25 Eylül 2025 Perşembe

DİN NEDİR?

1.       Dinin tanımlanmasında idealist kampın yaklaşımları

Dinin tanımlanması, sınıf savaşımına karşı tutumla dolaysız ilgilidir. Sınıf savaşımını reddeden bir anlayışın, din tanımı da elbette bu temelde olacaktır. Bu açıdan dinin tanımı ve eleştirisi, idealizmle materyalizm arasındaki temel sorunlardan birisini oluşturur. Bu karşıtlığın temelinde, ruhun mu (bilincin mi) maddeyi, maddenin mi ruhu (bilinci) yarattığı sorusu yer alır.

Bu sorunun cevabı, bilincin, maddi yaşamdan bağımsız olarak (ruh şeklinde) var olup olamayacağını ve doğanın nesnel gerçekliğinin bilinçten bağımsız var olup olmayacağını da cevaplar. Böylece bu felsefi çatışma, sınıf savaşımının merkezinde yer alır. Çünkü her sınıf, kendi felsefesi temeline göre bir dünya görüşü (ideoloji) savunur ve siyasal-sosyal yaşamı bu temelde biçimlendirmeye çalışır.

Dinin tanımı, karşıt sınıflardan ara sınıf ve tabakalara/disiplinlere kadar çeşitlilik gösterebilmektedir. Ancak, son tahlilde idealizm ile materyalizme tekabül eder.

Din, Arapça bir kelime olup, bağlanmak anlamına gelir. Dinin, Latince karşılığı da aynı anlama, bağlanmak anlamına gelmektedir. Ana Britannica Ansiklopedisinde din, “insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kalıpları, tapınma biçimleri ve kurumsal…” (Hümanite, Sayı:4, Sf: 52, 2004) şeklinde, yani biçimsel olarak ifade edilmektedir. Bu tanımda sadece görüngüler yer aldığı için, dinin özüne ilişkin bir veri çıkarmak mümkün olmamaktadır.

Üç büyük Sami dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) tanımına göre din, “yaratıcının, vahiy aracılığı ile (kutsal kitaplarda somutlaşan) gönderdiği kurallar bütünü; hukuktur”. Sami dinler, nesnel (gerçek) bilginin kaynağı olarak vahiyi (ilahi emir-kural) görürler. Kutsal kitaplar vasıtasıyla yazılı hale getirilen bu vahiyler, dünya ve ahiret (öte dünya) yaşamını düzenleyen kurallar bütünüdür. Din, bu kuralların ve bu kurallara göre belirlenen yaşam tarzının ismidir. Bu tanıma göre, vahiy dogmadır; mutlaktır ve değiştirilemez. Ayrıca evrenseldir; yani tüm zamanlarda geçerlidir, doğrudur.

Simgesel antropolojinin temsilcilerinden olan C. Geertz’e göre din, bir simgeler sistemidir. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 118, Özgür Üniversite Kitaplığı) Simgecilik, sembolizm anlamına gelir ve özü gereği gizemciliği-mistisizmi doğurur. Dinin, sembollerle ifadesi, biçimsel olarak anlaşılmasına katkı sunabilirken, onu, maddi olan veya olmayan her biçime sokabilecek bir mutlaklık verir. Dolayısıyla dinin, semboller sistemi olarak tanımlanması ideolojik özden kopuk bir yaklaşımı doğurur.

Batınilerin (içsel, tevil yorum yapan) din tanımı, evren-tanrı özdeşliğinde (vahdet-i vücud, evrenin birliği) insanın, tanrı-evrenle bütünleşmesi sürecini kapsar. Din, bu süreçteki ruhsal arınmayı temsilen yapılması gereken davranışlar ve düşünce biçimine verilen addır. Vahiycilere karşıt bir tanrı anlayışını savunan Batıniciler (tasavvufçular, sufiler…), evrenin ve doğanın bilinilebilirliğini ve bilinmesi gerektiğini savunur. Bu bilgilenme, tanrı ile özdeşleşmek için zorunludur. Bu yönüyle, özü idealist kalsa da, vahiycilere göre aklı çok daha fazla önde tutarlar ve materyalizme daha yakın dururlar.

Feuerbach’ın din tanımı anılmaya değerdir; onun din tanımı metafizik materyalisttir. Feuerbach, doğanın bilinebilirliğini ve insanın, doğanın dolaysız bir parçası olduğunu savunur. Ama insanın dinsel özünün yürek-sevgi olduğunu kabul eder. İnsan bilincini ve dinsel inancını, toplumsallığından sıyırıp dini, birey ile tanrı arasındaki sevgi ilişkisine indirger. Marks, “Feuerbach, dinsel özü, insanın özünde çözümlüyor. Ama insanın özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür” (Marks-Engels, Din Üzerine, Sf: 71, İnter Yayınları) demiştir. İnsanların dini de tıpkı bilinçleri gibi toplumsallığın ürünüdür.

Hegel ise, Feuerbach’ın aksine, diyalektik idealisttir. Dünyayı ve devleti, mutlak ruhun (tanrının) bir yaratısı olarak gören Hegel devleti, “mutlak ruhun cisimleşmiş hali” olarak görür. Dolayısıyla toplumsal yaşamın tüm sosyal-siyasal alanlarının devlete tabi olmasını zorunlu görür. Din de, haliyle idealist bir temelde, bu alan içerinde yer alır.

Psikanalizi, cinsellik temelinde kuran S. Freud’un din tanımı da anılmaya değerdir. Freud, ilk din olan totemciliğin (animizm, canlandırıcılık) ortaya çıkışını Oidipus’la açıklar. Yani kız çocukların babaya, erkek çocukların anneye cinsel ilgi duymasını, din kuramının temeline koyar. Totemciliği, bu duyguya (Oidipus) sahip çocuğun çaresizliği ile güçlü baba ilişkisinin belirlediği bir kültür olarak tanımlar. (Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Sf: 21, Remzi Kitap). Freud, materyalist olma iddiasına rağmen, dini, maddi özünden/kökeninden kopararak, duygular ilişkisine indirgemiştir.

Yukarıda sıraladığımız çeşitli din tanımlarında, insanın, toplumsallığının rolü yadsınmaktadır. Bu tanımlar, insanın doğayla olan çelişmesini, dinin çıkış noktası olarak ele almamaktadır. Devamında, doğayı dinsel olarak kavrayan insanın, aynı kavrayışı, toplumsallık ve toplumsal egemenlik güçleri ile özdeşleştirmesini de kavrayamıyor-göremiyorlar. Böylece, dinsel düşüncenin kökeninin, insanın, doğa ve toplumla olan çelişmelerinin, ters bir bilinçle algılanmasının ürünü olduğunu da kavrayamıyorlar.

Doğru kavrayışa ulaşmak için, öncelikle dinin nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekir.

2.       Dinin ortaya çıkışı

Dinsel düşünce, henüz ağaçlarda veya mağaralarda yaşayan insanın, zihinsel evriminde bir devrim niteliğinde ortaya çıkmıştır. Soyut düşüncenin, dolayısıyla, zekânın/aklın ilk ürünlerinden olan bu düşünce tarzı, insanın doğayla olan çelişmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra toplumsal çelişmelerle birlikte gelişmiş ve sınıf savaşımına paralel biçimler almıştır. Engels, “Din henüz ağaçlarda yaşadıkları çok eski çağlarda insanların kendi doğalarına ve kendilerini kuşatan dış dünyaya ilişkin en ilkel yargılarla dolu tasarımlardan doğmuştur” (Marks-Engels, age, Sf: 61) şeklinde belirleme yapmıştır. İlk insanlar doğa karşısında güçsüzdü; çaresizdi. İlk dinsel düşünce, bu nedenle, doğanın fiziki güçlerine tapınma şeklinde olmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 21)

İnsanlar düşlerindeki görüntüleri, doğa güçlerinin muazzam büyüklüğü ile birleştirerek ruh kavramına ulaştılar. Engels, “Bugün bile (19. yy –bn) vahşilerde ve aşağı barbarlarda, düşlerinde görünen insan biçimlerinin, bir an kendi bedenlerinden ayrılmış bulunan ruhlar oldukları yolundaki anlayış hüküm sürmektedir” (Marks-Engels, age, Sf: 22) demiştir. Böylece kendilerini yönettiklerine inandıkları ruhu, doğayla özdeşleştirdiler.

