10.YERELLİK-MERKEZİLİK
İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA ANARŞİZM VE POST-MODERNİZM ÜZERİNE
Post-modernizm,
başlarda kapitalist ülkelerde ortaya çıktıysa da, günümüzde neredeyse tüm yarı
sömürgelerde -farklı biçimlerde- etkinliğe sahiptir. Sözde neo-liberal
politikalara karşı çıkan post-modernizm, diğer yandan bu politikaların
ideolojisi ve siyasetinin bazı yönleri ve biçimleriyle yaşama geçmektedir.
Çoğunlukla Marksizm ile sosyalizmin, kapitalizmin bir parçası olarak görüldüğü
post-modernizmde; toplumsal örgütlenme biçimleri tümüyle özgür kılınmakta, merkeziyetçilik
ve parti örgütlenmesini yadsıyarak adem-i merkeziyetçiliğe, otonomiye dayanan
ve herkesin eşit olduğu ve söz hakkının bulunduğu, kültürel kimliklerin
(din-mezhep, etnik, cinsiyet vb.) kaynaştığı toplulukların küreselleşmesi
tahayyül edilmektedir.
Post-modernizm,
merkeziyetçilik ve iktidar bilinci konusunda en çok Marksizm’e saldırır ki
bazısı sırf Marksizm’e saldırı temelinde bir ütopya-stratejisi oluşturmuştur.
“Post-modernistler” bu saldırıyı, Marksizm’i revize ederek; post-anarşistler,
Marksizm’in tahakkümcü-sömürücü sınıfların bir devamı-parçası olduğunu iddia
ederek; geri kalanların büyük bir kısmı ise, yeni bir çağa, “post-modern çağa”,
girildiğinden dolayı, artık sınıfların kalmadığı ve kültürel kimliklerin esas
olduğu iddiası temelinde gerçekleştirmektedir. Diyalektik ve bilimsel yöntemin
de yadsındığı, yerine belirsizlik ve kaos felsefelerinin esas alındığı bu
ideolojik akım, bilgimizin nesnelliğini yadsıyarak, öznelciliği
(subjektivizmi), bilinemezciliği (agnostisizmi) ve görecelikçiliği
(rölativizmi) kutsamakta, mutlaklaştırmaktadır.
Bu temelde toplumun ve
toplumsal sorunların eleştirisi yapılınca, ortada, bazı post-modernistlerin
deyimiyle, toplum denen bir varlık da kalmıyor; toplum denen şey hayal ürünü
olabiliyor. Dolayısıyla birey ve bireycilik felsefesi, liberalizmden binlerce
kez daha fazla kutsanabiliyor. Bu temelde, ekonomik-siyasal özün ve
biçimlerinin değişmesinin, nesnel gerçekliğin temelinde değil de, özneyi esas
alan, bilgiyi özne ile var eden, onunla sınırlayan bir ideolojik bakış açısının
hâkim hale getirilmesiyle yaratılacak otonom-adem-i merkeziyetçi topluluklarla
mümkün olabileceğini savunmaktadırlar.
Marksizm’in, yerel
yönetimleri (iktidarları) ve yerel faaliyetleri yadsıdığı iddiası, bir
çarpıtmanın ürünü olmadığı zamanlarda, Marksizm’in yüzeysel ve önyargılı
incelenmesinin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Post-modernizm, kendisini bu
alanda da Marksizm alternatifi göstermeyi ihmal etmemektedir.
Lenin, yerel çalışma
ve adem-i merkeziyetçilik olmadan, bir merkeziyetçilik sağlanamayacağını ve
tersinden güçlü merkezi bir yapı için adem-i merkeziyetçiliğin zorunlu olduğunu
vurgular. (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, sf: 162-172, İnter Yayınları) Mao da,
Halk Savaşı Stratejisinde, iktidarın ancak, parça parça alınarak merkezi iktidarın
ele geçirilebileceğini savunmuş ve bunu Çin Devrimi ile kanıtlamıştır. Marks ve
Engels de, tek tek bölgelerin işçi sınıfı mücadelesi olmaksızın, işçi sınıfının
gerçek kurtuluşunun sağlanamayacağını defalarca vurgulayarak “Bütün ülkelerin
işçileri, birleşiniz!” şiarını temel almışlardır.
Diyalektik düşünüşü
esas alan Marksizm, tek yanlılığı ve belirsizlik felsefesini esas alan
post-modernizmin aksine, parça bütün ilişkisini bir çelişki olarak
değerlendirir. Bütün, parçalardan oluşuyorsa, bütünselliğin niteliğini, tek tek
parçaların niteliği verir. Dolayısıyla, Marksizm’in, yerel
iktidarları-yönetimleri veya adem-i merkeziyetçiliği iddiası, en iyimser
yorumla, sığ-yüzeysel bir iddiadır.
Post-modernizm, bu
yaklaşımlarını, Marksizm’in iktidar konusundaki ilkesel yaklaşımlarına yönelik
de sürdürerek, anarşist bir temelde Marksizm’i, egemen sömürücü (kendileri
tahakkümcü demeyi tercih ediyor!) sınıflarla aynı kefeye koyuyorlar. Oysa
diyalektik bir temelde, sınıfların çatışmasının, toplumun temelini oluşturduğunu
ve bu temelin ancak, hâkim sınıfların varlık koşullarının (iktidar ve devlet
vb.) yok edilmeksizin komünal bir toplum kurulamayacağını kavrayamıyorlar.
Post-modernizm, bu
temelde, iktidarı çağrıştırdığını ve nihayetinde yarattığını iddia ettiği KP’yi
de aynı kefeye koyarak “tahakkümcü” ilan etmiştir. KP ve sosyalist devletin,
sadece eski iktidarına kavuşmak isteyen burjuva sınıfa tahakküm-baskı kurduğunu
(kuracağını) değil de, sömürücü sınıfların yaptığı gibi tüm ezilenlere/halka da
baskı uyguladığını ve uygulamak zorunda olduğunu iddia etmektedirler. Bu
iddialarını da esasta revizyonizmi Marksizm ile özdeşleştirerek
temellendiriyorlar ve böylece Marksizm’in en büyük düşmanlarından biri olan
revizyonizmin eleştirisi temelinde Marksizm’i “mahkûm ettiklerini,/aştıklarını”
iddia ediyorlar.
Marksizm, devlet ile
iktidara, sömürü ve baskıya olduğu kadar karşıdır. Ancak, hâkim sınıfların
iktidarının ve dolayısıyla devletinin alaşağı edilebilmesi ve sosyalizmin
inşası için iktidarın alınmasını ve bir sosyalist devlet kurulmasını zorunlu
olarak görür. Yani proletarya diktatörlüğünü savunur. Bu ilke, proletarya
diktatörlüğünün zorunluluğu ilkesi, Marksizm’i, sadece post-modernizmden değil,
oportünizmi, reformizm ve revizyonizmden de, en kalın çizgilerle, ayıran temel
bir ilkedir. Nasıl ki savaşların yok edilmesi, savaşmamızı zorunlu kılıyorsa,
kapitalist iktidarların yıkılması ve komünal bir toplum yaratılabilmesi için
de, iktidarın ele geçirilmesi ve sosyalist bir devlet kurulması zorunludur.
Marksizm, bu temelde,
güçlü ve merkezi bir iktidar kurmaya çalışır ve iktidar bilincini sürekli diri
tutar. Ama bunun, ancak ve ancak, yerel iktidarların âdem-i merkeziyetçiliği
(merkezden kopuk ve soyut olmayan biçimde) ile yaratılabileceğini de ortaya
koyar ki işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin tarihi bize bu konuda sayısız deneyim
bırakmıştır. Sosyalist toplumu inşa ederken de, iktidarı ele geçirme
mücadelesinde de bu temel ilke ve yaklaşım esas alınır.
Küresel bir krizin,
etkilerini her geçen gün daha fazla hissettirdiği günümüzde, post-modernizm,
sesini ve etkisini daha fazla yayabilmektedir. Dolayısıyla post-modernizme
karşı mücadele etmeksizin, kitleleri kucaklayabilmemiz giderek zorlaşacaktır.
Çünkü post-modernizmin ana hedefleri, genel olarak, emperyalizmi ve işbirlikçilerini
rahatsız etmiyor; tersine, bazı toplumsal örgütlenme modelleri ile sivil
toplumculuk anlayışı, emperyalizm tarafından desteklenmektedir. Devletin
küçültülmesi, güvenlik örgütüne dönüştürülmesi, “sınırların kalkması”,
yerellerin güçlendirilmesi, “yoksullukla mücadele” vb. konularda emperyalizm
ile post-modernizm, birçok açıdan uyuşmakta ve aynı kulvarda ilerlemektedir.
Dolayısıyla post-modernizme karşı mücadele, sadece dolaylı olarak değil,
dolaysız olarak da emperyalizme karşı mücadeleyi içerebilmektedir.
Bu bağlamda,
post-modernizmi tanımadan alt etmek mümkün olmayacağından dolayı, onu
incelemek, ona karşı mücadelemizin ilk koşulunu oluşturur. Biz, bu
çalışmamızda, post-modernizmin toplumsal örgütlenme modelleri bağlamında, yerel
yönetimlere ve otonomiye nasıl bir misyon biçtiğini, bunun anarşizm ile olan
bağlarını ve ideolojik-felsefi temellerini vermeye çalışacağız.
POST-MODERNİZMİN TOPLUMSAL ÖRGÜTLENME MODELLERİ
Öncelikle,
post-modernizmin homojen (aynı dağılımlı, içerikli) bir ideoloji, siyaset veya
toplumsal örgütlenme modeline sahip olmadığını belirtelim. Haliyle bu parçalı
yapı, takip edilmesi zormuş izlenimi verebiliyor. Ancak post-modernizmi
kategorilere ayırmak ve ideolojik-siyasal temellerini (özünü) ortaya koymak
bize büyük resmi vereceğinden dolayı, ayrıntıların tanınması, anlamlandırılması
kolaylaşacaktır.
