15 Eylül 2025 Pazartesi

Komprador Kapitalizmin Öne Çıkan Özellikleri


 

Komprador Kapitalizmin Öne Çıkan Özellikleri—sayfa-119-K-79

21. yy’ın ikinci yarısının sonlarından itibaren emperyalist sermayenin uluslararası alanda işbölümünü yeniden düzenlemesi ve özellikle üretim sürecini emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başlaması (esas olarak mali sermaye üzerinden vurgunlar yapmaya devam etmesinin yanında); aralarında Türkiye’nin de olduğu yarı-sömürge pazarlarda belli değişikliklerin yaşanmasına neden oldu. Bu süreçle birlikte deyim yerindeyse yarı-sömürgelilik koşulları güncellendi ve yeniden üretildi. Türkiye gibi ülkelerde “ilkel birikim süreci”, emperyalizmin yeni yönelimine eklemlenme ile sonuçlandı. En genel anlamıyla yarı-sömürge koşulların daha da derinleşmesi söz konusu oldu.

Örneğin emperyalist sermayenin “neo-liberal” adı verilen politikaları sonucunda yarı-sömürge pazarlarda “serbest piyasa” söylemleri eşliğinde, özelleştirme dalgası başlatıldı. Bu süreç Türkiye’de Türk hakim sınıflarının başta sermaye yetersizliği olmak üzere bir dizi nedenle devlet aygıtını kullanarak üretim gerçekleştirdikleri Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) adı verilen işletmelerin özelleştirmesiyle ilerledi.

....................

Emperyalizme Bağımlı Montaj Sanayi

 Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin uluslararası işbölümüne göre yeniden düzenlenmesinin Türkiye toplumsal formasyonunda önemli değişikliklere neden olduğunu ifade etmek gerekir. 21. yy’ın başından itibaren Türkiye’de çeyrek asırlık sürede AKP hükümetleri eliyle hayata geçirilen ve Türkiye pazarının yarı-sömürge koşullarını güncelleyip daha da derinleştiren bu değişimin üretici güçlerin değişiminde ve dahası bu alt yapı üzerinden yükselen üstyapının şekillenmesinde belirleyici etkide olduğu açıktır.

Türkiye pazarının uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, kuruluşundan itibaren emperyalist sermayeye bağımlı bir ülke olarak, yarı-sömürge Türkiye’nin, “ihracata dayalı sanayileşme” modeli olarak propaganda edilen “kalkınma” söylemleriyle yarı-sömürge koşullarının güncellenmesi ve derinleşmesiyle sonuçlanmıştır. Kalkınma olarak propaganda edilen sanayileşme hedefi gerçekte emperyalist sermayenin talep ve ihtiyaçları doğrultusundadır ve buna uygun bir sanayileşmedir.

Bu sanayileşme, komprador nitelikli, düşük teknolojili ve emek yoğun bir üretime dayalıdır. Türkiye’de üretim özellikle de sanayi üretimi emperyalist tekellerin taleplerine göre örgütlenmiştir. Bu politika bir “devlet planlaması olarak” hayata geçirilmiştir.32 Bu somut gerçeklik, Türkiye ekonomisinin dış ticaretinde ve özellikle ihracatında düşük ve orta düşük teknolojili ve emek yoğun üretimin etkisi ve ağırlığında net olarak görülebilir. Emperyalist sermaye sadece montaj sanayisini geliştirmemiş ama aynı zamanda bu sanayiye dayanan yan sanayisini de geliştirmiştir. Türkiye ekonomisinin montaja dayalı niteliği dışarıdan aldığı (ithalat) ve dışarıya sattığı (ihracat) ürünlerinden de rahatlıkla anlaşılabilir. Aşağıda Türkiye ekonomisinin ithal ettiği ürünlere dair bir tablo aktarılmıştır.