Ölüm bilincine varan insan, doğa güçlerinin ölmeyeceğini düşünmeye başlar. Böylece ölümsüz ruh fikri ortaya çıkmıştır. Ölümsüz ruh fikri, beraberinde tanrıları doğurmuştur. Her doğa olayını, bir tanrının yönettiğine inanılmaya başlandı. Doğa güçlerinin birbiriyle uyumu ve çatışması (fırtına, yangın, vb.) tanrılar arasında da bir hukuk olduğu fikrini doğurmuştur. Bu dönemlerde kendisini hala doğayla özdeş gören insan, en büyük ve en güçlü tanrıları dişi (tanrıça) olarak tahayyül (hayal) ediyordu.

İnsanların düşlerinde gördükleri insan biçimleri dışında, beyinde bir fikrin oluşması da, ruh fikrinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Lenin, bunu şöyle açıklıyor; “(M)asa, masa ideası (fikri –bn); dünya, dünya ideası tanrı insan bilgisinin ikileşmesi ve idealizmin olabilirliği, daha ilk basit soyutlamanın içinde bulunmaktadır.” (Aktaran, Teori ve Politika, Sayı:17, Sf: 7) Kavramların, nesnel dünyadan bağımsız olarak evrende var olabildikleri-oldukları fikri (idealizm), ilk insanlarda aydınlanma çağına kadar hâkimdi.

Platon (MÖ 477-342) bu fikri sistemli hale getirmiştir. Platon, gerçek evrenin-doğanın, idealardan oluştuğunu, maddi dünyanın ise bunun bir yansıması olduğunu savunmuştur. Realizm (kavramların gerçekte var olduğunu savunan akım) akımı, G. Berkeley’in (1685-1753) elinde öznelleşerek, “algılanan şey, gerçektir” şekline dönüştürüldü; ki bu da öznel idealizmdir. Kavramların-fikirlerin insan ruhunun, ruhun ise mutlak ruhun (tanrı) bir ürünü olduğu şeklindeki yanılsama, tüm ruhçu ve tanrıcı öğretilere temel oluşturmuştur.

İlk toplumsal işbölümünün gelişmesi de dinsel düşünceyi geliştirmiştir. Tarımcılar ile göçebe-avcı topluluklarının ayrışması, üretim ve nüfusun gelişmesine paralel gerçekleşmiştir. Bu dönem, üretim için gökyüzünün ve iklimsel değişimlerin sistemli gözlemlenmesi zorunluluğunu getirmiştir. Güneşin ve yıldızların konumlarıyla, bitki ve hayvanların üremesi-büyümesi arasıda kurulan ilişki canlılığı, yıldızlar ile güneşin yönettiği fikrine götürmüştür. İlk olarak 15 bin yıl önce Mısır’da, yıldızlara tapınmayı doğuran bu fikir, daha güçlü tanrıların var olduğu fikrini doğurmuştur.

Sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte, karşıtlık fikri de gelişmiştir. Kıyaslama yeteneği artan insan, zıtlıklarla dolu bir toplumsallık fikri geliştirmiştir. Önce doğanın egemenliğine inanan insan, sınıflar ve devletle birlikte, toplumsal egemenlik araçlarını ve fikirlerini, doğa egemenliği ile özdeşleştirir. Böylece devlet, dinsel düşünceyle özdeş bir şekilde, doğa güçlerinin bir yansıması olarak görülür.

Bu sürece kadar, hukuk ve ahlak çelişmesi de dine biçim verir. Sürüden kopan insan, toplumsallığın iç çelişmesinin ürünü olarak, insanlar arasındaki ilişkileri kurallara bağlar; yani ahlak ortaya çıkar. Her ahlak, kendi sınırları içinde geçerli olan bir hukuk yaratır. Doğal ahlakın, doğal hukuku belirlemesi, ilkel topluluklarda geçerliydi. Ahlakın korunması, topluluğun varlık koşullarından olduğu için hukuk katı uygulanır.

Hukuk, yeni biçimlere bu nedenle direniş ve dogmalaşma eğilimi taşır. Bu çelişme, sınıflı toplumlarda, egemen sınıf hukukunun, toplumsal ahlak üzerine baskı uygulaması ile tersinden işler; hukuk, ahlakın bir ürünü olarak biçimlenirken, devletli toplumda, devletin ahlakı toplumun hukuku üzerine baskı kurar ve böylece doğal etkileşim bozulur. Tanrı ile devletin-kralın özdeşleşmesi, bu çelişmeyi tamamen dinsel biçime sokar. Egemen sınıf, sömürüsünün devamını sağlayacak hukuku, topluma dayatır.

Bu toplumsal olgu, sınıf savaşımının gelişmesi ile uzlaşmaz hale gelir. Sınıflı toplumların temel çelişmesine göre, özü değişmeden, farklı biçimlere girer. Ezilenler, artık ezenlerin sömürüsünü ve hukukunu kaldıramayacak hale gelince, isyan ederler ve yeni toplumsal biçime uygun ahlak ve hukuk yaratırlar. Ancak yeni biçim, sınıflı bir toplum olduğu sürece, ahlak ile hukuk arasındaki çelişme uzlaşmaz hale gelmeye zorunludur. Bu uzlaşmazlık ancak, sınıfsız bir toplumda yok olabilir.

Bu çelişme, kapitalist topluma kadar, ezilenlerin isyanlarının, genelde, yeni mezhep veya din yaratmasına neden olmuştur. Din ile devletin özdeşliği, hâkim hukuku, devletin hukuku olmasını sağlıyordu. Bu nedenle yeni bir hukuk ancak isyanla kurulabilirdi. Bu durum, din ve mezheplerin çeşitlenmesi ve gelişmesinde belirleyici bir öneme sahiptir.

Fransız düşünür H. Bergson (1859-1941), dinsel düşüncenin kökenlerinden biri olarak, ölüm bilincini koyar. Hayvanlar öleceğini bilmez, insan, bu bilince sahip olan tek canlıdır. Ancak insan sürekli olarak öleceğini düşünerek yaşayamaz. Tersine, insan bu düşünceyi sürekli unutmaya çalışır. Eğer böyle olmasaydı, insan kendi yaşamına bir anlam katamayacaktır. Böylece insanın ölümsüzlüğü ve öbür dünya fikri doğmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 26).

Bergson’un bu fikrini biraz açarsak, dinsel düşüncenin çıkışından sonraki sürecin gelişimini daha geniş kavrayabiliriz. Evren ve dünya içinde, çok küçük ve güçsüz olan ilk insanın, kendini anlamlandırması, dinsel olmak zorundaydı. Birçok güçsüz insanın kendini abartması ve övmesinde olduğu gibi (bir savunma mekanizması olarak, bilinci; gerçekliği tersten işletmenin ürünüdür bu) ilk insanlar da, evren ve doğa karşısındaki güçsüzlüklerini, ters bilinçle örtmeye çalıştılar. İnsan, ilk önce ampirik (deneysel) gözlem ve kıyaslamalar ile, doğada fiziki olarak en güçsüz (uzuvlarıyla uyumsuz) oluşunu, aklı ile örttü. Çevresine uzuvlarıyla uyum göstermeyen tek canlı olan insan, aklını yetiştirmek zorundaydı.

Böylece, ilk insanın doğa karşısındaki zayıflığı aynı zamanda onun en güçlü yanını oluşturmaya başladı. Doğa ile çelişmesi sonucu, ölümsüz ruh ve mutlak ruh (tanrı) kavramına ulaşan insan, kendisini, bu mutlak ruhun bir parçası olarak görmeye başlar. Böylece, doğa karşısında kendini güçlü hissetmeye başlar. Diğer yandan, kendini her güçsüz hissettiğinde sığınacak, büyük-mutlak bir gücün varlığını bilmek-hissetmek, kendisini güvende hissettirir. (Ki bu duygu günümüzde de yaygındır).