Post-modernizmin
tanımları bize büyük resme dair ilk parçayı verir. İmparatorluk tezinin
yaratıcıları Hardt ve Negri veya post-modernizmi ete-kemiğe büründüren
“aydın”lardan biri olan Baunillard gibi yazarlar, post-modernizmi “yeni bir
çağ” olarak tanımlar. Laclau ve Moulfe gibi kendini post-Marksist olarak
tanımlayanlar ise post-modernizmi, modernizmin bir üst aşaması olarak görür ve
bu iki dönemi (revizyonizmle Marksizm’i kaynaştırdıkları gibi) kaynaştırmaya
çalışır.
Bunların yanında,
post-modernizmi, modernizmin bir krizi olarak görenler olduğu gibi (örn.
Harvey), modernizmi bir kültürel isyanın ürünü olarak görenler de (Jameson
gibi) vardır. (Teori-Politika, sayı: 34, sf: 15-16) Geleneksel anarşistler,
zaten Marksizm’i “ezeli bir hatanın” ürünü olarak gördükleri için,
post-modernizmi, anarşizmin kanıtlanması olarak görür; R. Contzen veya ekolojik
anarşinin babası M. Boockhin gibi.
Post-modernizme farklı
anlam yüklenmesi, toplumsal gelişmelerin-yasaların, tarihsel bağlamda farklı
yorumlanmasının ürünüdür. Aşağıda kısaca açıklayacağımız post-modernizmin
toplumsal örgütlenme modelleri, bu farklılığın ürünü olsa da, ilerde, nasıl
ortak bir ideoloji ve felsefi bakış açısının ürünü olduğunu göstermeye
çalışacağız.
Mekân tabanlı küreselleşme
Bu model, esasta Dünya
Sosyal Forumu (DSF) tarafından benimsenmektedir. Brezilya İşçi Partisi ile
Fransız Attack Örgütü’nün önderliğinde kurulan bu çatı örgütünde, hemen her
çeşit post-modern akım bulunduğu gibi, Dünya Bankası’ndan (DB) dolaysız destek
alan bazı sivil toplum kuruluşları (STK-NGO) da bulunmaktadır. Post-modernizmin
en güçlü ve yaygın örgütlerinden biri olan DSF’nin içinde, mekân tabanlı
küreselleşme modeli, en fazla rağbet gören modeldir.
Bu modele göre
“Mekânlar, hiçbir zaman tamamen kapitalist olmayı başaramazlar. İşte tam da
burada başka bir şey olma imkânı yatar. Bireyler ve kolektifler, hiçbir zaman
tam bir kapitalist kimliğe sahip olamazlar. Bu onların farklı ekonomik özne
olmalarının potansiyelidir”3. Bu tanımın, sadece sınıfları değil, ideoloji
tanımını ve dolayısıyla, yansıttığı nesnel gerçekliği de yadsıdığını
belirtelim. Bu temelde, emperyalistler-burjuvazi veya faşistler, “bir ideolojik
öze sahip değildir”; bunlar bencil, açgözlü, güç/iktidar düşkünü veya “kötü
çocukluk geçirdiği için intikam alan” bireyler, kuruluş yöneticileri veya kötü
yönetilen hükümetlerdir.
Dolayısıyla, var
oluşçuluğun özüne uygun bir biçimde, sadece, bilincin maddi yaşamı, koşulları
değiştirebileceğini; yani “ben kendimi ne hissediyorsam o olurum” idealizmini
savunuyorlar. Hal böyle olunca, post-modernist M. Osterweil’in tanımıyla, “bu
yeni devrimci paradigma, genişleyen ve üretken uzamsallığı (mekanı-bn-)
sıkıştırılmışlık ile harmanlıyor-‘hiçbir yer’ ile ‘şimdi burası’ arasındaki
mesafeyi kat ediyor.”(Birikim, ags, sf: 53) Yani Marksizm’e gönderme yaparak
“hemen şimdi devrim” diyorlar ve komünist toplumu beklemeyeceklerini ilan
ediyorlar.
Bu modelin
savunucuları, emperyalizmi veya faşizmi, zor/şiddet kullanmadan, iktidarı ele
geçirmeden ve mekânları “özgürleştirerek” küreselleşmiş kapitalist sistemden
“bağımsızlaştırmayı” ve böylece küresel çapta özerk toplumlar yaratarak yıkmayı
hayal ediyor. Bunun ilk adımlarını 1999 Arjantin krizi sonrasında, Arjantin,
Brezilya ve Venezüella’da, patronsuz işyerleri-fabrikalar işleterek başardılar.
Yüzleri bulan bu mekânların bazıları, kolektif çalışma ve yönetimin güzel
örneklerini sunsa da, hepsi, kapitalist pazara yönelik üretim yapıyor (ve
pazardan hammadde alıyorlar); yani hala, “bağımsızlaşmış” ve “kapitalist
olmayan bir ekonomik özne olmayı” başaramamışlardır.
Mekân tabanlı
küreselleşme aktivistleri, “genel sol siyasetin bütün keskinliklerine meydan
okuyan bir politika ürettiklerini” iddia etseler de bu politika, kısmen,
emperyalizmin yarı-sömürgelerdeki yerel yönetimleri ve STK’larını öne çıkaran
neo-liberal politikaların “yönetişim” olarak isimlendirilen, yeni siyasal
yönelimi sayesinde “küreselleşmeye” başlayabildiklerini kavrayamıyorlar. Tüm
iyi niyetlere rağmen, bu başlangıç noktasından daha fazla ileri gitmeleri,
azami kâr hırsıyla gittikçe daha fazla merkezileşen (“küreselleşen”) tekellerin
olduğu bir dünyada, mümkün değildir.
Aşağıdan küreselleşme
Aşağıdan küreselleşme
hareketi, homojen bir yapıya sahip değildir. Ancak, genel olarak, hedeflerini
“insanların ve gezegenin hayatta kalabilmesine ve güvenilir bir gelecek
şekillendirmeye başlamasına imkân tanımak için devletler, pazarlar ve şirketler
üzerinde yeterli demokratik kontrol sağlamak” olarak belirtmektedirler.
(Aşağıdan Küreselleşme, sf: 97, Aram Yayınları)
Bu çerçevede,
şiddete/zora dayanmayan, iktidarı hedeflemeyen ve BM, DB, IMF, DTÖ vb. emperyalist
kuruluşlar ile ulusal iktidarlara ve uzantılarına baskı yapmayı ve böylece,
emperyalist-kapitalizmi dizginlemeyi (yok etmeyi değil!) hedefliyorlar. Birçok
yönden “insancıl kapitalizm” savunucularıyla ortaklaşan bu hareket, küresel ve
ulusal iktidar sahiplerinden, çevre iyileştirmeleri, tüm kurumların
demokratikleştirilmesi, gelir dağılımının dengelenmesi, refahın artırılması ve
topluma yönetimde daha fazla söz hakkı verilmesini istiyorlar. (Aşağıdan
Küreselleşme, sf: 99)
Sınıfların varlığını
da yadsıyan bu hareketin istemleri normal karşılanmalıdır! Marksizm’in
ideolojisine olduğu kadar örgütlenme tarzına da karşı çıkan bu hareket, merkezi
bir örgütlenmeyi hedeflemiyor ki buna karşı çıkıyor. Dayanışma ve fikir
alışverişinin esas alındığı bir çatı örgütü modelini savunuyorlar.
Bu hareket, 1999’da
Seattle’de MAI’yi (Çok Taraflı Yatırım Antlaşması, yaygın ismiyle sermayenin
merkezi anayasası) durdurmuş, genetiği ile oynanmış gıda ürünlerinin (GDO)
sınırlandırılmasını ve bu temeldeki araştırmaların aleni/şeffaf yapılmasını
sağlamıştır. Çevre koruma konusunda da birçok ülkeye geri adım attırmıştır.
Ancak, bu çerçevenin dışına çıkabilme ihtimali (ki böyle bir amacı da) yoktur.
Haliyle, düzenin temellerini sarsmaktan ziyade, “rötuşlayan, dizginleyen, insanileştirmek
isteyen” bir misyona sahiptir ve dolayısıyla, kitlelerin sistem içinde
hapsolmalarına yardımcı olmaktadır.
“Aşağıdan örgütlenmeye
dayalı bir yapı” (Aşağıdan Küreselleşme, sf: 115) oluşturmaya çalışan bu
hareket, mekân tabanlı küreselleşme savunucuları gibi olsa bile, ekonomik
temelli bir modeli savunmuyor. Oldukça, heterojen (aynı yapıda ve dağılımda
olmayan, farklı içeriklere sahip) bir yapıya sahip olan bu hareket, BM’ye bağlı
bazı “gönüllü kuruluşlar” veya DB’ce desteklenen bazı STK’lar ile de ittifaka
sıcak bakmaktadır. Biçimsel olarak burjuvazinin kültürünü yadsıyan bu hareket,
özü itibariyle burjuva ideolojisinin liberal-demokrat kesiminin fikirlerine
sahiptir. Post-modernizmin söylem ve yöntemleriyle bezenen bu hareketin,
kapitalist ülkelerde doğup gelişmesi tesadüf değildir.
Kâr amacı gütmeyen üretim birimleri
I.Wallerstein’in
önerdiği bu model anarşist bir öze sahiptir. Wallerstein’in önerisi kısaca
şöyledir: “Alternatif bir sistemin olası temeli olarak önerdiğim ilk yapısal
öğe, sistemin içinde temelde yatan üretim tarzı olarak kâr amaçlı olmayan âdemi
merkeziyetçi üretim birimlerinin konulmasıdır. Bu, mevcut sistemimize göre
verimlilik için aynı özendirici teşviki -muhtemelen daha büyük özendirici
teşvikleri- sunabilir. Ve bu, merkezileşmenin (özelikle devlet mekanizmaları
yoluyla) deneysel ve çeşitliliği mümkün olmaktan çıkarması ve zamanla hem
otoriter karar alma hem de bürokratik uyuşukluğa yol açması yönünde duyulan
korkudan kendini korumuş olacaktır”. (I. Wallerstein, Ütopistik, sf: 18, Aram
Yayınları) Yani Wallerstein, bu modelle devletin yok edilebileceğini umuyor!
