17 Eylül 2025 Çarşamba

Aşırılığın kıyılarında küçük-burjuva ideolojik bir akım: ANARŞİZM

 


Anarşizmin bir başka açmazı da otorite karşısındaki tutumlarıdır. Hem devrim istiyorlar ve hem de otoriteye karşı çıkıyorlar. Ne diyor Engels: “Bir devrimden daha otoriter bir şey bilmiyorum”. Gerçekten de toplumun bir bölümünün diğer bölümü üzerinde tankın, topun, tüfeğin yardımıyla kendi iradesini dayatması değil mi devrim?

Anarşizm, bireycilik ekseninde yol alır ve dolayısıyla “Bireycilik, anarşizmin felsefi temelidir”.

Marksizm’in temel taşı kitleyse, anarşizmin de bireydir. Stirner, Proudhon ve nihayet onun en sivri ucu Bakunin’le bir akım olarak şekillenen anarşizm, sınıf mücadelesinden doğan ve “sosyalizmin gerçekleşmesinin yaratıcı gücü olarak” her türlü devrimci savaşımı, siyasal yollarla gerçekleştirilen her türlü toplumsal hareketi yansıtır. Lenin’in saptadığı gibi sömürüye karşı genel laflar söyler ama; ne sömürünün nedenlerini, ne toplumu sosyalizme taşıyan gelişmesini görür. Ve dahası, kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin kavranamaması da, burjuva toplumda siyasal hareketten kaçınmak da anarşizmin özgünlükleri arasındadır.

 Elbette “yalnızca aşağıdan hareket, yukarıdan değil” ilkesi de. Bu demektir ki, proletaryanın burjuvaziye karşı giriştiği tarihsel harekette, büyük toplumsal savaşta örgütlenmiş siyasal sınıf savaşımını kavramada özürlüdür anarşizm.

Ama dahası var:

Soyut bir “özgürlük” kavramı adına otorite ve disipline de, kapitalizmden komünizme geçerken devletin geçici ve devrimci biçimine karşı çıkmak da, Marks’ın sözleriyle, “birlik üyelerine bir dogma gibi empoze edilen tanrıtanımazlık” da, bireysel terörü savunmak da anarşizmin karakteristiğidir. (I) Bu akımın ilk ilkelerinin sergilenişini Max Stirner’de görürüz. Proudhon ve Bakunin için bu ilk kaynaktır; dayanılması gereken temeldir.

Stirner’de baş- kaldırı bireyin sınırsız özgürlüğü tezine varır. Birey ve onun özgürlüğü her şeydir; kitlenin kurtuluşunun temeli bireyin kurtuluşudur; tersi değil. Devletse bireyin özgürlüğünü sınırlayan ve ona karşı olan güçtür; varlığına son verilmelidir. Stirner sonrası Proudhon’da anarşizm giderek daha fazla özgünlük kazanır ve iyiden iyiye biçimlenir. Onda toplumsal çelişkilerin şiddet yöntemiyle ortadan kaldırılması tezi, yerini, barışçıl teze bırakır. Ve devletin yadsınması bu tez üzerinden ele alınır. Proudhon anarşizminde aslolan, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtılık ve sermaye değildir; devletin şiddet dışı araçlarla ortadan kaldırılmasıdır; reformdur.

Reform, onun adalet ve eşitlik üzerine kurulu tezinin temel taşı gibidir. Marks’ın “Felsefenin Sefaleti”nde Proudhon’un tezlerine yönelttiği eleştiriler, onunla Marks arasındaki dostluğu ilelebet sona erdirecektir.

 Proudhon’un, “Sefaletin Felsefesi”nde dile getirdikleri özetle şunlar:

 Devrimin yerine reformu geçir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son veren bir devrim değil, kapitalizmi kötü yanlarından arındırma. Kapitalist düzenin kötü ve iyi yanları vardır ona göre; kötü yanını reformlarla at ve iyi yanını koru ve böylece kapitalizmi ayakta tut.

Proudhon’un bu teorik savına şiddetli eleştirilerini yönelten Marks şöyle diyecekti:

 “diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada varolması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır. Sorunu kötü yanın atılması olarak koymak, diyalektik hareketi kısa kesmektir.” Proudhon, düzeni olumsuzluklarından ve aşırılıklarından arındırmak için bulunan, kötü yanı at, iyiyi koru ve dengeyi bul tezini de bedava kredi, mesleki üretim dernekleri ve emek pazarları üzerinden yaşam ağacına kavuşturur.