Bu güven, daha sonra Tanrı ile özdeşleşen devlete duyulmaya başlanır. Devleti, böylece, evrenin merkezine koyar. Devlet güçlendikçe, insan kendisini de evrenin merkezine koyarak, evrenin kendisi için –tanrı tarafından- yaratıldığını düşünmeye başlar. Kurulan ilk imparatorlukların tümünde, imparator-kral, dünyanın ve kâinatın efendisi sıfatını taşır. Bu efendi, tanrı ile özdeşleşmiş veya en azından onun temsilcisidir. Toplum, böylece, cisimleştirdiği tanrıya-imparatora tapınırcasına bir ilişki ile bağlanır.

Tek tanrılı dinlere ulaşılmasıyla birlikte, insanın evrendeki merkezi rolü genişler. Böylece insanın ters bilinci, doğadan daha fazla kopar; ona daha fazla yabancılaşır. Bu yabancılaşma, meta mübadelesi ve sınıf mücadelesinin gelişmesiyle birlikte büyür. İnsan, kendini, doğa ve toplumun bir ürünü olarak görmek yerine, bir aracı (devlet) kullanarak tanımlar. Tanrı ile özdeşleşen devlet, insanın kendini tanımlamasında temel araç haline gelir. Nasıl ki meta mübadelesinin gelişmesiyle, insanın değeri, ters bilinçle, metanınki ile özdeşleşmişse insan ürünü olan devlet ve tanrı da insanın değerini ve yaşamının anlamını belirlemeye başlar.

Tek tanrılı dinler, ters bilinci, en üst aşamaya vardırır. İnsan, yaşamın anlamını bu sınırlar içine hapsettikçe, dinsel düşünce daha fazla dogmalaşır ve katılaşır. Bu alanın dışına çıkmak, kâfirlik-sapkınlık olarak görülür ve egemen hukuk bunu ölümle cezalandırır. Doğal hukukun son kırıntıları da bu sürekli baskı altında kalır.

Dinin ortaya çıkışı, doğa ile çelişmeler de başlamış sonra buna toplumsal çelişmeler eklenmiştir. Böylece ilk dinlerin gelişiminin temel çıkış noktası, insanın doğa ve toplumla olan çelişmelerin ürünü olarak gelişmiştir. Sınıf savaşımının gelişimine paralel, dinin yeni biçimleri, doğadan koparak, bu savaşımın sınırları içinde var olabilmiştir.

3.       Dinin eleştirisi

Marks’ın dini tanımı, bize en geniş bakış açısının özünü sunar:

“Dine karşı eleştirinin temeli şudur; Dini insan yaratır; insanı, din yaratmaz. Ve din ya henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş insanın özsaygısı ve öz duygusudur. Fakat insan, soyut, dünyanın dışına çömelmiş oturan bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine bir dünya bilinci olan dini yaratır. Çünkü onlar ters bir dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, popüler biçimdeki mantığı, manevi öz savunması, coşkunluğu, ahlaki anlayışı, resmi tamamlayıcısı, evrensel avuntu ve haklılık temelidir. İnsanın özünün, hayalde gerçekleşmesidir; çünkü insanın özü somut bir gerçekliğe sahip değildir. O halde dine karşı mücadele dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu o dünyaya karşı mücadeledir.

Dini sefalet, hem gerçek sefaletin ifadesi, hem de gerçek sefalete karşı bir protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu olduğu gibi. Din, halkın afyonudur. Halkın hayali mutluluğu olarak, dinin kaldırılması, onun gerçek mutluluğunun talebidir. Onun durumu hakkındaki hayallerden vazgeçme talebi, hayale ihtiyaç duyan bir durumdan vazgeçme talebidir. Yani dinin eleştirisi, özünde, halesi din olan yakınma duvarının (çileli dünyanın) eleştirisidir.” (Marks-Engels, age, Sf: 86-87)

Din hakkındaki temel dogmatik yaklaşım, Marks’ın bu pasajındaki üç kelimeyi (Din, halkın afyonudur) alarak diğerlerinin anlamını gölgede bırakır. Böylece dine tek yanlı yaklaşır. Bu üç kelime tek başına kullanıldığında, Marks’ın din eleştirisi de kötürümleştirilmekte, işlevsizleştirilmekte ve buna paralel dogmatik anlayışlar oluşmaktadır.

Marks, dinin bu tanımından ve eleştirisinden hareketle, tarihin ilk görevinin, dünyanın kutsallığı altındaki nesnelliği bulmak olduğunu belirtmiştir. “Bu da ilk önce tarihin hizmetindeki felsefenin görevidir. Cennet eleştirisi böylece, dünyanın eleştirisine, teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine dönüşür.” (Marks-Engels, age, Sf: 87) Demek ki, Marksistler insanlığın üzerindeki kutsal örtüyü kaldırmakla mükelleftir. Bunu yapabilmek için, dine yaklaşımda berrak bir bilimsel bakışa ihtiyaç vardır. Bunun içinse, dine yaklaşımdaki bazı hataların irdelenmesi faydalı olacaktır.

Dinin eleştirisinin temelinde yer alan felsefenin, ilk inceleme alanlarından birisi, bilginin kaynağıdır. Madde-ruh (bilinç) önceliğine göre açıklanan bu kaynak, dünyanın-doğanın nasıl algılandığı ile dolaysız olarak bağıntılıdır. Dünyayı hem yorumlayan hem de değiştirme cüreti gösteren devrimcilerin, nesnel olabilmesi hayati önem taşır. Dinsel düşüncenin yarattığı kutsallığın ardındaki sınıf savaşımını tüm yönleriyle kavrayabilmek, felsefe sayesinde gerçekleşir. Bu açıdan, bilginin kaynağı sorunu temeldir.

İdealist kampın akıl tanımı, bize, bilincin nasıl bir kutsal örtü ile örtüldüğünü sunması bakımından öğreticidir. Anaksagoras’a göre akıl; “maddeleri yavaş yavaş kaostan çekip çıkaran sonsuz sayıdaki birleştirme gücüyle oluşmuştur”. İdealizmin babası Platon’a göre akıl, “bağımsız ve kendi başına etken bir güçtür.” Batınilere ve Hegel’e göre akıl, “evrensel aklın (mutlak aklın-tanrının) bir parçasıdır.” Konuya farklı bir uçtan yaklaşan Freud’a göre akıl, “bastırılmış ve yüksek amaçlarla çevrilmiş cinsel içgüdünün (libido) üst yapısıdır.” (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 19) İslami bir dergi olan Umran’da akıl, inancın altında sayılmaktadır.

Dergi, aklı esas alan aydınlanmaya şu eleştiriyi getiriyor. “Aklı putlaştıran aydınlanma, dünyayı dinden bağımsızlaştırınca, dünya, her türlü barbarlığın dünyası haline geldi. Aklı putlaştıran aydınlanmacı kuramlar/kavramlar her türlü anlam yapılarını/sistemlerini, onların ilgisini ve yönelimini inkar noktasına gelmiştir.” (Umran, Sayı:164, Sf: 48, Nisan 2008) Aynı dergide, bilginin kaynağı, “Allah’la kayıtsız şartsız teslim olmuş bir müminin referans noktası vahiy olmak zorundadır” (Umran, ags, Sf:68) şeklinde ifade edilmiştir. Bu temel yaklaşım diğer vahiyci dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık) Ortodoks yorumda da aynıdır.

