ÖNSÖZ-Daha ilk yıllarında “Kürdistan Devriminin Yolu” gibi temel belgelerinde Kürdistan’ın bağımsızlığı kavramıyla birlikte ulusal devrimci çizgide anti-feodal ve anti-emperyalist kavramlara da yer veren PKK’nin anti-feodal ve anti-emperyalist kavramlardan her geçen gün ve kavramlardan her geçen adım uzaklaştığı tartışmayı gerektirmeyecek denli açıktır.
PKK’de ne emperyalizme karşı açıktan bir yönelme var, ve ne de tüm toplumsal yaşamda egemen unsur olarak yer edinen ve özellikle Türkiye Kürdistanı’nda ağırlıklı olarak ayakta duran feodal ve yarı-feodal unsurlara karşı.
Tam aksine, PKK bu sınıflarla açıktan ve el altından anlaşma, uzlaşma yoluna girdi. Oysa bilinir ki, kendisine “işçi partisi” adını yakıştıran PKK de bilir ki, ulusal sorunun gerçek çözümü, emperyalizme tavır almaktan geçer.
Emperyalizmi ve batılı devlet ve hükümet başkanlarını bu işe koşmakla, sorunu uluslararasılaştırmakla, Clinton’a mektup göndererek bu uluslararası kan emicilere Kürt sorununu havale etmekle emperyalizme tavır alınmaz; “Kürdistan Devriminin Yolu” temel tezlerinden birine ya da bağlı kalınmaz. Emperyalizme tavır alınmadan da Kürdün özgürleşmesine giden gerçek çözüm yolu bulunamaz.
“On Soruda Ulusal Sorun” başlıklı broşür yaklaşık 30 yıl önce kaleme alındı.
İçeriğinin güncelliğini ve önemini koruma çabasına rağmen, zamanla Kürt ulusal
hareketi ve PKK’deki yeni gelişmeler ve pratikler karşısında orada dile
getirilen görüşler günümüz için geçerliliğini yitirmiş, eskimiştir.
PKK’deki yeni gelişmeler, çok daha güncel ve yeni tanımlamalar yapma gereğini
doğurmuştur. Broşürde PKK önderliğindeki Kürt burjuva-ulusal hareketini destekleme
yaklaşımı, o dönemde belli bir anlam taşıyordu. Ancak bu çizginin desteklenme
koşulları bugün artık aynı ortak paydada birleşmemektedir. Ayrıca
“ulusal-devrimci hareket” gibi bazı sapmalar da bugünkü gelişmelerle artık
örtüşmemektedir. Dolayısıyla bu gibi noktalarda broşüre bir önsöz yazmak
zaruret halini almıştır. Özellikle Roma süreci ve Öcalan’ın trajik sonu ve
mahkemedeki savunma çizgisi bu önsözün önemini daha da artırmıştır.
147
Ne var ki, broşür bundan yaklaşık on yıl önce olduğu gibi bugün de ulusal
sorun konusundaki temel açılımlarıyla ve özellikle Kürt ulusal hareketi
konusundaki saptamalarıyla, bu hareketin şu an içine düştüğü durumu daha o
zaman apaçık bir uzak görüşlülükle dile getirmesi açısından son derece eğitici
ve önemlidir.
Broşürde daha o zamanlar, henüz hiçbir şeyin apaçık ortada olmadığı, henüz
ulusal hareketin bangır bangır silahlı mücadelede ısrar ettiği bir dönemde
şöyle deniliyordu:
"PKK’nin ulusal devrimciliği, her türlü uzlaşma eğilimlerine açıktır.
Burjuva-milliyetçi yapılanmalarda direnmeyle uzlaşma; savaşla barış arasında
yalnızca bir adımlık mesafe vardır. PKK da bu çerçevede bir örgüttür. Uzlaşçı,
kaypak, her an farklılaşabilen bu hareketin devrimciliği kararlılıktan uzaktır.
Şimdilerde her şeye namlunun ucundan bakan bu hareket, yarın tam tersten işe
soyunabilir. Nitekim, PKK’nın son davranış çizgisi, seçimler, HEP, yeni hükümet
(DYP/SHP) karşısında izlediği tutum, onun Kürt burjuva milliyetçiliği
niteliğini pratikte gözler önüne sermiştir. Bu hareketin bugünkü devrimci niteliği
kararlı gözükmemektedir; her an karşıtına dönüşme öğelerini içinde
barındırmaktadır."
Evet, bu ve buna benzer onlarca pasajı daha bu broşürde bulmak mümkün.
Bugün için konuşmak gerekirse:
O günden bugüne aradan yıllarca zaman geçti. Ve bu süre, broşürde PKK hakkında
söylenenlerin olumsuz yanlarını doğruladı. Ve PKK kendi Kürt devrimci
dinamiklerine dayanmak yerine, emperyalizmle dirsek temasına geçmeyi ve kendi
burjuvazisine yolu açan kulvara kilitlenerek düzen dışılıktan düzen içine doğru
özellikle 1993’lerden sonra çubuğun ucunu tersine bükmede gecikmedi. Ve nihayet
ulusal devrimci çizgiden ulusal
148
reformcu çizgiye doğru hızla yuvarlanan
hareket sonunda devrimin "frenleyici engeli" haline gelerek
reformo-tasfiyeci-iktidatçı konakladı. Abdullah Öcalan’ın Roma serüveni ve
duruşmalarındaki tutumu yalnızca tam bir tutumsuzluk örneği olmakla kalmadı ama
özellikle de bu reformculukla beslenmiş tasfiyeci çizgide kökleşmenin nirengi
noktası oldu. Bu nokta aynı zamanda açıkça ve alttan alta gizli anlaşma ve
uzlaşmalarla teslimiyetti.
Bilinir ki, 1993, PKK’nın kilitlendiği
eksenin de, içine girdiği yeni yönelimin de başlangıcıdır.
PKK 17 Mart 1993’ten itibaren birçok kez
tek taraflı ateşkese ilân ederek barışçı iklim yaratmayı denedi ve böylece
"burjuva-askeri çözüm" için somut bir biçimde gerekçeler hazırladı.
PKK bu güzergâhından tam formistana "ulusal-reformist" kulvara doğru
çubuğun ucunu tersine bükerek, gelecekte kökleşeceği yönelimi de belirlemiş
oluyordu. Zira, defalarca denediği ateşkeste ne devrimci diplomasiyi ve ne de
hareketin siyasal taktikleriyle bir ilişkisinin olmadığı ve bu ateşklerin
"siyasal çözüme" birer aracı olduğu bütün açıklığıyla ortaya
çıkmıştı. Böylece PKK’nın uzun vadeli çizgisi de köşe taşları netleşmiş
oluyordu. Bu yalnızca ateşklerle doğrulanmış bir sapma değil, bu aynı zamanda
içine girdiği ve özellikle de beşinci kongreden sonra iyiden iyiye netleşen
siyasal çizgisiyle de kanıtlanmış bulunuyordu.
Daha ilk yıllarında, "Kürdistan
Devriminin Yolu" gibi temel belgelerinde Kürdistan’ın bağımsızlığı
kavramıyla birlikte ulusal devrimci çizgide anti-feodal ve anti-emperyalist
kavramlarla da yer veren PKK'nın aradan geçen birkaç zaman sonra bu yöneli...
149
minden, bu kavramlardan ne denli
uzaklaştığı tartışma gerektirmeyecek denli açıktır. PKK’de ne emperyalizme
karşı açıktan bir yönelme vardı, ne de tüm toplumsal yaşamda egemen unsur
olarak yer edinen ve özellikle T. Kürdistanı’nda ağırlıklı olarak ayakta duran
feodal ve yarı-feodal unsurlara karşı. Tam aksine, PKK bu sınıflarla açıktan ve
el altından anlaşma, uzlaşma yoluna girmişti. Oysa bilinir ki, emperyalizme
tavır alınmadan Kürdün özgürleşmesine giden gerçek çözüm yolu bulunamaz. Ne
emperyalizmi bu işe koşmak, ne sorunu uluslararasılaştırmak adına Clinton’lara
mektup göndermek ve ne de uluslararası kan emicilerin icazetine sığınan yola
girmek Kürt ulusal sorununda bir çıkış noktası olamazdı.
En açık olması gereken bu en gürbüz alan
ne yazık ki PKK’nin en zayıf yanıyıdı. Ve PKK Roma serüveni ve akabinde ki
Öcalan’ın trajik sonuyla noktalanan süreçle bu en zayıf yanının ağırlığı
altından kalkamadan bu süreci teslimiyetle noktaladı. Öcalan, burjuva-feodal
devletin mahkemelerini tıpkı Dimitrov, Kaypakkaya örneğinde olduğu gibi
devrimci bir kürsü olarak kullanıp mazlum ve mağdur Kürt halkını ve onlarca
yıllık PKK hareketinin devrimci değerlerini yücelteceğine ve kendisi karşıt
güçleri yargılayacağına ne yazık ki, artık devrimler ve isyanlar dönemi sona
ermiştir türünden daha önce Talabani’nin bir mektubunda kendisine önerdiği
teslimiyet çizgisinde demirlemeyi yeğleyerek kendisinin ve örgütünün
saygınlığını kendi elleriyle ayaklar altına almada gecikmedi. Ve üstelik, bunu
yalnız kendi açısından değil, tüm diğer devrimci çevreye tasfiyeci bir mesaj
olarak sunmada bir sakınca görmedi. Dahası, reformculukla bulaşık tasfiyeciliği
öylesine ileri götürdü ki, yeni dünya düzenine karşı durarak bir şey
yapılamayacağını, ancak emperyalist yeni dünya düzeniyle birlikte bu işin
yürüyeceği teslimisun - bu dileğimiz güçsüz bir olasılık da olsa.
150
.........Linke TIKLAYINIZ Lütfen.....PDF....VPN KULLANINIZ....
https://fliphtml5.com/peavd/wrbg
Birinci Baskı: Mayıs 2002
Kapak Tasarım: Muharrem Nergiz
ISBN: 975-791916-0
Umut Yayımcılık
Gureba Hüseyin Ağa Mah. İmam Murat Sok. 14/1 Aksaray / İstanbul
Tel: 0 212 521 34 30 - 531 48 53
Sahibi ve Yazı işleri müdürü:
Baskı: Kayhan Matbaa
SORU-1: Ezilen, bağımlı, uyruk ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
savunulmalı mıdır?
Evet. Kayıtsız, koşulsuz
savunulmalıdır.
Evet. Tam olarak savunulmalı, desteklenmelidir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrılma, ayrı bir devlet kurma ya
da başka bir ifadeyle siyasi kaderi tayin etme hakkıdır. Ezilen ulusların
yabancı ulusal bütünlerden ayrılıp kendi ulusal devletlerini kurma
özgürlüğüdür.
Devlet kurma ayrıcalığı, egemen ulus burjuvazisinin tekelinde değildir.
Proletarya her yerde ve her zaman ezilen ulusların ayrılma hakkı sloganını
ileri sürer ve bunu savunur. Her türlü devlet ayrıcalığı ve ulusal ayrıcalığa
karşı duraksamaksızın tavır, proleter sınıfın bakış açısıdır. Türdeş olmayan
bir devlette çeşitli ulusal topluluklardan proletarya ve bağlaşıkları
arasındaki kardeşçe sınıf dayanışması, bu hakkın tanınması ve desteklenmesiyle
güvence altına alınıp, güçlenebilir. Bu sorundaki en küçük kararsızlık,
yalpalama, belirsizlik; ezen, sömüren, egemen ulusun burjuva ulusalcılığına,
gerici ulusalcılığa yardım eder. Duraksamalı, kararsız değil; duraksamasız,
kararlılık ve mücadeleyle bu hak savunulmalıdır. Ezen ülkenin işçilerinin
enternasyonalist eğitimi mutlak biçimde bu savunuyu –ayrı ulusal devlet kurma
hakkını– içermelidir.
Eğer ezen ulusun egemen sınıflarının oyununa gelinmek istenmiyorsa ve eğer
ezen ulus burjuva-gerici ulusalcılığının dümen suyuna girilmek istenmiyorsa,
ulusların ayrılma hakkı şiarı ileri sürülmeli, savunulmalı, desteklenmelidir.
Tersi davranış, hem ezen ve hem de ezilen ulus proletaryasının omuz omuza sınıf
dayanışmasını zayıflatır hem de “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar
birleşin!” sloganını dudaklarımızda utanç verici yalana dönüştürür.
SORU-2: Ulusların kendi kaderlerini tayin isteği (ayrılma) karşısında tavır
ne olmalıdır?
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile ulusların kendi kaderini tayin
isteğinin aynı olmadığını saptamakla işe başlanmalıdır. Ayrılma hakkı, ayrılma
ile aynı değildir. Öncelikle bu açıklığa kavuşturulmalıdır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ayrılma özgürlüğü hakkı
savunulmalı, tanınmalıdır. Bundan ulusal kaderi belirlemeyi amaç edinen her
isteği, her özgül durumu kayıtsız-şartsız destekleyeceğimiz, savunacağımız
sonucu çıkarılamaz.
Bu hakkı tanımak, savunmak, şiar olarak ileri sürmek, bu doğrultudaki her
ayrılma istemini savunmak anlamına gelmez. Lenin’in herkesçe bilinen örneğinde
olduğu gibi, dernekleşme hakkını tanımak, desteklemek demek, her yeni
dernekleşmeyi desteklemek demek değildir. Tıpkı boşanma özgürlüğü hakkında
olduğu gibi. Kişi tam bir boşanma özgürlüğünü savunmadan, bu hakkı savunup,
desteklemeden ve hem de koşulsuz bu düzlemde kalmadan, bırakılım komünist
olmayı, demokrat bile olamaz. Bu böyle olmasına karşın, kişinin veya bir kadının
kocasından ayrılma özgürlüğü hakkını ayrılma şeklinde kullanması, bütün
kadınları aynı şeyi yapmaya davet etmek demek değildir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin isteği, her somut durumda özel olarak
incelenmelidir. Sorun, somut-tarihi koşulları içinde ele alınmalıdır.
Geniş yığınları kucaklayan ulusal hareketlerin ortaya çıktığı, feodalizmin
ve mutlakiyetin yıkılışı dönemi ile, bağımsız proleter hareketlerin ortaya
çıktığı, proletarya ile burjuvazi arasındaki antagonizmanın tüm çıplaklığı ile
kendisini ortaya koyduğu dönemi birbirinden ayırt etmek ulusal hareket
açısından temeldir; hareket noktasıdır.
Kapitalizmin bu iki dönemi arasındaki fark nerede yatmaktadır?
Birinci dönem, Batı Avrupa’da modern ulusal devletlerin ortaya çıktığı,
şekillendiği, yani, burjuva demokratik toplumların, modern devletlerin kuruluş
dönemidir. Siyasal özgürlük, ulusal haklar için savaşım bu dönemi karakterize
eder. Batı Avrupa’da ulusal uyanışlar, alt-üst oluşlar yaşanırken, Doğu Avrupa
ve Asya’da burjuva demokratik devrimler henüz yoktur. Doğu, henüz, bu tarihsel
aşamada ulusal hare—
153
ketlerin girdabına girmemiştir. Bu, 1905'le başlayacaktır.
İkinci
dönem ise, Batı Avrupa'da modern ulusal devletlerin artık kurulduğu, ulusal
sorunun, esas olarak sorun olmaktan çıktığı, buna karşılık, sermayenin emeği
durmaksızın köle gibi sömürdüğü, bir uçta, gelişen kapitalizmin
uluslararasılaşmış, öteki uçta, uluslararası işçi hareketinin tüm açıklığı ile
savaştığı, çatıştığı dönemdir. Bağımsız proleter hareketin yaygınlaşması,
proleter öncünün ayağa doğru yükselmesi ile bu dönem karakterize olur.
Bu
evrede, Batı Avrupa'da ulusal hareketler geride kalıp, burjuva demokratik
devrimler dönemi kapanırken, Doğu Avrupa ve Asya yeni uyandırmaya başlamıştır.
Batı Avrupa'da bu dönem, 1789/1871 sürecini kapsarken, Doğu Avrupa ve Asya'da
bu dönem 20. yüzyılın başında başlar. Rusya, İran, Türkiye, Çin ve Balkan
ülkelerinde burjuva demokratik devrimler, ulusal hareketlenmeler ve savaşımlar
sürüp gider.
Kapitalizmin
ilk döneminde Batı Avrupa'daki ulusal devletler kurma amacıyla ortaya çıkan ve
yaygınlaşan ulusal başkaldırılar haklı, ilerici ve devrimciydi.
Batı
Avrupa demokrasisinin kalesiydi; demokrasiyi uğruna savaşım destekleniyordu.
Marksizmin kurucularının, bu uğurdaki hareketleri destekledikleri herkesçe
bilinen gerçeklerdir.