Sayfa:101---Komünist sayi 79

Tablo: Türkiye’nin en çok ithal ettiği 15 ürün (2020-2022), (Milyar Dolar)

Tablodan da net olarak görüleceği üzere, Türkiye en fazla ithal ettiği ve dışa bağımlı olduğu sektör, mineral yakıtlar, yağlar, petrol ve doğalgazdır. Türkiye’nin petrol doğal gaz ve türevi enerji ürünleri ithalatı 2022 yılında 96.5 milyar dolardır.

 Bu toplam ithalatın % 26.5’ine karşılık gelmektedir. Türkiye'nin petrol ve doğalgaz ithalatına olan bağımlılığı, enerji açısından bağımlılığına işaret etmektedir. İkinci sırada 34.5 milyar dolarla makineler, mekanik aletler, kazanlar; bunların parçalarının ithalatı yer almaktadır.34 Türkiye’nin en çok ithal ettiği ürünler arasında üçüncü sırada 28.3 milyar dolarla demir ve çelik vardır. Türkiye’nin demir ve çelik ithalatının yaklaşık 3/1’i (9.71 milyar dolar) demirli atık ve hurda; yeniden eritme demir veya çelik hurda külçelerinden oluşmaktadır.

 Bu verilerle birlikte Türkiye’nin dışarıya sattığı ürünler karşılaştırıldığında, bu ürünlerin büyük bir bölümünün dışarıdan satın alınıp işlenerek demir ve çelik olarak yeniden ihraç edildiği görülmektedir. Türkiye’nin en çok ithal ettiği ürünler arasında dördüncü sırada 23.4 milyar dolarla altın, gümüş, mücevher, değerli taşlar bulunmaktadır. Beşinci sırada ise 21.5 milyar dolarla elektrik, elektronik makine, teçhizat yer almaktadır.

 Altıncı sırada plastikler ve yedinci sırada motorlu taşıtlar ve parçaları ithal etmektedir. Dışarıdan satın alınan bu ürünler, özellikle imalat sanayinin niteliğine dair net bir fikir vermektedir. Türkiye’nin sanayi üretimi esas olarak dışardan aldığı parçaları montajlayan bir üretime dayalıdır. Bu gerçek, Türkiye’nin dışarıya sattığı ürünler incelendiğinde de net olarak görülmektedir. Aşağıda Türkiye’nin ihracatında ön planda olan ürünlere ve oranlarına dair bir tablo aktarılmıştır.

 

“Yerli ve Milli” Savunma Sanayi Gelinen aşamada iktidar partisinin kitle desteğinin önemli araçlarından biri olarak kullanılan “yerli ve milli” otomobil ve İnsansız Hava Aracı (İHA), Silahlı Hava Haracı (SİHA) olarak propaganda edilen üretimin gerçekte, dışa bağımlı bir üretim olduğunu, montaj sanayinin ürünü olduğunu ifade etmek gerekir. Bu gerçeğe rağmen iktidar, denetimindeki medya aracılığıyla bu alanlardaki üretimlerin “yerli ve milli” olduğunu propaganda etmektedir. Emperyalist tekellerin uzunca bir süredir Türkiye’de otomotiv sektöründe faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Otomotiv sektörünün özellikle motor aksamı başta olmak üzere dışa bağımlı bir yapısı, ihracat ve ithalat ürünlerinin incelenmesinden de rahatlıkla anlaşılabilir. Türkiye otomotiv sektörü esas olarak bu alanda faaliyet gösteren emperyalist tekellerin Türkiye pazarındaki yatırımlarına dayanmaktadır.39 Bu somut gerçekliğe rağmen iktidarın “yerli ve milli” olarak propaganda ettiği ve “Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu” (TOGG) markası adını verdiği otomobil üretimi geniş kitleler nezdinde satın alma olarak olmasa da “psikolojik” bir karşılık bulmuştur.