Bu tanımlardan hiçbirisinin dünya üzerindeki kutsal örtüyü kaldıramayacağı aşikârdır. Bu tanımlar ruhun (bilincin) maddeden önce geldiğinden hareketle, bilginin nesnel kaynaklarını yadsımaktadır. Mao, bilginin kaynağını üretim, bilimsel deney ve sınıf savaşımı şeklinde özetler. Dolayısıyla aklı da, nesnellikten yola çıkarak, algısal bilginin ussal bilgiye, ussal bilginin daha geniş bir algısal bilgiye, genişleyen helezonik bir biçimde ulaşmasının ürünü olarak görür. Diyalektik materyalist bilgi teorisi, idealist kampın tersine, doğa ve toplum yasalarının bilinebilirliğini, değiştirilebilirliğini ve bilincimizden bağımsız olarak var olduklarını söyler. Dolayısıyla dinsel düşünceyi tahlilde, temel yaklaşımlarımız, diyalektik materyalist bilgi teorisi üzerinde yükselmelidir.

Günümüzde postmodern çevrelerin de savunduğu bilinmezcilik, bilimsellik kılıfı altında yapılmaktadır. Postmodernistler, vahiycilerle benzer biçimde, bilgimizin sınırlılığı ile sonsuzluk arasındaki çelişmeyi, bilinemezcilik olarak yorumluyorlar. Vahiyciler, bu anlayış ile Tanrının bilinemeyeceğini, aklın buna yetmeyeceğini iddia eder. Ehl-i Sünnet’in büyük İslam âlimleri arasında saydığı Gazali, “Diyebilirim ki, Tanrısallık özelliğini (özünü) ancak tanrı ya da bir benzeri ve eşi olan bilir. Ancak onun eşi ve benzeri olmadığına göre, ondan başkası bilemez” (Bilim ve Gelecek, Sayı:11, Sf: 42, 2005) demektedir.

Bu anlayış tüm vahiyci-tanrıcı dinlerle, öz olarak aynıdır. Tanrısız dinlerde ise (Budizm, Jainizm…) evrenin özünün olmadığı şeklinde bir temel üzerinde, nesnel bilginin olamayacağı savunulur. Postmodernistler ise nesnel (gerçek) bilginin “göreceliliğini mutlaklaştırarak” bilinemezciliğe (agnostisizm) varır. Böylece görelilik ile mutlaklık arasındaki bağı kopartarak “mutlaklığın, zaten göreliliğin toplamı olduğunu” yadsır. Bu anlayış, toplum, sınıf, sınıf savaşımı, yasa, ulus vb. tüm bütünsellikleri ve evrensel doğruları yadsır, inkâr eder.

Postmodernist D. Graeker, “Bütünlükler her zaman hayal ürününün köleleridir. Uluslar, toplumlar, ideolojiler, kapalı sistemler… bunların hiçbiri gerçekte mevcut değil. Gerçeklik her zaman bunlardan sonsuz kez daha karmaşıktır” (Birikim, Sayı: 205-206, Sf: 73, 2006) demektedir. Ampirikler de nesnel bilginin sadece deneysel bilgi olduğunu, ötesinin bilinemez olduğunu savunur. Gerek postmodernistler, gerek ampirikçiler, gerekse vahiyciler, aynı kulvarda yürüyerek, sınıf savaşımını inkâr eder ve toplumsal yasaların olmadığını iddia ederler.

Dinin idealizmle özdeş tutulması, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, dinsel biçimli olmayan idealizmin envai biçiminin görülmesine engel olur. Yani kutsal örtü taşımayan, ama aynı kulvarda yol alan idealist akımlara karşı mücadeleyi zorlaştırır. Din ile idealizmin ayrıştırılması, devletin dinden bağımsızlaştığı burjuva toplumlarda daha fazla önem taşımaktadır.

Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde, dinin felsefe ile özdeş halde olmasından dolayı, din ile idealizmin özdeş görülmesine neden olmuştur. Ancak din, idealizm olmadan var olamazken; idealizm dinden bağımsız olarak var olabilir. Yani idealizm, dini de kapsayacak kadar geniştir ve dinsel düşünce –idealizmin kendisi değil- bir parçasıdır.

Bu temel yaklaşım üzerinde, dinin teolojiye (ilahiyat, tanrı kuramı bilgisi) indirgenmesinin yanlışlığı da aşikârdır. Teolojiyi idealizm ve dinle eş tutan burjuva dar kafalılar (ve bazı toy gençlerimiz) Tanrı inancının yok olmasıyla, materyalist olunabileceğine ve dinsel düşüncenin yok olabileceğine –yürekten! – inanırlar. Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm gibi tanrısız dinlerin, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturdukları hatırlanırsa, bu iddianın anlamsızlığı açığa çabuk çıkacaktır. Asya’nın büyük bir kısmında hâkim olan bu dinlerin kutsal örtüleri, tanrılı dinlerinkinden nitelik olarak değil, nicelik ve biçim olarak ayrılır.

Gerek tanrılı, gerek çok tanrılı gerekse tanrısız dinlere sahip toplumlarda ve devletlerde, dinsel düşüncenin özünün ve biçimlerinin kavranamaması, sınıf savaşımı yerine, din-kültür savaşımı anlayışını doğurur. Dinsel düşüncenin özünün, insanın kendini tanımlamasında bir aracı kullanması olduğunu ve doğa ile toplumsal gerçekliğin tersine çevrilmesi olduğunu hatırlarsak, tanrı fikrinin, dinsel düşüncenin –kendisi değil- sadece bir parçası (önemli olsa da!) olduğu anlaşılabilir.

Teolojinin sınırları, dinsel felsefeye göre daha dardır; onun bir parçasıdır. Din felsefesi, tanrının varlığının kanıtlanması dâhil, evren ile dünyanın ve insanın anlamının (özünün) yorumlanmasını içine alır. Bu yönüyle, ideolojinin tüm alanlarını biçimlendirir. Teoloji ise, zaferi ispatlanmış olarak kabul edilen tanrının, sıfatları ve vahiyleri ile ilgilenir. Vahiyi dünyevileştirir, hukuka dönüştürür…

Tanrısız dinlerde teolojinin işlevini, ahlak felsefesi ve ruhçuluk yerine getirir. Tanrısız dini benimseyen toplumlarda hukuk, ahlak felsefesi temelinde şekillenir. Ahlak ise, devletin ahlakı ile özdeş olduğundan, normlarını –esasta- devletten alır. Böylece ahlak felsefesi ile siyaset özdeşleşir. Ruhçuluk da bu özdeşliğin “çimentosu” işlevini görür. Her iki biçimde de din, teolojiyi ve ahlak felsefesini (ve ruhçuluğu) kapsar. Dinin, bunlardan herhangi birine indirgenmesi, dar bir yaklaşım doğuracağından dolayı, dinin, evrensel niteliğinin görülmesini engelleyecektir.

Din, tarihte tüm ideolojilerin kendisini ifade etme biçimi olmuştur. Hem ezenler hem de ezilenler kapitalist topluma kadar kendilerini-ideolojilerini dini biçimlerle tanımlamışlardır. Hangi dinin, nasıl bir yorumla (içtihatla), hangi sınıflarla özdeşleştiğinin ayrımının yapılamaması, dinin örttüğü sınıf savaşımının algılanmasını zorlaştıracak veya imkânsız hale getirecektir. Bu da dinin homojen olarak algılanmasını ve ideoloji ile siyaset arasındaki ayrımın muğlâklaşmasını sağlar. Böylece, emperyalizm ile yarı-sömürgeler arasındaki çelişmenin, Hıristiyanlık-Müslümanlık çatışması, doğu-batı ayrımı veya “ilerici-gerici” ayrımı şeklinde tanımlanmasını getirebilecektir.

Günümüzde oryantalistlerin (şarkiyatçılar, doğu bilimcileri) ve emperyalistlerin kullandığı bu homojenleştirme ve indirgeme ile sınıf savaşımının bittiği, yerine “medeniyetler savaşımının” esas hale geldiği manipülasyonu geniş kitlelere taşınabilmektedirler. Sınıf savaşımının olmadığı var sayılan bu dünyada, emperyalistler rahatlıkla sömürülerini yapma ve kültürlerini yayabilme zeminine kavuşmaktadırlar.