Üzerinde
durulması gereken şey, 20. yüzyıldan önce, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine dek
Doğu Avrupa'da ortaya çıkan ulusal hareketler ve bunlara tavırdır.
sayfa154
1840/1850/1860’larda ortaya çıkan, Doğu’nun henüz ulusal
hareketlerin girdabına sürüklenmediği, Batı Avrupa’da burjuva demokratik
devrimlerin, ulusal hareketlerin devam ettiği dönemde, Doğu Avrupa’da ortaya
çıkan ulusal hareketlerin durumudur.
Bunları
yakından inceleyelim.
Doğu
Avrupa ülkelerinin çoğunda geniş emekçi yığınların henüz kış uykusunda olduğu,
yığınlarla kucaklaşan bağımsız demokratik, devrimci, komünist hareketlerin
başlı başına henüz esas olarak ortaya çıkmadığı koşullarda, ortaya çıkan Doğu
Avrupa’daki bazı ulusal hareketler, ulusal kaderi belirlemeyi amaçlayan
savaşmalar Batı Avrupa’daki ulusal hareketlerden farklı olarak, koşula bağlı
olarak ele alınıyordu.
Ondokuzuncu
yüzyılın üçüncü çeyreğine dek uzanan bu süreçte, bu koşul; yabancı gericiliğin
aracı hale gelmemek, Avrupa demokrasisini geliştirmekti.
Marks
ve Engels, demokratik ve sosyalist hareketlerin yığınları sarmalayacak biçimde
kendisini ortaya koymadığı bu dönemdeki Doğu Avrupa ülkelerinin bir kısmında
ortaya çıkan ulusal hareketleri, Avrupa ölçüsünde ele alıyorlardı. Avrupa’nın
birkaç büyük, çok büyük ulusunun kurtuluşu, küçük ulusların kurtuluş
hareketinden üstünüdür. Bu güzergâhta yol alan ulusal hareketler
destekleniyordu. Aynı dönemde, Çarlık ve Bonapartçılık tarafından Avrupa
demokrasisine karşı kullanılan küçük ulus hareketleri desteklenmiyor ve onlara
tavır alınıyordu.
Bilinir
ki, hem Bonapartçılık ve hem de Çarlık, bazı kü-
sayfa155
çük
ulus hareketlerini kendi çıkarları uğruna kullanmıştır.
Bu
bakış açısı altında, gerek Polonya’nın bağımsızlık hareketi, gerek
Macaristan’ın ulusal kurtuluş uğruna demokratik devrimci ayaklanması
desteklenmiş ve bu, Avrupa demokrasisinin ve sosyal demokrasinin görevi
sayılmıştır. Ve özgün koşullarda, Polonya’nın aristokratik kurtuluş hareketi
yalnızca Rusya, yalnızca Slavlık bakımından değil, bir bütün olarak Avrupa
demokrasisi bakımından ciddi öneme sahipti.
Temel
doğrultu, Çarlığa karşı ve Avrupa’nın büyük devrimci halklarından yana olmaktı.
Avrupa demokrasiyi, Çarlık gericiliği simgeliyordu. Ve ulusların kaderlerini
belirleme isteğine verilen destek bu çerçevede hayat hakkı buluyordu.
Anımsanırsa,
“gerici halklar”, “devrimci halklar” ayrımı da bu dönemde bu yaklaşımın
ürünüdür. Almanların, Macarların, Polonyalıların “devrimci”, Güney Slavlar ve
Çeklerin “gerici” halklar olarak Marks ve Engels’çe adlandırılması bu görüşün
dolaysız sonucudur. Marksizmin kurucularının neden Güney Slavların ve Çeklerin
ulusal hareketine karşı çıktıkları ve neden Polonya ve Macaristan ulusal
kurtuluş hareketlerini destekledikleri artık anlaşılır olsa gerektir.
Bu
mecrada ulusal soruna Avrupa demokrasisi ve Avrupa ölçüsünde yaklaşılmaktadır.
Ulusal sorun, burjuva demokratik devrim genel sorununun bir parçasıdır.
Devletin iç sorunu kapsamındadır. Bu sürecin somut-tarihi koşulları, ulusal
hareketlere tavrımızdaki doğrultu koşulları işte bunlardır.
Bağımsız
demokratik, devrimci, komünist hareketlerin ortaya çıktığı, proletaryanın sınıf
bilinçli eyleminin yaygınlık
sayfa156
kazandığı,
yığınların genişleyen ve derinleşen eyleminin proletarya önderliğinde ivme
kazandığı koşullarda, yani 20. yüzyılda, somut-tarihsel koşullar değişmiş ve
dolayısıyla, ulusal soruna bakış da başkalaşmıştır. Polonya sorununa artık
1840/1850 ve 1860’lardaki gibi yaklaşılamazdı.
Bu
demektir ki, Marks ve Engels’in geçmişe ait görüşü (19. yüzyılın üçüncü
çeyreğine dek) yeni evrede değişikliğe uğramıştır. Ve dahası, Marks ve
Engels’in eski dönemde somut ve tarihi koşullardan dolayı Polonya vb. konusunda
doğru olan görüşü 20. yüzyılda artık doğru sayılamaz.
Çok
daha somut konuşmak gerekirse:
Yirminci yüzyılda ve özellikle de emperyalizm ve proleter devrimleri çağında,
eski yaklaşımın, geçmiş ele alış tarzının tümden değiştiğine tanık oluyoruz.
Artık ne Polonya 19. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki aristokrat Polonya’dır ne de
Macaristan eski konumundadır. Eski istisnai devrimci önemini yitirmiştir
Polonya. Soyluların Polonya’sı yerini kapitalist Polonya’ya bırakmıştır. Slav
ülkelerinin çoğunda ve hatta devrimci Avrupa karşısında gericiliğin o ünlü
kalesi Çarlık Rusya’sında bağımsız demokratik ve proleter hareketler ortaya
çıkmıştır.
İşte
bu nedenlerden ötürü, ulusların kaderlerini belirleme istemine ve bundan
hareketle Polonya sorununa yaklaşım da, bu isteme bakış açısı da değişmiş
oluyordu.
Doğu
Avrupa ve Asya uyanmaya başlamış, ulusal hareketler yaygınlaşarak burjuva
demokratik atılımlar dönemine girilmiştir. En önemlisi de yığınları kucaklayan
proletaryanın bağımsız partileri kurulmuştur. Devrimci Avrupa, gerici Rusya
kriteri son bulmuştur artık. Avrupa demokrasisi ve Avrupa öl-
157
çüsündeki
yaklaşım, yerini dünya ölçüsündeki yaklaşıma terk ediyordu. Eskiden olduğu gibi
ulusal soruna genel burjuva demokratik devrim sorununun bir parçası değil,
devletin iç sorunu olarak değil, genel proleter devrim sorununun bir parçası
olarak, dünya açısından bakılacaktır artık.
Bu
demektir ki, ulusların kendi kaderlerini tayin istemi, dünya proleter devrim
sorununun bir parçası olmuştur –demokrasinin diğer istemleri gibi bu istem de
mutlak değildir.
Sınıf
bilinçli proletarya açısından, kendi kaderini tayin hakkı da dahil, her türlü
demokratik istem sosyalizmin yüksek çıkarları karşısında ikinci derecededir.
Lenin’in bu sözlerinin ruhuna erişmek gerekir.
Demek ki, birinci dönemde, asıl sorun,
Avrupa demokrasisi güzergâhında, batının büyük devrimci halklarından yana,
Çarlığa karşı tavır almakken, ikinci dönemde, ve bugün artık, emperyalizme ve
dünya gericiliğine karşı savaşmak ve tüm ulusal hareketleri devrim ve sosyalizm
yararına kullanmak temeldir.
Özet
olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile kendi
kaderini tayini aynı şeyler değildir; birincisi kayıtsız
koşulsuz savunulup, desteklenip, tanınırken; ikincisi her somut durumda, koşula
bağlı olarak, yani, sınıf mücadelesini geliştirme, toplumsal gelişmeyi sağlama
zemininde değerlendirilir.
Aslolan,
proletaryanın sınıf çıkarlarıdır; ulusal kaderi tayin istemi (ayrılma) bu genel
çıkarlar yanında daima talidir, ikincildir, önemsizdir.
sayfa158
Sayfa 159
SORU-3: Geçmişte ulusal
hareketler ve Marksizmin kurucularının bu hareketlere yaklaşımı hangi
düzlemdeydi?
Örneklerimizin
çeşitli oluntularıyla ulusal hareketleri inceleyelim.
İkinci
sorunda, ulusların kendi kaderlerini tayin istemini genel ilkelerin sunuluşu
bakımından yakından ele almıştık. Şimdi, bu bakış açısıyla somut örneklere
geçebiliriz.
İlk
örneğimiz Polonya’dır.
Polonya
konusunda iki farklı dönemde ya da daha tam ifade edersek, somut ve tarihi
koşulları nedeniyle birbirinden farklı iki aşamada iki farklı değerlendirme
gündeme gelmiştir.
19. yüzyılın
ortalarında ve 19. yüzyılın sonlarında Polonya konusunda iki tutuma tanık
oluyoruz. 1860’lı yıllarda (yani 19. yüzyılın ortalarında) Marks, Rus
Polonya’sının ayrılmasından yana tavır aldı. Oysa 19. yüzyılın sonlarında
Polonyalı Marksistler Polonya’nın ayrılmasına karşı tavır aldılar. Bir zamanlar
Polonya’nın ayrılmasından yana duran Marksistler, bir dönem sonra ayrılmaya
karşı çıkıyorlardı.
Polonya
örneği yakından değerlendirildiğinde görülecektir ki, tavır değişikliğine temel
teşkil eden şey, somutluk ve koşullardır. Somut ve tarihi çerçeve.
19. yüzyılın
ortalarında Polonya’nın aristokratik kurtuluş hareketi Çarlığın gücü ve
nüfuzuna karşı yönelmişti. Çarlık, özgün dönemde gericiliğin merkeziydi. Marks,
Avrupa demokrasisinin çıkarları bakımından Polonya soylularının ulusal
hareketini destekledi ve bağımsızlıktan yana tavır aldı.
Sayfa 160
Dönemin
koşullarında Polonya ulusal hareketinin pek büyük önemi vardı. Polonya’nın
kurtuluşu, Avrupa demokrasisinin zaferini pekiştirmede önemli bir kilometre
taşıydı. Polonya, söz konusu aşamada, Çarlığa karşı uygarlığın kalesiydi,
demokrasinin öncüsüydü. Stalin’in belirttiği gibi, o sıralar üstün olan bir
kültürü (Polonya bakımından), onu yıkıp yok eden aşağı bir kültürden (Rusya
bakımından) kurtarmak söz konusu olduğu için de Marks, Polonya ulusal kurtuluş
hareketinden yana durdu ve destek sundu. O sıralar, yalnızca köylüler değil,
soyluların çoğunluğu bile devrimci zemindeydi.
19. yüzyılın
ortalarında doğru olan bu tutum, 1871 sonrası artık doğru olmaktan çıkmıştı. Eski
süreç tamamlanıp, yeni bir sürece girmiştir Avrupa ve dünya.
Polonya
eski devrimci Polonya değildir. Polonya’nın egemen çevreleri, Polonya’yı ezen
ülkelerin egemen sınıflarıyla ittifak içinde bunları destekliyordu. Yeni
Polonya’da, kapitalist Polonya’da soyluların devrimciliği tükenmiş, eski
devrimci Polonya’nın geleneklerini artık Polonya proletaryası kendi ellerine
almıştır.
Polonya
eski Polonya olmadığı gibi, Rusya da eski Rusya değildir. Ulusal sorun
açısından kapitalizmin ilk aşaması yerini ikinci aşamaya bırakmış, Avrupa
demokrasisinin çıkarları ve Avrupa ölçeği yaklaşımı son bulmuş, Slav
ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, Rusya’da da bağımsız demokratik ve proleter
hareketler ortaya çıkıp yığınları kucaklamaya başlamıştı. Daha da önemlisi,
proletarya-burjuvazi çelişmesi sesinin tonunu perde perde yükselterek
uluslararası niteliğe bürünmüştü.
Sayfa 161
İşte
bu koşullarda, Polonya’nın devrimci niteliğini kaybedip, kapitalist Polonya
haline dönüştüğü bir dönemde, yani yeni bir çağda (1871 sonrası) Polonya’nın
ayrılmasından değil, ayrılmaya karşı durmak biricik Marksist tutumdu.
Marks’ın
bir başka çağa ait olan görüşü, 1871 sonrası yeni çağa artık uygun düşmezdi,
düşemezdi. Önemli olan Marksizmin metni değil, Marksizmin ruhudur. Yeni
dönemde, değişen dünya koşullarıyla birlikte Polonya sorununa yaklaşım da
değişti. Polonyalı sosyal demokratlar, Polonyalı ve Rus işçilerinin sınıf
savaşımında en sıkı ittifak gereğini vurgulayarak Polonya’nın ayrılmasına karşı
çıkıyorlardı.
Ve
Lenin şöyle diyecekti: Polonyalı sosyal demokratlar, Polonya küçük
burjuvazisinin aşırı milliyetçiliğine tavır alıp, ulusal sorunun Polonya
işçileri için ikinci önem taşıdığını belirttikleri ve ilk kez Polonya’da
proleter parti kurdukları zaman çok haklıydılar. Ve üstelik Polonyalı ve Rus
işçilerinin ortak çatısı altında sıkı ittifakı ilkesini ilan ediyorlardı. Bu
yüzden hiç kimse Polonya sosyal demokratlarını suçlayamaz. Zira, haklıydılar.
Demek ki, aslolân: somut-tarihi temel
ve sınıfsal çerçevedir.
1849
yılında Macarların bağımsız ulusal devlet kurma hareketi, feodal Rus ordusu,
Rus serfler ordusunun darbeleri altında ezildiğinde, Marks, Macaristan’ın
ulusal kurtuluşu uğruna bu ayaklanmasını desteklemiştir. Tıpkı Polonya
örneğinde olduğu gibi. Anlaşılır ki, bu destek, bir burjuva devriminin özgür
Macaristan’ı yaratacağı kapitalizmin birinci aşamasına denk düşüyordu.
Sayfa 162
İkinci
örneğimiz Çekler ve Güney Slavlardır.
19. yüzyılın ortalarında Çekler ve Güney Slavlar, Avrupa’da Rus Çarlığının, Çar
gericiliğinin “dayanakları”, “ileri hatlarıydı”. Avrupa demokrasisine karşı
gericiliğin kortejinde saflaşmışlardı. Ve Avrupa’daki devrimci hareketin en
tehlikeli düşmanı olan Çarlığı destekliyorlardı. 1848/1850’de devrimci halklar
özgürlük için savaşırken, Çekler vb. Çarlığın “ileri karakollarıydı”. Çarlık,
devrimci halkların baş düşmanıydı.
Bu
koşullarda, Marks ve Engels, Çekler ve Güney Slavların ulusal hareketine tavır
alıp, bunları “gerici” halklar olarak nitelemişlerdi.
Çekler
ve Güney Slavların ulusal hareketini desteklemek demek, Çarlığa omuz vermek,
Rus gericiliğinin çıkarlarına alet olmak demek, aynı zamanda ve dolayısıyla,
Avrupa demokrasisine karşı durmak, özgürlükten yana savaşan halklar cephesinden
yana olmamak demek olacaktı. Marksizmin kurucularından devrimci hareketin en
tehlikeli düşmanı Çarlığın ileri karakolu durumundaki Çekler vb. nin ulusal
hareketini desteklemek beklenemezdi.
Bu
demektir ki, her ulusal hareket her durumda mutlak olarak desteklenemez.
Kapitalizmin ilk döneminde gelişen Polonya’nın ulusal kurtuluş hareketi gibi desteklenmesi
gereken ulusal hareketler olduğu gibi, aynı dönemde gelişen Çekler ve Güney
Slavların ulusal hareketi gibi desteklenmemesi gereken ulusal hareketler de
vardı.
Önemli
olan, somut durum, yaşanan evrenin kişiye yüklediği tarihsel durum değerlendirmesi
ve en önemlisi de proletaryanın sınıfsal çıkarıdır.
Sayfa 163
Çekler
ve Güney Slavlar örneğinde, Polonya’nın kapitalizmin gelişen ikinci aşamasında
olduğu gibi, bazı durumlarda parça (ulusal hareket) bütünüyle (dünya demokratik
ve sosyalist hareketi, o dönem için demokratik devrimci Avrupa hareketi)
çelişebilir. Böylesi durumlarda parça (ulusal hareket) atılır.
Üçüncü
örneğimiz İrlanda’dır.
Bu örnekte de Marks’ın ikili tavrına tanık oluyoruz.
