sonra Bakuninci anarşistler, her türlü yola
başvurarak bunun yönetimini ele geçirmeye çalışmış, ne ki Marks ve Engels’in
yorulmak bilmez çabalarıyla beş yıl süren bir savaşımın sonunda 1872’deki La
Haye kongresinde Enternasyonal’den atılmışlardır. Anarşizm, 1870 yılındaki
başarısız Lyon ayaklanması, 1873’lü yıllarda İspanya’nın Sevilla, Alcoy,
Valencia, Grenada başta olmak üzere birçok kentlerinde, bu arada Belçika,
İtalya ve İsviçre’de ve nihayet 1870-1880 yılları arasında Rusya ve
Almanya’daki eylemlerinde dikkatleri çekmiş; işçi hareketi içinde tutunamayınca
bu kez de sendikalara sızarak deri değiştirmiş ve ekonomik mücadeleyi siyasal
mücadeleden ayıran devrimci sendikalizm biçimine bürünerek mesafa almaya
çalışmıştır.
Ne ki anarşizmin bu deri değiştirmiş hali de
yer yer işçi hareketi içinde bir sapma olarak belirse de tutunamaz.
Yeni bir çağ açan 1917 Ekim Devriminden sonra
anarşizm iki akıma bölünür:
Sovyet yanlısı, proletarya diktatörlüğünden
yana ve ona karşı olmak üzere. İkinci paylaşım savaşı öncesi İspanya’da bir
hayli etkinlik kazanan anarşizm, İspanyol halk cephesi içinde yer aldı; 1936
yılında Katalonya’daki Cumhuriyetçi hükümete dört bakanla katıldı. Süreç içinde
Avrupa’daki gençlik eylemleri içinde zaman zaman saman alevi gibi yanıp
sönmesine, “baldırı çıplağın” ya da “şaşkın aydının” zihniyeti olarak işlev görmesine
rağmen günümüze dek ciddi bir etkinlik göstermeden yalnızca tarihsel bir ilgi
kaynağı olarak kalabilmiştir proleter sınıf içinde.
Ancak
günümüzde yer yer işçi sınıfı saflarında oportünizme bir tepki olarak, “sol”
sekter eğilimlerin belirmesinde önemli bir rolü olmuştur. Lenin’in sözleriyle: “Anarşizm, çoğu kez, işçi sınıfı
hareketinin oportünist günahları için bir çeşit ceza olmuştur.” O, aslında
Lenin’in dediği gibi, “tersine çevrilmiş bir burjuva anlayışıdır.”
Bireyci teorileri ve ülküleri der Lenin,
sosyalizme taban tabana zıttır. Ve öğretileri de “önüne geçilmez bir biçimde
emeğin toplumsallaştırılmasına doğru yol alan burjuva düzeninin geleceğini
değil, bugününü, hatta geçmişini, dağınık ve tek tek küçük üretici üzerindeki
kör rastlantının egemenliğini ifade eder.”
Anarşizm;
modern bilimsel sosyalizme, onun teori ve pratiğine, strateji ve taktiklerine,
proletaryaya düşman, küçük burjuvazinin ruhsal durumunu yansıtmaktan ibaret
olan, kah burjuvazinin görkemi karşısında gözleri kamaşan, kah halkın acılarına
karşı sempati besleyen, bir uçtan diğerine sallanıp duran şaşkınlık ve
umutsuzluğun teorisidir.
Bu öğreti çoğu kez, kapitalizmin dehşeti
karşısında öfkeye kapılarak “aşırı bir devrimciciliğe kolayca” kapılan ama
örgütlü ve disiplinli çalışmaya gelemeyen küçük burjuva zihniyetinin ürünüdür.
Onların yanılgısının temeli; toplumsal evrimleşme sürecinin yanlış
kavranmasından dolayı “başka başka ülkelerdeki somut siyasal (ve iktisadi)
durumun özelliklerini” çeşitli dönemlerdeki çeşitli savaşım biçimlerinin özgül
önemini belirleyen koşulları ve özellikleri ve anın taktiğinin özgül
çizgilerini hesaba katmamasıdır. Unutulmasın ki bu akım, proletarya hareketinin
çocukluk dönemine aittir; ve işçi hareketinin bir karikatüründen başka bir şey
değildir. Bu akımın “sürekli olarak doğuşu, her zaman kolay bir popülarite
ardında koşan yeni müritlerinin bulunmasına bağlıdır” diyordu Engels, 1882
yılında Becker’e gönderdiği bir mektubunda.
Tanıtlamaya
gerek yok ki, anarşizmin Marksizm’le ve dolayısıyla Marx’ın teorisiyle hiçbir
ortak yanı yoktur. Ne ki, Gezi İsyanı süreci ve sonraki dönem, anarşizmin parti
ve örgütlülüğe olan yaklaşımlarını bir kez daha pratik politika olarak
gündemleştirmiştir. Ne var ki, ne ilkede, ne strateji ve taktikte ve ne de
devrimin doğuşu, hazırlanışı ve devrimin örgütlenişinde Marksizm’le, modern
bilimsel sosyalizmle anarşizm arasında ortak paydanın olmadığı tarihsel bir
gerçektir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
Marksizm, aşırı lafazanlık tufanına yakalanmış
anarşizm karşısında ta başından beri tüm kesinliği ve keskinliğiyle tutum
almasını bilmiştir; bu tutum öylesine sert ve belirgin hale gelmiştir ki 1872
yılında Enternasyonal’den atılmışlardır. Marks ve Engels, Bakunincilerin
atıldığı bu tarihe kadar beş yıl boyunca sürekli olarak bu illetle savaşmak
zorunda kaldılar; ve bu savaşımda “en çok katkısı olan adam Marx oldu” diyordu
Engels.
“Marx’ın Ölümü Üzerine” adlı makalesinde
Engels; “1867’den başlayarak, Partizan/141 anarşistler en aşağılık yöntemlere başvurarak
Enternasyonalin başına geçmeye kalkıştılar ve Marx onların yolu üzerindeki
başlıca engel oldu.” Enternasyonal’de
çevirdiği dolaplar yüzünden Marks bu akımın babası rolündeki Bakunin için;
“O teorisyen olarak sıfır olmasına karşın, entrikacı olarak ustadır” der.
Anlaşılır
ki; anarşizmin tüm bir tarihi göstermiştir ki, anarşizmin Marksizm’e yakınlığı
yerin göğe yakınlığı gibidir; dolayısıyla, onu Marksizm’in ya da Marks’ın kapı
komşusu görmek anarşizmin tarihini, gelişmesini ve de Marksizm’in kurucu ve
sürdürücülerinin anarşizm karşısındaki ödün vermez tutumlarını görememek
demektir.
https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_85.pdf