26 Eylül 2025 Cuma

KÜRT ULUSAL SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE TÜRKİYE MODELİ: TASFİYE VE TASFİYECİLİK

Ulusal sorunda temel mesele, sorunun esas özü Ulusun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkına (UKKTH) sahip olması, bu hakkın kullanımıyla her türlü tasarruf hakkının o ulusa ait olmasıdır. Bu hakkın üzerindeki her türlü vesayetin, zora dayanan baskının reddedilmesidir.

“Kürt Ulusal Sorununun 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden çıkacak sonuca göre bir rota izleyeceği, tarafların buradan çıkacak sonuçlara göre pozisyon alacağı tahmin ediliyordu. Nitekim öyle de oldu. Seçimin hemen akabinde PKK Nisan ayında çatışmasızlık ilan etti. Arkasından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün peş peşe Irak ve İran ziyaretlerinde gazetecilere yaptığı açıklamalar geldi.

 İlk etapta Irak Kürdistanı için “Kürdistan” ifadesi (her ne kadar akabinde bu ifadeyi kullandığını reddetse de) demesi ve İran gezisinde ise “2009’un fırsat yılı olduğu” ve “Kürt meselesinde iyi şeyler olacak” diyerek zaten gündemde olan Kürt Ulusal Sorununa yeni bir boyut katarak tartışmayı bir kerte daha yukarı taşıdı. Devamında ise Abdullah Öcalan bir yol haritası hazırlığında olduğunu ifade ederek bu yol haritasını her kesimin düşüncesini alarak oluşturacağını ifade etti. Gelinen noktada tartışmaların olgunlaştığı nokta ise 2009 yılının “çözüm” yılı olacağına dair­dir. Nerdeyse her kesimin ortaklaştığı konsensüs bu olmuştur.

Kürt Ulusal Meselesi “çözüm”, “barış” ekseninden; “çözümsüzlük”, “çatışma” eksenine oturtulan bir karşıtlık denkleminde tartışılarak ilerliyor. Gelinen noktanın ya “çözümü” sağlayacağı bir “barışın” tesis edileceği ya da çözümsüzlükle sonuçlanarak bir büyük çatışma ve savaşın kaçınılmazlığı ifade edilip yolun çatallaştığı ve meselenin bir tercih olduğu ifade ediliyor bütün kesimlerce. Ve Kürt Ulusal Meselesinin “çözümü” üzerine bir dizi beklenti yaratılıyor. “Çözüme dair” bir proje enflasyonu, istenmeyen düzeyde bir bolluk, bereket söz konusu! Tabi bir de Türk egemen sınıflarının, devlet yetkililerinin meselenin tartışılmasında, “rahatça” tartışılmasında oluşan “demokratik” ortamın gururunu sürekli dillendirmeleri söz konusu. Tabi seçim sonrası yüzlerce DTP yönetici ve üyesinin bu serbestlik ortamına dahil edilmemesini saymazsak! Zira onlara bu konuyu “mahpus” damından tartışma olanağı sunuldu.

Bir yandan başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere devrimci, demokrat, ilerici bir dizi kesimin esasta ezilen Kürt ulusu lehine olan “çözüme” dair yaklaşımı; diğer yandan Türk egemen sınıflarının ve onların siyasi sözcülerinin, “aydın”larının, yazarlarının ve medyasının söylem ve “çözüm”e dair yaklaşımları var. Her iki kampta da kendi içinde farklılıklar, ayrışmalar, soruna dair farklı ideolojik-politik yaklaşımlar söz konusu. Ve yine her iki tarafın da meseleye temelde yaklaşımı, ele alışı ve çıkarları doğal olarak farklı.

Gelinen aşama Türk egemen sınıflarının en inkarcı, kemikleşmiş, kafatasçı, ırkçı ve varlığını Kürt karşıtlığına bağlamış kimi kesimlerini bir kenara bırakırsak, bu egemen sınıfların yer aldığı klikler, blokların ortaklaştığı bir nokta artık Kürt diye bir milliyetin varlığını kabul etmek şeklindedir. Kuşkusuz Türk egemenlerinin “Kürt etnik kimliğinin” varlığını kabul etmesi bile kolay olmamıştır. Özellikle Kürt ulusal hareketinin can bedeli mücadelesinin bir sonucu olmuştur.

Ancak yine Türk egemen sınıflarının bütün bloklarının temelde ortaklaştığı bir nokta daha vardır. Kürt ulusal kimliğinin kolektif haklar temelinde kendisini ifadesini ret etmek ve bu hak temelinde asgari düzeyde mücadele yürüten Kürt örgütlerini tasfiye etmektir, sindirmektir. Egemenler için günün acil ve en önemli meselesi; süreci bugüne taşıyan savaş ve direniş iradesini, ulusal mücadele azmini kırmak, tasfiye etmektir. Bu temelde örgütlenen yapıyı ilk elden ortadan kaldırarak ulusal hareketin sindirilmesinin zeminini oluşturmaktır. Bunun hangi biçimlerle, hangi yollarla ve nasıl bir politik yönelimle olacağı ise kendi içlerinde bir tartışma konusu, kavga meselesi olarak açığa çıkmaktadır. Özellikle tasfiye sürecinin nasıl biçimleneceği, verecekleri tavizlerin neler olması gerektiği, çapı ve boyutu gibi meseleler bir çatışma, gerginlik konusudur.

Zira geleneksel ideolojik ve politik tutum olan imha ve inkarla çelişen, artık bu yaklaşımla meselenin sürdürülmesinin imkanlarının bir dizi nedenden dolayı olmadığının mecburen kabul etmek zorunda kalındığı bir devlet tutumu var. Zorunda diyoruz çünkü devlet Kürtleri imha ve inkar ederek politikasını devam ettirmeyi, Kürt ulusal hareketini ve haliyle Kürtleri bu yolla sindirerek, imhaya tabi tutarak yürütmek ister. Ama emperyalist politikalar ve Türk egemen sınıflarına biçilen rol gereği meselenin böyle bir kanlı yolla sürdürülmesi tercih edilmemeye çalışılmaktadır. Bu Türk egemenlerini bazı mecburi değişimlere itmektedir. Bu durumun yönetilmesi, faşist paradigmanın en az zararla çıkması, sistemin özüne dokunmaksızın uygun ideolojik-politik bir formülasyon oluşturulması hedeflenmektedir.