Ne ki, burjuvazi-proletarya uzlsaşmaz karşıtlığı proletarya önderliğinde bir devrimle çözülmeden ve dolayısıyla kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılmadan kapitalizmi kötülüklerinden arındırmanın hamhayal olduğu apaçıktır.

 Kapitalist çizgide kaldığınız sürece onu yolsuzluklardan, kötülüklerden ve aşırılıklardan arındırmanın kapitalizmin doğasına aykırı olduğu Proudhon’un reçetesinde yazılı değildir. Stirner’i Proudhon’la harmanlayıp, yani Proudhonvari anarşinin gövdesine Stirnervari bir başkaldırı aşısı yapıp bu bulamaca da anarşizm adını veren Bakunin’de bu akım, özellikle başkaldırı ve tanrıtanımazlığıyla en üst noktasına ulaşır.

 Marks, Friedrich Bolte’ye mektubunda Bakuninci tezleri şöyle formüle ediyor: sınıfların eşitliği, miras hakkının kaldırılması, tanrıtanımazlık ve Partizan/132 Partizan/133 siyasal hareketten kaçınmak.

Marks bu tezleri Proudhon ve Saint Simon’dan dilencilikle toplanmış eski-püsküler olarak niteler. Miras hakkının kaldırılmasını alalım. Bu tez, Bakunin’in teorisinin başköşesinde yer bulur ve tüm kötülüklerden kurtulmanın da biricik temeli olarak çıkar karşımıza.

Şurası bir gerçektir ki, miras hakkı ortadan kaldırılmalıdır; ne ki, bu, devrimin ilk talebi olamaz, çünkü bunu ilk talep olarak ortaya koymak demek, tüm köylülüğü ve küçük burjuva kitleyi bizden son hızla uzaklaştırmak demektir. Bunu böyle görmek demek, devrimi bugünden yarına olacakmış gibi ele almak demektir. Toprak ve arazi üzerindeki özel mülkiyet yok edildiğinde, sermayenin varlığına devrimle son verildiğinde miras hukukunun temeli de kendiliğinden düşer.

Din sorununa da bir parantez açarsak:

Marksizm’in kurucu ve sürdürücülerinin ortaya koyduğu gibi, anarşizm, din konusunda da soyut ve boş bir devrimciliği savunur. Kültür ve ilerleme düşmanı dine, halkın bu afyonuna karşı mücadeleyi proletarya ve sömürülen yığınların sömürücü ve baskıcılara karşı sınıf savaşımının gelişimi ana görevine bağlı değil, dine karşı savaşımda, devrimci lafazanlığı en son noktaya dek vardırarak soyut, sözde ve göstermelik bir mücadeleye sapar anarşizm. Dolayısıyla tanrıtanımazlık propagandası, proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği sınıf savaşımı görevine tabidir; komünistler, modern bilimsel sosyalizm savunucuları, hiçbir zaman, dine karşı savaşımı sınıf mücadelesinin merkezine koymazlar. Buradan Bakununci anarşizmin en önemli tezine varıyoruz.

Bakuninci teoriye göre, sermayeyi devlet yaratmıştır, kapitalistler sermayeye ancak devlet sayesinde sahip olabilmişlerdir. Öyleyse ilk önce, tüm kötülüklerin kaynağı olan devlet, ortadan kaldırılması gereken kötülüktür; zaten devlet ortadan kaldırıldı mı sermaye de kendi kendine kaybolacaktır. Theodore Cuna’ya gönderdiği mektupta, Bakunin anarşizmi üzerine yargıları böyle Engels’in.

Engels devamla biz diyor tersini savunuyoruz:

 “sermayeyi, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde toplanması durumunu ortadan kaldırınız, devlet kendiliğinden düşecektir.” Elbette bu kadarla bitirmiyor Engels. Aradaki ayrılığın büyük olduğunu ve toplumsal bir altüst oluş durumu olmadan devleti ortadan kaldırmanın bir saçmalık olduğunu açıklıyor.