Sayı 79 KOMÜNİST Aralık 2024  

“Yerli” ve “milli” otomobil olarak propaganda edilen otomobil üretiminin motorunun Alman emperyalist tekeline yine özellikle bataryasının Çin menşeli bir şirkete ait olması, Türkiye sanayinin montaj yapısıyla uyumludur ve gerçek anlamda yerli ve ulusal bir üretim değildir. Buna rağmen iktidarın özellikle seçim dönemlerinde kitle tabanını konsolide etmek için bu propagandaya başvurduğu ve belli oranda sonuç aldığı açıktır.41 Öte yandan iktidarı elinde tutan kliğin bu projeyle kendi yandaşlarının teşvik prim, vergi indirimi, alım garantisi vb. daha da zenginleştirdiğini ifade etmek gerekir. İktidarın “yerli” ve “milli” propagandasının merkezinde yer alan bir diğer sektör ise savunma sanayidir. Sektörün özellikle askeri alanı ilgilendiren kimi üretimleri nedeniyle ırkçı ve şovenist propaganda açısından belirleyici önemde olması, iktidarın bu alana yönelik “özel ilgisi”ni getirmiştir.

 Öte yandan sektörün militarizmle doğrudan ilgisinin olması, bu alanda somut veri paylaşımının olmamasını doğurmaktadır. Bu durum ilk bakışta “güvenlik gerekçesi”yle açıklansa da asıl amacın iktidarı elinde tutan kliğin, devlet imkanlarını, ihale ve teşvikleri kendi sermaye birikimi açısından kullanmasının üzerinin örtülmesi olarak işlev görmektedir. Faşizmin en önemli propaganda araçlarından olan silahlı ve silahsız hava araçlarını da üreten “yerli” ve “milli” sanayi gerçekte TC rejiminin kuruluşundan itibaren var olan bir sektör olmakla birlikte, son yıllarda hem iktidarın propaganda aracı hem de iktidar kliğinin sermaye birikimi açısından ele alınmaktadır. 

AKP iktidarının ilk yıllarına kadar komprador burjuvaların ve komprador bürokrat burjuvalarının denetiminde, ASELSAN, ROKETSAN gibi TSK bünyesindeki “vakıf şirketleri”nin hem de Nurol ve Koç gibi Türkiye’nin büyük holdinglerinin kontrolündeki bir alan olan savunma sanayi, AKP iktidarının devlet aygıtı içinde kendisini güçlendirmesine paralel, iktidar kliğinin kendi sermayesini biriktirdiği bir sektör işlevi görmeye başlamıştır.42 Bu süreç esas olarak 2013 ve sonrasına daha da hızlandı. İktidarın inşaat sektörünün dışında kendi kliğinin sermaye birikimi açısından, Cumhurbaşkanlığına doğrudan bağlı olarak sürdürülen bu sektörün faaliyeti, bir yandan “kalkınma modeli ve cari açığı kapatacak sektör” olarak propaganda edilirken diğer yandan ise gerek sermaye yapısı ve gerekse de sektörün istihdamı nedeniyle rejim açısından önem taşımaktadır.

Bu sektörün kontrolünün doğrudan Cumhurbaşkanlığına ait bağlı olması bir yandan rejimin ve iktidarın geleceği açısından kritik önem taşımakta, diğer yandan ise hakim sınıf kliğinin sermaye birikimi sağlaması militarist söylemlerle, ırkçı ve şoven propagandayla perdelenmektedir. Örneğin gelir vergisinin % 25’i; veraset ve intikal vergisinin % 15’i, motorlu taşıtlar vergisinin % 20’si diğer bir ifadeyle kamu kaynakları yine TSKGV’ye bağlı vakıf şirketlerinin gelirleri otomatikman kesilip Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na aktarılmaktadır