Demokratik Toplum
Partisi (ve PKK)’nin de önemsediği ve takip ettiği Wallerstein, savunduğu
modelin, sınıf farklılığının üç büyük sorununa (eğitim, sağlık ve yaşam boyu
garanti edilmiş insani bir gelire) çözüm olacağına inanıyor. (I. Wallerstein,
age, sf: 71) Sınıf farklılıklarını sıkça dile getiren Wallerstein, Marksizm’i,
sınıf savaşımını kabul eden birisi değildir; tipik bir post-modernist olarak
kültürel kimlikleri ön planda tutmaktadır. Devlet, parti, merkeziyetçilik gibi
kavramlara/olgulara düşman olan Wallerstein, Marksizm’i, burjuvazi ile
özdeşleştirmektedir. Wallerstein’in önerdiği-savunduğu bu model, mekân tabanlı
küreselleşme modeli ile aynı öze sahiptir ve akıbeti de aynı olacaktır.
Demokratik-ekolojik toplum ve konfederalizm
Ekolojik toplum
önerisi-teorisi Murray Boockhin’e aittir. PKK’nin yeni yöneliminin
(paradigmasının), ideolojik-felsefi temellerini aldığı post-modernistlerden
birisi olan Boockhin, Marksizm’e temelden ve tümüyle karşıdır. Kendisini
ekolojik anarşist olarak tanımlayan Boockhin’e göre “Marksizm, yerleşik
ekonomist ve burjuva bakış açısına dayanarak, açıkça burjuva ve ekonomik
temellere dayanmayan bir sorunlar toplamını, burjuvazinin terimleriyle tanımlar.”
(M. Boockhin, Toplumu Yeniden Kurmak, sf: 133, Metis Yayınları)
Marksizm’in tarih
anlayışını, kaderci ve belirlenimci bulan Boockhin’e göre tarih, despot-iktidar
sahipleri ve savaşçı zihniyetin, ezilenlerle mücadelesinin ürünüdür.
Marksizm’in de “tahakkümcü sınıf ideolojisine sahip olduğunu” iddia eden
Boockhin, toplumsal örgütlenme modellerinin temel halkasının “doğaya uyum”
olması gerektiğini savunur. Bu model önerisinin cisimleşmiş halini PKK’de
görebiliriz. A. Öcalan’ın önerdiği ve Ulusal Hareket’in yaşama geçirmeye
“çalıştığı” bu toplumsal örgütlenme modeli, üstten alta doğru demokratik
birimlerin birliğini yani konfederalizmi öngörmektedir. Öcalan bunu, şöyle
özetlemektedir:
“Demokratik
örgütlenmenin temel biçimleri olarak en üst düzeyde bir kongreyle, tabanda
yerel komünler, kooperatifler, sivil toplum örgütleri, insan hakları ve
belediye örgütlenmeleri başta gelenler olarak sıralanabilir… Partiler, temel
siyasi örgütler olarak demokrasinin vazgeçilmezlerindendir. Sivil toplum
örgütlenmeleri sosyal alandaki başta gelen örgütlenme biçimidir. Hukuksal
alanda barolar ve vakıflar önem taşır. Ekonomik alanın esas örgütlenmesi
kooperatifler, çalışma grupları ve birçok kamusal amaçlı ulaşım, ticari, mali
ve sınaî nitelikte olabilir… Her köy için bir ‘halk kültür evi’ zorunludur.
Şehirlerde aynı biçimlerden ayrı olarak komünler en taban örgütler olarak
zorunludur. Yine şehir meclisleri vazgeçilmezdir… Tüm bu kurumlar ve
örgütlenmeler kendilerini en yüksek karar organı olarak ‘Genel Halk
Kongresinde’ temsil edebilmelidir. Genel Halk Kongreleri olmadan
demokrasilerden bahsedilemez” (A. Öcalan, Bir Halkı Savunmak, sf: 127, Çetin
Yayınları)
Öcalan, bu pasajın
hemen altında, “Halk kongrelerini ne devlete alternatif ne de devletin bir
kuruluşu olarak görmek gerekir” diyor. Sınıf savaşımını reddeden Öcalan’ın,
böyle düşünmesi doğaldır. Çünkü Öcalan “kapitalist ile işçi arasında antagonist
denilen bir çelişki yoktur” (A. Öcalan, age, sf: 108) diye düşündüğü için,
etnik, cinsel, dinsel kimliklerin toplumsal dinamikleri oluşturduğunu; bu
dinamiklere yaslanarak bir “sivil toplum” oluşturulabileceğini savunuyor.
Öcalan, “Demokrasi, devleti ilgilendirmez, demokrasi halkın öz işleridir.
Devlet, ancak onun iradesine saygı gösterebilir.” (A. Öcalan, age, sf: 309)
demektedir. Yani devleti, sınıf savaşımından kopardığı için “devlet eliyle
sosyalizm kurulmaz” (A. Öcalan, age, sf: 335) şeklindeki bir düşünüşe de
zorunlu olarak varmaktadır.
Bir ütopyayı andıran
bu model hem TC hem de diğer faşist-burjuva ideolojilerinden ve sisteminden
“bağımsızlaşabileceğini” düşünüyor. Ekolojiyi, toplumsal yapının merkezine
koyan bu model, evrimsel bir dönüşümü savunmaktadır. Anarşist bir örgütlenme
olan bu model, post-modernizmin temelleri üzerine kuruludur. “Sınıflar, sınıf
savaşımı artık yoktur ve devletler küçültülerek sivil toplum yaratılmalıdır”
görüşünü, diğer post-modern akımlar gibi, savunmak durumundadır. “Kimlik
mücadelesini” merkeze koyan post-modernizm, sol sapmadan çıkmak isteyen PKK
için “can simidi” olarak görülmüş ve böylece soldan sağa kayılmıştır.
Katılımcı demokrasi/ekonomi
Katılımcı demokrasi ve
bu temelde inşa edilen katılımcı ekonominin mimarlarından olan Michael Albert,
sınıfların varlığını reddetmiyor; ancak sınıf mücadelesinin artık geride
kaldığını ve farklı toplumsal tabakaların eşit olacağı bir toplumsal sistemin
inşa edilmesi gerektiğini savunuyor. Albert, Marks’ın sınıf çelişmesini
gördüğünü ama bundan daha önemli olan “koordinatör sınıfı” göremediğini
söylüyor. Koordinatör sınıfı, kapitalist ile işçi arasındaki yönetici sınıf
olarak tanımlayan Albert, bu yönetici sınıfın, topluma biçim veren esas unsur
olduğunu savunuyor.
Albert, toplumsal
değişimin, “reformlar dizisi ya da sınırlı zaferler bileşimiyle” (M. Albert,
Değişimin Yolu “Toplumsal Dönüşüm İçin Aktivist Stratejiler, sf: 39, Aram
Yayınları) olacağını savunuyor. Sivil itaatsizliği öne çıkaran Albert’in “Eğer
agresif sivil itaatsizlik seçtiğimiz hedeflere karşı muhalefetimizin en büyük
dışavurumu olacaksa pek az gücü olacaktır. Ama eğer saldırgan sivil itaatsizlik
daha geniş bir muhalefetin büyüyen gövdesinden doğal bir şekilde gelişiyorsa ve
bu gövdenin üstünde rahat bir şekilde oturabiliyorsa, ciddi bir toplumsal
değişim yolundayız demektir” (M. Albert, age, sf: 30) şeklindeki siyasal
stratejisini PKK’nin de benimsediğini belirtelim.
Albert, katılımcı
demokrasinin temelleri üzerine şekillenecek olan katılımcı ekonominin,
kapitalist sınıf ile “koordinatör sınıfın” ortadan kaldırılması ile herkesi
eşitleyeceğini savunuyor. Albert, katılımcı ekonominin hayata geçirilmesinde
kullanılacak temel değerleri “eşitlik, dayanışma, eşit ve katılımcı özyönetim”
olarak; bu amaçlara ulaşmanın ara kurumsal araçlarını ise, “konsey demokrasisi,
dengeli iş kompleksleri, özyönetimli karar alma, çaba ve fedakârlığa göre
ödüllendirme ile katılımcı planlama” olarak koyuyor. (M. Albert, age, sf: 112)
Revizyonizm ile
post-modernizmi harmanlayan Albert, emperyalizm ve faşizmin, kâr uğruna dünyayı
yıkan ideolojilerini ve bu temelde oluşturulan siyasal-ekonomik ve en önemlisi
de askeri gücünün (merkezi ordusunu!) nasıl yıkabileceğine dair somut bir öneri
getirmekten ziyade, diğerleri gibi, iyi niyeti, dayanışma ve eşitlik bilincini
ön plana (merkeze) alıyor. Küçük burjuva yaşam tarzının mutlaklaştırılmasının
bir örneğini daha sunan bu model, diğerleri gibi değişimin “özneler” yoluyla
gerçekleşeceğine inanıyor.
Radikal demokrasi ve mevzi savaşı
Revizyonizme
post-modernizm kılıfı giydirenlerden Laclau ve Mauffe’nin, birlikte yazdıkları
Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabını “yeniçağın manifestosu” olarak
değerlendirenler az değildir. Bu kitapta “Sosyalist hedeflerle toplumsal
faillerin üretim ilişkileri içindeki konumları arasında hiçbir mantıksal ilişki
olmadığı ve bunlar arasındaki eklemlenmenin dışsal ve doğal olmayan bir
hareketin sonucu olduğunu savunuyorlar.” (Teori-Politika, ags, sf: 43)
Kendilerini
post-Marksist olarak tanımlayan bu ikilinin, Marksizm’in “postunu yüzdüğü”
aşikârdır. Marksizm’in temel bir çıkış noktası olan üretici güçler ile üretim
ilişkileri arasındaki çelişkinin inkârı elbette sınıflara dayanmayan bir
mücadele hattı doğurur. Buna “radikal demokrasi” diyen Laclau ve Mauffe,
toplumsal mücadelenin kültürel kimlikler üzerinde şekilleneceğini belirtiyor;
bunun “çoğulcu bir politik mücadele” olacağını savunuyor.