Ama kökleri çok sağlam ve derinlerde olan bir inkarcılık, faşist şekilleniş, şovenist yaklaşım söz konusudur. Bu şekilleniş çarpıcı şekilde açılım adı altında sunulan yaklaşımlarda, kavramsallaştırmalarda komedi düzeyine varan tuhaflıklarla yankısını bulmaktadır. İşte birkaç örnek: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denir” ya da “Kürt kökenli Türk, Türk kökenli Türk!” gibi akıllara ziyan açılımlar. Yine Genelkurmay Başkanı’nın sadece “Kürt-Zaza” ifadelerini kullanması (kuşkusuz bu bir kabulü içerir!) “büyük demokratik açılım”, “büyük demokrat genelkurmay başkanı” şeklinde lanse eden hatta bu açılımı Kürtler için yeterli gören(!) ve artık haklarını almış varsayan (!) bir zihni şekilleniş, bir “demokrasi” algısı ve çıtası söz konusudur, ülke egemenlerinde ve siyasal sisteminde. Bu egemen zihniyetin çözüm projektörü, perspektifi de haliyle bu çıtayla sınırlı kalacaktır.

Nihayetinde egemenlerin Kürt ulusal meselesindeki bütünlüklü yaklaşımının temel ayağı yine inkar, asimilasyon ve Kürt ulusunun kolektif kimlik hakkının reddi temelindedir. Bireysel hak ve özgürlük, kimliğini demokratik ortamda bireysel temelde yaşaması gibi yaklaşımlar ise Kürt ulusal kimliğinin kaba söylemlerden inkarcılıktan; ince naif söylemlerle ve ele alışla inkarcılığa evrilmesinden başka bir şey değildir. Bu yaklaşımın oluşmasının arka planında ise Kürt ulusal meselesinin artık hem iç sorun olarak hem de Ortadoğu’daki yeni denklemle birlikte bir bölgesel ve dış mesele olarak kendini dayatması; Türk egemen sınıflarının emperyalist yönelime uyum ekseninde bu sorunu yönetebilecekleri yeni biçimlere ihtiyaç duyma zaruretidir. Yine bu meselenin iç ayağında (kuşkusuz dış meseleyi de doğrudan etkileyen bir faktör) silahlı Kürt ulusal hareketinin tasfiyesinin gerçekleştirilmesi gibi iradi bir gereklilik söz konusudur. Egemen sınıflar buna odaklanan, bunun selameti için çabalayan, bunu besleyen-destekleyen yaklaşımlar geliştiren bir politik hedef içindedir. Türk egemenlerinin çözüm algısı ve anlayışının temel özünü bu oluşturmaktadır.

Meselenin diğer yanında ise “Barışçıl demokratik çözüm” formülü ile ifadelendirilen, meselenin bu yolla hallini isteyen bir irade, Kürt ulusal hareketi vardır. Kuşkusuz ulusal sorununun hallinde bu bir yoldur. Ulusal hareket barışçıl bir yolla, demokratik temelde, uzlaşı ile bir ulusun iradesini diğer ulusla birlikte yaşama temelinde ya da ayrılma temelinde ortaya koyabilir. Burada esas mesele, sorunun özünün doğru konup konmadığı ve ulusların eşitliği temelinde bir perspektifle buna uygun bir çözümle yaklaşılıp yaklaşılmadığıdır. Birlikte yaşama iradesi ortaya konurken; ezen ulusun haksız ilhakının, ayrıcalıklı imtiyazlı durumunun ortadan kaldırılarak, bunu gerçekleştiren bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığını belirleyen bir kriterdir.

Zira tartışma konusu olan ulusal sorunun “çözümüne” yönelik yaklaşım, anlayış ve tutumlardır. Mevcut statükonun değişim vs. değil, sorunun “çözümü” tartışılıyor, ifade ediliyor, barışçıl demokratik yol vs. derken. Burada “çözüm”ün ancak sorunun özüne inmek ile mümkün olduğunu net vurgulamak gerekir. Çözüm olarak ortaya konan teorik, politik, pratik yaklaşımların sorunun temeline inip inmediği can alıcıdır. Önemlidir, çünkü söz konusu olan bir ulusun kaderiyle ve bu kaderi tayin hakkı ile ilgilidir. Toplumsal, sosyal, siyasal, kültürel gelişimin en temel, en gerekli dinamiklerinin birinin oluşturulması, sağlanmasıyla ilgilidir.

Ulusal sorunda temel mesele, sorunun esas özü Ulusun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkına (UKKTH) sahip olması, bu hakkın kullanımıyla her türlü tasarruf hakkının o ulusa ait olmasıdır. Bu hakkın üzerindeki her türlü vesayetin, zora dayanan baskının reddedilmesidir. Bu hakkın nasıl, ne biçimde, hangi siyasal biçimi alacağı, iradesini nasıl ortaya koyacağı başka bir sorundur. Bu çok çeşitli biçimleri ve tercihleri kapsar. Bölgesel özerklik talebinden, federasyona, ayrılıp kendi devletini kurmaya kadar çeşitli tercihleri içerir. Ama sonuç itibariyle burada tercih ulusun kendisine aittir. Burada herhangi bir dış faktörün müdahalesi, engelleyici etkisi vs. hükümsüz olmalıdır. Yani bu meselenin en temel ve ilkesel şartı bir ulusun KKTH’nı kayıtsız-şartsız kendi eline alması ve özgür iradesiyle kullanma hakkını edinmesidir.