Buradan da Marks’ın sözünü ettiği bir diğer teze geçebiliriz:

her türlü siyasi hareketten kaçınmak. Bu düşünce akımında ne parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma ya da onu belirli tarihsel anlamı içerisinde değerlendirme, ne işçi sınıfının siyasetle uğraşması, ne işgününün kısaltılması uğruna herhangi bir mücadele kabul görür. Kabul görmez çünkü, “her türlü siyasal davranış, eşyanın varolan durumunun kabul edilmesi anlamını içerir.” Ne ki, eşyanın somut durumu, verili duruma karşı çıkma olanağı verdiği zaman, neden bu olanak kullanılmasın ki; ve neden onunla mücadele için elverişli koşullar varken bu mücadeleden kaçınılsın?

 Mevcut düzen sınırları içinde bu düzenin sağladığı olanaklar üzerinden bu mücadele olanaklarını kullanmanın verili durumu tanımak demek olmadığı anarşist öğreti de anlaşılmaz kalır. Tüm kötülüklerin kaynağı devlet olduğuna göre, enerjik bir propaganda ile devlet kötülenmeli, gözden düşürülmeli; tüm halk senden yana olunca “toplumsal tasfiye” günü gelecek ve böylece devlet kaldırılarak yerine Enternasyonal örgütü konacaktır. Bu akımda her türlü siyasal eylem mahkum edilir çünkü, her siyasal eylem devletin tanınmasıdır, oysa devlet “tüm kötülüğün cisimleşmesidir”. Öyleyse devlete de siyasal eyleme de hayır. Engels tüm bunlar için şunu söyleyecektir: Bütün bunlar o kadar radikal ve o kadar yalın görünmektedir ki, beş dakika içinde hepsi ezbere öğrenilir.

Oysa biz biliyoruz ki, toplum sınıflara ayrılır ve her sınıfa kendi partisi önderlik eder. Bu proletarya için de böyledir. Bu sınıf hareketinin nihai amacı elbette ki siyasal iktidarı alaşağı edip kendi iktidarını kurmaktır. Fakat bu, bugünden yarına olmaz. O noktaya, sökecek şafağa varıncaya dek, devrimi hazırlamak, yani ezilen halk kitlelerini ve sınıfı devrim için eğitmek, örgütlemek ve seferber etmek gerekir. Bu görev, sınıfın devrimci enerjisini içine almış olan proletarya partisine aittir. Proletarya partisinin kendi bağımsız partisi, siyaseti vardır.

Proletarya kendi bağımsız siyasetini kendi bağımsız partisiyle yapar. Engels’in sözleriyle; “yapılması gereken siyaset, işçi siyasetidir; işçi partisinin, herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olarak değil, ama kendi amacı, kendine özgü siyaseti olan bağımsız bir parti olarak” varlığı meselesidir. Siyasal iktidar, sınıfın örgütlenmesi, önceden kaslarını sağlamlaştırması ve belli bir gelişme aşamasına varması ve dahası, doğrudan doğruya sınıf savaşımından çıkıp gelen bir örgütlenmeyle ancak ele geçirilebilir. Devrim, elini kolunu bağlayıp o “büyük tasfiye günü”nü beklemekle olmaz; ona gelinceye dek devrimi örgütlemek, hazırlamak ve ele geçirmek gerekir. Bu da partiyle olur.

Bakuninci anarşizmde “bir işçi partisi kurmak yasaktır.” Sınıf kendi siyasal partisini kurmamalı ve hiçbir zaman siyasi eylemle de uğraşmamalıdır; çünkü devletle savaşmak onu tanımak demektir ve tabii ki bu da Bakuninci ölümsüz ilkelere aykırıdır. Marks bu çizgideki değerlendirmelerini ücretler sorununda da sürdürür. Gene der ki onlara göre ücretlerin yükseltilmesi için çalışanlar çaba harcamamalıdır çünkü bu ücretliliği tanımak demek olur.

Bu da ölümsüz ilkelere aykırıdır. Ve böyle sürer gider Bakuninci tezler. Onlara göre her türlü barışçıl hareket de geri çevrilmelidir. İşçi sınıfının işi siyasetle uğraşmak değil, “sendikalarda örgütlenmekten ibarettir”. Devrim isteyenler, onun en temel aracına sırtını dönerek yaşamın kenarında kalıyor. İşçi sınıfı partisine yüz çevirenler, devrimi işçi sınıfının inisiyatifiyle nasıl gerçekleştirecek, o da tam bir bilmece olarak kalır bu teoride.