Marksizm’in “son
kertede ekonomi tarafından belirlenme fikri” ile özcü bir paradigma haline
geldiğini söyleyen Laclau, Marksizm’i -Boockhin gibi- kaderci ve belirlenimci
olarak görür. Laclau’ya göre “siyasal an, olumsal bir özerkliğe sahip olmaktan
çok, yalnızca göreli ekonomik gelişimin olgusal bir ifadesidir.” (Birikim, ags,
sf: 80). Laclau, tarihin temellerini yadsıdığı için, günümüzü de tarihsel
bağlarından kopararak “göreli” değerlendiriyor. Dolayısıyla sınıf savaşımının
da reddi doğuyor. Laclau’ya göre “zıt kutuplara ayrışma, heterojen taleplerin
küresel bir siyasal kimliğin etrafında dengeli bir biçimde bir araya
getirilmesinden doğar.” (Birikim, ags, sf: 80). Laclau, bunun “mevzi savaşı”
ile mümkün olabileceğini savunmaktadır.
Laclau ve ortağı
Mauffe, diğer post-modernistler gibi, toplumsal yaşamın toplumsal bilinci
yarattığı gerçeğinin tersini, yani fikirlerin maddi yaşamı belirlemede
birincil/esas olduğunu savunarak, idealizm kulvarında yüzmektedirler.
İmparatorluk ve çokluk
İmparatorluk kavramı
ve tezinin yaratıcıları olan Hardt ve Negri, post-modernizmi, “yeni bir çağ”
olarak görenlerdendir. Dolayısıyla sadece sınıf savaşımının değil, sınıfların
da yok olduğunu iddia edenler arasına girmektedirler. Emperyalist sistemi
piramit benzetmesi ile tanımlayan bu ikiliye göre, “Piramidin en üst noktasında
ABD’nin askeri gücü bulunmaktadır. Bir altta, çok uluslu şirketler; en altta
ise, ulus devletlerin halk meclisleri ve STK’ları bulunuyor. Piramidin tüm
bileşenleri ise imparatorluğu oluşturmaktadır” (Birikim, ags, sf: 122)
Hardt ve Negri,
“post-modern çağda, Ortodoks Marksizm’in” kavrayamadığı yeni bir değer
teorisini keşfettiklerini “iddia” ederek, bu yeni “değer teorisinin”,
“enformasyon ve teknoloji devrimleri” temelinde oluştuğunu savunuyorlar.
Halk tanımı yerine,
heterojen grupları temsil eden “çokluk” kavramının kullanılması gerektiğini
savunan Hardt ve Negri, “çokluk”un aktörlerinin, halk aktörlerinin tersine, tek
bir özne gibi (yani sınıf çatışması olmadan) hareket edebileceğini iddia
ediyor. Heterojen tabakaların taleplerinin, sivil toplumcu bir anlayış
temelinde birleştirilmesi gerektiğini savunan bu ikili, toplumsal değişimin bu
yolla olabileceğini iddia etmektedir.
Adem-i merkeziyetçi özerk komünler
Bu model, özü
itibariyle diğer post-modern toplumsal örgütlenme modelleriyle aynılaşsa da,
komünal yaşamı, bireyci yaşamdan daha fazla öne çıkarmasıyla ayrılır; ama
diğerleri gibi, toplumun/kolektifin kurtuluşunu bireye bağlar. Hindistan’ın
bağımsızlığını ilan etmesinde önemli bir isim olan Gandi’nin “sivil
itaatsizliği ve âdem-i merkeziyetçi özerk komünleri”, bu modelin
savunucularınca örnek gösterilmektedir. Anarşist düşünür Kropotkin’in toplum
tasarısının esas alındığı bu modelde, teknolojinin üretimi geliştirmesiyle
komünal yaşamın kolaylaşacağı fikri hâkimdir.
Teknolojinin, gerekli
emek sürecini kısalttığı doğrudur. Ama bu model de, diğer post-modern modeller
gibi sınıf savaşımını ve merkeziyetçiliği reddettiği için, günümüzde gittikçe
merkezileşmesini artıran ve askeri olarak güçlenen emperyalizmin nasıl alt
edilebileceğine dair somut-doyurucu bir önerme getirmiyor. Liberal kültürün
hâkim kıldığı bireycilik, salt iyi niyetler, bilinçler vs. öne çıkarılarak
gerçekleştirilemez. Maddi yaşam koşulları değiştirilmediği sürece sınıf
karşıtlığına dayanan ideolojiler de var olmaya devam edecektir.
Gandi’nin,
Hindistan’ın bağımsızlığında önemli bir rol oynadığı doğrudur. Ama liberallerin
ve post-modernistlerin iddia ettiği gibi belirleyici değildir. İngiliz
emperyalizmi, dünya çapında gelişen-büyüyen silahlı mücadelelerle başa
çıkamamakta ve askeri kayıpları da artmaktaydı. Buna 2. Emperyalist Paylaşım
Savaşı da eklenince, sömürgelerden gelen kâr azalmış ve askeri masraflar büyük
bir yük oluşturmaya başlamıştı. Ulusal bilincin ve sosyalizmin itibarının da
artmasının etkisiyle İngiltere, sömürgecilikten yarı-sömürgeciliğe geçiş yapmak
zorunda kalmıştı. Gandi’nin başlattığı sivil itaatsizlik, İngiliz
emperyalizminin zayıf yanına vurulmuş son darbe olduğu için, sanki emperyalizme
karşı mücadelenin tümü, bundan ibaretmiş (ve silahlı mücadele olmadan
başarılmış!) gibi gösterilmektedir.
Gandi’nin “icadı”
olduğu iddia edilen “âdem-i merkeziyetçi köy-kır komünleri”, “kesinlikle,
Gandi’nin yaratısı değildir. Köy komünleri, Hindistan’ın tarihi kadar eski ve
köklüdür. Binlerce yıl yaşayan bu komünler, ancak, 19. yy.da İngiliz işgali
sonrası çözülmeye başlamış; ama yine de kapitalizmin ulaşamadığı kırsal-dağlık
bölgelerde varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Gandi’nin yaptığı, bu
komünlerin kültürünü ve ürünlerini, ulusal bilincin geliştirilmesinde kullanmak
olmuştur.
İddia edildiği gibi
Gandi, hiçbir zaman ne köy komünlerine dayalı âdem-i merkeziyetçi bir toplum
oluşturmayı ne de sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmayı düşünmüştür. Gandi
döneminde olduğu gibi günümüz Hindistan’ında da katı kast sistemi en ağır ve
aşağılık koşullarda varlığını sürdürüyor ve sayıları milyonlarca olan en alt
kast olan Dalitler hala insan yerine bile konmuyor. Liberallerin de sıkça
övdüğü Gandi, çoğunlukla, silahlı mücadeleye karşı olan fikirleriyle ön planda
tutulmaktadır. Ki bu, liberallerin, faşistlerin ve emperyalistlerin, en büyük
korkularının (dev kitle gösterilerinden bile daha büyük olan bir bu korku)
silahlı mücadele olmasının ürünüdür.
Günümüz
Hindistan’ında, Hindistan Komünist Partisi (HKP)’nin güçlü olduğu alanlardan
birisi, köy komünlerinin hâkim olduğu bölgelerdir. HKP, pazardan ve merkezi
devletten neredeyse tecrit edilmiş olan bu komünleri, merkezi bir örgütlenme ve
silahlı mücadele aracılığıyla birleştirerek kurtarılmış alanlar yaratmıştır.
Bunun sonucu olarak da bu komünlerin üretimi geliştirilebilmiş ve ilkel yaşama
terk edilen bu köyler birçok olanağa sahip olmuştur.
Dolayısıyla adem-i
merkeziyetçiliği, merkeziyetçilikten soyutlama fikri temelsiz ve boştur.
Komünal toplum, kapitalist-emperyalist sistem içinde yaratılması ve
“küreselleşmesi” olanaksızdır. Dünya ekonomisine, siyasetine ve dolayısıyla
ideolojik ve kültürel yapısına yön verebilen emperyalizmin varlık koşullarından
olan devlet, iktidar ve beyaz ordular alaşağı edilmeden, ekonomik sömürü de
ortadan kalkmaz, burjuvazinin ideolojisi de. Sınıf savaşımını küçümseyen veya
yok sayan anlayışların tahayyülleri en iyimser yorumla, ütopya özleminin hâkim
kılınması olarak görülmelidir.
POST-MODERNİZM VE ANARŞİZM
Anarşizm de, tıpkı
post-modernizm gibi, yekpare bir akım değildir. Ancak sınıf mücadelesi,
iktidar, devlet, proletarya diktatörlüğü konularındaki temel ideolojik bakış
açısı ile bu temelde oluşturulan “evrimsel devrim” tahayyülünde ortaklaşırlar.
Her ikisi de toplumun kurtuluşunun, bireyin kurtuluşu ile mümkün olabileceğini
vaaz eder.
Anarşizmin
savunucularından olan ve “yeniçağın” ancak, anarşizm ile sınıfsız bir topluma
evrilebileceğini savunan Rolf Contzen, anarşist akımların ortaklaştığı temel
noktaları şöyle sıralıyor: “Anarşistlerin kuramsal olarak ortaklaştıkları
olumsuzlayıcı hedefleri:
— Egemenlik, otorite
ve tahakküm biçimleriyle iktidar ve yönetimin her biçiminin ortadan
kaldırılması; özellikle de devlet egemenliğinin ve tahakkümünün tasfiye
edilmesi;
— Ekonomi alanındaki
sömürünün ortadan kaldırılması biçiminde özetlenebilir.
Anarşistlerin temel
değerler/ilkeler konusunda görüş birliği içinde oldukları konular:
— Öteki insanların,
kendi yaşamlarını belirleme ve geliştirmelerine zarar vermeyecek sınırlar
içinde kalmak koşuluyla, bireyin kendi kendini geliştirmesi ve yaşamını
belirlemesi;
— Toplumun âdem-i
merkeziyetçi bir tarzda, alttan üste doğru (bu anlamda merkeziyetçiliği çözecek
tarzda) siyasal bir örgütlenme ve düzenleme sonucunda yeniden yapılandırılması;
— Ekonomi alanında
kendi kendini yönetme ve ekonomik kararların bireysel düzlemde (tabandan)
belirlenmesi.” (R. Contzen, age)
Anarşizmin tüm bu
ortak ilke ve hedeflerinin, eksiksiz olarak post-modernizm tarafından da (şu
veya bu biçimde!) savunulduğunu belirtelim. Ancak anarşizm ile post-modernizm
arasındaki ortaklığı daha geniş açmak için, klasik anarşizmin önderlerinin
toplumsal örgütlenme modellerine kısaca bakalım.