İdeoloji, bu tür yaklaşımlarda, sınıfsal özden koparıldığı için, emperyalizmin “medeniyetler çatışması” tezi, demokrat çevrelerde bile yankı bulabilmekte; bu da “terörizm” argümanından etkilenmeyi de beraberinde getirmektedir. Emperyalizme karşı savaşan dini örgütlerin, bazı demokrat çevrelerce de “terörist” olarak görülmesi bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir.

İdeolojik öz ile politik duruşun ayrıştırılamaması, günümüzde Filistin direnişine önderlik eden Hamas’a demokrat çevrelerce desteği zayıflatmaktadır. Hamas’ın ideolojik olarak gerici olması, ulusal-demokratik taleplerinin de gerici olduğu anlamına gelmez. Tarihte kapitalist topluma kadar, neredeyse tüm isyanlar, dini biçimlerde ortaya çıkmıştır. Bir dinin, aynı süreçte, egemenlerce sömürü aracı, ezilenlerce isyan aracı olarak kullanıldığına sayısız kez tanık oluyoruz.

Hamas, İslamiyet’in Hanbelî Mezhebi-Vahhabi tarikatı yorumunu (içtihadını) direniş teorisi haline getirerek, Siyonizm’e ve emperyalizme karşı bir silah olarak kullanırken; aynı silahı S. Arabistan (ve diğer Körfez devletleri) kitlelerini uyuşturarak, emperyalizmin sadık işbirlikçisi olarak kullanıyorlar. Dolayısıyla dinin yarattığı kutsal örtünün altını görememek sınıf savaşımının seyrini de görememek anlamına geleceğinden, çoğu zaman, emperyalizme objektif olarak destek olmaya da götürebilecektir.

Siyasetle ideolojiyi özdeşleştirenlerin, Türkiye ayağındakilerinden bazılarının, mezhep ayrımını sınıfsal özle karıştırdığına tanık oluyoruz. Alevileri sosyalizmle eş tutan bu çevreler, “Alevilik özünde sosyalizmdir” veya “Alevi-sosyalizm ittifakı kaçınılmazdır” diyebilmektedirler. (Faik Bulut, Alisiz Alevilik, Sf: 29). Aynı çevrelerin, tüm Sünnileri, Sünniliğin devletin resmi dini olması dolayısıyla, gerici olarak yaftalamaları da az görülen bir durum değildir. Bu anlayış sahipleri, ekonomik temelli bir sınıfsal ayrıma gitmek yerine, burjuvazinin sıkça yaptığı gibi kitleleri dinsel olarak bölmektedirler.

Stalin, ilerici-gerici kitle tanımının temelini ekonomik olarak koyar. Zincirlerinden ve canlarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sanayi proletaryasının en ileri kesim olduğunu vurgular. Stalin, sanayi proletaryasından sonraki ileri sınıfları yedek sanayi ordusu, yoksul köylüler… şeklinde değerlendirirken de dini-kültürü vs. değil, sınıfsal özü temel almıştır.

Halk tanımı sınıflara göre yapılır. Bu sınıflar devrimden çıkarı olandan olmayana doğru ileri-geri sıfatı alır. Siyasal ilerilik ile ekonomik temelli ilerilik, her zaman birbirine paralel gelişmez. Sanayi proletaryasının bazı kesimlerinin faşist örgütlenmelerde yer alması veya orta köylünün, bazı yerlerde silahlı mücadeleyi desteklemesi vb. durumlar ekonomik çıkarlar ile siyasal tercihler arasındaki ayrımın tahlilini gerektirir; devrimden çıkarın muğlâklaştırılmasını değil. Bu nedenlerle ideolojik, siyasal ve ekonomik olarak tahlillerin, birbirleriyle bağları kopartılmadan ayrıştırılması, kitlelerin dine göre değil de, sınıflara göre algılanıp tahlil edilmesini doğuracaktır.

Lenin, dinin, politik yönü ile ideolojik-felsefi yönünün ayrı tutulması gerektiğine özel vurgu yapar. Din, onu yaratan ve sürdüren sömürü sistemi yok olmadan, tükenmeyecektir. Lenin, bu nedenle, dine karşı ideolojik-felsefi mücadeleyi elden bırakmadan, dindar kitlelerin politik-ekonomik düzlemde örgütlenmesi gerektiğine vurgu yapar.

Dinin eleştirisi, elbette buraya kadar saydıklarımızdan ibaret değildir. Ancak, dine yaklaşımdaki temel noktalarda berraklık sağlandığı sürece, dinin daha geniş eleştirisi de bilimsel temellere oturabilecektir. Kavramların ve çelişmenin sınırlarını, nesnel gerçekliğin yansıması olarak, diğer kavram ve çelişmelerle bağını yeterince kuramamak, bizleri, eksik-yanlış bir düşünüşe; bu da yanlış-yetersiz politika üretmeye götürebilecektir.

Bu nedenle, dinin eleştirisi, sınıf savaşımının kopmaz bir parçası olarak ele alınmak zorundadır.

1.       İlkel komünal toplumda din

Dinin ortaya çıkışını anlatırken, kısmen, ilkel toplumda dini anlatmış olduk. İlkel toplulukların ilk ve en yaygın dini olan totemizmin (animizm) en belirgin ve ayırt edici özelliği insanın, kendisini hala doğanın dolaysız bir parçası olduğu bilincinin ürünü olmasıdır. Totem, doğadaki bir canlıyı, genelde güçlü bir hayvanı temsil eder.

Çevresinde en güçlü görülen hayvan, o bölgenin hâkimi ve koruyucusu olarak algılandığı için ona ölümsüzlük ithaf edilir. Totem, ayrıca soyun başlangıcı olarak kabul edilir. Yani, timsah totemine tapınan bir kabile onun soyundan geldiğine inanır ve onun temel özelliklerini kendinde cisimleştirmeye çalışır. Günümüzde Amazonlar, Orta Afrika, Endonezya ve Polinezya’da hala tapınılan totemcilik, sınıfsız ilkel toplulukların dini olma özelliği ile öne çıkmaktadır.

İlk insanların temel çelişmesi sınırlar arası çelişmeler olmadığı için, doğa ile olan çelişmelerdi esasta. Doğa karşısında hala çok güçsüz olan insan, kendini doğanın dolaysız bir parçası olarak gördüğü için, toplumsal ilişkileri-ahlakı da bu temelde şekilleniyordu. Yakın zamana kadar Kızılderililer ve hala diğer bölgelerdeki yerliler, boşuna gereksiz yere (veya zevk için!) bir ağacı kesmez veya bir hayvanı öldürmezler.

İlkel toplum, üretim ile tüketim arasındaki ilişkide doğayı esas aldığı için herhangi bir tüketim çılgınlığının yaşanması mümkün değildir. Haliyle lüks tüketimin de ancak ilkel toplumun ilerleyen süreçlerinde görüldüğü bu sistemde, psikolojik bunalımlar, depresyon, delilik, stres gibi sınıflı toplumların ürünü olan hastalıklar görülmez ki bu gerçeklik günümüz yerlilerinin çoğunda geçerliliğini korumaktadır.

İlkel toplum, sınıflara dayanmadığı için, diğer topluluklara da, doğadaki hiyerarşi temelinde yaklaşır. Kabileler arası ilişki, birbirlerinin yaşam alanlarına saygı duyulduğu sürece, doğadaki her canlının yaşam hakkı olduğu ilkesine göre belirlenir. İlk köleci-şehir devletlerin kurulduğu ve çok tanrılı dinlere geçildiği dönemlerde de uzun süre etkisini sürdüren bu anlayış, sınıfların ve devletin gelişmesiyle birlikte yok olmuştur.

İlkel kabileler, henüz doğayı tamamen dinsel algıladıklarından dolayı, kendi aralarındaki ilişkiler ile kabileler arası ilişkileri de dinsel biçimde tanımlıyorlardı. Bu dini biçimin, yani totemciliğin çok tanrılı dinlere yol açması, doğa hakkındaki bilgilerin artması sonucu oluşmuştur. Üretim ve nüfusun artması, doğaya daha fazla hâkimiyeti zorunlu kıldığından dolayı, doğa hâkimiyeti artmış ve böylece çok tanrılı dinlere geçiş yaşanmıştır.