19. yüzyılın ortalarında Marks’ın İrlanda sorununa yaklaşımı ile 19. yüzyılın
üçüncü çeyreğindeki yaklaşımı aynı değil, farklıdır. Başlangıçta, daha
1860’lara varmadan Marks, İrlanda’nın kurtuluşunu, İrlanda ezilen ulusunun
ulusal hareketi ile değil, ezen İngiliz ulusunun işçi hareketi ile olacağını
sanmıştır. Marks, bu tavrını uzunca süre korumuştur. İşçi sorununa oranla,
ulusal sorunu ikincil planda ele alan Marks, ulusal sorunu mutlak bir şey
olarak görmüyordu. Ve dolayısıyla, işçi sınıfının zaferinin ulusal
toplulukların tam kurtuluşunu sağlayacağını hesap ediyordu.
İşin
başında Marks’ın tavrı buydu; İrlanda sorunundaki ilk politikaydı bu.
19. yüzyılın
üçüncü çeyreğinde, 1860’larda durum değişiyordu. İrlanda’nın kurtuluşunu,
İngiliz işçi sınıfının zaferine bağlayan Marks, bu sorundaki bu tavrını yeniden
gözden geçirdi ve şu sonuca vardı; İrlanda, İngiliz boyunduruğundan
kurtulmadıkça, İngiliz işçi sınıfı özgürleşemeyecektir. Bir ulusun bir başka
ulusu boyunduruk altında tutması ne büyük felakettir diyen de O’dur. Ayrıca O,
İngiliz gericiliğinin köklerinin İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasında
yattığını özellikle vurgular.
1869’da Marks’ın yaklaşımı da budur. Bu tavır ilkinden farklıdır.
Sayfa 164
Marks’ın
bu tavır değişikliğinde etkili olan şuydu:
a)
İngiltere’de liberalizm olabildiğince güçlenmiş ve İngiliz işçi sınıfı bu
sınıfın etkisi altında kalmıştı. Ve böylece kendisini kısır hale getiren sınıf,
liberalizmin bir eklentisi durumuna düşmüştü.
b)
İrlanda ulus hareketi, süreç içinde güçlenerek, devrimci biçimlere bürünmüştü.
İşte
bu somut durumda Marks şu sonuca vardı: “Ben, İrlanda’nın İngiltere’den
ayrılmasının olanaksız olduğunu düşünürdüm (Bu, 1860’lara varmadan önceki
Marks’ın İrlanda sorunundaki siyasetiydi). Şimdi bunun kaçınılmaz olduğuna
inanıyorum” (Bu, 1869’lardaki Marks’ın yeni siyasetidir).
Federasyona
ilke olarak karşı olan Marks, bu ayrılmanın sonucu federasyonun gelmesi
olasılığına karşın gene de bu ayrılmayı savundu.
İşçi
sınıfının İngiltere’de kış uykusunda olduğu ve liberalizmin yedek kuvveti
durumuna dönüştüğü koşullarda, yani özgün aşamada işçi sınıfından “umudu”
kestiği için (İrlanda’yı kurtarma konusunda) İrlanda ulusal hareketinin İngiliz
işçi sınıfınca desteklenmesi gerektiğini öğütlemiştir Marks. Dahası, bu
hareketi devrimci doğrultuda hızlandırmayı ve özgürlükleriyle bağdaşan bir
sonuca vardırmayı.
Demek
ki, ulusların kendi kaderlerini tayin isteği, her zaman ve her koşulda değil,
koşula bağlı olarak ve belli dönemlerde ancak desteklenebilir.
Belirtmeliyiz
ki, bu örneklerden ve örneklerimizin çeşitli oluntularından ülkemizdeki Kürt
ulusal hareketi açısından teorik temeller çıkartacağız. Ve bu işi, gelecek
sorularımızda ayrıntılandırarak tartışacağız.
Sayfa 165
Dördüncü
örneğimiz Norveç’tir.
Özelliği olan bir
örnektir.
Kapitalizmin
gelişiminin birinci değil, ikinci aşamasında gündeme gelmiştir. Birinci
emperyalist paylaşım savaşından dokuz yıl önce, 1905’te elverişli koşulların
bir araya gelmesiyle varlaşan istisnai bir örnektir.
Bilinir
ki, Norveç Napoleon savaşları döneminde, Norveçlilerin iradelerine karşın,
krallar tarafından İsveç’le birleştirilmişti. Norveç zor kullanılarak İsveç’e
katılmıştı ve savaş yoluyla elde tutulmuştu. Norveç’in kendi parlamentosu
vardı. Geniş bir özerkliğe sahipti. Tüm bunlara karşın İsveç aristokrasisinin
egemenliğine karşı Norveçliler uzunca zaman mücadele ettiler. Mücadeleleri
Ağustos 1905’te başarıyla sonuçlandı. Norveç İsveç’ten ayrıldı. Başlangıçta
İsveç egemen çevreleri bunu hazmedemedi ama zamanla sineye çekmek zorunda
kaldılar. Böylece 1905’te Norveç siyasal bağımsızlığını kazanmış oldu. Yabancı
ulusal bütünden ayrılarak, ayrı bir devletini kurdu.
Norveç’in
kendi bağımsızlığını elde etmesi ya da Norveç ulusunun kendi siyasal kaderini
tayin isteği Marksistlerce desteklenmiş, benimsenmiş ve tanınmıştır.
Norveç’in
İsveç’ten ayrılmasına, yapılan referandumla (Norveçliler arasında), pek büyük
bir çoğunlukla karar verilmiştir. Bu ayrılmada İsveçli işçiler, Norveçlilerin
ayrılma hakkını tanımış ve böylece Norveç ve İsveç işçileri arasında kardeşçe
dayanışma, sınıf dayanışması güçlenmiştir. Peki Norveçli işçiler? Onlar da
birlikten yana oy kullanmalıdırlar. Ayrılık için oy vermek, enternasyonalizme
bağdaşmazdı. Bu somut durumda, İsveçli işçilerin ayrılıktan yana tutum alma-
Sayfa 166
maları,
onları İsveçli büyük toprak sahipleri ve egemen çevrelerin suç ortağı durumuna
düşürürdü.
İleride,
bu soruna bir başka görüş açısıyla yaklaşıp, ülkemiz açısından sonuçlar
çıkartacağız -propaganda bağlamında.
Son birkaç örnekle noktalyalım:
Kapitalizmin ilk aşamasında, Marks ve Engels 1848 ve 1859’da Almanya’nın Rusya’ya
karşı savaşımını desteklemekte ısrar etmişlerdir. Neden? Rusya gericiliği
temsil ediyordu, oysa Alman halkı devrimci görevini yerine getiriyordu.
Bir
başka dönemde, Fransa’nın gerici Avrupa monarşilerine karşı savaşları,
Garibaldi’nin verdiği savaşları yadsımak olanaksızdır. İlerici ve devrimciydi
bu savaşlar.
Yirminci
yüzyılın Fransa’sı 1792, 1848, 1871 Fransa’sına benzetilebilir mi? Aynı şekilde
1848, 1859 Almanya’sı, yirminci yüzyıl Almanya’sına benzetilebilir mi?
Son örneğimiz Finlandiya’ya geçelim.
Ekim öncesidir; geçici hükümet dönemidir. Hükümet ile Finlandiya halkı arasında
çatışma söz konusudur. Finlandiya temsilcileri geçici hükümetten
egemenliklerinin tanınmasını isterler. Finlandiya, Rusya’ya katılmadan önce
Finlandiya’nın yararlandığı hakları geri ister. Geçici hükümet bunu reddeder.
Milyukov, Rodiçev’i Fin halkıyla utanmazca pazarlıklar için Finlandiya’ya
gönderir. Ne utanmazca pazarlık ne de Finlandiya’yı zorlamaya Bolşevikler alet olmaz. Bilindiği gibi Rodiçev Finlilerin
özerklik talebi için Finlandiya’ya gitmiş ve özerklik konusunda çekişe çekişe
utanmaz—
Sayfa 167
ca
pazarlıklara girişmiştir. Ve Finlilere karşı çok kötü davranılmıştı.
Bolşevikler
o dönem şunu savunmuşlardı: Finlandiya’ya özgürlük verilmesini yadsıyan Rus
sosyalisti şovendir. Nitekim 1917 Ekim’inden sonra ayrılma talebiyle ortaya
çıkan Fin ulusunun bu isteği, Bolşeviklerce kabul edilmiştir. Bolşeviklerin
tavrında tereddüte yer verilmemiştir ve ayrılmaya hemen rıza gösterilmiştir.
Bir
ulusun ayrılma isteminin önüne hiçbir zaman zor çıkarılamaz. Başka ulusları
ezen ulus özgür olamaz. Marks’ın bu şiarının taşıdığı zengin düşünce bolluğu ve
derin öz asla göz ardı edilmemelidir. Eğer Bolşevikler Fin halkının ayrılma
isteğini ve bu isteği yerine getirme hakkını reddedip, bunun karşısına zoru
koysaydı, Çarcı siyasetin sürdürücüleri durumuna düşerlerdi. Elbette ki
Finlandiya’nın SSCB içinde bir cumhuriyet olarak örgütlenmesi en iyi yoldu.
Fakat Fin ulusu ayrılmak istiyordu; buna karşı durulamazdı.
Ve
Lenin’in sözleriyle, bu ayrılmaya Bolşevikler razı olmak zorundaydılar. Ve
Lenin, “ayrılık kararnamesini Fin burjuvazisinin cellat rolündeki temsilcisine
uzattığım zamanki sahneyi çok iyi hatırlıyorum — diyordu — Tatsız bir işti! Ama
yapılması gerekiyordu.”
Örneklerimizle ulusal hareketler
karşısında proleter sınıfın siyasetini incelemiş bulunuyoruz. Bu örneklerden
çıkaracağımız teorik temeller şunlar olabilir:
1. 1789
Büyük Fransız devriminden, proletaryanın ilk kez iktidar olduğu 1871 Paris
komününü tipi proletarya diktatörlü—
Sayfa 168
gü
dönemine dek, yani burjuva devrimlerin hüküm sürdüğü dönemde, yani siyasal
özgürlük için, ulusal haklar için mücadelelerin devam ettiği dönemde, yani
ulusal devletlerin Batı Avrupa’da kurulması döneminde, yani ortaçağ
despotizminin yıkılışı döneminde, yani kapitalizmin gelişerek emperyalizm
aşamasına henüz ulaşmadığı dönemde ve yani batıda ulusal hareketlerin uyanması,
yaygınlaşması döneminde eğer, ulusal hareketler, örneğin, örneklerimizde
sıraladığımız 1860’lar soylular Polonya’sında, 1849 Macaristan’ında, 1848, 1859
Almanya’sında olduğu gibi;
a)
Avrupa demokrasisini güçlendiriyorsa,
b)
Çar gericiliğinin, devrimci halkların baş düşmanı Çarlığın eklentisi olmuyorsa,
destekleniyordu.
Eğer,
ulusal hareketler tersi doğrultudaysa desteklenmiyordu. Tıpkı, örneklerimizde
sıraladığımız, on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kapitalist Polonya’da, aynı
yüzyılın ortalarındaki Çekler ve Güney Slavlar hareketinde olduğu gibi.
2) Kapitalizmin bu ilk aşaması, yığınların çekim merkezi olabilecek
bağımsız proleter örgütlerin ve hareketlerin olmadığı dönemdir. Dolayısıyla,
kriter, Avrupa bazındadır, Avrupa demokrasisi ölçüsündedir. Burjuvazinin
devrimci barutunu, ulusal devletler kurma doğrultusunda ve burjuva demokrasisi
uğruna ateşlediği dönemdir. Bu akıldan çıkarılmamalıdır.
3) Gelişen kapitalizmin uluslararasılaşarak sermaye ile emek
arasındaki ya da en tam ifadesiyle burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz
çelişkiyi ön plana koyduğu 1871 sonrası dönem, yığınsal burjuva demokratik
hareketlerin bu—
Sayfa 169
lunmadığı,
yani burjuvazinin modern ulusal devletlerini artık kurduğu (Batı açısından)
dönem, yani burjuvazinin gericileştiği, azgınlaştığı, uluslararasılaştığı
dönem, bağımsız proleter partilerin, yığınlarla bütünleşen proleter
hareketlerin ortaya çıktığı dönem, Avrupa ölçeği ve Avrupa demokrasisi bazının
son bulduğu dönemdir. Eğer ulusal hareketler (Doğu Avrupa ve Asya açısından);
a)
Bu hareketler sözde değil, gerçekten devrimciyse,
b)
Ezilen ve sömürülen halk yığınlarını ve özellikle de köylüleri (zira, ulusal sorun
özünde köylü sorunudur) komünist bir ruhla eğitme ve örgütleme çalışmalarımızın
önüne set çekmiyorsa,
c)
Proletaryanın sınıf çıkarlarını zayıflatmıyorsa, ya da proletarya sınıfının
gelişmesinin önünü tıkamıyorsa,
d)
Proletaryanın sınıf savaşımının güzergâhını karartmıyor ve devrimin gelişip
güçlenmesini sekteye uğratmıyorsa, desteklenmelidir.
4.
Kapitalizmin gelişmesinin bu ikinci döneminde, eğer gelişen ulusal
hareketler, ulusal-devrimci değil de, ulusal-reformistse, bu tür hareketlere
karşı çıkılması gereği, Lenin’in düşüncesidir.
5.
Yeni dönemde ulusal sorun emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı,
proletarya diktatörlüğü sorununun bir parçası halini almış ve dolayısıyla
ulusal harekette temel hareket noktası bu doğrultudur.
6.
Aslolan: Somut koşullar, tarihi koşullar proletaryanın sınıfsal
çıkarlarıdır.
7.
Ulusal kaderi tayin istemine (ayrılma) önceden “evet”
Sayfa 170
ya
da “hayır” biçiminde bir yanıt verilemez. Bu ancak koşula bağlıdır.
Unutulmasın
ki, burjuvazi her zaman ve her durumda kendi ulusal istemlerini öne çıkarır.
Bundan ötürüdür ki, “evet” ya da “hayır” biçimindeki yanıta, proleter kendi
sınıf ilkelerini ileri sürerek yanıt verir. Proleter sınıfın amacı, burjuvaziyi
güçlendirmek değil, sınıfını güçlendirmek ve yığınları devrim ve sosyalizm anlayışıyla
eğitmektir.
SORU-4: Ülkemizde ulusal
soruna dair ne söylenebilir?
On
sekizinci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, on dokuzuncu yüzyılın üçüncü
çeyreğine dek, Batı Avrupa’da ulusal sorun, temelde, sorun olmaktan çıkmıştı.
Batı’da modern ulusal devletlerin ortaya çıkışı olan bu süreçte, Doğu’da ulusal
hareketlere tanık olunmaz. Doğu Avrupa ve Asya’da yirminci yüzyılın başı, yani
1905 ile ulusal başkaldırılar, uyanışlar, hareketlenmeler başlar. Bu tarihle
birlikte Doğu, ulusal savaşımlar girdabına girer ve ulusal sorun, bugüne değin,
sorun olarak Doğu’nun gündeminde kalmaya devam eder.
Ülkemiz
de bu kapsamda bir ülke olarak, uluslar mozaiği olarak, çok uluslu devlet
olarak, yirminci yüzyılın başından bu yana, özellikle de son birkaç yılda
yükselen çizgide ulusal soruna tanık olagelmiştir.
Öncelikle
saptamalıyız ki, ülkemiz, çeşitli (birden fazla) emperyalistlerin sömürü ve
tahakkümü altında yarı-sömürge ve feodalizmin çözüldüğü ama tasfiye olmadığı,
kapitalizmin özellikleriyle feodalizmin özelliklerinin yüzlerce çeşidinin ...
sayfa171
iç
içe geçtiği yarı-feodal bir ülkedir. Ve aynı zamanda, böylesi bir ülke, Türk,
Kürt, Ermeni, Laz, Ermeni, Arap, Çerkez gibi çeşitli ulus ve ulusal
azınlıkların yaşadığı, türdeş olmayan bir devletle karakterize olur. Çok uluslu
bu devlette, devlet ayrıcalığına sahip bir egemen ulus, birden fazla da ezilen
bağımlı millet ve milliyetler vardır.
Bu demektir ki, devlet kurma ayrıcalığı, salt, egemen ulus olan
Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağalarının tekelindedir. Diğer bir ulus
olan Kürtlerin, bir devlet kurma olanağı zorla gaspedilmiştir. Ermeni, Laz,
Arap, Çerkez, Boşnak vb. ulusal toplulukların bir devleti yoktur. Bunlar,
ezilen ulus ve azınlık topluluklardır. Ve bu milliyetler, Türk egemen
sınıflarınca zor’a dayanan bağlarla, ve bu milliyetler Türk egemenlerinin ağa
babaları emperyalistlerce zor’a dayanan bağlarla zincire vurulmuşlardır.