Anarşizmin ilk
sistematik tanımını yapanlardan W. Godwin, tarım temelli bir toplumsal model önerir
(1791 yılı). İşbölümüne gerek olmayan ve yeteneğe göre üretim yapılan
komünlerin temel alındığı bu modelde, teknolojinin üretimi geliştirerek, çok az
bir çalışma ile gerekli ürünlerin sağlanabileceği tahayyül edilmiştir.
(Birikim, sayı 155, sf: 62)
Anarşizmin en etkin
önderlerinden biri olan P. J. Proudhon (1809-1865), ortak yaşam ve federatif
anarşizmi savunmuştur. Küçük işletmelerin, toplumun ekonomik temeli olması
gerektiğini savunan Proudhon, büyük çaplı işletmelerin, eşitsizliğe yol
açtığını savunuyordu. Ekonomik ilişkilerin mübadele (takas) yolu ve kurulacak
bir Halk Bankası (faizsiz kredi sağlayacak, düzenleme misyonuna sahip bir
banka) aracılığıyla olabileceğine inanan Proudhon, küçük burjuva üretim tarzını
yücelten ilk anarşist önderlerdendir. Ki bu nedenle Marks ve Engels tarafından,
küçük burjuvazinin ideologu ilan edilen Proudhon, toplum modelini, baştan aşağı
küçük burjuvazinin yaşam tarzına ve ideolojisine göre oluşturmuştur. (Birikim,
ags, sf: 63 ve R. Contzen, age)
Bir diğer önemli isim
olan M. Bakunin (1814–1876), tarım ile sanayideki köylü ve işçi birliklerine
dayanan bir federasyon tahayyül eder. Bu federasyon, üretim birliklerinin dünya
çapında bir organizatör görevi yapacak yapının, tüm üretimin dengede olmasını
sağlayabileceğini savunan Bakunin; teorik yanından çok pratikçi özelliği ile
öne çıkar. (Birikim, ags, sf: 65 ve R. Contzen, age) Anarşizmin teorik
donanımına en çok katkı yapan önderlerden birisi de P. Kropotkin’dir
(1870–1919). Bakunin gibi bir Rus aristokrat aileden gelen Kropotkin, tarım,
zanaat ve sanayi ile çeşitli hizmetler için ayrı ayrı komünlerin kurulmasını ve
komünlerin bileşimi olarak oluşturulmasını tahayyül eder. (Birikim, ags, sf: 66
ve R. Contzen, age)
Bu önderler dışında
anarşizme farklı biçimler veren önderler de olmuştur. G. Landauer (1870–1919),
kooperatifçi-konseyci anarşizmi; E. Mühsam (1878–1934), konseyci anarşizmi; J.
Most (1846/1906), komünist anarşizmi; Max Stirner (1906–1959), anarşist
bireyciliği ve küçük burjuva üretim tarzını; E. Malatesta (1853–1932) ise
sendikacı anarşizmi savunmuştur.( R. Contzen, age) Görüldüğü gibi farklı
biçimler alsa da, anarşizm, devletin zor yoluyla ele geçirilmesine, iktidarda
proletaryanın olmasına ve her türlü otorite/iktidar birimine karşıdır.
Anarşizm, devletin
sönümlenerek yok olabileceğine değil; “hemen şimdi” yok olması gerektiğine
inandığı için tasarladığı toplumu da hemen kurabileceğine inanır. Her ne kadar
hoş ütopyalar olarak görünseler de anarşizmin toplum modelleri, küçük burjuva
üretim tarzını ve ideolojisini kutsar. Anarşizmde aceleci ve öznelci düşünüş
tarzının hâkim oluşu dolayısıyla, devletin, tarihi boyunca, hâkim sınıfların en
büyük/güçlü egemenlik aracı olduğunu ve egemenlerin bu aracı vermeye gönüllü
olmayacakları kabullenilmez; kavranmaz.
Anarşizm, devletin bir
baskı/tahakküm aracı olduğu kabul eder; ancak varlık koşulunu salt baskı olarak
gördüğü için, tali ile esası karıştırır ve devletin ilk varlık koşulunun
ekonomik sömürü olduğunu ve bunun için mutlaka bir ideolojik meşruiyeti
bulunduğunu göremez. Bu tek yanlı yaklaşım, devletin, ideolojik aygıtlarını da
yeniden üretmesini göremediği için, tüm mücadele hattını baskıya odaklar; bu da
anarşizmi anti-bilimsel ve sol sapma yapar.
Anarşizm, bu temelde,
devrim ile evrim arasındaki ilişkiyi de koparır. Anarşizm sol sapmanın en uç
noktalarından birini temsil eder, bunun sonucunda ise kitlelerin gerçekliğinden
çok ötesini-ilerisini istediği için, geleceği “hemen şimdi” kurmak ister; yani
evrimi beklemez ve kendi istemlerini, özlemlerini, ideolojisini toplumsal
gerçekliğe dayatır. Bu sol sapma anlayış, felsefi olarak, bilincin maddi
yaşamın ürünü olduğu gerçeğini tersinden -ve aceleci bir tarzda-, maddi yaşamı
bilincin belirlediği gerçeğini, tek yanlı ve mutlak bir biçimde esas ‘almasından’
kaynaklanır.
Anarşizm, devrimi,
parti veya herhangi bir merkeziyetçi yapı olmadan gerçekleştirebileceğine
inanır. Anarşizm her türlü otorite ve merkeziyetçiliğe karşı çıkmakla
özdeşleşmiştir. Hâkim sınıfların, anarşizmi şiddetle özdeşleştirmesi, tüm sol,
demokrat ve devrimci kesimleri karalamasının bir ürünüdür. Anarşizmin özünde
şiddet yer almaz ve şiddet içeren mücadele biçimleri nadiren bazı gruplarca
uygulanmıştır. Anarşizm, özünde, bilinçlerin değişmesi ile adem-i
merkeziyetçi-otonom bir toplum kurabileceğine inanır.
Anarşizmin aceleci,
öznelci, coşku ve duyguyu bilinçten (bilgiden, akıldan) daha önde tutan düşünce
yapısı, özellikle gençlerde, sık sık merkezi ve sistemli olmayan şiddeti
doğurabilmektedir. Ancak bu, şiddetin anarşizmle özdeşleştirilmesini doğuramaz.
Anarşizm, sınıf mücadelesini, başat sınıfların belirlediğini kabul etmez. Bunun
yerine tüm halk katmanlarını, sınıflarını özdeşleştirerek, farklılıkları
önemsemez. Böylece mücadele hattı, ezilenler ile ezenler arasındaki genel
çelişmeye bağlı olarak çizilir; baş çelişme önemsenmez veya görülmez.
Tüm anarşist
önderlerde olduğu gibi Rusya’da da sosyal-devrimciler, sınıflar arasındaki
farkı silerek tüm ezilenlerin ortak mücadelesi şiarını yükseltmişlerdir.
Marksizm, hiçbir zaman, sadece işçi sınıfı ile devrim yapılabileceğini iddia
etmemiştir; tersine, tüm halk katmanlarının asgari birliği sağlanmadan devrimin
gerçekleşemeyeceğini vurgular. Lenin, “Proletaryanın önderliği olmazsa tüm
politika, ana hedef, kapitalizmin kalbine yöneltilemez ve tali
sorunlar-çelişmeler, kitleleri oyalar; kapitalist sistemin de ömrü uzar.”
demiştir.
Çünkü
kapitalizmi-sermayeyi var eden ana güç, artı-değer üreticisi olan
proletaryadır. İkinci olarak, proletarya, tüm sınıflar içinde en kararlı,
militan ve disiplinli sınıftır. Uzlaşma zemini diğer sınıflara göre çok dardır;
ki sınıf mücadelesi keskinleştikçe, kapitalizmle hiçbir anlaşma zemini kalmaz
ve çelişki antagonist hale gelir. Bundan dolayıdır ki zincirlerinden başka
kaybedecek bir şeyi olmayan proletaryanın ideolojisi sınıf mücadelesinin
merkezine alınmalıdır. (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, sf: 480-499, İnter
Yayınları )
Anarşizmin (veya
günümüzde post-modernizmin) savunduğu gibi halk tabakalarının arasındaki farkı
silikleştirmek, sınıf mücadelesinin inkârının başka bir biçimidir; inceltilmiş
halidir. Bu anlayış, küçük burjuvazi, milli burjuvazi, memur, köylü tabakaları
vb. sınıf ve tabakaların sınıfsal özelliklerini aynılaştırdığı için hepsine
genel-tek bir politika sunar. Dolayısıyla bu sınıflarla uzlaşma-ittifak veya
mücadele biçimlerini de tek yanlılaştırır. Dahası, bu tek yanlılık, bu katman
ve sınıflar arasında burjuva kültürün-ideolojinin etkisini artırır.
Dolayısıyla sınıf
mücadelesinin ana unsuru (ve ideolojisi) proletarya olmalıdır. Anarşizmin inkâr
ettiği veya göremediği bu gerçeklik esas alınmadan, sistemi yaratan ilk koşul
olan ekonomik sömürü ve bu sömürünün sürmesini sağlayan en güçlü aygıt devletin
yok edilmesi olanaksızdır. Anarşizmin bu ideolojik bakış açısı ile âdem-i
merkeziyetçiliği, otonomiyi ve sivil toplumculuğu esas alınır. Zaten her türlü
iktidar/otorite ve devletin yadsınması sonucu geriye (Marksizm’in
temellendirdiği sosyalizm ve komünizm de inkâr edildiği için) sadece sivil
toplumculuk ve otonomi kalır.
Sivil toplum, her
ideolojiye göre farklı tanımlanıyor olsa da, genelde, devlet ile toplum
arasındaki farkı/ayrımı belirtmek için kullanılır. Marks, sivil toplumu,
“yalnızca siyasal devletin ortaya çıkmasına yol açan çelişkilerin keskinleştiği
bir çatışma alanı değil, aynı zamanda çelişkilerin diyalektik bir biçimde
aşılmasını sağlayacak olan süreç ve öznelerin de açığa çıktığı toplumsal
ilişkiler örüntüsü” (Aktaran, Praksis, sayı 10, sf: 35) olarak tanımlar.