İlkel toplumda, esas mülkiyet biçimi komünaldır. Özel mülkiyetin gelişmesi, ilk toplumsal işbölümünden sonra gerçekleşmiştir. Göçebe-avcı toplulukları, özlerini, 15.-16. yüzyıllara kadar esasta korumuşlardı. Oysa tarım toplulukları yerleşik hayatın geliştirilmesini sağladı. Toprağa bağlılık, mülkiyeti, zilyetlikten özel mülkiyete dönüştürdü. Daha fazla toprak için savaşlar başladı vb. Tüm bu gelişmeler totemciliğin yok olmasını zorunlu kılıyordu. Çünkü özel mülkiyetin zımni kabulü bile, gücün öne çıkmasına yeterdir. Daha fazla güç, daha fazla mülkiyetin ürünü olabilir. Dolayısıyla bu bilinç ve istekler, doğaya daha fazla yabancılaşarak, savaş tanrılarını yarattılar.

Dinin ilk evrimi incelendiğinde, dinin doğa ve toplumsal ilişkilerin dolaysız bir yansıması ve kılıfı olduğu rahatlıkla anlaşılır. Komünal mülkiyet henüz doğanın bir parçası olan insanın, dini kurallara bağladığı bir toplumsallık ürünüydü. Totemcilik, tamamen komünal mülkiyetin temelinde biçim alıyordu. Doğayı kendisine referans alan bu inanış ancak özel mülkiyetin ortaya açıklaması ile yıkılmaya başlamıştır. Dinler, özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte, insanın, doğanın bir parçası olduğu gerçeğini, tersten yorumlamaya başladılar ve sonunda insanı evrenin merkezine koydular.

İlkel toplumun dini inanışlarının incelenmesi bizlere, dinin, mülkiyet, sınıf ve devletle ilişkilerinin temelini vermesi açısından önem arz eder. Çok tanrılı dinlerin köleci toplumda yaygınlaşmasını ve tek tanrılı dinlere evrilmesini, ancak, bu çıkış noktasından yola çıktığımızda nesnel olarak kavrayabiliriz.

2.       Köleci toplumda din ve devlet

Köleci toplum, ilk sınıflı ve devletli toplumdur; dinin devletle, tanrının krallarla özdeşleştiği ve kaynağını doğa yerine toplumsal yasalardan almaya başladığı bir toplum biçimidir. Devletin ortaya çıkışına dair arkeolojik ve antropolojik çalışmalar çok fazla ilerlemiş olmasına rağmen devletin tanımı hala ideolojiler arası çatışmaların merkezinde yer alır. Bu nedenle devletin tanımını yapmak, dinin niteliğinin bilimsel içeriğini anlayabilmek açısından zorunluluktur. Bu nedenle öncelikle, sınıflı toplumlar tarihinin en güçlü aracı olan devletin ne olduğuna bakalım.

Devletin tanımı, egemen sınıflarca genelde “toplumsal bir uzlaşma ve güvenlik aracı” olduğu şeklindedir. Weber’e göre devlet, “organları aracılığıyla, meşru güç kullanımını talep eden varlıktır. Yasamayla değiştirilmeye açık, yönetsel ve meşru bir düzendir.” (Hukuk ve Adalet, Sayı: 3, Sf: 25, 2004) Burjuva bakış açısının bir ürünü olan bu tanım, devletin “bir sınıfın başka sınıfları tahakküm aracı” olduğunu yadsır.

Gramsci, devleti, “onayla desteklenmiş güç kullanımı” ) Hukuk ve Adalet, ags, 3, Sf: 26) olarak tanımlar. Devletin, siyasal zor veya şiddet aracına indirgenmesi Blanquistler, Narodnikler, Fokocular ve Anarşistler tarafından da yapılmaktadır. Bay Dühring de aynı yaklaşım içindedir ve Engels, Anti-Dühring’de, devletin zor aygıtına indirgenmesinin yanlışlığına yanıt olarak, göçebe devletlerin, siyasal zorun en ihtişamlısına sahipken, gelişen ev sanayisi karşısında yok olmalarını örnek verir. Yine benzer şekilde, kapitalizmin şafağında, siyasal zoru elinde bulunduran aristokrasinin, ekonomik gücü-zoru elinde bulunduran burjuvazinin karşısındaki yenilgisini de örnek verir. (Engels, Anti-Dühring, “Zor” Bölümü, Sol Yayınları)

Zoru, şiddete indirgeyen anlayışların, sınıf savaşımını da zora-şiddete indirgemesi kaçınılmazdır. Zor, devletin en temel aracıdır; ayrıca en güçlü yanıdır. Ancak zor, tarihte her zaman bir araç olarak bulunmuştur ve üretim ilişkilerine göre biçim almıştır. Devletin varlığının ilk koşulu, zor değildir; ideolojik meşruluktur. Bu gerçekliği, devletin “bir sınıfın başka sınıflar üzerindeki tahakküm aracı” olduğu gerçeği ile birlikte temel çıkış noktamız yapmazsak dinin, devletle özdeşleşmesini kavrayamayız.

Devlet, toplumun, dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarlarını savunmak üzere kurduğu bir organizmadır. Ancak devlet, daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız hale getirir ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı sürece, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.(Engels, Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sf: 59, Sol Yayınları )

Devlet, toplumsal işbölümünün gelişmesi ve sınıfların ortaya çıkmasından sonra var olmuştur. Bu süreç bir yandan üretimin arttığı, özel mülkiyet ve meta üretiminin –güdük de olsa- başladığı bir süreçtir. Yanı sıra anaerkilliğin güç kaybedip, yerini ataerkil topluma bıraktığı bir süreçtir. Doğa güçlerinin egemenliği altına giren insan-toplum, toplumsal egemenlik araçlarının da himayesine girerek bunları doğa güçleriyle özdeşleştirir.

Doğa egemenliğine girmiş olan insan, bunu dinsel olarak yorumluyordu. Ona göre, doğanın kanunlarını yürüten bu üstün güçlere karşı çıkmak imkânsızdı. Bu bilinç, toplumsal kanunların da bu doğa güçleri tarafından yönetildiği bilincini doğurdu. Aşk tanrısı (Eros), savaş tanrısı (Ares), güzellik-cinsellik tanrıçası (Afrodit, İştar), erdem tanrıçası (Athena), adalet tanrıçası vb. ilah-ilaheler tamamen toplumsal ilişkileri düzenleyen tanrılardır. Bu tanrılar, güneş, toprak, şimşek vb. tanrılarıyla eşit statüde doğa ve topluma egemendiler.

Çok tanrılı dinlerin ilk oluşmaya başladığı dönemlerde insan, kendisini doğanın dolaysız bir parçası olarak gördüğü için toplumu da aynı şekilde değerlendirmiştir. Böylece doğanın egemenlik güçleri ile toplumdaki egemenlik güçleri özdeşleşmiştir. Bu özdeşlik, devlet ile dinin özdeşliğini sağlamıştır. Bu özdeşlikte, devlet dine biçim verdikçe, dinsel düşünce de doğadan kaynağını iyice kopararak, devletin ve sınıf savaşımının sınırlarına hapsolmuştur.

Budizm’in kurucusu Gautama’nın günümüze ulaşan eserlerinde (parçalarında) kral, halkın hizmetçisi olarak tanımlanır. Şehir devletlerin yeni oluşmaya başladığı (Hindistan’da) dönemde yaşayan Gautama, kralların nasıl hizmetçilikten despotluğa ulaştıklarını anlatır. Parçaların birinde bilge, kralın karşısına çıkarak “sen, bizlerin sınırlarını korumak ve anlaşmazlıklarını çözmek için bir hakemsin. Bize hizmetle mükellefsin. Ve senin payın altıda birdir” demiş ve despotluğa son vermesini istemiştir. (Budizm ve Felsefe, Toplumsal Dönüşüm Yayınları).