 Sayı 79 KOMÜNİST Aralık 2024   

 Bu fonun yönetiminin doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlı olması hangi şirketlere ne kadar kaynak aktarılacağı, ihaleler, ihalelerin veriliş süreçleri vb. “Cumhurbaşkanlığının taktirine bırakılması” iktidar kliğinin sermaye birikimi açısından bu sektörün son derece önemli bir araç işlevi görmesine neden olmaktadır. Bu açıdan askeri sanayi, iktidar gücünü elinde tutan kliğin sermaye birikimi için gayet verimli bir sektör işlevi görürken, diğer yandan hem kontrol edilen bütçe hem de yaratılan istihdam açısından rejim için önem taşımaktadır. Üstelik sektör yapısı itibariyle rejimin kitle tabanını güçlendirmek amacıyla propaganda açından da öne çıkmaktadır. Aşağıda savunma sanayi sektörüne dair bir şekil aktarılmıştır. Şekil: Savunma ve havacılık sanayi istihdam ve cirosu, (2018-2022), (Milyon Dolar), (Bin)

……………..

Kaynak: Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD) Raporu 2022 Yılı verileri, pdf 44 Yukarıdaki şekilden de görüleceği üzere sektörün 2022 yılında açıklanan cirosu 12.2 milyar dolardır. 2002’de 5 milyar dolarlık sözleşme değeri olan sektör, gelinen aşamada 65 milyar dolarlık bir seviye ulaşmıştır.

Sektörün istihdamı ise 2022 yılında 81.132 kişidir. 2002 yılında dolaylı ve doğrudan üretim yapan 500 şirket varken, bu rakam gelinen aşamada doğrudan üretim yapan 2.500 ve taşeron olarak çalışan binlerce küçük ve orta boy işletmenin (KOBİ) faaliyet yürüttüğü bu sektöre evrilmiştir.

 Bir NATO üyesi olan TC devletinin aynı zamanda “askeri sınai kompleksi” geliştirmemesi düşünülemez. Nitekim yıllardır bu alanda emperyalist tekellerle işbirliği içinde sürdürülen üretim, özellikle 2010 sonrasında AKP’nin kendi kliğini güçlendirmesi adına daha önem kazanmıştır. Burada önemli olan nokta, geliştirilen bu üretimin emperyalist tekellerden bağımsız olmaması, “yerli ve milli” olarak propaganda edilmesine rağmen, esas olarak dışa bağımlı bir montaj sanayi üzerinde yükselmesidir. Nitekim Türkiye’nin savunma sanayi alanında dışardan satın aldığı ürünlerde de artış

vardır. Bu alanda 2021 yılında 2.062 milyon dolar olarak olan Türkiye’nin ithalatı, 2022 yılında % 30.95 artışla 2.700 milyon dolar olarak gerçekleştiği ifade edilmektedir.46 AKP iktidarı eliyle her türlü devlet olanağı kullanılarak esasta kendi kliğinin sermaye birikimi için önü açılan bu üretim sonucunda, Türkiye’nin silah ihracatındaki payı arttığı görülmektedir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2022 küresel silah sevkiyatına ilişkin raporuna göre, Türkiye’nin 2013-17 arasında yüzde 0.69 olan küresel ihracattaki payının 2018-22 döneminde yüzde 1.1’e çıktığı ifade edilmektedir.47 Bu ihracatta büyük ölçekli firmaların toplam ihracatı 3.402 milyon dolar, KOBİ’lerin ise ihracat rakamları toplamı 994 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. TC rejiminin ve özellikle de AKP iktidarının her türlü devlet olanağını kullanarak ve kamu kaynaklarını aktararak palazlandırdığı sektörde faaliyet yürüten şirketlerin bir kısmı, elde ettiği kâr nedeniyle uluslararası düzeyde yapılan sıralamalarda yer almaya başlamışlardır.