Devlete karşı kendiliğinden bir başkaldırıdır Bakuninci anarşizm. Onlara göre, devrimler halk yığınlarının içgüdülerinde hazırlanır ve sonra - olay ve olguların, durum ve koşulların akışı ve yardımıyla- kendiliğinden patlak verir. Bakuninci derneğin yapacağı tek şey, halkın içgüdülerine uygun düşünceleri yayarak devrimin doğuşuna yardım etmektir ve “devrimin genelkurmayını” örgütlemektir. Bunun için de öyle fazla değil, tüm Avrupa için yüz devrimci yeter.

 İşte bu yüz devrimci halkın içgüdüsel bilinçlerinin derinliklerinde hazırlanan devrimle kendi aralarında köprü kurup, o büyük toplumsal tasfiye gününü bekleyeceklerdir. Dinliyoruz: “Şu halde bu kişilerin sayıları öyle çok fazla olmamalıdır. Tüm Avrupa’da uluslararası örgütlenme için ciddi ve güçlü bir şekilde birleşmiş yüz devrimci yeter. Yüz-ikiyüz kadar devrimci, en büyük ülkenin örgütlenmesi için yeterli olacaktır.”

Devrimler tarihi, yaşamın canlı gerçeği kanıtlamıştır ki, devrimi örgütlemek, hazırlamak ve yönetmek için “savaşta pişmiş, komünist devrimciler ordusu gereklidir; böyle bir ordu vardır, adı da partidir.” Partisiz proletaryanın devrime hazırlanamayacağına en iyi eleştiriyi tarihin kendisi yapmıştır. Genel grev-devrim ilişkisi, apayrı bir açmazıdır bu akımın.

 Bu noktayı da Engels’in yorumuyla ele alalım.

Bilinir ki, genel grev, toplumsal devrimin sökün etmesi ya da toplumsal tasfiye gününe erişilmesi için özel bir öneme sahiptir ve son derece önemli bir araçtır anarşizmde. Bir sabah vakti bir ülkenin ya da ülkelerin her meslekten tüm işçileri işi bırakmalıdır. Partizan/136 Böyle bir durumda birkaç hafta içinde, ya yönetici sınıflar aman dileyecek ya da tankını, topunu askerini tüm sınıf üzerine süreceklerdir. Bu durumda, greve giden tüm işçiler eski toplumu alaşağı etmeye hak kazanacak ve böylece de toplumsal devrim kendiliğinden patlak verecek.

Ama biz bu tasarının yeni olmadığını ve üstelik Bakunincilere özgü olmadığını da biliyoruz. İngiltere’de Çartizmin hızla yaygınlık kazandığı 1830- 1840’lı yıllarda ve özellikle de 1837 bunalımının ardından ülke çapında işi bırakma “kutsal ay” ilan edilmişti. 1842’de Kuzey İngiltere’de fabrika işçileri bunu uygulamaya çalıştılar. Orayla sınırlı kalmayan hareket yayıldı. Fransız sosyalistleri ve sonra da Belçikalılar arasında uygulanmaya çalışıldı. Ve nihayet, Bakuninci programda yer aldı.

Anlaşılır ki bu uygulama yeni değildir ve bunun yaşam ağacına kavuşması için de “kusursuz bir işçi sınıfı örgütünün ve dolu bir kasanın zorunluluğu” ortadadır. Egemen sınıfların ne işçi sınıfı örgütünün ve ne de kasanın bu düzeye ulaşmasına izin vermeyecekleri açıktır. Dolayısıyla, İngiliz soyundan bu gösteri atına binen, bu “genel grev”e başvuran herkes bu işin olmazlığını da peşinen kabullenmek zorundadır. Tarihte sınavdan başarıyla geçememiş bu aracın Bakunincilerde bir kez daha denenmesi daha işin başında yenilgiyi kabul etmek demektir.

Lenin’i yinelemek gerekirse; Bakuninci anarşizmin en büyük handikapı devrimin kendisidir, onun doğuşu ve gelişmesidir. Dolayısıyla onların toplumsal devriminin temelinde, maddi koşullar değil, irade yatar.

Anarşizmin bir başka açmazı da otorite karşısındaki tutumlarıdır. Hem devrim istiyorlar ve hem de otoriteye karşı çıkıyorlar.

Ne diyor Engels:

“Bir devrimden daha otoriter bir şey bilmiyorum”. Gerçekten de toplumun bir bölümünün diğer bölümü üzerinde tankın, topun, tüfeğin yardımıyla kendi iradesini dayatması değil mi devrim? Bundan daha otoriter ne olabilir?