Yani Marks, sivil
toplumu, Hegel gibi devlet ile aile arasında yer alan ve devlete tabi olması
gereken bir alan olarak görmez veya anarşizm gibi devletten tamamen
soyutlanabilecek/bağımsızlaşabilecek bir alan olarak da görmez. Tersine, sivil
toplumu sınıf çelişkilerinin temelinde bölünmüş toplum olarak tanımlar. Böylece
bu tanım, sınıf karşıtlığının keskinleşmesine göre biçim alarak sınıfsız bir
topluma nasıl evrileceğini de açıklar.
Anarşizm, toplumsal
gerçeklikten/yasalardan koparak, hayali bir sivil toplum tahayyül eder.
Bilincin maddi yaşamı etkilemesini esas ve mutlak alarak “iyi niyetler,
duygular, özlemler ve taleplerle” toplumu değiştirebileceğine inanır. Bunlar
elbette değişimin dinamiklerindendir; ama bilincin maddi yaşamdan doğduğu
(bunun esas ve birincil olduğu) gerçekliğinden hareket edilecekse, öncelikli
kapitalizmin maddi koşulları değiştirilmelidir.
Kulübedekilerle
saraydakilerin aynı düşünebilmesi için, öncelikle kulübe ve sarayların
yıkılması gerekir. Ekonomik ve siyasal mücadele geliştikçe, maddi yaşam
(toplumsal yaşam) bilinçleri daha fazla etkileyerek bilinçli kesimlerin artmasını
sağlar; böylece bilinçli kesimlerin de maddi yaşama daha fazla müdahale
etmesini getirir. İşte anarşizmin kavrayamadığı, tek yanlı ele aldığı nokta
burasıdır.
Bu tek yanlılıkla
sivil toplumculuğu, öğretisinin merkezine alan anarşizm, post-modernizmin de
temellerini oluşturur. Post-modernizmin, eksiksiz olarak, anarşizmin
temellerini savunduğunu önceden belirtmiştik. Post-modernizm, anarşizm gibi
otorite, iktidar, devlet ve sınıf mücadelesini yadsıyınca ona da ancak sivil
toplumculuk anlayışına sarılmak kalmaktadır. Sınıf mücadelesinin kendisinin
veya belirleyiciliğinin inkârı, elbette, kültürel kimlikleri (cinsiyet, din,
mezhep, etnisite vb.) toplumsal mücadelenin merkezine koyacaktır. Böylece,
görüldüğü gibi, anarşizmin temel (veya çıkış) noktaları, tüm ideoloji, felsefe
ve siyasetinin genel hatları, post-modernizm ile ortaklaşmaktadır.
Post-modernizm,
devleti, bir iktidar organı olduğu için reddeder. Bu reddiye, sınıfların inkâr
edildiği bir zihniyetle, “kötü niyetli, bencil” bireylerin, devleti baskı aracı
olarak kullanmaları üzerine temellenir. Sınıf mücadelesini “kabul edip” de
belirleyici olmaktan çıktığını savunan post-modernistler bile, devletin bir
uzlaşma/düzenleme aracı olmasını; olması gerektiğini savunabilmektedir.
Post-modernizm, klasik
anarşizmden farklı olarak, devletin varlığını (ve toplumsal çelişmeleri)
ideolojilerle tanımlamaz; açıklamaz. Çünkü post-modernizme göre “ideolojiler
ölmüş”, yerine “söylem”ler gelmiştir. Ancak, post-modernizm de anarşizm gibi
devleti, zor-şiddet yoluyla yıkmayı veya iktidarı almayı düşünmez. Çünkü ona
göre, zor/şiddet, “bütün kötülüklerin anasıdır”. Bu anlayış, haklı savaşlarla
haksız savaşı özdeşleştirir ve dünyanın birçok bölgesindeki ulusal-devrimci
silahlı mücadelelere karşı çıkar.
Devletin sınıfsal niteliğinin
yadsınması, Poulantzas’da olduğu gibi “devletin göreli özerkliği”( Birikim,
sayı 205-206, sf: 143) tanımı temelinde de olsa, yaygın olduğu haliyle “iktidar
sahibi, savaşçı zihniyetin” ürünü olduğu şeklindeki anlayışın temelinde de
olsa, post-modernizmin her biçimi, iktidar bilincini yadsır.
Post-modernistlerin büyük çoğunluğu, Marksizm’i “devletçi ve iktidar
zihniyetli” olarak tanımlayarak, sömürücü sınıflarla özdeşleştirir.
Post-modernist S. Newman, “Geçmişteki devrimlerin merkezi sorunlarından biri,
siyasi otoritenin mevcut biçimlerini ortadan kaldırma çabalarında ya onları
yeniden onaylamaya ya da onların yerine yenilerini icat etmiş olmalarıdır.”
(Birikim, ags, sf: 90) demektedir.
Post-modernizmin
“çılgın çocuğu” Foucault, sınıf mücadelesinin temeli üzerinden yapılan iktidar
tanımına karşıdır. Ona göre tüm iktidar zihniyeti ideolojik fark görmeksizin
aynıdır. R. Contzen ise Bolşevik Devrimini (1917 Ekim Devrimini), “karşı
devrim” olarak ilan etmiş ve Bolşeviklerin yeni bir otoriter/iktidar sınıfı
yarattıklarını iddia etmiştir. (R.
Contzen, age, sf: 81) S. Toney ise “Manifestolar, partiler ve devletlerin hepsi
hiyerarşik oluşumlardır. Bu hiyerarşi, diğer şeyler hakkındaki tüm
belirsizlikleri önemsiz kılan bir belirsizlik tarafından desteklenir” (Birikim,
ags, sf: 95) demiştir.
Bu tür tanımlar artırılabilir. Ancak
post-modernistlerin büyük çoğunluğu bu şekilde düşünmektedir. Post-modernizm
de, klasik anarşizm gibi, iktidar olgusunu, bireyin “kötü niyetine”
indirgeyerek karşı çıkmaktadır. İdeolojilerden ve sınıf mücadelesinin
gerçekliğinden kopan bu zihniyetin, otonomiye-adem-i merkeziyetçiliğe tapınması
aşikârdır. Bu tapınma, toplum tahayyüllerini ve sınıfsal ilişkileri de bu
temelde oluşturmayı doğurur. Post-modernizmin devrim tanımı da bu temelde
şekillenir. Devrim, I. Holloway’a göre “gedik açmadır; kapitalizmin kalbine
hançer vurmak değil; bir milyon arı sokmasıdır.” (Birikim, ags, sf: 61)
I.Toney, âdemi merkeziyetçilik ve
heterojen tabakaların birliği ile oluşturulacak devrimin ana hedefinin “mikro
iktidarlar” yaratmak olduğunu belirtiyor. David Graeber de buna uygun bir ele
alışla “Devrimci eylemler illa hükümetleri amaçlamak zorunda değildir. Mesela
iktidar dışında otonom topluluklar yaratmaya çalışmak, neredeyse tanımı gereği
devrimci eylemlerdir” (Birikim, ags, sf: 73) diyor. Post-modernistlerin tümü bu
devrim tanımlarını, özü itibariyle, savunur ve genelde Marksizm’e saldırı
temelinde devrim tahayyüllerini biçimlendirirler. Bazıları ise revizyonizme
Marksizm yaftası taksa da, devrim tanımları öz olarak aynı kalır.
Post-modernizm, evrimi mutlaklaştırır ve
tek yanlılaştırır. Çünkü ona göre sınıfsal karşıtlıklar, sınıflar toplumu
oluşturmuyor. “İlerleyen bir tarih” veya “sınıf mücadelesi motoruyla çalışan
bir tarih” olmadığına göre “anı yaşamalı, anı kurtarmalı” ve devrim “hemen
şimdi, burada yapılmalı” şiarını yükseltmeli. Anarşizmin aceleciliği olduğu
gibi, küçük burjuva öze uygun olarak, post-modernizme geçmiştir.
Bireyin belirleyiciliği olduğu bu
zihniyette, toplumun bireylerden değil de, sınıflardan oluştuğu gerçekliği
yadsındığı için, toplumsal dönüşümün öznesi de “birey” olur ve nitel
sıçramalarla değişim inkâr edilir. Ortada, yasa, öz, toplum, çelişme, sınıf
karşıtlığı -post-modernizmin zihninde- var olmadığı için, toplumsal tahayyül
de, özsüz, yasasız, çelişmesiz… yani Mars’ta inşa edilecek bir toplumsal yapıyı
andırır.
Post-modernizm, klasik anarşizmden farklı
olarak, çoğunlukla sınıfları da yadsır. Bazı post-modernistler sınıfların
varlığını kabul edip, sınıf mücadelesinin varlığını reddeder (post-Marksistler
gibi); ama post-modernizmi yeni bir çağ olarak görenlerin tümü sınıf mücadelesi
ile birlikte sınıfların varlığını da inkâr eder ki bu kesim çoğunluğu
oluşturur. Her iki biçimde de kültürel kimliklerin mücadelesi esas alınır. Çoğu
post-modernist, kültürel veya çevre için mücadeleyi, siyasal veya ekonomik
mücadelenin önüne koyar. Bazıları, siyasal mücadeleyi esas alsa da bunu
“heterojen tabakaların eşitliği” temelinde ele alırlar. Sonuçta, sınıf
mücadelesi tüm hızıyla seyrederken, post-modernizm, ayakları havada bir şekilde
semalarda dolanır.
Post-modernizmin esas aldığı ezen-ezilen
ilişkisi (çelişki demiyorlar!) tüm sınıflı toplumların temel çelişmesidir.
Ancak her toplumsal biçimi yaratan bir baş çelişme vardır ve bu baş çelişme
çözülmeden, yok edilmeden toplumsal dönüşümün/değişimin oluşabilmesi (başka bir
düzeye geçmesi) şu ana kadar gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez. Tarihte,
köleler, serfler veya işçiler, bu toplumsal dönüşümlerin odak/merkezi noktası
olmuştur; ama hiçbiri dönüşümü (devrimleri) tek başlarına
gerçekleştirememişlerdir.