Proleter sınıf, bu durum karşısında kayıtsız kalamaz. Devlet kurma
ayrıcalığı yalnızca Türk egemenlerinin tekelinde olamaz. Ezilen ulusların da
yabancı ulusal bütünlerden ayrılıp kendi ulusal devletlerini kurma özgürlüğü
vardır. Devlet kurma da dahil her türlü ulusal ayrıcalığa karşı tavır, proleter
sınıfın ulusal sorundaki siyasetinin temelidir. Ulusların ve dillerin tam
eşitliği, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı.
Devrimci proletarya, ne türden
olursa olsun, minimum düzeyde bile Kürt, Ermeni, Laz vb. ulusal topluluklarına
karşı uygulanacak baskıya amansızca düşmandır. Herhangi bir ulusa verilecek
herhangi bir ayrıcalığa karşı duraksamaksızın mücadele eder.
Proleter sınıf, Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkını…
sayfa172-Devamı
var
Tam
olarak ifade etmek istersek, Proletarya Partisi’nin ulusal sorundaki siyaseti
şudur:
1-)
Tüm uluslar için tam hak eşitliği,
2-) Ulusların kendi kaderlerini tayin etme, yani ayrılıp ayrı devlet kurma
hakkı,
3-) Ulusal azınlıkların haklarının korunması ve güvenceye alınması,
4-) Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birleşmesi.
Proletarya
Partisi’nin ulusal sorundaki siyasetinin dayandığı temel de şudur:
a-)
Öncünün siyaseti, soyut, biçimsel, sözde ilkelere değil, tarihsel ve iktisadi
koşulların doğru bir değerlendirilmesine,
b-)
Ezilen, sömürülen geniş halk kesimlerinin çıkarlarıyla, egemen sınıf çıkarları
arasında yapılacak açık bir ayrım çizgisinin tutarlı değerlendirilmesine,
c-)
Ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile, ezen, sömüren ve egemen uluslar
arasındaki açık ayrım çizgisinin sağlıklı değerlendirilmesine,
d-)
Ve de en önemlisi ve her şeyden önce, Proletarya Partisi’nin siyaseti, sınıfsal
temele, yani, bütün uluslardan proleterler ile emekçi yığınların, sınıf
düşmanlarını, yani, burjuvaziyi ve toprak ağalarını devirmeyi, emperyalizmin
ülkemizdeki egemenliğine son vermeyi erek edinen birleşik-devrimci...
Sayfa173
savaşım
için, birleşik-örgüt kurmaları temeline dayanmalıdır.
Ülkemizde
bugün, ulusal sorunda gündeme giren, güncellenen şey, Kürt ulusal sorunudur.
Diğer milliyetler sorunu, şimdilik, bu özgün aşamada bu sorunun çok gerisinde
seyretmektedir. Dolayısıyla Kürt ulusal sorunu üzerinde yoğunlaşmak
gerekecektir.
Şurası
apaçık bir gerçek ki, Türk egemen sınıfları yıllardır Kürt ulusuna ve diğer
milliyetlere ulusal baskı uygulamaktadırlar. Ulusal diller ve okullar
üzerindeki acımasız yasaklar yıllarca devam egeldi. Devlet kurma ayrıcalığına
sahip Türk egemen güçleri, örgütlenmiş şiddet demek olan devletleri
aracılığıyla yıllardır ve özellikle de son yıllarda Kürt ulusu üzerinde eşine
en rastlanır ulusal baskı uygulamaktadırlar. Kürt halkı da ulusal ve sınıfsal
çifte baskının kıskacı arasında ezilmekte, sömürülmekte ve korkunç işkencelere
maruz kalmaktadır.
Esas
olarak PKK önderliğinde geliştirilen Kürt ulusal hareketiyle ve bu hareketin
son yıllarda iyice ivme kazanmasıyla birlikte Türkiye Kürdistanı adeta kan
gölüne çevrilmiştir. Bir ulus adeta yok edilmekte, kıyımdan geçirilmektedir.
Bunun
karşısında Proletarya Partisi’nin tavrı ne olabilir? Proletarya Partisi Türk
burjuva ve toprak ağalarının başta Kürt ulusu olmak üzere diğer azınlık ulusal
topluluklara uyguladığı ulusal baskının en kararlı düşmanıdır ve buna karşı
amansızca, kayıtsız-şartsız savaşır. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin
etmesi önüne Türk egemen sınıflarınca çıkartılan her türlü engel ve şoven
politikayla mücadele eder. Kürt ulusunun ayrılma özgürlüğünü, yani, siyasal
kaderini tayin hakkını, yani, ayrı bir devlet kurma hakkını, yani, kendi
yazgısını kendi belirleme hakkını her koşulda ve mut...
Sayfa174
lak
olarak savunur Öncü. Bunu savunmayan, tanımayan, desteklemeyen kişi, bırakalım
komünist ya da devrimci olmayı, demokrat ismine bile layık değildir. Bunu
savunmayan kişi, Türk egemen sınıflarının gerici-ulusalcılığının bir eklentisi
olarak, şovenist olmayı hak etmiş demektir.
Proletarya
Partisi Türk egemenlerinin devlet kurma ayrıcalığına karşıdır. Bu ayrıcalık
onun tekelinde olamaz. Dolayısıyla, Kürt halkının “Bağımsız Kürdistan” uğruna
ayağa doğrulması önüne çıkartılan her türlü zora karşı savaşım, proleter
sınıfın görevidir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ya da çok somut
olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını tanımak yetmez. Bunu biçimsel
ve sözde ilkelerle açıklamak yetmez; bunun için siyasal propaganda ve siyasal
mücadele proleter sınıfın siyasetinin gereğidir.
Proleter
öncü, bir yandan Kürt ulusunun ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını
kayıtsız-şartsız tanıyıp savunurken, öte yandan Kürt ulusunun belli bir andaki
ya da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesini amaç edinen her isteği
kesinlikle ve koşulsuz desteklemez. Hakkı tanıyıp desteklemek, her devlet kurma
isteğini, her ayrılmayı desteklemek demek değildir. Bundan proleter sınıfın
böyle bir yükümlülük altına girdiği sonucu çıkarılamaz. Marksistler bunu
proletaryanın sınıf çıkarlarını geliştirip geliştirmediğine bağlı olarak
değerlendirir.
SORU-5: Proleter sınıfın
Kürt ulusal hareketi karşısındaki siyaseti nedir?
Genel
ilkelerin sunuluşu açısından öncelikle belirtmeliyiz ki devrimci proletarya
ulusal hareketleri her koşulda destek-
sayfa175
…lemez. Ulusal hareket vardır, ulusal
hareket vardır. Desteklenmesi söz konusu ulusal hareketler olduğu gibi,
desteklenmesi asla söz konusu olmayan ulusal hareketler de vardır.
Marksistler 1840/1850 ve
1860’lar soylular Polonya’sının ulusal hareketini destekledikleri halde, 19.
yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonraki kapitalist Polonya’nın ulusal hareketine
hiç destek sunmamışlardır. Macaristan’daki ulusal ayaklanmayı desteklemişler,
oysa Çekler ve Güney Slavların ulusal hareketine karşı çıkmışlardır. İkinci ve
üçüncü sorularımızın özellikle de üçüncü sorumuzun yanıtında örneklerimizin
çeşitli yönleriyle bu durumu incelemiştik.
Destekleme(me)de aslolon, tarihi ve somut
temel ve her şeyden önce de proleter sınıfsal çerçevedir.
Ulusal sorunun burjuva demokratik
devrimin bir parçası olduğu dönemi geride bıraktık; hem de çoktan. Ulusal
sorunun yerel ya da bir devletin iç sorunu olduğu dönemi de geride bıraktık.
Şimdi artık, yani 20. yüzyılda, Ekim devrimiyle yeni bir dönemin açıldığı yeni
bir çağda, yani emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal sorun, sömürgeler
ve bağımlı milliyetlerin emperyalizme karşı savaşı mı sorunu haline gelmiştir.
Ve ulusal sorun artık bir uluslararası sorun, emperyalizm ve ulusal baskıya
başvuran uşaklarından kurtuluş sorunu ve proleter devrimin bir parçası halini
almıştır.
Ulusal
sorun her süreçte aynı nitelikte kalamaz. Devrimin farklı gelişme dönemlerinde
ulusal hareketin nitelik ve görevleri de farklılaşır. Bu farklılaşma toplumun
toplumsal-siyasal gelişmesinin-evrimleşmesinin- dolaysız sonucudur.
sayfa176
Kürt ulusal sorunu için konuşmak gerekirse...
Günden güne sesinin tonunu perde perde yükselten ve hızla güçlenmekte olan,
Kürt burjuva milliyetçi zeminde yol alan Kürt ulusal hareketi Türkiye’nin
siyasal gündemine çoktan girmiş bulunuyor. “Ulusal devlet” kurma yolunda Kürt
burjuva ulusal hareketine yönelik tavır tartışma götürmez önemdedir.
Kapitalizmin
tarihi bakımından yeni bir biçimi olan emperyalizm aşamasının ve dahası Ekim’le
açılan yeni çağın ulusal sorun açısından proletar sınıfa yüklediği görevleri,
Öncü göz ardı edemez.
Proletarya
Partisi Kürt ulusal hareketinin tarihsel haklılığını kesin bir açıklıkla kabul
eder. Ancak bu kabul edişin ezilen ulus milliyetçiliği, yani Kürt
milliyetçiliğini savunu biçimine bürünmemesi için, Marksistler ulusal harekette
yalnızca, evet yalnızca ilerici olan, devrimci olan ne varsa onu destekler ve
yalnızca bununla yetinirler. Devrimci proletarya daha ileri gidemez.
Unutulmasın ki, proleter sınıf Kürt burjuva milliyetçi nitelikli ulusal
hareketi desteklerken aşırı davranışlara giremez. Proleter sınıf bilir ki, daha
ileride, Kürt milliyetçiliğini güçlendiren ya da bunu güçlendirmeyi amaçlayan
burjuvazinin olumlu eylemi başlar. Burjuva ulusalcılığının
amacı, kendi ulusalcılığını güçlendirmek, kendi ulusunu geliştirmektir. Her
burjuva hareket bu güzergâhta yol alır.
Burjuvazi
her zaman ve her koşulda kendi ulusal isteklerini öne sürer. Proletarya da
kendi ilkeleriyle ortaya çıkar. Burjuvazi her zaman ulusal istemleriyle
karşımıza dikilir ve istemlerini desteklememizi ister. Proletarya bu istekleri
desteklemeyi koşula bağlı olarak ele alır. Koşulsuz destek,
pro-
Sayfa177
letaryanın
burjuvazinin siyasetine boyun eğişi anlamına gelir.
Burjuvazi
için önemli olan şey, kendi ulusunun gelişmesini sağlamak, kendi ulusunun
amaçlarını proletaryanın amaçlarının önüne koymaktır. Proletarya için önemli
olan şey de kendi sınıfının gelişmesini güvencelemektir. Dolayısıyla, Lenin’in
deyimi ile, proletarya kendi kaderini tayin hakkının tanınması isteminin deyim
yerindeyse, olumsuz yönüyle yetinir.
Kürt ulusal hareketinde desteklediğimiz nedir?
Ezilen Kürt burjuvazisi, ezen Türk burjuvazisine karşı savaştığı sürece, egemen
Türk burjuvazisinin ağa babaları emperyalistlere karşı savaşım içinde olduğu
sürece, zulmün en amansız ve acımasız düşmanı olan Marksistler bu savaşı
destekler. Ezilen ulusun burjuvazisinin, yani Kürt burjuvazisinin kendi öz
ulusalcılığının çıkarlarını güçlendirme, kendisi için ayrıcalıklar sağlama
yolundaki savaşımına destek sunamaz proleter sınıf.
Her
ezilen ulus burjuva ulusalcı hareketi, zulme karşı yönelmiş demokratik bir
içerik taşır. İşte Proletarya Partisi’nin desteklediği bu içeriktir. Proletarya
Partisi ezilen ulusun ayrıcalıklar sağlama eğilimini bu içeriğin dışında tutar.
Bu iki yönü açıklıkla ayırdeder. Birine destek sunarken, diğer eğilimin aleti
haline gelmez ve de destek sunmaz.
Dolayısıyla
bundan şu sonuca varıyoruz:
Proletarya Partisi, Kürt burjuva ulusal hareketinde ilerici olanı, devrimci
olanı destekler. Öyleyse, Kürt ulusal hareketi, ulusal-devrimci
niteliğini koruduğu sürece, bu harekete
sayfa178
destek
proleter sınıfın görevleri arasında olacaktır. Doğaldır ki, ulusal-devrimci
nitelikteki bir harekete sunacağımız destek başka koşullara da bağlıdır.
Bunları ayrıntılandıralım:
Bugünkü aşamada Kürt burjuva ulusal hareketinin esas olarak PKK önderliğinde
geliştirildiği tartışma götürmez açıklıktadır. PKK ise, ulusal devrimci
harekettir; sınıfsal niteliği ise, ulusal burjuva milliyetçidir. Sınıfsal ve
siyasal doğrultusu ulusal burjuvacılıkla bezenmiş bir önderliğin kumanda ettiği
harekette, yalnızca devrimci öğelerin bulunabileceğini kabul etmek fazlasıyla
saflık örneği olacaktır. Kaldı ki, söz konusu devrimcilik ulusal zeminde yaşam
hakkı bulan devrimciliktir. Bu ulusal devrimciliğin çıkıp geldiği yerde,
herkesçe bilindiği gibi, egemen Türk burjuvazisinin zulmüne ve ayrıcalıklarına
karşı savaşım öğesinde varlaşmaktadır. Burjuva ulusalcı bu hareket, her burjuva
harekette olduğu gibi, özlemlerini ve tutkularını öne çıkarmak, kendi burjuva
Kürt ulusalcılığının çıkarlarının lehine ayrıcalıklar sağlamak gibi bir yönde
ilerler.
Bu
demektir ki ezilen Kürt burjuva milliyetçiliğindeki iki yan iç içe harmanlanmış
olarak bulunmaktadır. Ve komünistler bu nedenle, Kürt burjuva ulusal
hareketinde madalyonun bu iki yanını açıklıkla ayırdederek, bir yanı, devrimci
olan yanı destekler; devrimciliğin zerresini içermeyen diğer yanı desteklemez,
ona alet olmazlar.
Ulusal
burjuva hareketi desteklememizdeki bu göreciliğin altı çizildikten sonra ulusal
harekete tavır siyaseti netlik kazanır. Zira, bu göreciliğin üzerinde
yükseldiği siyasal analiz kanallarından şuna geçebiliriz: Desteğimizin
koşulları.
Sayfa179
Bugünkü aşamada, PKK önderliğinde gelişen Kürt
burjuva ulusal hareketi, şimdilik, sözde değil, gerçekten ulusal-devrimci
yoldadır.
Bugünkü aşamada, PKK önderliğinde gelişen Kürt
burjuva ulusal hareketi, şimdilik, Proletarya Partisi’nin proletarya,
köylülük ve diğer sömürülen halk kesimini komünist bir ruhla örgütleme, eğitme
ve onları demokratik halk devrimine hazırlama çalışmamıza ve de en önemlisi, sınıfsal
güzergâhta yol alan gerilla savaşımıza dolaysızca ve açıktan açığa tavır
almamakta ve bu çalışmalarımızı engelleme yoluna gitmemektedir.
Bugünkü aşamada, bu hareket, dostluk çizgisinde
seyretmektedir.
Tüm
bunlar değerlendirildiğinde, Öncü, bugünkü aşamada, Kürt burjuva ulusal hareketini
destekleyecektir.
Unutulmasın
ki, devrimcilik vardır, devrimcilik vardır; ezilen ulus hareketinin ulusal
devrimciliği gibi, proletaryanın sınıfsal devrimciliği gibi devrimcilik vardır.
Birincisi, atomun elektronları gibi en dış halkada kaygan bir zemin
üzerindeyse, ikincisi, atomun çekirdeği gibi sağlam bir zeminde demirlenmiştir.
Kişi bu gerçeğe gözlerini kaparsa arabayı her an çamura saplayabilir.
Yığınları
içine alarak hızla gelişen Kürt ulusal hareketine tanığız. Böylesi bir
hareketi, yani kitleleri kapsayan bir hareketi görmezlikten gelmek, onu
umursamamak, ona sırt dönmek, yaşama sırtımızı dönmek olur. Dolayısıyla,
yığınları sarmalayan Kürt ulusal hareketi başlamış, hızlanmış, alev almıştır;
bu noktaya ulaşmış bulunan bu hareketteki devrimci olanı, ilerici olanı
desteklememek, kişiyi ulusalcı önyargıların tutsağı yaptığı gibi ezen ulusun
burjuva-gericiliğinin eklentisi haline getirir.
Sayfa180
Nedir
ki, bu hareketteki Kürt burjuva ulusalcılığını güçlendiren, kendi öz ulusunun
çıkarlarını ön plana koyan ve ulusuna ayrıcalıklar sağlayan yana desteğimiz
ASLA söz konusu olamaz. Ayrıca Proletarya Partisi Kürt burjuva hareketinin
devrimciliğinin ulusal karakterini ASLA akıldan çıkarmaz.