Bugün bu temel ilke, en gerekli ilke çeşitli tartışmaların doğrudan ya da dolaylı  -------------- özgül koşullarına teslim olmasına, bu özgünlüğü esas alan ve buna uygun çözüm biçimi yaratılması gerektiğine dair bir tutum takınmasına yol açtı. Bu yaklaşım; tarihsel, teorik ve siyasal bakış açısından sorunlu ve ciddi açmazlarla maluldür. Kürt ulusal hareketinin siyasal platforma taşıdığı çözüm önerileri, özünde ulusun kendi kaderini tayin hakkını esas almadığı, aksine emperyalist sistemin ve egemen ulus devletin sınırları içerisinde, onların icazeti ve denetimi altında bir çözüm arayışına sıkıştığı için gerçek anlamda bir çözüm gücü olmaktan uzaktır.

Bu noktada üzerinde önemle durulması gereken husus, “demokratik cumhuriyet”, “demokratik özerklik” gibi kavramlar altında sunulan çözüm modellerinin, ulusal sorunun özünü oluşturan kendi kaderini tayin hakkı ilkesini içerip içermediğidir. Eğer bu ilke somut biçimde hayata geçirilmemişse, yani ezilen ulus kendi geleceğini özgürce tayin etme hakkına sahip kılınmamışsa, öne sürülen her türlü formülasyon, ister federasyon, ister özerklik, isterse kültürel haklar biçiminde olsun, sorunun özünü çözmekten uzak kalacaktır.

Bugün Kürt ulusal hareketinin ileri sürdüğü “demokratik cumhuriyet” projesi, esasen Türk egemen sınıflarıyla uzlaşı temelinde ve emperyalizmin bölgesel politikalarıyla uyumlu biçimde kurgulanmıştır. Bu nedenle, hareketin devrimci bir karakterden ziyade reformist bir hatta evrildiğini, ulusal sorunun çözümünde ilkesel bir çizgiden uzaklaşıldığını görmek gerekir.

Ulusal sorunun gerçek çözümü, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız elde etmesiyle mümkündür. Bu hakkın tanınmadığı her yaklaşım, hangi ilerici, demokratik söylemlerle bezenirse bezensin, özünde tasfiyeci bir içerik taşır. Çünkü ulusun özgür iradesi üzerinde bir vesayet kurmak, çözüm değil, sorunu farklı biçimde sürdürmek anlamına gelir.

Dolayısıyla, Kürt ulusal sorununda “Türkiye modeli” diye sunulan ve gerçekte ulusal hareketin tasfiyesini hedefleyen politikaların iflas edeceği açıktır. Çünkü tarihin, toplumsal gelişimin ve halkların özgürlük mücadelesinin yasaları, hiçbir baskı ve zorbalıkla sonsuza dek engellenemez. Kürt halkının meşru ve haklı talepleri, bu halkın kararlı mücadelesiyle birleştiğinde, eninde sonunda kendi kaderini tayin hakkının somut biçimde elde edilmesi yönünde sonuç verecektir.

Bu noktada devrimci ve ilerici güçlerin görevi, her türlü sosyal-şoven eğilime, emperyalizmin yönlendirmelerine ve egemen sınıfların tasfiyeci politikalarına karşı, ulusal sorunun gerçek çözümünü savunmak olmalıdır. Bu da ancak ulusun kendi geleceğini özgürce belirleme hakkını koşulsuz biçimde tanımakla mümkündür.

62

bugünkü politikalarının kayıtsız şartsız desteklenmesi tutumuyla (KKTH’nın kazanılması yönlü bu denli bir çaba ve mücadele bu dostlar tarafından olmamaktadır ne garip ki!) ortaya çıkan sapmaya, yanlış “çözüm” algısı ve yaklaşımının desteklenmesine hatta yer yer “sınıf perspektifi” adı altında bunun altının doldurulup pekiştirilmiş desteğe dönüşmesi söz konusudur.

Çok geniş bir yelpazede devrimci, demokratik, ilerici unsurların ulusal sorunun çözümüne dair yaklaşımı, sorunun tutarlı ve doğru temelde çözümünü değil; ulusal sorunun bir nevi üstünün geçici olarak örtülmesini amaçlamaktadır. Yaratılan “çözüm” algısı, oluşturulan “çözüm” perspektiflerinin büyüteç altına alınıp incelenmesi durumunda, ulusların tam hak eşitliği, kendi kaderini tayin etme hakkının kazanılması gibi temel ilkelerin; sorunun esas çözümündeki başlangıç ilkelerinin silikleştirilmesi, iğdiş edilerek olabildiğince flulaştırılması ile karşı karşıyayız.

Politik-pratik mücadele bir dizi neden, gelişme ve koşullardan dolayı esneklik içerir. Ancak politik-pratik mücadele yeni biçimlere bürünürken sorunun özünü içeren temel ilkelerle uyumlu olmak zorundadır. Bu ilkelerle uyumlu olmayan yaklaşımlar, sorunun özünde çözüm rotasından uzaklaşmasını getirir. Böylesi pratik politik yaklaşımlar da kuşkusuz geliştirebilir, geliştirilir. Ancak o durumda meselenin politik muhtevası tam ifade edilmelidir. Sorunun çözümünü içermeyen ilerlemelere “çözüm” demek, sorunu karmaşıklaştırmak, uzun vadede mücadelenin gelişmesini sağlayacak dinamikleri köreltmek anlamına gelir.

Ulusal sorunun özünde de temel mesele, temel ilke KKTH’nin ulusun eline almasıdır. Bu ne demek? Ezilen ulusla ezen ulusun tam hak eşitliğine sahip olması demektir. Bunun koşulu nedir? Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkını ilhak eden Türk egemen sınıflarının gasp ettiği bu hakkı kayıtsız-şartsız kabul etmesi ve bunun alacağı somut biçimi kabullenmesidir. Evet, bu durum sağlanmadığı sürece –yani Türk egemen sınıfları bunu tanımadıkları sürece– sorunun çözümünü beklemek gerçek dışıdır.

Ya da hangi durum, gelişme olursa olsun, kültürel hakların çerçevesi ne kadar geniş olursa olsun, sorun çözülmüş olmaz. Bu durumda bugün başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere bir kısım devrimci, demokrat, ilerici, aydın çevrenin sorunun çözüm yolu olarak ifade ettiği ve mutlak zaruret olarak gördüğü “barışçıl demokratik çözüm” ne olmalıdır? Kuşkusuz bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını elinde bulundurmasını barışçıl ve demokratik bir temelde edinmesine kimse itiraz etmez/etmemelidir. Zira en gerekli, en temel hakların barış yoluyla, demokratik kriterlerle halli kötü değil, iyidir. Ama burada Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması şartıdır barışçıl, demokratik yol.