Kral ve devlet oluşumunun Ortadoğu ve Avrupa’da da benzer biçimde ortaya çıktığını görebiliriz. Hakemlikten despotluğa evrilen kral, elbette yaslandığı sınıflarla birlikte, egemenliğini sürdürecek araçlara ihtiyaç duyacaktır. Devleti kendi tekeline alarak, toplumdan iyice bağımsızlaşan egemen sınıf, bunu dini biçimlerde yorumlamayı ihmal edemezdi.

Devletle özdeşleşen din, devletin başını (kralı) da kutsamıştır ki başka türlüsünü düşünmek, dinsel düşüncenin egemen olduğu bir çağda olanaksızdı. Tanrı ile devletin özdeşleşmesi, doğallığında tanrı ile kralın özdeşleşmesini de doğurmuştur. Böylece devlet “tanrının cisimleşmiş hali”ne dönüşür.

Toplumsal işbölümünün gelişkinliği hiyerarşinin meşruluğunu sağlamıştı. Buna doğadaki hiyerarşi de yardımcı oluyordu; güneyin, her türlü doğa gücü karşısında en üstün kabul edilmesi gibi. Ataerkil toplumun, gücü her zaman önde tutan zihniyeti, bu hiyerarşinin ve sınıfların varlığının meşruluğunu artırmıştır. İnsanlar, gücünden korktukları doğa güçlerini devletle özdeşleştirince hem devletin hem de sınıfların varlığı, dinsel bir meşruluğa sahip olmuştur.

“Tanrının üst akıl (mutlak akıl) sahibi oluşu, alt aklın varlığını zorunlu kılar.” (Doğu Batı, Sayı: 8, Sf: 30) Bu durum, kendisini alt-eksik akıl olarak gören toplumun-insanın, üst akıl sahibi –tanrı temsilcisi- devlete biatını kolaylaştırır. Böylece devlet meşru görünür. Devlet, tahakküm aracı olduğu halde, bu meşruluk sayesinde gelişmeye devam eder. Bu gelişim içinde –tanrı ile özdeşleştiğinden dolayı, güçlendikçe tanrılar da güçlenmeye başlar. Totemcilik (animizm) zamanında, dar (lokal) bir bölgeye hâkim olduklarına inanılan tanrıların etki alanları da böylece genişletilir. Devletin yayılmasına tekabül eden bu sınırlar, ters bir bilinçle, dinsel olarak açıklanır. Devletle dinin özdeşleşmeye başladığı dönemlerden itibaren, tanrı-kralların veya rahip-kralların ortaya çıktığını görürüz.

a) Tanrı ile kralların özdeşleşmesi

Sümerleri anlatan Gılgamış Destanı, bize kralların tanrılaşmasına dair ilk yazılı (ve mitolojik) belgeyi sunar. Devleti güçlendirmiş olan kral Gılgamış, en yakın dostu Enkidu’nun ölümünden sonra, kendi ölümüne ağlamaya başlar. Her şey güllük-gülistanlık iken ölüm duygusunu derinden hissetmek, Gılgamış’ı eleme boğar. Bu yüzden, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Şehir devletlerin güçlenmeye ve yayılmaya başladığı bir dönemde yaşayan Gılgamış, nihayet ölümsüzlüğü bulur. Tanrı-kral kavramının ilk mitolojik yorumu bu şekildedir. Bu mitolojik örtüyü kaldırdığımızda, dönemin devletinin, sınırlarını aşması ve güçlenmesi, kralların da –tanrılar gibi- güçlü ve ölümsüz olma arzularına tanık oluruz.

Aynı destanda, kadın egemenliğinin son kalıntılarına da rastlıyoruz. Tanrıça İştar (Yunanistan’da Afrodit), iktidarı kaybetmiş; ama hala güçlüdür. Hem Ur’da hem de komşu şehir devletlerinde, tapınakları sayesinde iktidarda ve sosyal yaşamda etkili olabilmektedir. Bu dönemin mitolojisi, erkeği tanrılaştırıp övdüğü halde kadını da över. Çok tanrılı dinlerin ve ataerkil zihniyetin hâkim olduğu bu dönemde, en güçlü tanrılar “erkek”leştirilmiş; ancak, anaerkilliğin kalıntıları da etkilerini korumuştur.

Sümerlerin devamı olarak kurulan I. Babil İmparatorluğunun mitolojisinde ise kadın, tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülmeye ve aşağılanmaya başlamıştır. Sümerlerde, erkek tanrıların erkek krallara dönüşme süreci, Babil döneminde, anaerkilliğin iktidardaki tüm etkinliğini kaybetmesine evrilir. Anaerkillikten ataerkilliğe geçişin tamamlanmasının mitolojik örtüsünü kaldırınca, bu dönemde, ilk imparatorlukların dönemi olduğunu ve tanrı ile kralın özdeşleşmesini tamamlayıp yayıldığını görürüz.

Mitolojiyi, kutsallığından sıyırdığımızda ortaya ekonomik-siyasal-kültürel mücadeleler tarihi çıkmaktadır. Tanrının cisimleşen hali olan devlet, Öcalan’ın benzetmesiyle daha iyi tanımlanabilir. “Tanrı, devlet otoritesi; melekler memurlar; peygamberler ve baş melekler ise bakanlıklar ile üst bürokrasiyi oluşturmaktadır”. (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, Sf: 48) Kral ya tanrı olarak ya da tanrının baş temsilcisi olarak devletin başındadır.

Tanrı hem güvenin hem de korkunun somutlaştığı bir olgudur. Bunlar, devletle doğrudan özdeşleşir. Toplum, devletten korktuğu gibi ona güvenir; en azından sınıf çelişmeleri keskinleşmeden önce güvenir. Bu güvenin zedelenip korkunun iyice büyümesi durumunda isyanlar artar. Bu da, devletin zor aygıtını daimi kılmasını zorunlu hale getirir. Sınıf karşıtlığına dayanan devlet, toplumdan bağımsızlaştıkça, zor aygıtını da güçlendirmek zorunda kalır.

Diğer taraftan da meşruluğunu sağlamak için, dinini yaymaya çalışır. Dinini yaymak ve hâkim hale getirmek için gerekirse zor kullanmaktan çekinmez; çünkü din en temel meşruluk aracıdır. Bu durum, tarih boyunca, devletler arasındaki savaşların neden din savaşları olarak görülebildiğini de açıklar. Din ile devletin özdeşliği, devletin kendi dinini korumasını ve yaymasını zorunlu kılmıştır. Kitlelerin savaştırılması açısından da tanrılık fikri başat rol oynar. Tanrılarına kurban sunan kitlelerin, tanrı için savaşması –kendini kurban etmesi- çoğu dinde zorunludur.

Dünyanın en büyük imparatorlukları ya tanrı ya da tanrı temsilcisidir. Mısır krallarının tanrısal ismi Horus’tur ve öte dünyada tanrı Osiris’e dönüşür; yani her iki dünyanın da efendisidir. (Suat Parlar, Ortadoğu “Vaat Edilmiş Topraklar”, Sf: 27) Bu yüzden krallar ölünce, öte dünyada kendilerine hizmet etmeye devam etmesi için tüm maiyetini de öldürüp kralla birlikte gömerlerdi. Firavun, Güneş Tanrısı Ra’nın oğlu sıfatıyla mühür basardı. Sultan hem şahlar şahı, hem de hakan anlamına gelir; yani dünyanın efendiliğini tanrısal güçle sağlayan kişi oluyordu.

