13 Eylül 2025 Cumartesi

Öcalan’ın sözü neden zalime değil de mağdura?-Halil Gündoğan-12.09.2025

Öcalan pragmatizmi

Fırsat buldukça ve vesile oluştukça genelde Kürtlere özelde onun ulusal ve siyasal önderlerine, örgütlerine hakaret ve küfürlere varıncaya dek laf etmekten, herkese ve kesime ayar ve yön vermekten geri durmayan Öcalan, söz konusu iktidar cenahı olunca, övgü dışında tek bir laf etmiyor oluşu, sizce de anormal değil mi?

 Doğal olarak sormak gerekiyor: Kendisini ezilen bir ulusun “halk önderi”, sosyalist ve demokratik toplum inşacısı olarak gören biri neden dinci faşist bir iktidarın ve onun liderinin bunca aleni despotluğuna karşı eleştirel bir söz etmez ve kınamaz acaba?

 Devlet heyetiyle “Demokratik ulus” ve “Demokratik Toplum” inşası konusunda “yeni paradigma” oluşturduğunu söyleyen Öcalan’ın, devletin bu paradigmaya aykırı ve onu alenen sabote eden icraat ve tutumlarını eleştirmesi gerekmez mi? Bir dava ve programın önderi sıfatıyla bu müdahale, onun sorumluluğu gereği değil midir? Tutarlılık ve samimiyet bunu gerektirmez mi?

 Öcalan’ın Demirtaş hazımsızlığı  

Zorbalığa, faşizan uygulamalara ve aleni hukuksuzluğa kararlıca karşı durmadan, eleştirel tutum takınmadan, pratikte kararlıca kendi hakkına-hukukuna sahip çıkmadan demokratik toplum nasıl inşa edilir acaba? Nasıl sosyalist olunur? Mevcut iktidar ve onun lideri dinci faşist bir zihniyetin icracısı ise, toplumu ileri değil geriye çekmeye çalışıyorsa, işçi-emekçi düşmanı ise, özgürlükler ve demokrasi düşmanı ise; onu iktidardan alaşağı etmek, ona karşı örgütlenmek ve alternatif bir adayı öne çıkarmak için; “seni başkan yaptırmayacağız!” demek son derece meşru ve siyasal mücadelenin bir gereği ise; sen kim adına bu tavrın karşısında durmuş oluyorsun acaba?

Sen kim adına Erdoğan’a, o lafı eden ve adeta tüm muhalif kesimin desteği ve sempatisini kazanan Selahattin Demirtaş’tan bunun hesabını soracağının sözünü verirsin? Bu söz verilmişti ki Erdoğan çıkıp: “Edirne’deki zat İmralı’dakine hesap verecek” diyebildi. Faşist uygulamalara karşı çıkmadan ve mücadele yürütmeden demokratik toplum nasıl inşa edilir acaba? Demokrasi mücadelesi demokrasi güçleriyle ortaklaşarak, her türlü meşru mücadele yol ve yöntemleriyle, dişe diş bir ısrarla verilir, demokrasi düşmanı güçlerle kol kola girerek değil.

 Erdoğan yerine Özel’e ayar çekmek

Ama görüyoruz ki Öcalan bütün bunların çok uzağında konumlandırmış kendisini. Erdoğan iktidarının hiçbir hukuksal norm takmadan, yargı maharetiyle ana muhalefet partisine karşı yürütmekte olduğu darbeci tasfiyeciliğe bir çift laf edeceğine, Özgür Özel’e selam göndermeyi tercih ediyor. Yargı eliyle gerçekleştirilen ve giderek partinin başına kayım atamaya varacak olan darbeye karşı meşru direniş haklarını sokak ve alanlarda fiili mücadele ile kullanmaları dışında hiçbir yolun bırakılmadığı bir durumda, ona Gezi’nin akıbetiyle ayar verip, uysal ve uslu durma nasihatı vermeyi tercih ediyor. Tıpkı her sokak direnişi gündeme geldiğinde “gizli odakların” Kılıçtaroğlu’nun kulağına “bir tuzak var”, “güvenlik riski var” ayarı çekerek, vazgeçirmesi gibi, galiba bu kez de Öcalan bu işe memur kılınmış:

 

“Ben fiili önderlik yapıyorum. Kandil’in, DEM’in, hatta CHP’nin de çıkarlarını gözetiyorum. Özgür Özel beye de selamlarımı iletmelisiniz, onunla da görüşün. Bir tuzak vardır, demokratik siyaset ve ittifakla çıkılır. Bu gidiş tehlikelidir. Böyle giderse Gezi’de olduğu gibi, iş sokağa taşar ve bir on yıl kaybedilir. (…)” (*)

 

Öcalan’ın sokağı öcü gösterme gayreti

Bugün övünerek ve caka atarak pazarlamaya çalıştığı “sıfırdan alarak bugün devlet ile Kürtler arasında arabulucu konuma yükseldim” dediği bu güç ve kudretini on binlerce Kürdün silahlı ve silahsız militan mücadele ve serhildanları sayesinde kazandığını unutarak, sokağı, yani meşru filli militan mücadeleciliği öcü göstermeye soyunuyor. Muktedirlerin, kitlelerin meşru direnişlerinden korkuları anlaşılır da Öcalan’ın korkusu niye?

 

Özgür Özel’e açıktan çağrı yapıyor: Sokağı kaşıma! Kitleleri sokağa taşıma! Sokağa çıkan örgütlü kitle selinin nereleri yıkıp geçeceği hiç belli olmaz. Huzurumuzu kaçırma! Sen de Kılıçtaroğlu gibi uslu/uyumlu, yani "demokratik siyaset" ile muhalefet yap ki dümenimiz şaşmasın. Görmelisin ki çıkışın yok; çıkış "demokratik siyaset ve ittifak" ile mümkündür ancak. Burada kast ettiği "demokratik ittifak" çağrısı da iktidar ile uyumlu çalışmayı kabul etmesidir. Yani "gel bize katıl" diyor. 

 

Gezi örneği vererek, sokaktan ve fiili direniş ve hak arama mücadelesinden, genel boykot ve üretimden gelen gücün kullanılarak hayatın durmasının ifadesi olan genel grevden uzak durulmasını öğütlüyor yeni “bir bilen” ve “kâmil kişi” sıfatıyla:

 

“Demokratik siyaset içeriği önemlidir. Özgürlük yasaları (bununla kastedilen tamamen PKK’li ve diğer Kürt siyasi tutsaklarının tahliye edilmelerini ve keza silah bırakan PKK’lilerin topluma entegrasyonunu mümkün kılan yasal düzenlemelerden ibarettir. Yani “Özgürlük yasaları” dediği özgürlüğün kapsamı bununla sınırlıdır. Bn.) ve ardından anayasa… (yeni anayasa ile yapılmak istenenin ne olduğu Bahçeli ve Erdoğan’ın “kırmızı çizgileri” ile zaten ortada.

Temel işlevi tamamen Kürtlerin Türk ulusuna entegre edilerek, yeni bir Türk ulus devletinin inşasının hukuki zeminini oluşturmaktan ibaret bir anayasadır. Yani gerçekten de yeni bir demokratik anayasa yapmak değil. Tam aksine mevcut otokratik/faşist başkanlık sistemini tahkim etmeyi amaçlayan ve keza şeri hukuka engel olan bazı maddelerin değiştirilmesini hedefleyen bir anayasadır yapılmak istenen. Bn.) Özgürlük ve demokratik entegrasyon yasalarına Özel’ler de destek verirse hem Türkiye’nin hem demokratik siyasetin önü açılır ve bu şekilde demokratik seçimlere gidilir.” (*)