Bu hak, Türk egemen sınıflarınca tanındığı sürece, yani haksız ilhakına son verdiği sürece, barışçıl demokratik çözümün içeriği bu taleplerle doldurulduğu sürece burada bir sorun yoktur. Zira barışçıl-demokratik çözüm ulusal sorunun çözümünü kapsayan bir içerik kazanır. Bu, bir ulusun en temel hakkını en ideal yöntemle elde etmesi demektir.

Ancak barışçıl, demokratik çözüm yolu eksenine oturtulan politik yönelim, sorunun esasına yönelmekten uzak; Türk egemen sınıflarının Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi hakkını tanımasını içeren, dayatan bir muhtevada değilse orada ulusal sorunun çözümünden bahsedilemez. Bu, adına ne denirse densin, ezen ulusun burjuvazisinin ayrıcalıklı konumunun bir başka biçime bürünerek korunması anlamına gelir.

Kürt Ulusal Hareketi epey bir süredir meselenin çözümüne dair barışçıl-demokratik çözümü Demokratik Özerklikle içeriklendirmektedir. Soruna bu zeminde “çözüm” aramaktadır. Bu “çözüm” projesinin beyan ettiği irade, içerdiği politik muhteva, ezen ulusla birlikte yaşama yönlüdür.

Yani Türk egemen sınıflarıyla, Kürt ulus kimliğinin belli yönleriyle tanınmasını hedefleyen bir uzlaşı arayışı, çabası söz konusudur. Burada hedefler; yerinde yönetim, yerel yönetimlere özerklik ve siyasi-idari yapıda tam katılımlı demokratiklik, bölgesel bazda kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bir yapılanma, kendi dil, renk ve sembolleriyle bir yönetim vs.’yi içeren geniş temelde bir kültürel haklar silsilesi şekline bürünmektedir. Ulusal hareketin son uğrağı burasıdır. Ayrılıp bir devlet kurma yerine, bir arada yaşama ama ulusal kimliğin siyasal-kültürel temelde örgütlenme, kendini ifade edip yaşamasını içeren bir forma sahiptir.

Kürt Ulusal Hareketi, faşist Türk devletine karşı ulusal sorunun çözümünde ortaya koyduğu devrimci programı ve hedefleri bir yana bırakarak; bugün sistem içi düzeltmeleri, Kürt ulusunun siyasal ve kültürel haklarının mevcut sistem içinde köklü reformlarla verilmesini içeren bir noktaya gelmiştir. Ulusal hareketin bu değişen yörüngesi kuşkusuz başlı başına bir tartışma konusudur. Meselenin devrimci zeminde çözülmesinden bu vazgeçiş, tartıştığımız nokta değildir. Ancak bu kayışın sorunun ortaya konuluş biçimini etkileyen, bu değerlendirmeyi farklılaştıran bir noktaya evrilmesini getirmiştir. Ve bu politika alanına da doğrudan yansımıştır. Zira her uzlaşma çabası kendi haklarından, taleplerinden belli oranda vazgeçmeyi getirir.

Ulusal hareketin sistem içi arayışı, Türk egemen sınıflarıyla uzlaşma ve uzlaşarak Kürt ulusal sorununun “hal yoluna konması” çabası da haliyle belli vazgeçişleri getirir. Kürt ulusal hareketinde bu, uzun süreçtir bir çizgidir. Buna dair yaklaşımımızı, yani proletaryanın sınıf prizmasından bu kayışı çokça değerlendirdik. Bunlar biliniyor. Nihayetinde ulusal hareketin kendi ideolojik-teorik-politik tercihini yapma gibi özgür bir iradesi vardır. Bugün bu tercihini yani çözüm yönünü reformcu temele oturtan bir içerikten yana kullanmaktadır. Mücadelesini bu eksene oturtmaktadır. Biz bugün bu siyasal iradeyi bir realite olarak kabul edip, dost ve ittifak bir güç olma gerçekliğinin ortadan kalkmadığı yaklaşımıyla; ortaya konulan yaklaşımlara MLM’nin perspektifinden bakarak konumumuzu alır, politik tutumumuzu ifade ederiz.

Daha da somutlarsak: “çözümde” dönemeçte olunduğunun ifade edildiği, devletin en yetkili mercilerinin “iyi şeyler olacak” (kimin için? hangi taraf için?) diyerek ve de “Kürt sorununda Türkiye modeli yaratacağız, örnek olacağız” (sorunun kapsamı ve boyutuna rağmen “kusura bakmayın hiç mütevazı olamayacağız” edasıyla hızını alamayıp “model” yaratma iddiası kelliğe karşı ilacı olduğu iddiasındaki kel bir adamın durumunu andırıyor!) açıklamalarıyla motive olduğu; “Kürt açılımı” ifadesini devletin resmi belgelerine, sorunu kabul olarak ilk defa kamuoyuna deklare edilerek kayıt ettiği; Kürt Ulusal Hareketinin legal siyasi temsilcilerinin ve Abdullah Öcalan’ın muhataplık derecesinin, düzeyinin Türk egemenlerince içten içe tartışıldığı; “bebek katilinden İmralı hükümlüsü” sıfatının verilerek psikolojik sınırların değiştirildiği; hem Türk egemenlerince hem de Kürt Ulusal Hareketi ve önderliği tarafından yoğun bir teşviki mesai ile yol haritalarının-yöntemlerinin yazılıp çizildiği bu koşullarda ortaya konan projelerin özüne, içeriğine bakmak; neyi hedeflediği ve bu minvalde devrimci görevin ne olduğunu, nasıl bir duruş içinde olmak gerektiğini iyi belirlemek gerekiyor.