Bu şu anlama gelir ki, otorite “başkasının iradesinin bizimkine zorla kabul ettirilmesi demektir; öte yandan otorite, bağımlılığı, boyun eğmeyi varsayar”. Engels’in “Otorite Üzerine” başlıklı makalesinde söyledikleri bunlar. Engels otorite üzerine değerlendirmesini iktisadi ve toplumsal koşullar üzerinden sağlam kolonlar üzerine oturtur. Toplumun ilerlemesiyle birlikte, iktisadi ve toplumsal gelişmeyle birlikte küçük parçalı üretimin yerine merkezileşmiş büyük ölçekli üretimin, tek başına eylemin yerine birleşik eylemin günbegün yaygınlık kazandığı evrimleşme sürecinde otoritenin çok daha büyük önemde ortaya çıktığı apaçıktır.

Engels’in sözleriyle: “Her yanda, birleşik eylem, birbirine bağlı süreçler karmaşığı, bireylerin bağımsız eylemlerinin yerini alıyor. Ne var ki, kim birleşik (kombine) eylem diyorsa aynı zamanda örgütlenme demektir; peki, otorite olmadan olabilir mi?” Büyük sanayii yok etmeden otoriteyi yok edemezsiniz; devrimi yok etmeden otoriteyi yok edemezsiniz; kapitalizmden komünizme geçişte geçici ve devrimci bir geçiş devletini yok etmeden otoriteyi yok edemezsiniz.

Engels’in pamuk ipliği yapımcılığı, demiryolu gibi örnekleri bir yana bırakarak salt fabrika örneğinden hareket etsek bile, yani fabrikadan içeri giren tüm işçilerin fabrikanın otomatik mekanizmasına uymak zorunda oldu açık değil mi? “Sizler ki, içeri giriyorsunuz, her türlü özerkliği dışarda bırakınız”. Özerklik hayranı ve otorite düşmanı anarşistlere zor gelse de fabrikanın kapısından içeri girdiklerinde bu kurala uymak zorundalar.

Paul Lafargue’ye gönderdiği bir mektupta, anarşistler için onlar modern sanayiin sorunlarını birazcık olsun incelemiş olsalardı diyor, “kimi kişilere bir dış iradenin, yani bir otoritenin, empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylemin olanaklı bulunmadığını, ister oy veren çoğunluğun iradesi olsun, ister yönetici bir komitenin ya da bir tek adamın iradesi olsun, bu iradenin, her zaman ona karşı olanlara kabul ettirilen bir irade olduğunu bilirlerdi; ama bu bir tek ve yönetici irade olmadan, hiçbir elbirliğinin olanağı yoktur.”

 Ne demişti Engels bir başka mektubunda:

 “Paris Komününün hayatına malolan şey, bir merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğidir.” Hiç kuşkusuz ki, Marksizm’e göre; otorite olsun, özerklik olsun her ikisi de göreli kavramlardır ve dolayısıyla toplumsal evrimin kendisi ve gelişme evreleriyle ilişkilidirler; onları mutlak şeyler olarak ele almak denli saçma bir şey de olamaz. (II) Ve böylece de otorite, merkezileşme, boyun eğmenin kristalleştiği şeye, devlete ilişkin anarşizmin teorik tezlerine gelmiş oluyoruz.

Marksizm’in kurucu ve sürdürücülerinin üzerinde en çok tartıştığı ve değerlendirmelerde bulunduğu konudur bu. Devlet ortadan kaldırılmalıdır. Bu, bilimsel sosyalizm savunucularının da anarşistlerin de ortak görüşüdür.

Ortak hedef bu.

Ne ki anarşistlerde parçalanan devletin yerine neyin/nasıl konacağı sorunu muğlaktır, bulanıktır, anlaşılmazdır ve geçici ve devrimci bir biçim olarak proletarya diktatörlüğünün yadsınmasıdır.

 Engels, devletin ortadan kaldırılmasının komünistler için bir tek anlamının olduğunu söyler ve o da şudur der: “devletin ortadan kaldırılması, sınıfların ortadan kaldırılmasının sonucudur.” Burada sorun; devletin varlığını biz kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor şeklinde konamaz. Sorunun bu sunuluşu hatalıdır. Devletin ortadan kaldırılması, onun yerine neyin, nasıl konulacağı sorununun bulanık ve devrimci-dışılığı yanında, anarşistlerin görmek istemedikleri temel şey, devrimin kendisidir; onun doğuşu, gelişmesi, otorite ve zora ilişkin, iktidar ve devlet sorununa ilişkin görevlerdir.