SORU-6 : “Bağımsız
Kürdistan” şiarı, proleter sınıfın programının temel hedefi olabilir mi?
Sınıf bilinçli proletarya bu soruyu hayır
diye yanıtlar.
Öncü,
bu soruya daha 20 yıl önce yanıt vermişti. Türkiye proletaryası ve ezilen
halkların komünist önderi, TKP/ML’nin kurucusu İbrahim Kaypakkaya Haziran
1972’de (asıl kaleme alınış tarihi Aralık 1971’dir) “Milli mesele”
adlı önemli yazısında şunları yazıyordu:
Bir komünist hareket, bir
milli devlet kurulup kurulmaması meselesini asla programına almaz; ayrı bir
milli devlet kurulması konusunda asla peşin hüküm vermez.
Bu tez doğru mudur?
Evet, doğrudur.
Bu tez Leninizmin dokusuyla bezenmiş midir?
Evet, bezenmiştir.
Komünist
hareketin tarihinde bu tezin lehine tanıklığını sürdüren örnekler vardır. Bu
örnek Polonya’dır.
Yıl 1896’dır; Sosyalist Enternasyonal’in Londra Kongresi yapılmaktadır.
Kongrede Polonya’nın bağımsızlığı sorunu üzerine tartışmalar olur. Bu tartışmalarda
üç ayrı görüş ileri sürülür.
Sayfa181
Birinci görüş, Polonya’nın bağımsızlığı isteği
ile ortaya çıkan Polonyalı sosyalistlerin görüşüydü. Onlar adına bu görüş
Hecker tarafından dile getirilmiştir. Bu görüş, şuydu: Enternasyonal kendi
programına Polonya’nın bağımsızlık istemini koymalıydı. Enternasyonal bu görüşü
kabul etmedi. Öneri reddedildi.
İkinci görüş, Polonyalı sosyalistlerin
Polonya’nın bağımsızlığını istememeleri gerektiğini ileri süren Rosa
Luxemburg’un görüşüydü. Bu görüş de Enternasyonalce kabul edilmedi. Rosa
Luxemburg’un önerisi reddedildi.
Üçüncü görüş, Kautsky’nin görüşüydü (Kautsky bu dönem henüz Marksistti).
Bu görüş şuydu: Enternasyonal şu anda Polonya’nın bağımsızlığını programına
koyamaz, ama Polonyalı sosyalistler böyle bir istemle ortaya çıkabilirler.
Böyle bir istekle Polonyalı sosyalistlerin ileri çıkmaya tam hakları vardır.
1896’ların
Polonya’sı, 1840/1850 ya da 1860’ların Polonya’sı değildir. Bağımsız demokratik
ve proleter hareketler ortaya çıkmış, ve bu hareketler 1890’lı yıllarda
yığınlarda yankı bulmaya başlamıştı. Aynı dönemde Polonyalı ve Rus işçi ve
ezilenlerinin aynı çatı altında sınıf savaşımını savunan Polonyalı sosyal
demokrat örgüt bulunuyordu.
Polonyalı
sosyal demokratlar, ulusal sorunun Polonyalı işçiler için ikinci derecede
önemli olduğunu söylüyor ve aşırı ulusallığa (Polonya küçük burjuvazisinin)
tavır alıyorlardı. Lenin, yazılarında Polonyalı sosyal demokratların bu tavrını
son derece haklı ve önemli görmekteydi. Bu tavrın temelini 1896 yılında yapılan
Enternasyonal’in kongresinde bulabiliriz.
Sayfa182
Bu
kongrenin 4. ve 5. Maddeleri konumuzun hareket noktasıdır. 4. Madde, bütün
ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını içerir. 5. Madde, bütün
uluslardan proletaryanın sınıf savaşımında aynı cephede en sıkı ve bölünmez bir
ittifak, birleşik-örgütlerde birliğini içerir.
Bu demektir ki, proleter sınıfa iki
yönlü görevler yüklemektedir bu kongre. Bir yandan hakkı tanımak, öte
yandan sınıf savaşımının yanında ulusal sorunu ikincil sıraya koymak ve türdeş
olmayan bir devletteki tüm ulusal toplulukların işçileri proletarya partileri
içinde birleşik örgütlemede birliğe ve kaynaşmaya çağırmak.
İşte Polonya örneği bize bunu göstermektedir.
Polonyalı sosyalistler Polonya’nın
bağımsızlığı isteği ile Enternasyonal’e gelebilirler ve buna onların yerden
göğe kadar hakları vardır (Enternasyonal’in
Londra Kongresi’nin 4. Kararı). Ama aynı şekilde Enternasyonal de bu
talebi programına koymamakta özgürdür, haklıdır. Zira, onun görevi burjuva
ulusalcı şiarlarla karşı işçileri uyarmak ve birliğe çağırmak ve de sınıf
mücadelesini temel almaktır (Enternasyonal’in
Londra Kongresi’nin 5. Kararı).
Ne demişti Marks: “İşçi
sorununa oranla ulusal sorun ikincildir.”
Ne demişti Lenin: “Sınıf
bilinci taşıyan işçiler ayrılmayı savunmazlar.”
Temel
hareket noktası: sınıfsal zemin.
Bu demektir ki, 20 yıl önce İbrahim
Kaypakkaya milli devlet kurmayı, Proletarya Partisi programına asla koyamaz
Sayfa183
derken,
proletaryanın sınıf mücadelesi doğrultusunda herkesten önce yol alıyordu.
Kaypakkaya biliyordu ki, bütün ulusların gerçek kurtuluşunu ancak proletarya
önderliğinde demokratik halk devriminin zaferi sağlayabilir.
Başlangıçta
sorduğumuz soruya ve yanıtına geçebiliriz. Proleter Öncü, programına “Bağımsız
Kürdistan” şiarını koyabilir mi demiştik; ve bu soruya hayır yanıtı vermiştik.
“Kürdistan”ın bağımsızlığını programına koymuyor diye kimse Proletarya
Partisi’ni suçlayamaz. Zira O, siyasal sorunları ulusal özellikler açısından
değil, “Kürdistan” açısından değil, tüm Türkiye açısından formüle eder. Çeşitli
milliyetlerden proleter sınıf açısından önemli olan şey, burjuvaziyi değil,
kendi sınıfını güçlendirmektir. Proletarya açısından görev, ulus yaratmak
değil, tüm uluslardan işçileri enternasyonal örgütlerde toplamaktır.
Unutulmasın
ki, Marksistlerin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununda öncelikli
olarak ilgilendikleri şey, belirli bir ulusun içinde, proletaryanın kendi
kaderini tayin etmesidir.
Türkiye’de
yaşanan sürecin siyasal eksenini ulusal sorun oluşturmaz. Ulusal sorunun
çözümünü sağlayan anti-feodal, anti-emperyalist çelişmelerin çözümüdür;
yarı-sömürge, yarı-feodal statünün ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye’de bugünkü
koşullarda çeşitli devrimci örgütlenmeler, demokratik oluşumlar ve de en
önemlisi bağımsız komünist örgüt vardır. Az çok yığınlarla bütünleşen, onlarda
yankı bulma yollarını arayan Proletarya Partisi, aynı zamanda yetersiz de olsa,
istenilen düzeyde olmasa da gerilla savaşı yürütmektedir.
Sayfa184
Mevcut
somut koşullar ve özgün özellikler “Kürdistan”ın bağımsızlığı şiarını değil,
Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Arap, Çerkez vb. çeşitli ulusal topluluklardan
işçilerin, yani birleşik Türkiye proletaryasının savaşım birliği içinde
olmalarını emretmektedir. Proletarya Partisi bilir ki, ulusların tam hak
eşitliğini, siyasal kaderlerini belirleme hakkını, yani devlet kurma düzleminde
tam hak eşitliğini güvenceleyen yegâne şey, bütün ulusların birleşik proletaryasının
birleşik örgütlerde proleter savaşım birliği zemininde Demokratik Halk
Devriminin zaferle taçlanmasıdır. Sınıf mücadelesi zemininde demirleyen
proleter sınıf bilir ki; hiçbir özel ulusal gelişme yolu kendi çıkarına
değildir.
Ama
eğer, herhangi bir ulusun proletaryası ya da kelimenin geniş anlamıyla
sömürülen ve ezilen kesimi “kendi” burjuvazisiyle siyasal birliği, ortak
cephedaşlığı, birleşik Türkiye proletaryası ve komşularının birliğinden üstün
tutarsa, bilmelidir ki, kendi çıkarlarına, demokratik halk devriminin
çıkarlarına karşıt davranıyorlardır.
“Bağımsız
Kürdistan” şiarını programına koymuyor diye, Proleter Öncü ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkından vaz mı geçiyor? Hayır. Bu hakkı kesinkes ve
koşulsuzca savunur. Bu hakkı savunmak demek, “Kürdistan”ın bağımsızlığını
savunmak demek değildir. Marksist bu hakkı savunduğu halde, bağımsızlık şiarını
programına koymaz, koymayabilir.
Proleter
sınıfın mücadele hattı sınıfsal arenadır; ulusal özel gelişme arenası değil.
İlk olan, temel olan, aslolun sınıfsal temeldir. Kürt burjuva ulusalcılığı
“Bağımsız Kürdistan” şiarını öne koymaya hak sahibidir. Aynı şekilde Proletarya
Partisi de bu şiarı programına koymama da özgürdür.
sayfa185
Türkiye proletaryası, Kürt
burjuvazisinin önderliğinde “Kürdistan”ın bağımsızlığı için verilecek savaşa
katılmayacaktır. Onun denenmiş bayrağı vardır. O, kendi bayrağı altında
devrimci sınıflarla ittifak içinde yarı-sömürge, yarı-feodal yapıyı
parçalayarak emperyalistleri ve onların toplumsal dayanağı komprador burjuvazi ve toprak ağalarını hedef
alan sınıfsal savaşının içinde yer alacaktır. Bundan Proletarya Partisi’nin
ulusal savaşın devrimci yanını desteklemeyeceği, doğru bulduğu eylem birliklerinde yan yana yürümeyeceği sonucu asla
çıkarılamaz.
Program’da şiar, “Bağımsız Kürdistan”
değil, Bağımsız ve Demokratik Türkiye’dir; Yeni Demokratik Halk
Cumhuriyeti’dir.
Sınıf
bilinçli proletarya yalnızca Kürtlere değil, Türk, Ermeni, Laz, Çerkez, Arap
gibi çeşitli milliyetlerden halka seslenir ve şöyle der: Kardeşçe sınıf
dayanışması için, birleşin; birleşerek mücadele gücümüzü yükseltelim. Her türlü
eşitsizliğe son verecek tek güzergah budur.
SORU - 7 : Ulusal sorunda
proletar sınıfın programı neleri içerir?
“Bağımsız Kürdistan” şiarı marksist programda yer almaz
ama ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mutlak biçimde yer alır.
Bundan
ne anlaşılması gerektiği belirtilmişti. Bunun siyasal kaderi belirlemeden,
ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkından başka biçimde ele alınamayacağı
tartışmasızdır.
Türkiye,
gibi başta Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden
Sayfa186,,,
Ulusal
toplulukların yaşadığı, bir ezenin ve birden fazla ezilen milliyetin bulunduğu
bir yerde bu ilkenin önemi mutlak olarak vazgeçilmezdir. Birinci sorunun
yanıtında buna değinilmişti.
En
başta belirtmeliyiz ki, Ekim’le açılan çağla birlikte ya da en genel anlamda
20. yüzyılla birlikte tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de devrim tezi,
ulusal programın çıkış noktasıdır. Demek ki, kompradorların ve
toprak ağalarının yenilgisi, demokratik halk devriminin zaferi, ulusal
programın çıktığı zemindir. Devrimimiz zaferle taçlanmadan ulusal sorun gerçek
anlamda çözüme kavuşamaz.
Bu
böyle olmakla birlikte, Marksistler programlarına 1896 Londra Sosyalist
Enternasyonal Kongresi’nin 4. ve 5. maddelerinde öngörülen ilkeleri mutlak
olarak koymaktadırlar.
Bu
ilkeler şunlardır:
·
Bütün uluslar için tam hak
eşitliği,
·
Ulusların kendi kaderlerini
tayin etme hakkı,
·
Bütün ülkelerin işçileri ve
ezilen halkların birleşmesi.
Ayrılma,
ayrı bir devlet olarak örgütlenme hakkını programa almak yetmez. Ayrılmayı
arzulamayan, gerekli bulmayan milliyetler için de program bazı maddeler
içermelidir. Bu, özellikle “Kürdistan” sorununun güncellik kazandığı bu aşamada
çok daha büyük önem taşımaktadır. Ayrılmadan yana tavır takınmayan ulusal
topluluk için program çözüm sunmalıdır.
Bu
çözüm, Proleter Öncü’nün yazılarında 20 yıl önce sunduğu bölgesel-kültürel
özerkliktir. (Bunun ne anlama geldi-
187
…ğini
son sorularımızın yanıtında inceleyeceğiz). Lenin ve Stalin’in ulusal soruna
dair yazılarında ulusal-kültürel özerkliğe karşı ileri sürdükleri tez de budur.
Devrimimizin zaferiyle, isteyen ulus ayrılır, ayrı bir
devletini kurar; istemeyen ulus da ayrılmaz, yaşadığı toprak bölgesinde bölgesel-kültürel
özerklik statüsünde, her bakımdan tam bir eşit hakka sahip
olarak birlikte yaşar. Dolayısıyla, proleter sınıfın programında
bölgesel-kültürel özerklikle ilgili bir maddenin olması ciddi öneme sahiptir ve
de zorunludur. Ayrılmayan ulus ve ulusal azınlık toplulukları için her türlü
eşitsizliği, her türlü ayrıcalığı ortadan kaldıracak bu madde, Proletarya
Partisi’nin programını her türlü sapmaya karşı güçlendirir
(ulusal sapma).
Anlaşılır
ki, program, ayrılmak isteyen ulus için ayrılma hakkını, Yeni Demokratik Türkiye devleti
içinde kalmayı benimsemeyecek milliyetler için de bölgesel-kültürel
özerkliği içerecektir.
Her
halükârda, Marksistler, proletarya önderliğinde demokratik halk iktidarı
koşullarında ulusal topluluklara ve özellikle de bütün ulusların işçi, köylü ve
diğer sömürülen yığınlarına birbirleriyle kaynaşmalarını, yakınlaşmalarını
öğütleyeceklerdir.
Özet olarak, Proleter Öncü’nün programı
ulusal sorun bakımından şunları içerir:
1. Ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı.
2. Bütün
ulusal topluluklar için tam hak eşitliği.
3. Bütün
ulusal topluluklardan işçiler ve ezilen halkların kardeşçe sınıf dayanışması,
birleşmesi.
188
4. Demokratik
Halk Devriminin zaferi koşullarında isteyen ulusa ayrılma, ayrı bir devlet
kurma hakkı.
5. Ayrılmak
istemeyen uluslar için koşulsuz eşitlik.
6. Ulusal
azınlıkların haklarının tam olarak güvence altına alınıp korunması.
7. İktisadi,
kültürel ve başka esasları da dikkate alarak ulus bazında saptanacak bölgeler
için bölgesel özerklik.
8. Aynı
bölgeler için tam demokratik öz-yönetim.
9. Öz-yönetime
sahip özerk bölgelerin, bu alanların sınırlarını, bölgenin iktisadi, toplumsal
koşulları, nüfusun ulusal yapısı çerçevesinde bu bölgelerde oturanlar
saptayacaktır.
10. Dillerin
tam eşitliği güvence altına alınacak; resmi zorunlu bir dil olmayacak; halka
bütün yerel dillerle öğretim yapacak okullar açılacak.
11. Tüm
bunlar, demokratik bir anayasayla güvence altına alınacaktır.
SORU - 8 : Özerklikten ne
anlaşılmalıdır?
Hiç
kuşku yok ki burada ele alınması gereken, özerkliğin iki biçimidir:
ulusal-kültürel özerklik, bölgesel özerklik.
a-) Ulusal-kültürel
özerklik
Özl
ü ifadesiyle ulusal-kültürel özerklik programı, eğitimin devletin elinden
alınarak, ayrı ayrı ulusal topluluklara bölünmesidir. Bu program, okulu
devletin yönetiminden alarak, ulusal topluluklara göre böler. Her ulusal topluluğun
ayrı okulları, eğitim işlerini merkezileştiren ayrı ligaları olacaktır. Eğer
teori denecekse, bu teorinin babası Otto Bauer’dir.
189
Teorinin
ereği de ulusal gelişmeyi özgürce güvenceleyecek kurumların yaratılmasıdır.
Çeşitli
ulusal topluluklardan üyelerinin topraktan bağımsız olarak yerleştikleri,
yaşadıkları, yıllarca o yöre halkıyla kaynaşıp on yıllarca yaşamını
sürdürdükleri yere bakmaksızın her ulus, birleşmiş ve resmen tanınmış bir
ulusal topluluk olarak ulusal-kültürel işlerini kendisi yürütecektir.