Zira Kürt ulusal sorununun muhataplarının, yani Kürt Ulusal Hareketi ve Türk egemen sınıflarının meseleyi ele alışta karşıtlık ve ortaklık temelinde iki yandan bahsetmek gerekir. Karşıtlık temelindeki mücadele, sorunun ilerici yanını; yani Kürt ulusal sorununun ve onun hareketinin reformlar yoluyla da olsa belli hakların edinmesini içeren ve Türk egemen sınıflarının bu minvalde zayıflamasını, kan kaybını koşullayan bir yönü içerir. Türk egemenlerinin gasp ettiği Kürt ulusunun haklarının belli yönleriyle alınmasını kapsayan bir mücadele, yaklaşımdır karşıtlık olan nokta. Ortaklık noktası ise faşist sistemin tıkanan, çözümsüz kalan, kriz halinde yürütmekte zorlandığı, yönetmekte zorlandığı, açmazların “reformcu” temelde, kolaylaştırıcı yaklaşımlarla ikame edilmesine, yolunun açılmasına katkı sunuluyor olmasıdır.

Kürt ulusal hareketinin bütün çözüm projeleri bu yanı da içermektedir. Burada sürecin devlet açısından sadece Kürt meselesiyle ilerlemediğini bütünlüklü bir yönelim ve yapılanma ile kendisini bir sürece hazırladığın ifade etmek gerekiyor. AB ekseninde 2000’lerin başından beri sosyal, ekonomik, idari ve siyasi temelde bir dizi yasa ve düzenlemelerin yenilendiği ve yapısal adımlar atıldığı, yine Ergenekon soruşturması ve davasıyla yapılanmanın bir başka ayağının yürütülmesi, Kemalist ideolojinin bu gerçekliğe göre revize edilmesi gibi bir süreç yaşanıyor. Kürt meselesini egemen sınıfların bu geniş perspektif ve yapılanma içinde ele aldıklarını belirtmek, devletin karşı-devrimci pozisyonunu bu yeni şekillenişle sağlamlaştırmak istediğini görmek, ifade etmek gerekiyor.

Türk egemenleri bu minvalde ilerlerken Kürt ulusunun tam eşitlik temelinde haklarını kazanmasını ya da bunu tanımasını kabul etmeyecek bir “çözüm” arayışını ve anlayışını benimsiyor. Yani kendini ikame ederken Kürt ulusunun temel haklarını gasptan vazgeçmeden ama belli haklar (kültürel, bireysel) vererek ilerleme hesabı içindedir. TC’nin meseleye geniş perspektifle Neo-Osmanlıcılık hayali, bölgede önder lider ülke olma hevesi ile baktığı, bu “iç sorunu” bu hesaplarla “çözmüş” gibi yapma telaşı vardır. Yani emperyalizmin politikalarının ve buradan kendi çıkarlarının selameti için bir uğraş, arayış içindedir.

Bugün uzlaşma, diyalog denilerek üretilen politika, yaklaşım Kürt ulusunun tam hak eşitliği temelindeki haklarından taviz vermesi anlamını içermektedir. Zira yaşamın, sosyal pratiğin ve siyasetin gerçekleri taraflar arasındaki uzlaşmada karşılıklı tavizleri zorunlu kılar. Türk egemenlerinin geldiği noktada bulundukları haksız, ilhakçı, inkarcı (kaba) pozisyonlarından “bireysel kültürel demokratik haklar” çerçevesinde ve batılı emperyalist güçlerin azınlık hakları temelindeki “çerçeve anlaşması” eksenine oturan, bugün AB müktesebatı ekseninde “kültürel”, “yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi” hakları gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı yerine ikame edilen ve kuşkusuz basbayağı bu hakkın kullanımını inkar ve ret eden çerçevede bir “tavize” hazır olma gerçekliği söz konusudur.

Türk egemenleri belirledikleri azami çerçeve dışına çıkmaksızın, bu çerçevenin sınırlarını daraltacak, tavizleri çok daha geriye çekerek ne idüğü belirsiz olan çerçevesinin dahi çizilmediği ama bütün özü ulusal kimliği ret temeline oturan bir bireysel hak ve özgürlükler, yani “demokratik paket” açılımı yaklaşımını benimsiyor. Bunun anlamının en iyi ve net ifadesi: “Etnik kimlik onurdur, şereftir. Bunu söylemek, ifade etmek, bireysel temelde kendi içinde yaşamak mümkündür. Ancak bunun bir ulusal kimlik, ulusların eşitliği temeline dayanan bir hak talebi olarak ele alınması ifade edilmesi, bu eksende örgütlenip mücadele edilmesi söz konusu dahi olamaz.” Evet, Türk egemen sınıflarının ortaya koyduğu çerçeve budur. Bu çerçevenin ulusal sorunun çözümüyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, ulusal kültürel hakları, kimliğin bireysel temelde özgürce ifade gibi sorunun kapsam ve boyutuna teğet bile geçmeyecek yanı vardır. Öyle ki Türk egemen sınıfları ulusal kimlik talebi ekseninde legal zeminde örgütlenme, siyaset yapma hakkına dahi karşıt pozisyonda duran bir “demokratik açılım” planlayabilmektedir. (Ancak bu noktada şekli belli olmayan, ucubeleştirilmiş de olsa belli “haklar” vermeye yatkın durma gerçekliği vardır. Bu da devletin vereceği tavizler kapsamına giren muhtevadır.)

Burada anlaşılması gereken nokta; diyalog, savaşın sona erdirilip barışın inşa edilmesi, demokratik temelde meseleyi ele almak ve çözüme kavuşturmak vs. şeklinde formüle edilen ve ulusal sorunun çözümünün bu şekilde sağlanması gerektiği vurgusunun, amacının ve gerçekliğinin hatta tek yöntem olarak ifade etmenin esasında ulusal sorunu çözmekten uzak yaklaşımlar olduğunu görmektir. Bu yaklaşım, bu perspektif Kürt ulusunun zoraki birliğe zorlamanın altını güçlendiren içeriğe bürünmektedir. Değişen, değişimi zorlayan mevcut durum, statükonun farklılaşmasına el veren koşullar tarafların yaklaşımı ve politikasıyla değerlendirildiğinde ulusal sorunun “çözümü”nü değil, ulusal baskının Türk egemen sınıflarınca dozunun azaltılmasını içeriyor. Buna “çözüm” demek en hafifinden perspektif yitimidir. Ve nereden bakılırsa bakılsın Türk egemenlerinin işine, çıkarına gelen tutumlardır. Gerçeklerin dili olma görevi özellikle bu koşullarda yani “iyimserlik” ikliminde daha bir gerekli ve ihtiyaçtır.