 Örneğin satışlar dikkate alınarak yeni yapılan bir sıralamada ilk yüz içerisinde dört Türk şirketi yer almaktadır.48 Savunma sanayi sektöründe dışarıya ihraç edilen ürünlerin başında İnsansız Hava Araçlarının (İHA) olması, sektörün yapısına dair önemli bir veridir. Türkiye özellikle ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri karşısında geliştirdiği bu askeri teknolojiyi önce kendi halkına karşı, daha sonra da sınır ötesi yakın coğrafyalarda özellikle Kürt ulusuna yönelik saldırılarda yoğun olarak kullanmıştır. Denilebilir ki bu savaşlarda ve işgallerde yoğun olarak kullanılan ve katliamlar gerçekleştiren bu İnsansız Hava Araçları’nın tanıtımını ve pazarlamasını yapmıştır.49 TC rejiminin son yıllarda artan dış saldırganlığının ürünü olarak bu silahlar, sadece Kürt ulusuna değil, Azerbaycan’ın Artshak işgalinde, Rusya’nın Ukrayna işgalinde, Libya’da ve Afrika’da kullanılmışlardır.

 Yine de Türkiye’nin toplam dış satımı rakamları dikkate alındığında, bu sektörün payının düşük olduğunu ifade etmek gerekir. Türkiye’nin dışarıya sattığı ürünler arasında bu sektörün payının 2022 yılında 4.4 milyar dolar ve toplam içinde % 1.7 olduğu ifade edilmektedir. Buna rağmen AKP iktidarının kendi kliğinin sermaye birikiminin önünü açması ve palazlandırmasının ürünü olarak sektörün öne çıkmaktadır. AKP iktidarının temsilcisi olduğu kliğin çok kısa sürede sermaye birikimine sahip olması bu sayede olmuştur. Sektörün öne çıkması sadece iktidar kliğinin sermaye birikiminin önün açması değil aynı zamanda bu üretimin faşizmin kitleler üzerinde ırkçı ve şovenist politikalarla tahakküm kurmasına hizmet etmesinden kaynaklıdır. Bu politika özellikle son dönemde TEKNOFEST denilen etkinliklerle sürdürülmektedir.

Sayfa-108

İktidarın bu sektörü kendi kliği açısından kârlı bir yatırım aracı olarak gördüğü, sektöre aktarılan teşviklerden de anlaşılabilir. Nitekim iktidarın propagandasının merkezinde yer alan ve İHA üretimi yapan şirketlerden biri olan Baykar Makine, Erdoğan’ın damadınındır. Bu şirkete kamu kaynaklarının aktarıldığı, teşvik verildiği ise bilinmektedir.  Kuşkusuz bu AKP iktidarına özgü bir durum değildir. TC rejiminin kuruluşundan itibaren, iktidarı elinde tutan hakim sınıf kliğinin bu olanağı kendi sermaye birikimi açısından değerlendirdiği bilinmektedir. AKP’nin geçmiş iktidarlardan farkı temsil ettiği kliğin çıkarlarını öncelerken, bunu önceki hakim sınıf kliklerinden daha iyi pazarlayabilmesidir.

 Özellikle de “yerli ve milli” üretim adı altında sürdürülen propaganda, kitlelerin geri duygularına hitap etmekle kalmamakta, “terörle mücadele” söylemiyle muhalif hakim sınıf kliğinin eleştirilerini de boşa düşürmektedir. Gerçekte ise savunma sanayi sektörü ve özellikle de son dönem propaganda edilen İHA üretimi Türkiye sanayisinin dışa bağımlı yapısıyla uyumludur.

 Montaja dayalı üretim İHA üretiminde de söz konusudur. Örneğin gelinen süreçte savunma sanayi denilen sektörün üretiminde önemli yer tutan İHA’ların özellikle motorunun “% 93 yerli sanayi katılımıyla Türkiye’de üretildiği” iddia edilmektedir. Ancak bu araçların en önemli aksamlarından olan motor ve kameralar yurtdışından ihraç edilmektedir. Diğer bir ifadeyle bu araçların motoru yurtdışından satın alınmakta, “yerli sanayinin katılımıyla” modifiye edilerek üretilmektedir. Kısaca bir modifiye edilmiş bir montaj üretim söz konusudur.