Ulusal
ligalar oluşurken, ulusal topluluktan kişinin yerleşim bölgesi asla dikkate
alınmaz. Kişi bu ulusal topluluğa katılma bu özellik göz önüne alınmaksızın
özgürce kendisi karar verebilir.
İşte
ulusal özerkliğin (kültürel bazda) aldığı biçim budur. Örneklerimizle
somutlaştıralım.
Diyelim
ki, ulusal topluluğun ferdi Türkiye’de yaşasın. Yani örnek ülkemiz Türkiye
olsun. Bilinir ki, Türkiye çok uluslu bir ülkedir ve bağrında, yani bir tek
devletin bağrında çeşitli ulusal toplulukları içerir. Ve diyelim ki,
ulusal-kültürel özerklik burada uygulanıyor olsun. Buna göre özerklik,
Kürtlerin yaşadığı Türkiye Kürdistanı’na vb. bölgeye değil, Türkiye’nin
neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar tek tek üyelerinin yaşadığı toprak
parçasına bakılmaksızın (örneğimizde Türkiye Kürdistanı) topraktan bağımsız
biçimde verilmiş olacaktır.
Özerk
bölge, Türkiye Kürdistanı olmayacaktır. Kürt ulusuna mensup kişi, ister
İstanbul’da, ister Ankara’da ve isterse Trabzon’da yaşıyor olsun, yani yerleşme
bölgesi, ili, kazası ne olursa olsun, yani kendi öz ülkesinin (örneğimizde
Türkiye Kürdistanı’nın) dışında da yaşamını sürdürüyor olsa,
190
bütün bunlar dikkate alınmaksızın Kürtlerin
ulus olarak, ulusal topluluk oluşturdukları, örgütlendikleri ve Türkiye
devletinin bir parçasını meydana getirdikleri anlamına gelir.
Bu
demektir ki, örneğimizde Kürtler kendi öz ülkelerinden bağımsız, kendi öz
toprakları göz önüne alınmaksızın özerk ulusların birliğini oluşturacaklardır.
Özerk ulusların birliğini oluşturan ulusal topluluklar yalnızca eğitim, kültür
vb. sorunlarıyla ilgilenecekler; siyasal cephe ise bu işin dışındadır. İşin
siyasal yanı merkezi devletin elinde kalacaktır. Bundan ötürüdür ki bu
özerkliğe, kültürel denmiştir. Yani ulusal-kültürel özerklik.
Stalin’in
sözleriyle, ulusal kültürel özerkliğin çıkış noktası, bireylerin, belli bir
topraktan bağımsız birliği olarak ulus görüşüdür. Bu teorinin başlıca simaları
Otto Bauer ve Springer’e göre, bir tek devletin içinde çeşitli ulusal
topluluklara mensup, yaşamını şuraya buraya dağıttığı ve yerleştiği yabancı
bölgelerde azınlığa düşen bu grupları, tüm sınıfları kapsayacak tek bir ulusal
birlik biçiminde örgütlemek gerekir. Springer ve Bauer’e göre, yerleştikleri
yabancı yöredeki bu grupların kültürel çıkarları ancak bu yolla güvence altına
alınıp korunabilir. Bu yolla ulusal anlaşmazlıklara da son verilecektir.
(Bir parantez içinde şunu belirtelim ki burada kullandığımız azınlık ya
da grup sözcüğü yanlış anlaşılmamalıdır. Yaşamını sürdürmek için Türkiye
Kürdistanı’ndan Trabzon ya da Mersin’e yerleşen Kürt ulusunun bireyi ya da
bireyleri bu yeni yabancı bütünler içinde azınlıkta kalırlar. Yani yeni yabancı
ulusal bölgelerde – örneğin Türk ulusal bölgesi içinde – azınlıklar durumuna
düşerler. İşte azınlık sözcüğünü bu bağlamda kullandık; Stalin de böyle ele
alır.)
191
Eğitimin
devletin elinden alınarak ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal topluluklara göre
bölünmesi, aynı şekilde okulun devletin elinden alınıp ayrı ayrı kurulacak olan
ulusal ligalara göre uluslar arasında, o okul senin ulusunun, bu benim, şu
diğer ulusun biçiminde bölmek hem demokrasinin gerekleri ve hem de proletarya
açısından korkunç derecede zararlıdır. Bir kere ve her şeyden önce Marksistler
ulus yaratma, örgütleme, kurma işiyle uğraşmazlar. Onların uğraştığı şey,
proletaryayı örgütlemektir. Proletaryanın sınıf egemenliğini kurup
örgütlemektir.
Görevimiz,
uluslar arasında sağlam çitler kurmak, onları birbirine yabancılaştırmak değil,
ulusları birbirine yaklaştırmaktır. Görev, başka başka ulusal toplulukların
işçileri birbirinden ayırmak değil, onları yakınlaştırmak, en sıkı biçimde
birleştirmektir. Bu, aynı zamanda şovenizmi besleyen zemini de yok etmek
yoluyla önemli bir temel olacaktır. Milliyetçiliğin ve şovenizmin her türlüsüne
tavır her Marksistin görevidir.
Ulusları
uzaklaştırma değil, yakınlaştırma; işçileri ayırma değil, birleştirme.
Bauercı,
Springerci ulusal-kültürel özerklik bu
düzlemin tersi doğrultuda yol alıyor. Oysa Marksistlerin eğitim politikası açıktır: anadilin
özgürlüğü, demokratik laik okul.
Sürdürelim.
Bir devletin çatısı altında yaşayan ulusal topluluklar milyonlar iktisadi,
toplumsal vb. bağla birbirlerine bağlıdırlar. Tüm bağlar içinde eğitim nasıl bu
bağlardan ayrı tutulabilir ve nasıl devletin yöneticiliğinden çekip alınabilir?
Eğer ikti-
192
…sadi
ve toplumsal gelişme, eğer yaşamın kendisi bin bir bağla tek bir devletin
sınırları çerçevesinde yaşadıkları sürece bunları birbirine bağlamışsa,
ulusları eğitim, okul ve dahası kültürel alanda bölüp parçalamak, birbirinden
ayırmak yalnızca gerici bir önlem olur. Leninist düzlem, ulusal toplulukları
eğitim işlerinde birleştirmektir. Eğer ulusal toplulukları eğitim işlerinde
birleştirme değil, ayırma gibi bir yola, Otto Bauerci, Springercı bir yola
girilirse, gelişme düzeyleri bakımından eşit olmayan ve daha geri gelişme
düzeyindeki ulusal toplulukların durumunu daha da kötüleştirecektir. Bırakalım
Leninisti, sıradan demokrat bile, bu Bauerci ilkeyi savunmaz; savunmamalıdır
da.
Bir
Leninist, bu ilkeye çok daha sert biçimde karşı koymalıdır. Zira, bu ilkeyle,
işçiler rahatlıkla bölünür, parçalanır, zayıflatılır ve de şovenizmin zehriyle
zehirlenir.
Düşünebiliyor
musunuz, tekellerde, kartellerde, tröstlerde ve işveren sendikalarında hangi
ulustan olduğuna bakılmaksızın farklı ulusal kimlikli burjuvazi, daha açık ifadeyle
uluslararası burjuvazi bir araya gelip birleşiyor ve emeği rahatlıkla
sömürebiliyorlar. Dahası, bu tür birliklerde uluslararası burjuvazinin
birleştiğini biliyoruz. Aynı şekilde, bu uluslararası burjuvazinin
fabrikalarında, tesislerinde tüm işçiler, hangi ulusal topluluktan olduklarına
göre değil, bütünüyle birlikte çalışır, ve bunların her biri değişik bir
ulustandır. Yaşam bu uluslardan işçileri bir araya getirmiştir. Yaşamın
birleştirdiği ulusal toplulukların okullarını, eğitim işlerini bu uluslara göre
bölmek yaşamın kendisine terstir; proletaryanın sınıf çıkarlarına terstir ve
tehlikelidir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı
bu Bauerci…
193
…ilkeyle
kapı dışarı edilir. Ya da ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi
hakkının yerine ulusal-özerklik gibi anlaşılmaz formül geçirilir. Bir devlet
vardır ve bu devlet içinde (dikkat edilsin, bu devlet içinde) ayrı ayrı ulusal
topluluklar yalnızca eğitim işlerine göre bölünüp, parçalanmışlardır, diğer
bakımlardan değil. Kendi
devletleri yoktur ulusların. Oysa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, siyasal kaderi tayinden,
yani ayrılma, ayrı bir devlet kurmaktan başka bir anlama gelmez. Bu
demektir ki, ulusal-kültürel özerklikte milliyetler devletinin birliği vardır
ama ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı bir devlet olarak varlaşma
hakkı kapı dışarı edilmiştir. Bauerci teori, ilk itiş postulatıyla bu hakkı
dışlamıştır. Dolayısıyla, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı
bir ulusu diğer uluslar karşısında her konuda tam hak sahibi yaptığı halde,
ulusal-kültürel özerklik, ulusa yalnızca kültürel haklarını kazandırabilmiştir.
Tabii kazandırabilirse!
Lenin’in sözleriyle,
kültürde ulusal özerklik, kapitalistler tarafından değil,
(çünkü onlar daha kaba, daha açık yöntemlerle işçileri bölüyor) Avusturya’nın
umutsuzluk çizgisinde kıvranan küçük burjuva alandan gelme bir düşünce olarak,
bu ülkenin oportünist, dar kafalı aydınlarınca bulunmuştur.
Bu özerklik, sosyalizm maskelidir;
ulusalcılığın kaba değil, en inceltilmiş şeklidir. Bu, gizlenmiş, perdelenmiş,
üzerine sosyalizmin pelerini geçirilmiş ulusalcılığa karşı savaşı çok daha zor
bir çabayı gerektirir. Açık ulusalcılığa karşı mücadele daha kolay, gizli
ulusalcılığa karşı mücadele daha çetindir. Sosyalizmle
maskelenen ulusal kültürel özerkliğin, devrimci ve komünist safları rahatlıkla
etkileyebileceği, bu saflarda düşünceleri tahribata uğratacağı deneyimle
tanıtlan—
194
…mıştır.
Aynı şekilde, bu özerkliğin ulusal sorunu çözmediği daha da karmaşıklaştırıp
çözümsüzlüğe gömdüğü de bir o kadar deneyimle saptanmış bulunmaktadır.
İşçi
hareketinin birliğini yıkan, milliyetlere göre ayıran, aralarında çelişmeler
yaratıp şiddetlendiren ulusal kültürel özerkliğin önerildiği tek ülke
Avusturya’dır. Ve bu güzergâhı kullanan Bund’dur. Avusturya’da Otto Bauer,
Rusya’da Bund. Ama ne gariptir ki, bu teorinin ya da bu programın mimarı Bauer,
ulusal özerklik Yahudi işçilerinin isteği olamaz diyerek böyle bir özerkliği
Yahudiler için savunmaz. Çünkü der Bauer, kapitalist toplum Yahudilerin bir
ulus olmasına izin vermez.
Bauer
Avusturya’da, Bund Rusya’da incelmiş bir ulusalcılıkla işçileri yozlaştırma
peşinde koşmuşlardır. Bu düşünce tarzına karşı görev, Leninist düzlemde şunu
öngörür: Ulusların ve dillerin her yönüyle tam eşitliği ve aynı zamanda,
özellikle de ayrı ayrı ulusal topluluktan işçilerin birleşik proletarya
örgütlerinde kaynaşması. Bauercı ulusal özerklik, enternasyonalizme karşıt ve
onunla bağdaşmazken, her ulustan işçilerin ortak işçi örgütlerinde bir araya
gelmesini savunan Leninist hat enternasyonalizmle kesinkes bağdaşır.
Bir
bölen, bir yozlaştıran, bir incelmiş ulusalcılıktır ulusal-kültürel özerklik!
Leninist
hattaysa, ulusalcılığın, bir bölücülüğün (ulusları bölme), bir
yozlaştırıcılığın (işçileri bölüp yozlaştıran) zerresi yoktur.
Nedir Leninist plan? Ulusların ve dillerin tam eşitliği;
195
yerli
dillerde eğitim, resmî bir dile gerek bile olmaması.
Uluslar arasında en yakın ilişkiler, tüm uluslar için bir örnek devlet
kurumları, bir örnek okul yönetimleri, bir örnek eğitim siyaseti ve her türlü
ulusalcılığa karşı ve özellikle de ulusal kültür adı altında maskelenen
inceltilmiş ulusalcılığa karşı savaşımda her ulusal topluluktan işçilerin
birliği.
İncelmiş burjuva ulusalcılığı Bauerci
özerklik, anlaşılacağı gibi, bir ulusun burjuvazisiyle proleterlerini birbirine
bağlar, ayrı ayrı ulusların proleterlerini ise birbirinden ayırır.
Leninistler
her zaman, her yerde enternasyonalist görüşten yana olmuşlardır. Bu sorunda da
öyle. Leninistler şu ya da bu ulusun “ulusal kültüründen” değil, her ulusun
“ulusal kültürünün” yalnızca demokratik ve sosyalist kısmını içeren
enternasyonalist kültüründen yanadır ve yalnızca “ulusal kültürün” bu bölümünü
desteklerler.
Proletaryanın
ayağa doğrulduğu, sınıf mücadelesinin proletarya raylarında toplumsal yaşamın
odağı haline geldiği durumlarda, bir ulusun yalnızca burjuva değil, ama aynı
zamanda proleter kültür öğeleri de bu mücadele sürecinde gözeneklerden uç
verir.
Egemen
kültürün her ulusta demokratik ve sosyalist değil, burjuva kültür olduğunu
biliyoruz; ama aynı açıklıkla şunu da biliyoruz ki, egemen olmasa da o ulusun
“ulusal kültür”ünde demokratik ve sosyalist kültür de vardır. Mevcut “ulusal kültür”
bu bölüğü de içermek durumundadır.
İşte
her “ulusal kültür”de desteklediğimiz bu kültürdür.
Egemen burjuva kültürüne karşıyız; burjuva ulusalcılığı—
196
nı
güçlendiren bu kültürün daima karşısındayız. Burjuva yalanla bezenmiş ulusal
kültürel özerkliğe hayır deriz; tüm ulusal toplulukların her türlü örgütlerde
birliğini ise özellikle savunur ve Lenin’in sözleriyle baş tacı ederiz.
b-) Bölgesel-özerklik
Tek devlet sınırları çerçevesinde
ulusalcılığı öne çıkarıp destekleyen, ulus örgütleyip kuran, uluslar arasında
aşılmaz kalın duvarlar ören ulusal-kültürel özerkliğin bu ideolojik temeli ve
içeriğine karşın, Marksistler ulusalcılığın gelişmesine destek olmayan, tersine
uluslar arasındaki engelleri yok eden, bağları güçlendiren, tam bir kaynaşmayı
öngören bölgesel-özerklik planını savunurlar.
En özlü anlatımla bölgesel-özerklik,
toprağı dikkate alan, bölgeleri esas alan, karma nüfuslu ve ulusal değil;
çeşitli uluslardan bölgelerin ve özellikle karma nüfuslu bölgelerin özerkliği
demektir. Yeni Demokratik Türkiye
koşullarındaki devlette en uygun çözüm budur. Ayrı ayrı bölgelerin, illerin,
ilçelerin toprağa bağlı temelde özerkliğini içerir bu plan.
Bauerci, Bundcu ulusal-kültürel özerklik
programına karşı en uygun ve doğru çözüm bu tür özerkliktir. Bu özerklik,
Bauerci ulusal özerkliğin toprağı,
bölgeyi dikkate almayan planına karşın, belirli bir toprak üzerinde yaşayan
belirli bir nüfusu temel alır. Milliyetlere göre bölünmeyi değil, kaynaşmayı
öngörür.
Bu özerklik, Bauerci bireylerin belli bir
topraktan bağımsız, bağımsız birliği olarak ulus görüşüne karşın,
bölgesel-özerkliği ve geniş tabanlı özyönetimi, toprağı ve bölgeyi hesaba
katarak varlaşır.
197
Bir örnekle
somutlaştıralım.
Varsayalım ki, proletarya önderliğinde demokratik
halk iktidarının kurulduğu bir ülkeyle karşı karşıyayız. Ve varsayalım ki, bu ülke Yeni
Demokratik Türkiye olsun (geleceğin Türkiye’si). Böyle bir devlet
sistemi içinde çeşitli ulusal topluluklar vardır. Türk, Kürt ulusu ve diğer
(Arap, Çerkez, Ermeni, Laz gibi) azınlık ulusal toplulukların varlığı bir
gerçektir. Demokratik Türkiye devleti yönetiminde ayrı ayrı ulusal bileşimli
bölgelere bölgesel özerklik verilecektir. Örneğimizde Türkiye Kürdistanı bir
bölgedir; bu bölgedeki toprak parçası üzerinde Kürtler yaşar; bu bölgeye
özerklik verilir; tam ve geniş bir öz-yönetime geçilir.