Bugün ulusal sorunun oturduğu diyalog ekseni Türk halkının iradesiyle Kürt ulusunun iradesi şeklinde bir denklem değildir. Kürt ulusal sorununun “çözümü” adı altında taraflardan birisi Türk egemen sınıflarıdır. Bunlar Türk milliyetinden halkın temsilcisi değil sınıfsal düşmanıdır. Bunlar Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının düşmanı olan bir grup büyük toprak ağası ve komprador burjuvazidir. Ve devlet bunların faşist nitelikli, emperyalizme bağımlı devletidir. Ve Kürt ulusal hareketi mücadelesini bu egemen sınıflara ve bunların haksızlıklarına karşı yürütmektedir. Bugün barışçıl, demokratik diyalogcu uzlaşmaya dayanan çözümü de, çağrıyı da haliyle bu kesimlere yapmaktadır. Dolayısıyla meseleyi Türk ve Kürt halkı çerçevesinde ele alan, çelişkiyi bu temele oturtan ya da sorunun çözümünün taraflarını böyle ya da buna denk düşecek şekilde ifade eden politik yaklaşımlar yanlıştır.

Tarihi fırsat, çözüm fırsatı denilen denklem Türk egemen sınıflarıyla Kürt ulusal hareketi arasında kurulmaktadır. Bu anlamıyla sorunun bugün muhataplaştırıldığı ve ele alındığı zemin bu sınıfsal temsiliyetlerin çıkarları ekseninde yürümektedir. Ortaya çıkacak “çözüm”ün uzlaşmanın bu ilişkiler içerisinde gerçekleşeceğini net şekilde vurgulamak gerekiyor. Bu önemlidir çünkü Kürt ulusal sorununu Türk ve Kürt halkının çelişkisi denklemine oturtmaya çalışan yaklaşımlar söz konusudur. Bu, sorunun özünün, sınıfsal niteliğinin, nereden kaynaklandığının göz ardı edilmesine neden olacağı gibi Türk egemen sınıflarının eliyle Kürt ulusal sorununda oluşacak kimi açılımlarında ya da projelerinde siyasal niteliğinin gözden kaçmasına neden olacaktır.

Bugün “çözümün kendisini dayatması”, “tarihsel fırsat” gibi yaklaşımlarla ortaya çıkan “çözümün” gerçekleşeceği eksenli iyimser atmosfere, bu perspektifi yitirmeksizin bakmak oldukça önemlidir. Aksi takdirde sorunun politik muhtevasına nüfuz etmek, gelişmeleri doğru yorumlayıp yerinde politik-pratik müdahalelerde bulunmak, meselenin esas dinamiğini, tarihsel-sosyal-siyasal özünü sınıf mücadelesi lehinde daha ileriye taşımak mümkün olmayacaktır.

Özellikle bugün, Kürt ve Türk halkı denklemi temelindeki ele alış (devrimci hareketin zayıflığından ileri gelen) Kürt ulusal meselesine karşı Türk şovenizminin etkisinde ve onun penceresinden bakan Türk milliyetinden emekçi halkın bu etkiden, bu zehirli ideolojik hastalıktan kurtulması yolundaki mücadeleyi zorlayıcı bir yaklaşım olacaktır. Bu her iki türden milliyetçiliği körükleyip geliştirir. Oysa yapılması gereken sorunun esas kaynağının sınıfsal kökenine uygun olarak Türk egemen sınıflarının politikasından, ideolojisinden, var oluş felsefesinden ileri geldiğini anlatmaktır. Sorunun çelişkisini bu denklemin dışına taşıracak, algılara yol açacak yaklaşımlardan kaçınmak önemlidir. Aksi takdirde kitlelerin sorunu algısında ve politik muhtevasını, sınıfsal özünü kavramalarında sapmalar, zorluklar kaçınılmaz olur.

Türkiye’de Kürt ulusal sorununun var oluş biçimi; tarihsel arka planı; aldığı siyasal-ideolojik-toplumsal biçim; ve egemen sınıfların bu soruna karşı aynı minvalde yaklaşımı ve de özellikle devletin kuruluş evresinde yapılandırılmasında, temel ideolojisinin ve siyasal sisteminin şekillendirilip süreç içinde derinlik kazandırılmasında, kuruluş felsefesinin oluşturulup temel paradigmaların kronikleşmesinde yaşanan gerçeklik; bu sorunun egemen sınıflarca ele alınmasını ve değerlendirmesini çok daha özgün, karmaşık ve esneklikten uzak kılmaktadır. Egemen sınıflar yarattıkları, beslendikleri, varlıklarını bağladıkları ve üzerinde yükseldikleri ideolojik siyasal argümanlarıyla ulusal sorunda en kaba faşist inkârcılıkla oluşturulmuş bir öze sahiptir.

Bu katı faşist şekilleniş meseleye yaklaşıma nüfuz etmektedir. Temelde yönetme argümanlarına, çözüm adı altındaki politikalarına, soruna getirdiği tanımla ve devletin yukarıdan aşağı doğru bütünlüklü olarak kurumlarının pratik tutumuyla kendini göstermektedir. Şu net söylenebilir: Bu devlet verili şekillenişiyle, çözüm algısı ve politikasıyla, birlikte yaşama kriterleri ve parametreleriyle Kürt ulusal sorununda sorunu kapsayan hak taleplerine asgari düzeyde yanıt verme yeteneğine hazır değildir. Yani Kürt ulusunun tam hak eşitliği temeline dayanan, kolektif ulusal kimliğini birlikte yaşama hakkı tanıması söz konusu olmayacaktır. Türk egemenleri bugün bu noktadaki duruşlarını kendi varlık gerekçelerine uygun olarak ve kendi iç tutarlılığı icabı beyan etmektedir.