Köleler, yoksulları, küçük tüccarı,
zanaatçıyı vb.lerini peşlerine takmasalardı kölelik sistemi yıkılmazdı;
tersinden, bu ara sınıf ve tabakalar kölelere destek vermeyip de kendi üretim
tarzlarını ve ideolojilerini dayatsalardı, hala, köleci sistemde yaşıyor
olurduk. Dolayısıyla, artı-değer sömürüsü ile yaşayabilen/var olan sermayeyi ve
onun sistemini, ancak onu var eden proletaryanın, ideolojisini ve politikasını
merkeze almakla toplumsal dönüşüm sağlanabilir yani kapitalist sistem
yıkılabilir.
Post-modernizm, diyalektiği ve bilimsel
düşünceyi yadsıdığı için, nesnel gerçekliği, belirsizlik ve kaos felsefeleri
temelinde yorumlar; daha doğrusu inkâr eder. Dolayısıyla görüngüleri
“gerçeklik” kabul eder. Bu düşünüş tarzıyla sınıf savaşımını yadsıdığı ve
bireyi ön plana aldığı için, emperyalizmin görüngülerini, biçimlerini, nesnel
gerçeklik olarak algılar. Dolayısıyla proletaryanın önderliğine de karşı
çıkması, bu düşünüşün zorunlu duraklarındandır. Böylece kimlik mücadeleleri
esas alınarak, “gelir dağılımındaki eşitsizlikleri” (sınıf farklılığı
diyemiyorlar) giderebileceklerini savunuyorlar. Onlar böyle düşünüp kitleleri
tali sorunlara kilitlerken, hâkim sınıfları da iyice “globalleşerek”
sömürülerini yayma ve derinleştirme zemini genişletirler.
Post-modernizm bu ideolojik temeller
üzerinde, klasik anarşizm gibi sivil toplumculuğu esas alır ki, anarşizmde
olduğu gibi, devlete, iktidara ve her türlü otoriteye karşı çıkmak, bunu
zorunlu olarak doğurur. PKK’nin yeni siyasal-örgütsel modelini oluştururken en
çok faydalandığı isimlerden biri olan R. Contzen, sivil toplumculuğu, “Daha az
devlet, daha çok toplum” şiarı ile özetlemektedir: “Devletçi önlemlerin
geriletilmesi anlamında bir devletsizleştirmenin yanı sıra gerek öz yönetim ve
kendi kendini belirleme olanaklarının yavaş yavaş genişletilmesi yoluyla, gerek
merkeziyetçi yapıların bu özelliğinin dağıtılması yoluyla, gerekse de politik
yönden özerk toplumsal birimlerin federalist organizasyonlara dönüştürülmesi
yoluyla tahakküm ve egemenlik yapılarının da toplumsallaştırılmasını hedef
almaktadır.” (R. Contzen, age, sf: 125)
Sivil toplumculuğun 90’larda iyice
gelişip-serpilmesi, emperyalizmin yeni ideolojik ve ekonomik açılımlarında
neo-liberal politikaların hâkim hale gelmesinden ve SSCB’nin dağılması ile
beraber sosyalizmin itibar kaybetmesinden bağımsız değildir. SSCB’nin
dağılması, emperyalizmin, komünizme karşı çok kapsamlı ve geniş bir ideolojik
saldırı geliştirmesi için zemin yaratmıştır. Post-modernizmin de gelişip
serpildiği 90’lar, emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” adıyla sınıf savaşımını,
ulus-devletleri, sınırları vb. “ortadan kalktığını” ilan ettiği bir dönemdir.
Bu dönem, ayrıca, Dünya Ticaret Örgütü
başta olmak üzere, DB ve IMF aracılığı ile yarı-sömürgelerin emperyalizme olan
bağımlılığının iyice arttığı-derinleştiği bir dönemdir. Emperyalizm bu dönemde,
devleti küçülterek, sermayenin ulus-devletlere girişini köstekleyen ulusal
engelleri-sınırları (gümrük duvarları, yabancı sermayeyi sınırlayan yasalar
vb.) kaldırarak, sermayenin tarihinde hiç olmadığı kadar sömürüyü yaymasını ve
derinleştirmesini sağlamıştır.
Devletin küçültülmesi, dünyanın her
alanına, tekellerin daha rahat nüfuz etmesini sağlamıştır. Tekeller, bir yandan
merkezileşirken, diğer yandan da esnek üretim ve taşeronlaştırma aracılığı ile
etkilerini ve hâkimiyetlerini en ücra köşelere taşıdılar. Böylece, devlet,
ulusal sınırlar, merkeziyetçilik vb. azalıyor veya yok oluyor gibi görünürken,
sermayenin merkezileşmesi tarihi rekorlar kırmıştır ki bu rekor şu anki mali
krizin nedenlerinden birisidir-en önemlisidir.
Emperyalizm, neo-liberal politikaları
yaşama geçirmek için, önce yapısal uyum programlarını hayata geçirdi. Sonra da
“yönetişim” olarak ifade edilen anlayış doğrultusunda, “Devletin, piyasanın
daha etkin işlemesi için gereken yasaları düzenlemesi ve pazarın ihtiyaç
duyduğu mal ve hizmetleri asgari oranda temin etmesi sağlandı.” (Esra Yüksel
Acı, Kalkınma Sürecinin Yeni Aktörleri STK’ları, sf: 77, Günizi Yayınları)
Bunun süreklileşmesinin bir koşulu olarak da sivil toplumculuğun gelişmesi
sağlanmıştır.
DB’nin 1992 yılı raporuna göre
“yönetişim”, devletin elinde bulunan karar ve yürütme gibi bir takım
yetkilerin, yerel yönetimlere, yarı özerk kamu kuruluşlarına, meslek
kuruluşlarına ve STK’larına kaydırılmasını; böylece, güçlü bir merkezi yönetim
yerine, yerinden, o yerde yaşayanların doğrudan katılımcılığını ve yönetimde
yer almalarını öngören ve “yerindelik” olarak ifade edilen çok ortaklı bir
yönetim anlayışını içermektedir. (Esra Yüksel Acı, age, sf: 79) Bu paralelde
STK’ların sayı ve niteliği artırılmıştır. Post-modernizmin ve liberallerin de
sivil toplumculuğu yüceltmesiyle birlikte, STK’ların sayısı hızla artmıştır.
BM’nin kalkınma raporuna göre (1993 yılı),
1980’lerin başında, dünyada 100 milyon STK varken, bu sayı 2005 yılında 250
milyona ve 7.2 milyar dolarlık bütçeye ulaşmıştır. ( Esra Yüksel Acı, age, sf:
96) DB ve BM’nin, yoksul ülkelere yönelik projelerinin veya küçük üretimi
destekleyen (mikro kredi, KOBİ’lerin desteklenmesi vb.) projeleri 90’larda hız
kazanmıştır. DB’nin, 1995 yılındaki projelerinin % 47’sinde; 1973-2005 yılları
arasındaki projelerinden 752 tanesinde, STK’ları kullanmıştır. ( Esra Yüksel
Acı, age, sf: 57)
SONUÇ
Emperyalizmin, neo-liberal politikaları ve
90’larda yoğunlaşan ideolojik saldırıları, din, milliyetçilik, post-modernizm,
feminizm ve sivil toplumculuğun büyümesi-yayılması için geniş zemin
yaratmıştır. Bu ideolojiler, dünyanın her tarafında sınıf savaşımının inkârını
ve sınıf uzlaşmasını vaaz etmektedir. Radikal dinciler, salt merkeziyetçiliği
esas alarak şeriat devleti; post-modernistler ise salt yerelciliği-otonomiyi
esas alarak -devletten bağımsız- sivil toplumu yaratmaya çalışmaktadır. Bu iki
uç yaklaşımın ortaklaştığı temel nokta, sınıf mücadelesi, sınıflar ve toplumsal
yasaların inkârıdır. Her iki uç akım, yoksulluğun, açlığın, savaşların vb.
nedenlerini -tüm toplumsal sorunları, sefaleti- ya dini kimliklerin çatışması
ya da diğer kimliklerin çatışması temelinde yorumlayarak sınıf savaşımını inkâr
ediyorlar.
Devletçilik kültürü, din ve feodal
kültürün yaygın ve etkin olduğu Türkiye’de, sivil toplumculuğun
gelişemeyeceğini iddia etmek sığlık olacaktır. PKK, din ve feodalizmin en etkin
olduğu bölgelerde, sivil toplumculuğu esas alan bir çizgi izliyor. Emperyalizm,
TC’yi “devleti küçülterek”, “yönetişim” modeline hazırlıyor. Yani yeni saldırı
modeli. Liberaller, “yorgun demokratlar”, AB’ciler, ABD’ciler vs.ler,
emperyalizmin kulvarında “sivil toplum” geliştirmek için canla başla
çalışıyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de sivil toplumculuk gelişmez demek, en az
din gelişmez demek kadar, sığ ve bilimsel olmayan bir yaklaşım olacaktır.
Sınıf mücadelesi hiçbir zaman tek bir
sınıfa (hâkim sınıfa) karşı mücadeleyi içermez. Hâkim sınıfa karşı mücadele
başat/merkezi olsa da diğer sınıf ve tabakalarla da mücadele edilmeksizin ne
işçi sınıfının ne de halkın birliği sağlanabilir. Bizler ne otonomcuyuz ne de
salt merkeziyetçi. Dolayısıyla tüm sınıflarla MLM ilkeler temelinde mücadele
etmek ve yerel ile merkezin bağını diyalektik biçimde kurarak politika oluşturmak
zorundayız. Dolayısıyla sivil toplumculuk ve STK’ların, emperyalizmin yeni
sürecinde “üçüncü sektör” olarak (kamu ve özel sektörden sonra üçüncü)
adlandırılması boşuna değildir. “Üçüncü sektörün” ekonomik-siyasal, ama
özellikle de ideolojik etkisi, emperyalizmin sömürüyü yayması ve
derinleştirmesinde en önemli etkenlerden birisi olmuştur.