Denilebilir ki,
Kürtlerin yaşadığı bazı alanlarda başka başka ulusal azınlıklar da yaşıyor ve
dolayısıyla bu ulusal azınlıkların durumu nasıl ele alınacak?
Bilinir ki, hiçbir bölge tamı
tamına bir ulusal türdeşlik yapısı sunmaz, sunamaz. Böyle bir durumda,
Kürt bölgesindeki diğer ulusal azınlıkların hakları anayasayla güvence altına
alınır. Yani hangi ulustan olursa olsun her birey yaşadığı toprak parçası
üzerinde tüm haklarına sahiptir. Hiçbir
ulusal azınlığın hakları kısıtlanamaz, önüne engeller konamaz.
Kompradorların ve toprak ağalarının faşist devletinin yönetiminde bu mümkün
değildir; ancak aynı şeyin Yeni Demokratik Devlette de mümkün olmayacağı
anlamına gelmez.
Eski düzende (yani şimdiki) buna asıl engel, ezen ve sömüren kıyıcı
egemenlerin devletidir; yeni düzende (yani geleceğin Yeni Demokratik
Devletinde) bu engel kaldırılınca, yok edilince yerine yenisi konunca, her
türlü kaygı ortadan kendiliğinden kalkacaktır.
Kürdistan
özerk bölgesinde, Kürtler en geniş ve en tam bir öz-yönetime kavuşmuş
olacaklardır. Eğitimde demokratik ve ...
198
Laik,
dillerini kullanmada özgür olacaklardır. Herkes ana dilinde eğitim yapacak,
ancak ulusal-kültürel özerklik saçmalığında olduğu gibi okullar milliyetlere
göre bölünmeyecektir. Ve herkes yerli dillerde okuyup yazacak.
Bu özerklik, demokratik merkeziyetçilikle çelişir mi?
Hayır, çelişmez.
Aksine,
demokratik merkeziyetçilik ancak böyle bir özerklik uygulamasıyla, yani
bölgesel-özerklikle güçlenip yaşam hakkı bulur. Kaldı ki, ayrı ayrı
ulusal-toplulukların ya da karma bir nüfusun yaşadığı bir devlette, bölgesel
özerklik olmadan demokratik devlet sistemi, yani demokratik halk diktatörlüğü
sistemi (bu ikisini özellikle yan yana belirttik, yeni deyişle sistemi,
demokratik diktatörlüğü) ikisinin aynılığından kuşku duyulamaz. Nedir ki, bazı
yayınlara kaçak giren mallar arasında bu ikisinin aynı olmadığı, farklı olduğu
belirtiliyor. Bu anlayış Leninizme terstir. Gerçekten bunu da belirtelim) istenilen
verimi veremediği gibi, sağlıklı da yürüyemez. Ve hatta daha da ileri gidip şu
söylenebilir: bölgesel-özerkliği dışlayan devlette demokratik-merkeziyetçilik
çamura saplanır.
Özerkliğin
verildiği bölgede hangi dilin kullanılacağına yani devlet ve kamu işlerini
yürütmede hangi dilin kullanılacağına bu özerk bölgenin öz-yönetimleri karar verecektir. Bir
parantezle belirtelim ki, bu bölgede yaşayan diğer azınlık uluslar kendi
dillerinin korunması hakkına mutlak olarak sahiptirler. Bu öz-yönetim bölgesi
bu diller üzerinde herhangi bir sınırlama koyamaz. Devlet ve kamu işlerinde bu
ulusal azınlıklar kendi dillerini kullanma hakkına sahiptirler. Örneğin, bir
devlet ya da kamu görevlisine kendi dilinde hitap etme ve aynı dilden karşılık
alma bu azınlıkların mutlak hakkıdır.
199
Özet
olarak bölgesel-özerklik sisteminde uluslar arasında tam bir eşitlik, ulusal
azınlıkların haklarının tam bir korunması vazgeçilemezdir. Bunu garantileyen
şey de, proletarya önderliğinde devrimci sınıfların ittifakına dayanan demokratik
halk diktatörlüğüdür.
Diyelim
ki, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde, Kürtler ayrılıp ayrı bir devlet
kurmak istemediler (ki, bizim onlara öğüdümüz de bu olacaktır), böyle bir
durumda Kürt ulusuna yaşadığı bölgede, toprak parçası üzerinde bölgesel-özerklik
verilecektir. Her bakımdan Türk ulusuyla eşit haklara sahip olarak
yaşayacaktır. Diğer milliyetlerin hakları da tam bir güven altına alınacaktır.
SORU - 9: Federalizm ve
seksiyondan ne anlaşılmalıdır?
Bir
parantez açalım önce:
Bir Marksist ulusal-özerkliği değil, bölgesel-özerkliği
savunur marksist; özerklik hakkını değil, özerkliğin kendisini.
Parantezi kapatarak federalizmin kendisine geçebiliriz.
Ulusal-özerkliğin
olduğu yerde federalizm kaçınılmazdır. Federalizm de iki taraf arasında bir
anlaşmadır. Federalizmle ulusal-özerklik daima yan yana yürürler.
Ulusal-özerklik, ulusların sınırlandırılması eşliğinde yol alıp ulusları
bölerken ve dahası, bir devletin yapısı altında genel nüfusu sınırlandırırken,
federatif ilke ayrı ayrı ulusal topluluklardan işçileri sınırlandırır.
Birleşik
işçi partisi, ulusal topluluklara göre ayrı ayrı partiler biçiminde ulusal
özerklik planı ile bölünür. Bu demektir ki, ulusal özerklik işçileri ulusal
topluluklara göre bölmenin temelidir. Bu özerkliğin olduğu yerde federasyon,
federalizmin ör...
200
gütte
varlaştığı ortamda ulusal-özerklik ardı sıra gündeme gelir.
Federasyon - Ulusal
özerklik - Ayrılıkçılık!
Bunlar
birbirini ardı sıra izler.
Lenin’in sözleriyle, Marksistler, hiçbir zaman ne federatif ilkeyi, ne de
merkezîyetsizliği savunacaklardır. Marksistler, ayrı ayrı uluslar bir devlet
sınırları içinde kalmayı yeğledikleri sürece, merkezileşmeden yanadır,
merkezîyetsizliği ve federalizmi benimsemezler.
Büyük
ve merkezileşmiş bir devlete, kapitalizmin gelişmesinin koşulları,
merkezileşmemiş ve küçük devleti koşullardan daha olanaklıdır. Marksistler,
diğer tüm koşullar eşit olduğu takdirde daima büyük devletten yana olacaktır.
Proletaryanın üzerinde yaşadığı toprakların en sıkı iktisadî kaynaşması
sevinçle karşılanmalıdır. Kaldı ki, üretici güçlerin geliştirilmesi de merkezî
bir devlet içinde toplanmış geniş topraklara gereksinim duyar. Merkezî büyük
devlet tarihsel bir ilerlemeyi ifade eder. Geçmiş dönemlere özgü
parçalanmışlıktan geleceğin dünyasının sosyalist birliğine doğru tarihsel bir
ilerlemedir merkezileşmiş devlet.
Ulusal-özerklikle
kol kola giren federalizmin, merkezîyetsizliğin değil, merkezîyetçiliğin,
merkezî devletin gerekliliği bundandır. Ulusal-özerklik milliyetçiliğe,
federalizm de milliyetler düzleminde işçileri ayrı ayrı bölükler halinde
ayırarak işçi partisinin tekliğinden çokluğuna ve işçi saflarında tam bir
çöküntüye yol açar. Bilinir ki, Marksistler, bütün milliyetlerden işçileri tek
ve birleşmiş olarak bir araya toplar ve bu toplulukları bir tek işçi partisi
içinde birleştirirler.
201
Federalizmin
uygulama alanı bulduğu ilk alan herkesçe bilindiği gibi Avusturya
sosyal-demokrasisidir. Bundcuları da unutmamak gerekir. Örgütlenmede federatif
ilke, Avusturya sosyal-demokrasisinde 1897’de uygulanır ve hemen iki yıl sonra
ulusal-özerkliğe geçilir. Bundcular da 1897 yılında federalizmi örgütlenmede
uyguluyorlardı; ve dört yıl sonra da ulusal-özerklik doğrultusunu adımlamaya
başladılar.
Bundan
şu sonuç çıkar ki, örgütlenmede federalizm, programda ulusal-özerklikten önce
varlaşmıştır. Federatif ilke ile ulusal-özerklik elbisesinin astarı gibi
birlikte bulunurlar.
Avusturya
sosyal-demokrasisiyle başlamışken, bu ilk ve tipik örnekle sürdürelim.
Bu örnek, günümüzde devrimci ve komünist çevrelerde doğrudan ve
dolaylı, açık açık ve utangaçça savunulan ve örgütlenmede seksiyonu öngören
düşüncelerin daha yakından tanınması açısından son derece öğretici olacaktır.
1896 yılında Londra’da Enternasyonal’in kongresi yapılır. Bu yıla
değin, Avusturya’da bir tek birleşik sosyal-demokrat parti vardır. Avusturya
Sosyal-Demokrat Partisi içindeki Çekler Enternasyonal’in Londra Kongresi’nde
ayrı temsil hakkını isterler ve hakkı elde ederler. Böylece örgütlenmede ilk
bölünme Çeklerle başlar. Hemen bir yıl sonra partinin Viyana kongresi yapılır.
Ve bu kongreyle Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi Alman, Çek, Polonyalı,
Ukraynalı, Ruten, İtalyan ve Güney Slavlardan meydana gelen altı
sosyal-demokrat gruba bölünür. Böylece tek bir merkez, altı ulusal
sosyal-demokrat grubun federal birliği, yani altı ulusal sosyal-demokrat parti
resmen oluşturulur.
Bu kongreye değin birlik halinde tüm ulusal topluluklar-
202-DevamVar
dan sosyal demokratları temsil eden birleşik parti, birleşik Avusturya işçilerinin partisi birbirinden bağımsız ulusal sosyal demokrat gruplarla parçalanmış hale gelir.
Bununla
da kalınmıyor.
Her bir parti (6 grup) adım adım birbirinden uzaklaşır; meclis gruplara
bölünür. Bu bölünme ulusal-topluluklar bazında sendikalara sıçrar, sendikalar
da milliyetlere göre parçalanır; aynı durum kooperatif ve diğer işçi
örgütlerine (dernek vb.) uzanır ve her alanda tam bir bölünme, parçalanma
yaşanır.
Bununla
da yetinilmez.
Her milliyete mensup işçiler grevler vb. alanlarda karşı karşıya gelir. Birinin
grevini diğer ulusal topluluktan işçiler kırar. Öyle ki, işçiler kendi ulusunun
burjuvazisiyle kol kola diğer milliyetlerden işçilerin grev kırıcılığına dek
işi uzatırlar.
Sonuç...
Sosyal-demokrat saflarda tam bir bozgundur. İşçi hareketinin birliğinin çözülmesi,
önüne geçilemez bir ayrılıkçılık.
Ne
diyordu Stalin?
Tam tecrit, tam kopma, işte federalizmin “Rus pratiği”nin gösterdiği bu.
Tıpkı Avusturya sosyal-demokrasisinin pratiği gibi.
Ne olmuştu Rusya’da?
Bundcu ayrılıkçılar da tıpkı Avusturya örneğinde olduğu gibi, örgütlenmede
federalizmi uygulayarak, ulusal-özerklik planı uyarınca aynı güzergâhta
ulusalcılık düzleminde milliyetlere göre işçileri bölüp parçaladılar.
Örgütlemede
federalizmin ulaştığı nokta işte budur. İşte
sayfa203
bundan
ötürüdür ki, Lenin, parti federatif bir yapıda olmamalı, ulusal
sosyal-demokratik gruplar kurmamalıdır der. İşte bundan ötürüdür ki, Lenin,
Marksistler hiçbir zaman federatif ilkeyi savunmazlar fikrini sık sık yineler.
Demek ki,
a-) Tek işçi partisini parçalayan,
b-) Sosyal-demokrat işçileri sınırlandıran,
c-) Sendikaları milliyetler bakımından bölen,
d-) Öteki milliyetler işçileri karşısında ihaneti koşullandıran,
e-) Ulusal sürtüşmeleri keskinleştirip kızıştıran,
f-) Sosyal-demokrat saflarda görülmedik çöküntü yaratan,
örgütlenmede
federalizm ilkesi, deneyimlerin de (Avusturya ve Bund deneyimi) tanıttığı ve
yaşamın aleyhine tanıklığını sürdürdüğü, yaşayan ve canlı olanın kenarında
kalarak, yalnızca tarihsel ilgi odağı olarak kalmıştır bugün.
Devrimci
saflarda yeniden bu Avusturya sosyal-demokrasisi ve Bund soyundan ata binmeye
kalkmak, akıl almaz bir dar görüşlülük, bağışlanmaz bir hata olacaktır.
Dolayısıyla
seksiyon adı altında ambalajlanan bu fikrin, ne kadar masumane, ne kadar iyi
niyetli gelirse gelsin ulusal-kültürel özerklikten başka bir anlama
gelmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Her özel ulusal gelişme yolunu savunmak,
ulusal kültürel özerkliğe, oradan da “ulusal yöne bir vurgu”, “ulusal yöne bir
yönelim”, “ulusal özellikleri bir hesaba katma” vb. eşliğinde komünist partide
federatif örgütlenmeye geçiş olacaktır. Bu geçiş de, komünist partisinin
tekliğinden çokluğuna geçişin en elverişli koşulu görevini yerine getirecektir.
sayfa204
İki
tip örgütlenme olabilir bu bağlamda.
Ya, uluslararası
örgütlenme tipi, ya işçileri milliyetler bakımından ayırarak örgütleyen federalizm tipi.
Birincisi, Marksistlerin
her zaman savunduğu,
ikincisi,
Marksistlerin dünyanın hiçbir yerinde savunmadığı örgütlenme fikridir
(Bu ikincisinin temellerini 8. sorumuzun
yanıtında, “Özerklikten ne anlaşılmalıdır?” başlığı altında yakından tahlil
etmiştik).
Seksiyon,
ulusal-özerklik ve örgütlenmede federalizm zemininde yükseldiği bunca devrimci
deneyimlerden sonra tanıtlanmış olsa gerektir. Ama hala, bu kategorileri farklı
kulvarlarda yarıştıranlar varsa, düşüncelerinde bir damla mantık, bir damla
yaşanmış deneyimlerin izi yok demektir.
Peki seksiyon hiç savunulamaz mı?
Savunulur.
Bu da şu koşula bağlıdır. Böyle bir örgütlenme devrimden önce,
devrimin hazırlanışı, devrimin örgütlenişi döneminde ve devrimde savunulmayan
yanlış olan, uygun düşmeyen şey, devrim sonrası dönemde gündeme gelebilir.
Devrim sonrası SSCB’nin örgütlenmesi buna en açık bir örnektir. Tek bir
Komünist Parti vardır. Bu partiye bağlı ve her bölgenin ayrıca bir Komünist
Partisi vardır. Bölgesel KP’ler merkezi KP ile birleşmiş bir bütün
oluştururlar.
Bir
parantez de burada açalım istiyoruz. Devrim sonrası Rusya’da oluşturulan özerk
bölgelerin komünist partileri ulusal-kültürel özerklik tipi Bauerci, Bundcu
plan gereğince örgütlenmezler. Bilinir ki, bu plan yalnızca kültürel-ulusaldı
ve topraktan bağımsızdı. Oysa devrim sonrası Rusya’sında bölgelerin özerkliği
vardı. Ve Rusya özgülünde devrim son—
sayfa205
rası
örgütlenmede, yani cumhuriyetler, özerk bölgeler arasındaki ilişkide federalizm
yalnızca geçici ve yalnızca tam birliğe doğru ara bir biçim, ara bir çözüm
olarak benimsenebilir. Tıpkı İrlanda’nın kurtuluşu için ara bir çözüm olarak,
bir sıçrama tahtası olarak federalizmin Marks tarafından benimsenmesi gibi. Ve
parantezimizi kapıyoruz.
Komünist
Enternasyonal örgütlenmesinde en açık şekliyle görüyoruz seksiyon tipi
örgütlenmeyi. Çeşitli ülke KP’lerinin Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi
bünyesinde tek bir merkeze yönlendirildiği ve birçok parti, tek bir merkezin varlığıyla
yaşam hakkı bulan bu örgütlenme tipinin herkesçe bilindiğini belirterek
geçiyoruz.
Belirleyici
olan yalnızca, ama yalnızca koşullardır.