 Kısacası diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da algı çalışması yapılmakta ve “yerli ve milli” üretim adı altında propagandaya başvurulmaktadır. Benzer bir durum “Milli Muharip Uçak KAAN” için de geçerlidir. Motoru ABD emperyalistlerine ait olan bu uçak Türkiye’nin ilk “yerli ve milli” savaş uçağı olarak propaganda edilmektedir.

Uçabilmesi için asıl gerekli olan parçanın dışarıdan ithal edildiği uçak, iktidar tarafından “yerli ve milli” olarak propaganda edilmektedir. Kabul etmek gerekir ki, bunda da başarılı olmaktadır. Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığının yanında, askeri olarak da NATO üyesi olduğu dikkate alındığında, savunma sanayi alanında atılan adımların, gerçekleştirilen üretimlerinin NATO ve dolayısıyla batılı emperyalist silah tekelleriyle eşgüdümlü olması zorunluluğu vardır. Bu somut bir gerçek olarak orta yerde dururken, savunma sanayi alanında “yerlilik ve millilik” adına her propagandanın altı boş, dahası batılı emperyalist tekellerle sürdürülegelen “işbirliği”nin üzeri örtme amaçlıdır. Örneğin bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın alması ve bu sistemin kullanılmayarak depoda çürümeye terk edilmesi

Sayfa-109

Emperyalist sermayeye bağımlı yarı-sömürge bir ekonomik yapıya sahip Türkiye ekonomisi sadece emperyalist sermayenin sermaye ihracı, eşitsiz ticaret ve hammadde talanıyla sömürüsüne maruz kalmamaktadır. Emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda uluslararası işbölümünün yeniden düzenlenmesine paralel şekillendirilen ve Türk burjuvazisinin sözcüsü olan partiler tarafından “kalkınma” olarak propaganda edilen bir sanayileşmeden de bahsetmek gerekir. Bu sanayileşme ise kendi ayakları üzerinde duran, emperyalist sermayeden bağımsız bir sanayileşme değil tam aksine emperyalist tekellerin üretimine bağımlı, emperyalist tekellerin taleplerini karşılayan bir sanayileşmedir.

Türkiye ekonomisinin ve özellikle de sanayisinin, 21. yy’ın ilk çeyreğinde AKP hükümetleri aracılığıyla emperyalist tekellerin üretimine göre şekillendiği Türkiye’de sermaye ve emek üzerinde yapılan çalışmalardan da net olarak görülebilir. Bu çalışmalarında somut olarak gösterdiği gibi emperyalizme bağımlı yarı-sömürge koşullarının derinleşmesine paralel Türkiye ekonomisinde, emperyalist kapitalizmin uluslararası işbölümüne bağlı olarak emek yoğun ve düşük-orta teknolojili ürünlerin üretiminde öne çıkmış bir taşeron/montaj sanayileşmesi söz konusudur.  Önemle belirtmek gerekir ki, Türkiye'de sermayenin birikimi esas olarak emperyalist sömürü ve talanın yürütülmesi için örgütlenmiş bir ağ üzerinden gerçekleşmektedir. Türkiye halkının alınterinin ve doğal

 

kaynaklarının talanı yoluyla biriken sermaye, her şeyden önce emperyalist mali sermayedir ve bu birikim esas olarak tefeci niteliktedir. Öte yandan Türkiye’de sermaye birikiminin emperyalist sermayenin merkezinde olduğu ve bu sermayeye doğrudan bağımlı “yerli” ve “milli” sermaye aracılığıyla (komprador burjuvazi) birikmekte ve yine bu güçler tarafından çeşitli yöntemlerle gasp edilmektedir. Bununla birlikte tali olarak emperyalist doğrudan sermaye yatırımlarının özellikle imalat sanayine yönelen yatırımları, artı değer sömürüsünün yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine neden olmaktadır.