Marksizm’in kurucu ve sürdürücüleri “amaç” olarak devletin kaldırılması konusunda anarşizmle hiçbir ayrılığın olmadığını bu konudaki değerlendirmelerinde dile getirmişlerdir. Ne ki onlarla komünizmin ilkelerinde temel ayrım noktaları var: Bu da proletarya diktatörlüğünün kurulması ve de geçiş döneminde devlet zorunun uygulanmasıdır. Bilimsel sosyalizmin kurucu ve sürdürücülerinin tutumu budur.

 Amaç olarak anarşizmle devletin ortadan kaldırılması konusunda aynı düşünüyoruz ama bu amaca ulaşmanın araçları, yol ve yöntemleri konusunda ve dahası sınıfların ortadan kaldırılması için ezilen sınıfın geçici ve devrimci bir diktatörlüğünün zorunluluğu konusunda tam karşıt uçlardayız derken Marksizm’in kurucu ve sürdürücüleri anarşizmle aralarında derin bir hendek açıyorlardı.

Anarşistler devletin bugünden yarına, devleti ortadan kaldırmanın koşullarını kavramadan ortadan kaldırılmasını isterler; komünistler ise, sosyalist bir devrimle sınıfların ortadan kaldırılmasından sonra bu amaca ulaşılabileceğini söylerler.

 Anarşistler eski devlet iktidarı yıkıldıktan sonra onun yerine neyin konulacağı ve kurulan devrimci iktidarın nasıl kullanılacağı konusunda tamamen muğlaktırlar ve hatta devrimci diktatörlüğü bile yadsırlar,

 komünistler ise,

parçalanan eski devlet mekanizmasının yerine, yeni devlet mekanizmasının, proletarya diktatörlüğünün bu geçici ve devrimci geçiş biçiminin geçirilmesini savunurlar. Marksizm’in klasiklerinin temel yaklaşımı budur.

Ne demişti Marks:

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” Bundan dolayıdır ki, Marks ve Engels, devrimin ilk işi olarak devletin kaldırılması, her türden otoritenin yıkılması, merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılması ve her türlü siyasetin yadsınmasına karşı geçici dönemin devrimci devleti, proletarya diktatörlüğü tezi ile karşı çıktılar. Demek ki, devrim zorla hazırlanır, zorla kazanılır ve zorla sürdürülür.

Partizan/139

Şunu söylerken Lenin taşı gediğine koymuştu:

 “… kapitalizmden sosyalizme, zorlamaksızın ve diktatörlüksüz geçileceğini sanmak en büyük bir aptallık olur, en saçma bir ütopizmi ortaya koyar.”

Kapitalizmdan komünizme devrimci bir iktidardan yoksun olarak girmek Paris Komününün hayatına malolan hatayı yinelemek demek olur. Dolayısıyla Lenin’in Rusya, Finlandiya, Macaristan ve Almanya’daki deneyimlerden sonra, ortaya koyduğu gibi, “devrimci hareketin doğurduğu, yeni, pratik bir yaklaşım tarzı” üzerinden devlet sorununa yaklaşmak gerektiği açıktır. Bu yaklaşım tarzı; burjuvazinin birleşmiş, merkezileşmiş iktidar gücünün ya da onda somutlaşan kuvvetlerinin karşısına, proletaryanın birleşik ve merkezileşmiş gücünü, demirden bir el, tunçtan bir iktidar koymak demektir.

Her türlü teori bir yana, yirminci yüzyılın devrim ve sosyalizm tarihi bunu yeterince ve kuvvetle tanıtlamıştır. (III) Devleti her türlü kötülüğün kaynağı sayan, herhangi bir siyasal harekete girmekten kaçınan, “herhangi bir seçime katılmanın büyük bir suç, bir cinayet olduğunu ileri” süren özerklik, özgürlük ve özgür federasyon üzerine kurulu anarşist ideoloji 1873-İspanya örneğinde duvara toslayarak iflas etti.