Devrim öncesinin koşulları seksiyon tipi bir yapılanmayı hiçbir alanda gündeme
sokmadığı halde, devrim sonrası Rusya ve Komünist Enternasyonal örgütlenmesi
döneminin koşulları böyle bir yapılanmayı komünistlerin önüne bir gereksinim
olarak dayatmıştır.
Deneyimlerin
ışığında denebilir ki, Türkiye Kürdistanı’nda öncüye bağlı bir seksiyon
örgütlenmesi, Türk, Kürt ve tüm diğer ulusal-topluluklardan komünist işçileri
böldüğü, tek ve birleşmiş komünist partisini parçaladığı, farklı ulusal
topluluklardan işçileri cephe cepheye getirdiği için zararlıdır ve asla
benimsenemez.
Karanlık
değil, aydınlık bir ışık altında incelendiğinde görülecektir ki, birleşik
Türkiye proletaryası, birleşik örgütlenme, ortak düşmana karşı birleşik
örgütlenmenin aslolandır, Marksist hattır.
sayfa206
Ve
zafer, milliyetlere göre bölünmüş tek tek işçi partileri değil, ortak
mücadeleye aklını ve yüreğini koymuş merkezileşmiş tek bir komünist Öncüyle
kazanılabilir ancak.
SORU - 10 : Görevimiz,
propagandamız, birleşik eylemimizin içeriği nedir?
İlk
görevimiz, kuşkusuz ki proletarya önderliğinde halk demokrasisi ve bağımsızlık
uğruna sürdürülen sınıf savaşımının birliğini korumaktır. Bunun için çağrımız
şudur: Her ulusal topluluktan Türkiye’nin bütün işçi, köylü ve diğer ezilen ve
sömürülen devrimci sınıfları birleşin! Gövdeyi köylülüğün, başı işçi sınıfının
meydana getirdiği işçi-köylü temel ittifakı üzerinde küçük burjuvazi ve ulusal
burjuvazinin devrimci kanadının milliyet farkı gözetmeksizin oluşturacağı
güzergah, Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimi ile donanmış güzergâhtır.
Türkiye’nin
siyasal gündemine giren Kürt gerçeği sorunu, Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı bir
devlet kurma hakkını içeren kendi kaderini tayin hakkını güvence altına alacak
yegane şey, faşist komprador patron-ağa devleti değil, demokratik devlettir. Bu
devlet de, devrimimizin zaferiyle kurulacak olan devlettir.
PKK
önderliğinde yürütülen ulusal-burjuva mücadelenin hızla gelişmesiyle birlikte,
devrimci saflarda siyasal sorunları Türkiye değil, “Kürdistan” açısından ortaya
koyma biçiminde, ezilen ulus milliyetçiliğine prim veren, ezilen ulus
milliyetçiliğinin olmaz bir eklentisi haline gelen eğilimlerin aynı hızla
geliştiğine tanık oluyoruz. Ezilen Kürt ulusunun burjuva ulusalcılığının aleti
haline gelinmek istenmiyorsa,
sayfa207
aynı
ulusalcılığın oyununa gelinmek istenmiyorsa, sorunları “Kürdistan” değil, Türkiye açısından ortaya koymak
gerekir. Ezilen
ulus burjuva milliyetçiliğinde yalnızca ilerici olanı yani yalnızca ulusal
eşitsizlik ve ayrıcalıklara karşı verilen mücadeleyi destekler bunun ötesine
gitmeyiz. Zira daha ötede burjuva
milliyetçiliğini güçlendiren noktaya ulaşılır, yani ezilen ulusun kendi ulusu
lehine ayrıcalıklar yaratma noktasına. Bundan dolayıdır ki, Lenin şöyle sesleniyor:
“proletarya, milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez, çünkü daha
ileride, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin
eylemi başlar.”
Ve ekleyelim: Buna da Marksistler alet olmazlar.
Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkını olanca gücümüzle
savunmalıyız. Bu hakka saygılıyız. Türk egemenlerinin her türlü
ayrıcalıklı durumunu asla desteklemeyiz. Devlet kurma, egemen ulus burjuvazisinin
ve toprak ağalarının tekelinde olamaz. Buna Kürt ulusunun da tartışmasız hakkı
vardır.
Marksistler
nerede olursa olsun zora dayanan bağlar gördüğü an buna karşı ayrılma
hakkını koşulsuzca savunur ve desteklerler.
Ancak
bugün Türkiye’de devrimci çevrelerin bir bölümünde yaşanan bunun da ötesinde,
ezilen ulus milliyetçiliğini güçlendirme, onun dümen suyuna girmedir. Neredeyse
PKK hareketi karşısında secdeye varılacak bazı çevrelerce. Sınıf bakış açısı
unutulmuş, bir yana bırakılmış, pusula şaşırılmış, proletar sınıfın çıkarları
ezilen ulusun burjuva milliyetçiliğine heba edilmiş ve adeta ulusal sorun
“fetih” hale getirilmiş.
Sayfa208
Her
milliyetten Türkiye proletaryası ve bağlaşıklarının birliğinde direnmeliyiz.
Bu ilk nokta.
İkincisi,
“her şey Kürdistan için, dünyanın canı cehenneme” şeklinde ifade edebileceğimiz
anlayışlara karşı Marksist düzlemi asla terk etmemeliyiz. Daha da
somutlaştırırsak “her şey Kürdistan için Türkiye’nin canı cehenneme” fikri,
“her şey burjuva milliyetçiliği için” şiarıyla özdeştir ve kararlılıkla karşı
konması gereken şeydir.
PKK’nın
söylemi burjuva milliyetçilikle sosyalist öğeleri iç içe barındırmaktadır.
Söylemdeki sosyalistliğe karşın, gerçek bunun tersidir. Teorisi, her ne kadar
ezilen ulus burjuva milliyetçiliği ile sosyalist görüşlerin bir harmanlanışı
gibi gözüküyorsa da burjuva-milliyetçilik yumağında sosyalist öğe bu yumağa
dolanmış al bir iplik gibidir. Sosyalizm yalnızca işin dekorudur; özü
milliyetçiliktir. Onun işçi partisi adlandırması da yalnızca görünürdür. İşin
özü ayrı, sözü ayrıdır. Eğer gerçek bir işçi partisi olsaydı ayrılıkta değil,
özgün koşullarda birlikte direnirdi. Eğer gerçek niteliği böyle olsaydı
güzergâhı milliyetçilik olmazdı. PKK’nin her yanı buram buram Kürt burjuva
ulusalcılığı kokuyor. Bu koku ortasında sosyalizmin kokusundan eser kalmamış.
Görevimiz
işin bu yanına da projektörlerimizi çevirmek olmalıdır.
Öte
yandan ulusal hareketi bayağılaştırıp alçaltan ve hareketi küçük bir kavga
düzeyine indirgeyen eğilimlere de eleştirilerimizi yöneltmekten geri
kalmamalıyız. Zira bilinir ki, ezilen ulus burjuvazisi bir yandan tüm halkı
kendi bayrağı altına çağırıp ulusal başkaldırıyı sürdürürken, beri yandan…
Sayfa209
..ezen
ulus burjuvazisi ve onların ağa babası emperyalistlerle gerici uzlaşma, anlaşma
ve ittifaklara girebilir; ve bu durum hiç de istisnai bir durum değildir. Bu da
gözden uzak tutulamaz.
Unutulmaması
ki, proletarya yasallığın çerçevesinde, devlet sınırları sorununda egemen ulus
burjuvazisine boyun eğdiği sürece, egemen ulus burjuvazisi her türlü
"ulusal eşitlik", "ulusal özerklik" vb. sözü vermeyi,
bütünü korumak açısından hiçbir zaman dışlamaz. En çirkin pazarlıklar bile söz
konusu olur.
PKK’nin ulusalcı devrimciliği, her
türlü uzlaşma eğilimlerine açıktır. Burjuva-milliyetçi yapılanmalarda
direnmeyle uzlaşma, savaşla barış arasında yalnızca bir adımlık mesafe vardır.
PKK de bu çerçevede bir örgüttür. Uzlaşmacı, kaypak, her an farklılaşabilen bu
hareketin devrimciliği kararlılıktan uzaktır. Şimdilerde her şeye namlunun
ucundan bakan bu hareket, yarın tam tersten işe soyunabilir. Nitekim, PKK’nin
son davranış çizgisi, seçimler, HEP, yeni hükümet (DYP/SHP) karşısında izlediği
tutum, onun Kürt burjuva milliyetçiliği niteliğini pratikte gözler önüne
sermiştir. Bu hareketin bugünkü devrimci niteliği kararlı gözükmemektedir; her
an karşıtına dönüşme öğelerini içinde barındırmaktadır.
Ancak
özgün aşamada hareketin içinde ilerici, devrimci olan ne varsa sözün ötesinde
pratikte savunulmalıdır.
Görevimizin
bir başka cephesini de sosyal-şovenizmle mücadele oluşturmalıdır.
Ezen ulus burjuva ulusalcılığının ve gericiliğinin oyununa gelmemek tayin edici
önemdedir. Ezilen ulus burjuva ulusal-
Sayfa210
cılığının
oyununa gelmeme adına, ezen ulus burjuva ulusalcılığının eklentisi olmak
affedilmez bir suçtur. Komprador patron-ağaların faşizmine su taşıma, nesnel
olarak bu bağlamdaki milliyetçiliği güçlendirme tehlikesi en büyük tehlikedir
ve bağışlanmaz bir şoven tutumdur. Bu konudaki günlük uyarı ve propaganda
çalışmasıyla devrimci eğitim ihmal edilemez; edilmemelidir de.
Ezilen
ulusun burjuvazisi egemen ulusun burjuvazisine ve emperyalist koltuk
değneklerine karşı savaştığı sürece, bizler bu savaşın kararlı olarak
yanındayız. Zira biz zulmün, eşitsizliğin, ayrıcalığın her zaman ve her yerde
düşmanıyız. Fakat ezilen ulusun burjuvazisi kendi öz burjuva milliyetçiliğinin
çıkarları uğruna savaşıyorsa, biz bu durumda bu tür bir savaşın karşısındayız
ve buna alet olamayız. Ayırt edilmesi gereken, bu iki yandır.
Eylemimiz
ve propagandamıza gelince;
Eylemimiz
enternasyonalisttir; birleşiktir.
Propagandamız iki
yönlüdür.
Ulusal sorun bazında enternasyonalistlik neyi içerir: Ezen ve ezilen
ulusun işçi ve emekçi yığınlarının birliğini. Zira bilinir ki, ulusların kendi
kaderlerini kendilerinin tayin hakkı da dahil, her türlü demokratik istem,
sosyalizmin yüksek çıkarları, sınıf savaşımının yüce çıkarları karşısında
ikinci derecededir, talidir. Dolayısıyla, proleter sınıf çıkarları, işçi
davasının çıkarları Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden işçi, köylü ve diğer
devrimci sınıfların ortaklaşa birliğini öngörür. Eylemimizin birliği budur.
Bütün ulusal topluluktan ezilenlerin kardeşçe sınıf dayanışması her türlü
demokratik istemden çok daha büyük önem taşır.
Ayrıca
belirtelim ki, ulusal sorunun önemi, yani özgülümüzdeki “Kürdistan”ın önemi,
geçicidir. Ve bu önem, Türkiye’de
Sayfa211
sınıf
mücadelesindeki her şiddetleniş, her ileri adım, ulusal mücadelede bir azalışa,
bir büzülmeye varır. Engels, Mayıs 1851’de Marks’a tarih okumanın kendisini
Polonya konusunda kötümser sonuçlara götürdüğünü ve Polonya’nın öneminin
Rusya’da tarım devriminin gerçekleşeceği ana dek süreceğini yazarken haksız
mıydı dersiniz?
Ya şimdi?
Devrimimizin
nesnel koşullarının olgunlaştığı, bağımsız proletarya hareketinin çoktan beri
ortaya çıktığı, Komünist Partisi’nin ayağa doğrulduğu ve dahası komprador
patron-ağalarla savaşımda sınavdan geçmiş bir Proletarya Partisi’nin ve en sonu
kıvamındaki mükemmel devrimci durumun Öncüye tabakta meyve sunar gibi eşi
görülmedik fırsatlar sunduğu günümüz Türkiye’sinde, “Kürdistan”ın öneminin
geçiciliği çok daha anlaşılır olsa gerek. Demokratik devrim nesnel olarak
kapıdadır; ulusalcılık bu kapının eşiğine varıldığı ana dektir.
Bir adımlık mesafe...
Direngenlik,
özveri ve kararlılıkla bu mesafe daha da kısalacaktır. Yeter ki, öğrenmeyi ve
de savaşmayı bilelim... Silahların eleştirel gücüyle tepe noktasına mutlaka
varılacaktır. Ve bu savaşım, ulusal sorunu da çözecektir.
Propagandamız ikilidir.
Bir yandan işçilerin enternasyonalist birliğini, sınıf mücadelesinde kardeşçe
dayanışma ve ortak mücadeleyi savunup propa-
sayfa212
ganda
yaparken, öte yandan, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünden yana propaganda
yapmak her komünistin görevidir.
Ezen
ve ezilen işçi ve ezilenlerinin kayıtsız-koşulsuz birliğini, örgütsel birlik de
dahil olmak üzere savunmak ve uygulamak ezilen ulus sosyalistlerinin görevidir.
Ezilen
uluslar için ayrılma özgürlüğünü istemek de ezilen ulus sosyalistlerinin
vazgeçilemez ödevidir.
Propagandamız
ve günlük bilgilendirme yükümlülüklerimiz bu çifte yaklaşımla yaşam hakkı
bulur. Biricik enternasyonalist tutum da budur.
Son bir noktayı belirterek ON
SORUDA ULUSAL SORUN SİYASETİ başlıklı yazımızı bitirelim.
Türkiye Kürdistanı’nda ulusal
hareketin gelişmesi, ön plana çıkması, sorunun siyasal gündemi işgal etmesi
devrimimizin sürecine damgasını basan sınıfsal zeminde varlaşan feodal
sistemle, geniş halk yığınları arasındaki çelişime ile; emperyalizmle ülke
halkı arasındaki çelişmeyi temel çelişme olmaktan çıkarmaz (Belirtelim ki,
temel çelişmeyi ister Mao’daki biçimiyle, yani emperyalizmle ülke halkı ve
feodalizmle geniş halk yığınları biçiminde iki çelişme olarak, isterse
emperyalizm, feodalizm-halk arasındaki gibi tek olarak ifade edelim bir şey
değiştirmez. Öz aynıdır, birinde ayrı ayrı, birinde tek olarak ifade edilmiş;
her iki halde de içerik, sınıfsal muhteva aynı). Ve de ayrıca bu sürecin içinde
bulunduğumuz devrim aşamasına damgasını basan ya da mücadelenin darbesinin
doğrultusunu belirleyen feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki baş
çelişmeyi asla ikinci plana düşürmez.
Sayfa213
Ekonomik, toplumsal ve siyasal
statü değişmediği yani yarı-sömürge, yarı-feodal şekilleniş bir alt üst oluşla,
yığınların aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğiyle değişmediği ve temel sınıf
ilişkileri arasında buna koşutluk halinde temel bir değişme olmadığı sürece ya
da örneğin, işgal vb. yoluyla sınıfsal mücadelenin çıkarları ulusal mücadelenin
çıkarlarına tabi olduğu yeni bir aşama gündemimize girmediği sürece (Çin’deki
Japon işgali gibi), feodalizmle geniş halk kesimleri arasındaki çelişme baş
çelişme olmaya devam eder.
Toplumsal
gelişmenin, ilerlemenin yazgısı bu çelişmenin proletarya önderliğindeki
demokratik halk devrimiyle çözülmesine bağlıdır. Bazılarınca sanıldığı gibi demokratikleşme
ulusal sorunla değil, ulusal sorun demokratikleşmeyle çözüme kavuşur.
Demokratik bir devlet çerçevesindeki özellikle köylülüğün demokratikleşmesi,
toprak sorununun çözümü ile ulusal sorun da, ondan kaynaklanan çelişme de tam
bir çözüm olanağı bulur. Ulusal sorunun
çözümünün ya da ulusal çelişmenin çözümünün ülkede demokratikleşmeyi
sağlayacağını savunan anlayış ise, olgulara tersten bakmaktadır.
Başlangıç noktasından sonuca değil, sonuçtan başlangıca!
Oysa biri diğerinin sonucudur. İşte unutulan da budur.
Stalin’e
gönderme yaparak noktayı koyalım:
Rusya siyasal yaşamının ekseni ulusal sorun değil, toprak sorunudur. Bu nedenle
Rus sorununun ve dolayısıyla ulusların ‘kurtuluş’unun yazgısı, Rusya’da toprak
sorununun çözümüne, yani feodal kalıntıların kaldırılmasına, yani ülkenin
demokratikleştirilmesine bağlıdır”.
Boğanın boynuzlarından yakalanacağı yer
işte burasıdır.
1991 YILI-(Lütfen bu tarihi göz önünde bulundurun.)BiTTi