Özel neyin derdinde Öcalan neyin peşinde

Bir laf var, hani denir ya “keçi can, kasap et derdinde”. Özgür Özel neyin derdinde, Öcalan neyin peşinde. Erdoğan, kendisine uysal-makul bir ana muhalefet partisi gibi kolaylıklar sunmayıp, iktidarına göz dikmiş ve “ille de seni alaşağı edeceğiz, artık yeter.” diyen Özel’i ve partisini saf dışı etmeye çalışıyorken; Öcalan, böylesi aleni bir durumda dahi, yukarıdaki lafları edecek kadar da siyasi aymazlık içinde olabiliyor.

 “Özel’ler destek verirse” diyor hem demokratik siyasetin önü açılırmış hem de demokratik seçimlere gidilirmiş. Ama Özel’lerin bunu yapabilmesi için önce yeni partnerin Bahçeli ve Erdoğan’ın rakipleriyle normal hukuk normları çerçevesinde, demokratik yollarla mücadele yürütmeleri koşulunu ileri sürmen gerekmez mi acaba?

Çünkü Erdoğan bu süreçteki tüm derdi, o “demokratik seçimler” dediğin seçimleri engellemek üzerine kurulu. Çünkü başka türlü iktidarını sürdürmesi mümkün değil. Öcalan bunu görmüyor ve idrak edemiyor olabil mi acaba?

 Muhtemelen görüyor ve biliyordur. Peki o halde derdi demokrasi ve demokratik seçimler olan biri neden bunların baş düşmanı durumunda olanlara bir çift laf etmiyor da Özel’leri, çocuk kandırır gibi, basit mantıksal söylemlerle “tuzağa” çekecek hamleler yapıyor dersiniz?

 

Mevcut iktidarın üçüncü ayağı

Bunun tek bir yanıtı var: Öcalan devletle geliştirdiği ilişki ve vardıkları anlaşma gereği, öngörülen süreci mevcut iktidar bloğu ile tamamlamaları gerekiyor. Erdoğan yan çizmedikçe Bahçeli ve Öcalan bundan vazgeçmeyecek. Yani önemli olan bu Kürt-Türk İttifakı kapsamında tasarladıklarının hayat bulmasıdır. Bunun için Erdoğan iktidarının sistem partisi olan CHP’ye yönelik uç boyutlu bu faşist uygulamalarının bile bir önemi yoktur.

 Öcalan ve demokrasi mücadelesi 

Ve burada sorun geliyor, Kürt Siyasal Hareketinin fiili önderliğini üstlendiğini ilan Öcalan’ın “demokratik siyaset”, “demokratik seçimler” ve “demokratik ittifak” derken bunlara reel politik olarak ne anlamlar yüklediğine dayanıyor. Bu da yaptığı açıklamalar ve takındığı tutumlarla alenen ortada işte. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözlerini yanlış bulan Öcalan, tıpkı Bahçeli gibi Erdoğan’a “sen bize lazımsın, biz Kürtler en azından bir dönem daha başkanımız olmanı istiyoruz” mesajı veriyor aslında.

DEM’in bütün o iyi niyetli çabalarının bundan böyle hiçbir hükmü bulunmuyor. Her şey, Kürt Siyasal Hareketi adına tek karar verici olan Öcalan’ın keyfiyetine bağlı şekillenecek çünkü. Demokrasinin Öcalan’ın zerre kadar umurunda olmadığı ise alenen ortada. Demokrasi güçlerinin ve ama özellikle de Öcalan’a hâlâ belli misyonlar yüklemeye devam eden sol-sosyalist kesimlerin bunu önemle görmesi gerekiyor.

Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde Öcalan ile yürünebilecek bir gıdımlık yolun dahi kalmadığını bıkıp usanmadan kitlelere, özelliklede Kürt işçi ve emekçi kitlelerine anlatmak devrimci sorumluluk gereğidir.

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)