Engels’in “Bakuninciler İşbaşında” makalesi buna ilişkin parlak bir değerlendirme sunuyor bize. Bu değerlendirmede Engels; Bakunincilerin yaşamın canlı gerçeğiyle ve bu arada devrimci bir durumla karşı karşıya kalınca, iş pratiğe gelince o ölümsüz ilkelerini nasıl bir yana bıraktıklarının geniş bir tablosunu sunuyor bize. Engels’in uzunca pasajında dile getirdiği ve Bakunincilerin iflasını sergileyen değerlendirmelerine kulak veriyoruz: “Bakuninciler, geçekten devrimci bir durumla karşı karşıya kalınca tüm daha önceki programlarını kaldırıp atmak zorunda kaldılar. İlk önce her türlü siyasal eylemden, özellikle seçimlere katılmaktan beri durmayı bir ödev haline getirerek teoriyi feda ettiler.

Sonra, sıra geldi anarşiye ve devletin kaldırılmasına; bu kez devleti kaldırmaktansa, bir sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya kalkıştılar. Daha sonra, işçilerin, proletaryanın derhal ve tam kurtuluşunu amaçlayan hiçbir devrime katılmamaları gerektiğini söyledikleri ilkeyi kaldırıp attılar ve gene kendileri, açıkça ve düpedüz burjuva olan bir harekette yer aldılar. Son olarak, bir hükümetin kurulmasının işçi sınıfının yeni bir aldatılmasından ve işçi sınıfına karşı yeni bir ihanetten bir şey olmayan bu ilkeyi, hiç kılları kıpırdamadan çeşitli kentlerin yönetim komitelerine dayanarak ve burjuvazi tarafından oy ile yenilgiye uğratılmış ve siyasal olarak sömürülmüş güçsüz bir azınlık olarak hemen her yerde açıkça ayaklar altına aldılar.” İspanya gerçeğinden çıkan dersler bunlar.

Görülüyor ki, sıra iş görmeye gelince Bakuninci aşırı devrimci haykırışlar iflas ediyor. Engels’in makalesinde sözünü ettiği gibi, İspanya örneğinde Bakuninciler; “devrimin nasıl yapılmaması gerektiğinin aşılmaz bir örneğini verdiler.” Bilinir ki anarşizm, I. Enternasyonal’in bazı şubelerinde azçok taraftar bulabilmiş, zamanında, Marks ve Engels’in de sert eleştirilerine maruz kalmıştır.

1868 yılında Enternasyonal’e girdikten sonra Bakuninci anarşistler, her türlü yola başvurarak bunun yönetimini ele geçirmeye çalışmış, ne ki Marks ve Engels’in yorulmak bilmez çabalarıyla beş yıl süren bir savaşımın sonunda 1872’deki La Haye kongresinde Enternasyonal’den atılmışlardır. Anarşizm, 1870 yılındaki başarısız Lyon ayaklanması, 1873’lü yıllarda İspanya’nın Sevilla, Alcoy, Valencia, Grenada başta olmak üzere birçok kentlerinde, bu arada Belçika, İtalya ve İsviçre’de ve nihayet 1870-1880 yılları arasında Rusya ve Almanya’daki eylemlerinde dikkatleri çekmiş; işçi hareketi içinde tutunamayınca bu kez de sendikalara sızarak deri değiştirmiş ve ekonomik mücadeleyi siyasal mücadeleden ayıran devrimci sendikalizm biçimine bürünerek mesafa almaya çalışmıştır.

Ne ki anarşizmin bu deri değiştirmiş hali de yer yer işçi hareketi içinde bir sapma olarak belirse de tutunamaz.

Yeni bir çağ açan 1917 Ekim Devriminden sonra anarşizm iki akıma bölünür:

 Sovyet yanlısı, proletarya diktatörlüğünden yana ve ona karşı olmak üzere. İkinci paylaşım savaşı öncesi İspanya’da bir hayli etkinlik kazanan anarşizm, İspanyol halk cephesi içinde yer aldı; 1936 yılında Katalonya’daki Cumhuriyetçi hükümete dört bakanla katıldı. Süreç içinde Avrupa’daki gençlik eylemleri içinde zaman zaman saman alevi gibi yanıp sönmesine, “baldırı çıplağın” ya da “şaşkın aydının” zihniyeti olarak işlev görmesine rağmen günümüze dek ciddi bir etkinlik göstermeden yalnızca tarihsel bir ilgi kaynağı olarak kalabilmiştir proleter sınıf içinde.