Yine Türk egemenlerinin “sorunları çözme” yaklaşımındaki hastalıklı şekillenişleri burada da kendini göstermektedir. “Muhatapsız çözüm”, “terör örgütünün varlık gerekçesini ortadan kaldıracak çözüm” vs. söylemleriyle bugün ifadesini bulan, ulusal hareketin muhatap alınmayacağını içeren bir yaklaşımı söz konusudur. “Komünizm gerekliyse devlet getirir” yaklaşımının tipik bir türevidir bu yaklaşım. Kürt ulusunun örgütlü gücünü açıktan muhatap almamak gibi gerici bir parametresi söz konusudur. Her ne kadar gelinen noktada bu durum deve kuşunun başını kuma gömüp gizlenmesine dönüşmüş olsa da, resmi düzeyde böyle bir yaklaşım vardır.

Kürt ulusal hareketinin muhataplığı Kürt ulusunun örgütlü iradesi olduğunun kabulü sağlıklı bir diyalog için şarttır. Ulusal hareket bu şartı önemsemeli ve bir gereklilik olarak koymalıdır. Kuşkusuz böyle bir muhataplığın açık, şeffaf, göz önünde meselelerin tartışılması ve toplum tarafından görülmesi zemini açısından savunulması da gerekir. Ancak burada bir vurgu gereklidir: Kürt ulusal hareketinin muhatap alınmasını, devlete bunun kabul ettirilmesini ya da devletin bunu kabul ederek bir diyalog eksenine oturmasını Kürt sorununun “çözümü” olarak ifade edip ele alınması eğilimleri vardır. Evet, böyle bir muhataplık önemli bir kazanımdır. Ancak sorunun çözümünü böyle bir muhataplığın içinde görmek, “çözümü” buna içsel görmek yanlıştır, hatalıdır. Çözüm parametresi sorunun içeriğine dairdir, politik kriterlerdedir.

Egemen sınıfların emperyalizme bağımlı ideolojik-sınıfsal-siyasal şekillenişi ve aldıkları kimi ucube pozisyonlardan dolayı ulusal sorunun çözümünün uzlaşma ve barış yoluyla gerçek anlamda mümkün olmayacağını ifade etmek gerekiyor. Egemen sınıfların içinde yer alacağı ve “çözüm” diye lanse edilen ve bu eksende beklentilerin şekillendirildiği algı yanılsamalı, meselenin özünü kapsamayan ve içinde bölge üzerinde emperyalizme uşaklık politikalarıyla şekillenen bir içeriğe sahip olacaktır.

Kürt ulusal hareketinin yürüttüğü haklı ve meşru silahlı savaşımın yarattığı kazanımlar bugün devleti başka faktörlerle birlikte bir noktaya taşımış, meselenin “çözümü” için uzlaşı yoluna itmiştir. Meselenin bu mecraya gelmiş olması yani devletin bu denli esnemesi onun çözüm algısının ve amacının ve çözümden anladığı şeyin sınıfsal niteliğinin gözden kaçmasını getirmemelidir. Ve yine egemen sınıfların özelde son 30 yıldır Kürt Ulusal Hareketinin haklı savaşımı ve mücadelesine karşı verdiği savaşın haksız ve gayri meşruluğunu ve her türlü karşı devrimci yöntemin uygulandığını unutmamalıyız. Bu savaşın iki yönü olduğunu unutmaksızın savaşın kendisini, “kirli savaş” olarak ifade etmek ve bir an önce bunun son bulmasını istemek, üstelik ne pahasına son bulmasını istemenin altını tam dolduramamak egemenlerin imha ve inkâra dayalı haksız duruşlarını gözden kaçırmak anlamına gelir.

Bu savaşta esasta Kürt ulusu ve zorla askere alınan emekçi halk çocukları ve aileleri mağdur olmuştur. Bu ezilenlerin ve sömürülenlerin sosyal ve toplumsal niteliğinden ötürü içsel olan barış tutkusuyla birleşince bir özlem ve gerekliliğe dönüşür. Ama ne pahasına? Ezilenler ve sömürülenler yine içsel olarak hak ve taleplerinin tam sağlanmasını içeren bir barışa özlem duyar. Bunun olmadığı koşullarda direngen, savaşkan ve mücadeleci yanıyla duruşunu gösterir mutlaka.

Bu temelde barışın içeriği, özü ve ona propaganda ekseni hem Kürt ulusuna hem de Türk milliyetinden emekçi halka; Kürt ulusal mücadelesinin haklı ve meşru zeminde olduğu, Türk egemen sınıflarının ise haksız taraf olduğu, dökülen kanın ve verilen canların asıl mesuliyetinin onlar olduğunu anlatmaktır. Ve barışın temel şartlarından birisinin, haklı ve meşru olan tarafın mücadelesine konu olan haklarının tam ve eksiksiz, kayıtsız-koşulsuz verilmesi olduğu unutulmamalıdır.

Bugünün en önemli devrimci görevlerinden birisi Kürt ulusunun KKTH’ni kazanması için yürüttüğü savaşımın haklılığını, bunu engelleyen egemen sınıfların ise haksızlığının propaganda edilmesidir. Ve ortaya çıkacak barışın, uzlaşının bu gerçeklik içinde kurulması gerektiğinin propaganda edilmesidir. Bizler için barışçıl, demokratik çözümün altının dolduruluş biçimi, Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Türk egemenlerince tanınması; bunun nasıl kullanılacağına Türk egemenlerinin ya da başka bir gücün müdahale etmemesidir. Bunu Kürt ulusunun kendisinin belirlemesidir. Yani sağlanacak barışçıl çözüm, haksız tarafın uyguladığı haksızlıktan vazgeçmesi esas yan olmalıdır; haklı olanın haklı taleplerinden vazgeçmesi değil.