Bu genel tablo ortadayken post-modernizmin
veya anarşizmin, emperyalizmin organik uzantısı olduğunu tartışmanın bizim için
önemi yok. Bu kapsamda teoriler üretmeye de ihtiyacımız yok. Post-modernist
örgütlenmelerde ve STK’lar içinde emperyalist kuruluşların dolaysız destek
verdiği örgütlerin bulunuyor olduğu da bilinen bir gerçektir. Buradan
çıkarılması gereken ilk sonuç post-modernizmin yücelttiği ve siyasetinin merkezine
koyduğu sivil toplumculuk ile emperyalistlerin sivil toplumculuğunun aynı
ideolojik bakış açısına sahip olduğudur. Yani, post-modernizm akımı
emperyalizme hizmet etmektedir.
Emperyalizmin gizli örgütler, istihbarat
örgütleri ve STK’lar aracılığıyla, sivil toplumculuğu yayması, bununla “renkli
devrimler” yapmasını vb. emperyalizmin, post-modernizmin gelişiminden memnun
olduğu ve gelişmesini arzuladığı sonucunu çıkarmalıyız. Emperyalistler, kendi
yapamadıkları veya etkin başarı sağlayamadıkları ideolojik saldırıları,
post-modernizm ve sivil toplumculuğun önünü açarak başarmıştır. Emperyalizmin
en büyük korkusu, kitlelerin silahlı mücadeleye sarılması ve iktidarı
hedeflemesidir.
Post-modernizm, bu
ikisine de karşı çıkarak emperyalistlere güven aşılıyor. Emperyalistler, bu
korkularını gidermek için milyarlarca dolar harcamaktan çekinmezken,
post-modernistler bu işi “bedava” ve “gönüllü” yaparak, kitleleri silahlı
mücadele ve iktidar bilincinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Emperyalizm de
yerellere, KOBİ’lere destek vererek, post-modernizmin bu zeminini
genişletmektedir. Haliyle, post-modernistlerin içinde, Kautsky ve şürekâsı 2.
Enternasyonalistlerin icadı olan “ultra emperyalizmi” savunanların ve
“küreselleşmeyi” insanlığın en üst ve en ileri aşaması olarak görenlerin
bulunması normal-doğal bir durumdur.
Mesela, aşağıdan
küreselleşme hareketi içindeki birçok örgüt, DB, BM gibi emperyalist
kuruluşların, alttan (tabandan) baskı ile düzeltilerek “dünya barışı ve
gezegenin korunmasında” önemli işlevler onaylayabileceğini savunuyor!
(Sanıyor!) Post-modernizm, ideolojik özü gereği sivil toplumculuğu ve
yerelciliği-otonomiyi savunmakta; yüceltmektedir. Daha önce açıkladığımız gibi,
felsefi bakış açısı doğallığında bu yüceltmeyi doğurur. Küçük burjuva
ideolojisi ile bu felsefi bakış açısı birleşince, doğallığında, devleti,
iktidarı, sınıfları vb. yadsıyan bir toplum tasarısı doğmaktadır.
Bundan dolayı,
post-modernizme karşı ideolojik-siyasal mücadele ile emperyalizme karşı olan
ideolojik-siyasal mücadele özdeşleştirilmemeli; aynılaştırılmamalıdır.
Post-modernizm, T. Eagleton’un deyimiyle “politik bir fiyaskonun ürünüdür” (T.
Eagleton, Post-modernizmin Yanılsamaları, sf: 35, Ayrıntı Yayınları) ancak, bu
gerçekliği, onunla mücadelenin zorunluluğunu ve önemini azaltmaz. Post-modernistler,
aç insan sayısının 1 milyara yaklaştığı (Radikal, 21.04.2008), açlık
isyanlarının baş gösterdiği 1.2 milyar insanın aşırı yoksulluk içinde sefalet
çektiği (Aşağıdan Küreselleşme, sf: 26), bir dünyada, hala, sınıfların, sınıf
savaşımının bittiğinden bahsediyorlar.
Post-modernizm, hala
“sanı”larla, dünyada artan silahlanmanın, daha fazla merkezileşen tekellerin ve
beyaz orduların nedenlerini “kötü niyetli” bireylere bağlıyor. Onlara göre;
birey, yani “özne”, hiçbir zaman tam kapitalist olmazmış. Yani, Filistin’i,
Irak’ı, Afganistan’ı bombalayan ve bombayı attıranların ya da Hiroşima ve
Nagazaki’ye atom bombasını atan ve attıranlar “tam kapitalist” olmadığı için
“binlerce kez şükretmeliyiz!” “Şükür ki, tam kapitalistlerin” olmadığı bir
dünyada sadece 1.2 milyar insan günde 1 dolarla “geçiniyor.” Buna da “şükür”;
ya “tam kapitalistler” de var olsaydı…
Post-modernizmin
eleştirisinde, sık sık iki uç hatalı yaklaşımla karşılaşabiliyoruz. Birincisi,
post-modernizmi ve STK’larını, toptan, emperyalizmin organik uzantısı olarak
gören “komplocu” anlayıştır. Bu “komplo teori”lerinin neden anlamsız ve yanlış
olacağını önceden açıklamıştık. Post-modernizmin ideolojisi ile
emperyalizminkini aynılaştırmak, yanlış mücadele biçimlerine yol açacağı gibi,
bu ele alış, aynı zamanda, post-modernizmi abartmaya yol açacaktır.
İkinci uç yaklaşım
ise, post-modernizmin küçümsenmesidir. Anarşizmi küçümseyenlerin
post-modernizmi küçümsemesi, incelemeye değer görmemesi sıkça rastlanan bir
durumdur. Oysa anarşizm ve post-modernizm birçok yönden aynı ideolojik öze
sahiptir. Stalin’in ifadesiyle “Biz, anarşizm sözcüğü söylenince küçümseyip
başını çeviren ve bir el işaretiyle onu reddeden; amma da buldunuz uğraşacak
şeyi, sözünü bile etmeye değmez diyen insanlardan değiliz” (Stalin, Seçme
Eserler, Cilt 1, sf: 262, İnter Yayınları)
Aynı şeyi
post-modernizm için de söylemeliyiz. Bu sadece anarşizm ile post-modernizmin
ortaklaşmasından değil, post-modernizmin bugün, dünya çapında yarattığı etkiden
ve emperyalizmin değirmenine su taşıyan ideolojisinden kaynaklı, onu
küçümsememeliyiz. İdeolojik küçümseme ile siyasal-örgütsel küçümsemeyi
ayrıştırmak zorundayız.
Bu iki hatalı uç
yaklaşımın eleştirisi, bize doğru tavrı da verir. Öncelikle post-modern
ideoloji ve önderlerini, onların etkilediği kitlelerden ayrıştırmamız gerekir.
MLM’lerin, ilkesel olarak, faşist yönetime sahip sendikalarda bile faaliyet
yürütülmesi gerektiğini savunurken, post-modernist örgütlerde faaliyet
yürütmeyi de savunacağı aşikârdır. Aksi bir yaklaşım kitlelerle bağ kurma
zeminini daraltır. Çünkü kitleyle kurulacak bağın, ideolojik akımlara veya
önderliklere olan tavra indirgenmesi, kitleleri din, mezhep, cinsiyet, etnik
vb. kültürel kimliklere de bölmeyi, yaftalamayı doğuracak ve böylece sınıfsal
niteliklerine göre yaklaşım sergilemeyi de engelleyecektir.
Yine aynı yaklaşımlar
yerelliğe otonomiye karşı çıkayım derken, yerel iktidar ve yönetimlerin
önemini/zorunluluğunu yadsımamalıyız; böyle bir eğilime karşı mücadele
etmeliyiz. Marksizm, ilke olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez; sürece,
koşulların ve kitleye en uygun olanı ve kitlenin benimsediği biçimi kabul eder;
hayata geçirir. (Lenin, “Gerilla Savaşı” Makalesi, Aktaran, J. Poweray,
Marksizm Ve Gerilla Savaşı, Belge Yayınları.) Dolayısıyla hem legal mücadele biçimleri
hem de yerel faaliyetin tüm biçimleri ilke olarak benimsendiği için, her yerel,
yerel-merkez diyalektiğini koparmadan, kendi mücadele biçim ve araçlarını
yaratmalıdır. Nasıl ki, görelilik diyalektiğinin temel parçası olduğu halde,
bizler görelilikçiliğe (mutlaklığı ve evrensel doğruları reddeden akım) karşı
çıkıyorsak; yerel iktidarları/yönetimleri önemsememiz bizi otonomcu veya
post-modernist yapmaz.
Marksizm, yerellik
merkeziyet ilişkisini bir bütün ve bir çelişme olarak görür. Biri olmadan
diğerinin -Marksist temelde- var olamayacağını vurgular. Bu ilkeyi hem parti
içinde, hem de kitle örgütlenmelerinde ve sosyalist toplumda da savunuruz.
Yerel iktidarlar veya âdem-i merkeziyetçilik yadsınırsa, faşist-despot veya
radikal dincilerin yönetim tarzına kayılır; merkeziyetçilik yadsınır da
yerellik/âdem-i merkeziyetçilik mutlaklaştırılırsa, bu sefer de anarşizm
post-modernizmin yönetim tarzına düşeriz. Dolayısıyla Marksizm ne
salt-merkeziyetçiliği ne de yerelciliği/otonomiyi savunur. Marksizm yerel ile merkezin
birliğini savunur.
Proleter devrimciler
merkezsiz yerelin kutsanmasının burjuva ideolojisinin, sınıf uzlaşmacılığının
uzantısı, MLM düşmanı post-modernizmin ve anarşizmin günümüz politikası
olduğunu bilmelidirler. Bu akımların, sosyalizmin prestij kaybettiği dönemlerde
revaçta olması rastlantı değildir.
Proleter devrimcilerin
yerelin önemine vurgu yaparken, gündemlerine alırken dikkatli hareket etmeleri
günümüzde daha da bir zorunluluk haline gelmiştir. Burjuva akımlara karşı
teorik alanda amansız mücadele edip pratikte işçi sınıfı ve emekçi halkımıza bu
akımların sınıf uzlaşması karakteri teşhir edilmelidir.
Komünist, sayı 63
https://www.tkpml.com/din-sorunu-yabancilasma-post-modernizm/10