Ancak günümüzde yer yer işçi sınıfı saflarında oportünizme bir tepki olarak, “sol” sekter eğilimlerin belirmesinde önemli bir rolü olmuştur. Lenin’in sözleriyle: “Anarşizm, çoğu kez, işçi sınıfı hareketinin oportünist günahları için bir çeşit ceza olmuştur.” O, aslında Lenin’in dediği gibi, “tersine çevrilmiş bir burjuva anlayışıdır.”

 Bireyci teorileri ve ülküleri der Lenin, sosyalizme taban tabana zıttır. Ve öğretileri de “önüne geçilmez bir biçimde emeğin toplumsallaştırılmasına doğru yol alan burjuva düzeninin geleceğini değil, bugününü, hatta geçmişini, dağınık ve tek tek küçük üretici üzerindeki kör rastlantının egemenliğini ifade eder.”

 

Anarşizm; modern bilimsel sosyalizme, onun teori ve pratiğine, strateji ve taktiklerine, proletaryaya düşman, küçük burjuvazinin ruhsal durumunu yansıtmaktan ibaret olan, kah burjuvazinin görkemi karşısında gözleri kamaşan, kah halkın acılarına karşı sempati besleyen, bir uçtan diğerine sallanıp duran şaşkınlık ve umutsuzluğun teorisidir.

 Bu öğreti çoğu kez, kapitalizmin dehşeti karşısında öfkeye kapılarak “aşırı bir devrimciciliğe kolayca” kapılan ama örgütlü ve disiplinli çalışmaya gelemeyen küçük burjuva zihniyetinin ürünüdür. Onların yanılgısının temeli; toplumsal evrimleşme sürecinin yanlış kavranmasından dolayı “başka başka ülkelerdeki somut siyasal (ve iktisadi) durumun özelliklerini” çeşitli dönemlerdeki çeşitli savaşım biçimlerinin özgül önemini belirleyen koşulları ve özellikleri ve anın taktiğinin özgül çizgilerini hesaba katmamasıdır. Unutulmasın ki bu akım, proletarya hareketinin çocukluk dönemine aittir; ve işçi hareketinin bir karikatüründen başka bir şey değildir. Bu akımın “sürekli olarak doğuşu, her zaman kolay bir popülarite ardında koşan yeni müritlerinin bulunmasına bağlıdır” diyordu Engels, 1882 yılında Becker’e gönderdiği bir mektubunda.

Tanıtlamaya gerek yok ki, anarşizmin Marksizm’le ve dolayısıyla Marx’ın teorisiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Ne ki, Gezi İsyanı süreci ve sonraki dönem, anarşizmin parti ve örgütlülüğe olan yaklaşımlarını bir kez daha pratik politika olarak gündemleştirmiştir. Ne var ki, ne ilkede, ne strateji ve taktikte ve ne de devrimin doğuşu, hazırlanışı ve devrimin örgütlenişinde Marksizm’le, modern bilimsel sosyalizmle anarşizm arasında ortak paydanın olmadığı tarihsel bir gerçektir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.

 Marksizm, aşırı lafazanlık tufanına yakalanmış anarşizm karşısında ta başından beri tüm kesinliği ve keskinliğiyle tutum almasını bilmiştir; bu tutum öylesine sert ve belirgin hale gelmiştir ki 1872 yılında Enternasyonal’den atılmışlardır. Marks ve Engels, Bakunincilerin atıldığı bu tarihe kadar beş yıl boyunca sürekli olarak bu illetle savaşmak zorunda kaldılar; ve bu savaşımda “en çok katkısı olan adam Marx oldu” diyordu Engels.

 “Marx’ın Ölümü Üzerine” adlı makalesinde Engels; “1867’den başlayarak, Partizan/141 anarşistler en aşağılık yöntemlere başvurarak Enternasyonalin başına geçmeye kalkıştılar ve Marx onların yolu üzerindeki başlıca engel oldu.” Enternasyonal’de çevirdiği dolaplar yüzünden Marks bu akımın babası rolündeki Bakunin için; “O teorisyen olarak sıfır olmasına karşın, entrikacı olarak ustadır” der.

Anlaşılır ki; anarşizmin tüm bir tarihi göstermiştir ki, anarşizmin Marksizm’e yakınlığı yerin göğe yakınlığı gibidir; dolayısıyla, onu Marksizm’in ya da Marks’ın kapı komşusu görmek anarşizmin tarihini, gelişmesini ve de Marksizm’in kurucu ve sürdürücülerinin anarşizm karşısındaki ödün vermez tutumlarını görememek demektir.


https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_85.pdf

 


Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)