 Emperyalist tekellere bağımlı, emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olarak şekillenen Türkiye ekonomisi ve özellikle de imalat sanayinin montaj sanayi üzerinden yükselmesi; emperyalizmin Türkiye pazarında sadece sermaye ihracı, eşitsiz ticaret ve hammadde talanıyla sömürüsüne neden olmamakta, aynı zamanda doğrudan ya da dolaylı olarak Türk burjuvazisi aracılığıyla artı değer sömürüsüne de yol açmaktadır.

Özellikle başta imalat sanayi olmak üzere artı değer sömürüsü de söz konusudur. Bu nedenle, Türkiye koşullarında artı değer sömürüsünün ve emperyalist sermayeyle işbirliği içindeki komprador burjuvazinin sömürü oranlarının seyri önemlidir. Yüz yıllık TC rejimi tarihinde sömürü oranlarının seyrine dair yapılan çalışmalarda özellikle 21. yy’ın ilk çeyreğinde Türkiye’de sömürü oranlarının artışına tanık olmaktayız. Aşağıda bu oranlara dair bir şekil aktarılmıştır.sayfa111

Şekilden de görüleceği üzere, TC rejiminin yüz yıllık tarihinde, imalat sanayi açısından en yüksek sömürü oranı (artı değer gaspı) gerçekleştiği dönem 1999-2001 yılları arasındaki ekonomik kriz dönemidir. Bu kriz sonrasında işbaşına gelen AKP hükümetleri döneminde ise imalat sanayinde bu sömürü oranı TC tarihinin önceki dönemlerine kıyasla yüksek oranda gerçekleşmeye devam etmiştir. Şekilde ifade edilen sömürü oranları cumhuriyet tarihi boyunca (1999- 2001 yılları arasındaki kriz yılları hariç) en yüksek sömürü oranının AKP’li hükümetler dönemi boyunca yaşandığını göstermektedir.

Bu durum aynı zamanda AKP hükümetlerinin emperyalist sermayenin Türkiye pazarında aracısı konumunda bulunan komprador büyük burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını başarıyla temsil ettiği anlamına gelmektedir. Diğer ifadeyle emperyalist sermaye ve Türk komprador büyük burjuvazisi açısından, tüm cumhuriyet tarihi boyunca AKP hükümetleri dönemi, sömürü oranlarının en yüksek olduğu dönemlerden birine karşılık gelmektedir. Bu durum komprador büyük burjuvazinin AKP hükümetlerine desteğini de açıklamaktadır.

 Türkiye pazarının emperyalist sermaye ve komprador büyük burjuvazi açısından sömürü oranlarının yüksekliği Türkiye ekonomisinin toplam ve imalat sanayinin kâr marjlarının yükseliş eğiliminden de görülebilir.6Aşağıda Türkiye ekonomisinde son yıllara dair toplam ve imalat sanayinin kâr marjlarına dair bir şekil aktarılmıştır. Şekil: Türkiye’de kâr marjları (toplam ve imalat sanayi) ve üretici enflasyonu (2015-2021)

…………….

Öte yandan Türkiye’de geleneksel komprador burjuvaların sömürüsü ve artı değer gaspının yanında özel olarak AKP’nin “kendi zenginlerini yarattığını” ifade etmek gerekir. Kuşkusuz bu dönem içerisinde Türk komprador büyük burjuvalarının yanında özellikle AKP’li olan ve devlet iktidarının olanaklarını kendi çıkarları için kullanan “yeni” zenginlerden de bahsetmek gerekir.

Örneğin bizzat R.T.Erdoğan’ın kendisi dahil olmak üzere yakın aile çevresi sadece Türkiye’nin değil dünyanın en zengin kişileri listelerinde yer almaya başlamışlardır.

K-79..Tamami asagidaki linkte.

https://tkpmlmedia.tkpml.com/wp-content/uploads/2025/01/10200206/k-79.pdf?fbclid=IwY2xjawIuy-5leHRuA2FlbQIxMAABHaD8qNZODgfp9Pa8RVfJodpm7qB0VrC7pcavVvcDKBczYRXITld0tdAeWQ_aem_NNGSwVhezvYq--D2sf14XQ

 


Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)