Ama bugün bu ikili yan gözden kaçırılmaya çalışılıyor. Haksız olan tarafın, yani Türk egemen sınıflarının çözüştürülmesi yerine; ulusal sorundaki tutarlı ve doğru olan yaklaşım (yani KKTH) karartılarak bu özden uzaklaşmaya yol açan politik projeler, “çözümler” geliştirilerek Kürt Ulusal Hareketi çözüştürülmeye çalışılıyor. Barış ve demokratik çözüm yaklaşımı, sorunun gerçek özünü ve esas yönünü tarif edip tanımlayarak yapılandırılmadığı sürece, bunun altı bu minvalde doldurulmadığı müddetçe ortada konjonktürün dayattığı ve Kürt Ulusal Hareketinin yanlış çizgisinin politikasının zemin sunduğu bir gerçeklik içinde, Kürt ulusunun yine zoraki birliği, ezilen bağımlı ulus konumunun devam etmesinin sürdürülmesinden başka bir sonuç çıkmayacaktır. Ulusal sorun farklı biçim ve durumlarla kendini korumaya devam edecektir.

Bizlerin karşı çıkmamız, üzerinde yoğunlaşılıp her alanda, platformda, eylem ve etkinlikte, çalışmalarda mücadele konusu yapmamız gereken nokta burasıdır. Bu “çözüm” adı altında sunulan tutumdur.

Yine bunun yanında devletin adına “Kürt açılımı” dediği ve “iyi şeyler” olarak ifade ettiği bir süreç yaşanıyor. “Türkiye modeli” diyerek yola koyulan devlet, Kürt meselesini “demokratik açılımlar” adı altında “çözme” gayreti içinde, bireysel hak ve özgürce yaşama gibi politik muhtevanın ötesine geçmeyecek kültürel kırıntılara karşı-devrimci politik açılımlar tutumuyla yaklaşarak esas hedefe oturtmalı; Kendi Kaderini Tayin Hakkının tanınması mücadelesi çağrısı yapmalıyız. Türk egemenlerinin iyi şeyler dediğinin, emekçi halk ve Kürt ulusu için kötü şeyleri içerdiğini bilince çıkarmak zorunludur.

Bu temelde devletin “çözüm” adı altındaki yaklaşımların çözümsüzlük ve emperyalizmin bölgesel çıkarları, enerji geçiş hatlarının güvenliği gibi çıkar hesapları ekseninde şekillendiği ve Kürt Ulusal Hareketinin tasfiyesinin esasta amaçlanmasına oturan bir yaklaşım olduğu net anlaşılmalıdır. Onlar için “tarihi fırsat”, Kürt ulusal sorununun çözümü değil, bel kemiğinin kırılmasıdır. Tıpkı Ağrı İsyanını kanlı bir şekilde bastırdıktan sonra yazdıkları ve ifade ettikleri gibi amaç; “Kürdistan hayali burada medfun (gömülü)dur.” Bunu bir daha yazmak, gerçekleştirmektir amaçlanan.

Bunun yanında süreçte “çözüm” diye ifade edilen Kürt Ulusal Hareketinin ortaya koyduğu iradenin desteklenecek kimi talepleri de dillendirmesi gerçekliği gözden uzak tutulmamalıdır. Yani meselenin bir yönü de Kürt ulusal haklarının genişletilmesini içeren kazanımlardır. Bu haklar TC tarafından dolandırılarak da olsa, kendi gerici amaçlarına payanda yapılma amacıyla da olsa mücadeleyle koparılıp alınıyor. Bunun politik tarifi ulusal hareketin olumlu eylemi olarak görmek, ifade etmek gerekiyor.

Bu haklar, kazanımlar devleti bir yanıyla çözmeye, onun gerici paradigmalarının çözülmesine yol açtığını belirtmek gerekir. Yine ezilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan sosyal, mezhepsel ve sınıfsal katmanlara dolaylı ya da direkt olarak direngen, mücadeleci bir ruh aşılıyor ve hak elde etmenin yolunu gösteriyor bu kazanımlar. Ulusal hareketin ortaya koyduğu kimi demokratik talepleri sınıf mücadelesinde ezilenler lehine kazanımlar olarak yazılacaktır. Bu demokratik kazanımlar Türk egemenlerinin kayıpları, onları zayıflatan bir yönü içermektedir.

Ulusal sorunun tutarlı ve doğru bir perspektifle çözülmesinin mümkün olacağını ısrarla dillendirmek, bunu ifade etmek günün göreviyken, ulusal hareketin mücadelesinin, ortaya koyduğu yaklaşımın bunu kapsamaması ulusal hareketin taleplerine, mücadelesine gözümüzü kapamamız, desteklemememiz anlamına gelmez. Elbette ulusal hareketin çözüm diyerek bayraklaştırdığı politikasını elimize alıp sallamamız, kimi dostlarımız gibi bu politikaların özünü görmeksizin kendi politikamız gibi sahiplenmemiz söz konusu dahi olamaz.

Hatta mücadelemizle ortaya konan yaklaşımın ulusal sorunu çözmekten çok sorunun üstünü örtmeyi, özünü gizlemeyi içerdiğini ifade etmeliyiz. Bunu yaparken barışçıl ve demokratik yoldan ne anladığımızı, bunun altının nasıl doldurulması gerektiğini gündemleştirmeliyiz. Kürt ulusal hareketiyle politik-pratik ortaklıklar ekseninde hakların daha geniş çerçevede kazanılması için omuz omuza davranmaktan geri durmamalıyız.

Kendi yaklaşımlarımızı uyarıcı, ilerletici ve ulusal hakların daha geniş çerçevede kazanılmasına hizmet edecek şekilde tarihsel ve politik güncel bir görev olarak görmeliyiz. Bunun yanında komünistler Kürt işçi ve emekçilerinin bu temelde mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt ulusal hareketinin milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçileri uyarır. Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden emekçi halkın ortak sınıfsal çıkarları ekseninde demokratik halk devrimi mücadelesine seferber eder. Bu görevin gerçekleşmesini sağlayacak politik tutumlar esas görevdir.

“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tevazünü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşeni vb. temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.”
(İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay, 2004 Sf: 320-321)

SORUNUN ÖZÜNE VAKIF OLAMAYANLAR ONU AŞAMAZLAR!

Ezen ulus milliyetçiliğinin panzehiri ezilen ulus milliyetçiliği değildir! (2)

diger makale linkte.TIKLAYINIZ

https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_69.pdf


 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)