Osmanlının başına geçen üçüncü yönetici olan I. Murat, kendisinden önceki gazi unvanının yerine “Hüdavendigar”; yani “Tanrıdan güç alan” sıfatını kullanmaya başlar. Bu, devletin güçlenmesine paralel, tanrısal güçlerin de arttığına dair tipik inanışın bir örneğidir. Çin’de hanlar, kainatın hükümdarıdır. Japon imparatoru Mikado güneş tanrısının başrahibidir. (Ramazan Yazçiçek, Milli Din Arayışı Ve Türk Müslümanlığı, Sf: 43, Ekin Yayınları) Güney Arabistan’da kurulan Sebe devletinin kralları da başrahipti. Greklerde (Yunan) kral, baş tanrı Zeus’un temsilcisidir. Nemrut ise ünlü bir tanrı kraldır…

Tanrı kral olgusunun sadece antikçağa ve çok tanrılı dinler dönemine ait olduğunu sanmak hata olur. Çünkü tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu feodal toplumda ve sonrasında da günümüze kadar, tanrı kral özdeşliği, değişik biçimlerde etkisini sürdürmüştür. Bu süreçlerde, krallar, tanrı ismini kullanmasalar da tanrının temsilcisi sıfatıyla tanrı kralların niteliğine sahip olmuşlardır.

Hıristiyanlık resmi din olduktan sonra Katolik kilisesinin önderi olan Papa, kendisini tanrının temsilcisi ilan etmiştir. Skolâstik dönemin Avrupa’sında Katolik kilisesi, tanrı krallığı ile yeryüzü krallığı ayrımı yapıyordu. Tanrının krallığının tezahürü olarak, yeryüzü krallığının temsilcisi ise Papa idi. Hıristiyanlık Avrupa’sında kapitalizm döneminde de bu temsilcilik –etkisi ve biçimi değişse de- devam etmiştir. Daha çok ideolojik anlam taşıyan bu temsilcilikler İngiltere kraliçesinin, Protestan-Anglikan kilisesinin temsilcisi olması vb. şeklindedir.

İslam dünyasında durum farklı değildir. İslam peygamberi Muhammed, Allahın temsilcisi olarak devletin başındaydı. Kuran’da “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allaha biat etmektedir.” (Kur’an, Fetih Suresi, 10. Ayet. Tüm Yazı Boyunca Kur’an’ın, Suudi Arabistan Krallığı, Medine-i Mürevvere, Kral Fahd Kur’an’ı Kerim Baskı Kurumunun 1987 Baskısı Esas Alınmıştır.) denmektedir. Bu ayet, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek biçimde peygamberin iktidarını, tanrıyla özdeşleştirmektedir. Peygamber sonrası dönemde de gerek halifelik gerekse hanedan halifelik döneminde bu nitelik değişmemiştir. Halifeler “Allahın en sevdiği kulu!” olarak iktidardadır ve iktidarı tanrı adına ellerinde tutuyorlardı. Birçok ehlisünnet âlimi, halife (veya imamın) hiçbir koşulda azledilemeyeceğini savunur. Halife Osman’ın dediği gibi “Allahın verdiği makamı, kendi elimle bırakmam” (Muhammed Amara, Mutezile ve Devrim, Ekin Yayınları) anlayışı hâkimdi.

Osmanlı devletinde de durum değişmemiştir. Fatih Sultan Mehmet, kulluk sistemini getirerek bu özdeşliği geliştirdi. İslam’da tüm mülk (devlet, toprak) Allaha ve dolayısıyla temsilcisine aittir. Bu bile tanrı kral özdeşliğini fiili olarak yaşatırken, Sultan Mehmet’in kulluk sistemini getirmesi ve 1517’de halifeliğin Osmanlı sultanlarına geçmesi (geçirilmesi) ile tanrı krallık özdeşliği güç kazanmıştır.

Tanrı kralların ibadethaneleri-tapınakları, tanrının evi olmaktan çıkarıp, güç-ihtişam gösterisine dönüştürmeleri, tanrının yeryüzünde cisimleştirilmesinin ürünüdür. Tanrının simgesi olan tapınak, cami, sinagog, kilise gibi ibadethaneler yapılar, tarih boyunca devletin ihtişamını göstermek için kullanılmıştır. İlk kiliseler, ilk camiler, ilk sinagoglar ve ilk tapınaklar sade ve mütevazı yapılar iken devletin elinde bu yapılar büyük ve görkemli binalara dönüştürüldü.

İktidar, işgal ettiği bölgelere ve özellikle başkentlere, gücünü sembolize eden dev ibadethaneler yaptırmıştır. İslam devleti Kudüs’ü ele geçirince, altın kubbeli cami yaptırmıştı. Bu yalnızca güç gösterisi değil, kendi dininin-tanrısının gücünü (yani kendi devletinin gücünü) göstermesi dinini yayması ve diğer dinlere baskı yapması anlamına da geliyordu. (A. Haurani, Arap Halkları Tarihi, Sf: 52, İletişim Yayınları). Budizm ve Hinduizm’de de aynı yaklaşım mevcuttu; tanrıların veya Buda (Gautama)’nın dev-altın heykelleri devletin gücünün ispatıydı.

Tanrı krallar en ihtişamlı dönemlerini köleci toplumda yaşamıştır. Çok tanrılı dinlerle özdeşleşen tanrı krallar devletin güçlenmesine paralel dinin etkisinin güçlenmesinin en çarpıcı örneklerinden birini verirler. Çok tanrılı dinlerin evrimini incelediğimizde aynı zamanda devletin evrimini incelemek zorunda kalırız. Böylece, devlet ve sınıf mücadelesinin sınırlarına hapsolan dinin, neden biçim değiştirdiğini de daha geniş görebiliriz.

b) Çok tanrılı dinlerin ve köleci devletin evrimi

Çok tanrılı dinler, site (şehir) devletlerine en uygun dini sunuyordu. Gerek Sümerlerde gerekse Greklerde (Yunan) şehir devletler (site) hâkimdi. Her site devletin, egemenlik alanını tanımlamak için, birer tanrılarının olması, merkezi bir devletin olmayışının ürünüdür. Kölelik sistemi her iki bölgede de hâkimdi; bu durum, entelektüel zeminin gelişmesi için zemin yaratmıştı. Bu da çok tanrılı dinlerin hukukunun, dinsel felsefe ile iç içe geçmesini sağlayarak, bu devletlerin güçlenmesinde ve ömürlerinin uzamasında etkili olmuştur.

Ancak site devletlerinin ömrünün çok da uzun olması beklenemez. Kaynak ile nüfus sonrasındaki çelişme ona üretim aracının (toprak) taşınamaz ve artırılamaz niteliğine sahip oluşu dolayısıyla giderek keskinleşir. Bu durum, şehir devletini yayılmaya zorlar. Sınıf çelişmelerinin de keskinleşmesi bu zorunluluğu artırır.

Sümerlerde kıt olan kereste, baharat, çeşitli madenler ilk önce doğu Akdeniz ile İndus uygarlıklarından (Hindistan) sağlanıyordu. Ancak bu da yetmez olunca, Sümerler, çevrelerindeki şehir devletlerini ele geçirerek devletin sınırlarını genişlettiler. Bu süreç, mitolojide tanrıların güçlenip dünyanın efendisi-hâkimi olmaya başladıkları bir süreç olarak geçer. Yani ilk imparatorlukların kurulmaya başladığı süreçtir. Bu süreçte tek tanrı (mutlak tanrı) fikri henüz gelişmemişti. Ancak imparatorlukların tek devlet altında dünyayı ele geçirme emelleri, tek tanrılı dinler için zemin hazırlamıştır.

Devletin genişlemesi, daha etkin ideolojik araçları zorunlu kılıyordu. Devletin genişlemesi, sömürünün de yoğunlaşıp genişlemesi anlamına geliyordu. En basitinden ordunun güçlenmesi için daha etkin ideolojik araçlar şarttı. Ordu fetihlerin (işgallerin) temel aracıydı. Bu nedenle olmazsa olmazların başında geliyordu. Ordunun güçlendirilmesi; devlet ile kitleler arasındaki çelişkileri keskinleştiriyordu. Yeni toprakların ele geçirilmesiyle de dar (lokal) bir alanda hakimiyet kuran tanrı fikri yetmez oldu. Böylece üretimin genişlemesi, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve devletin yayılması zorunlulukları birleşerek, tek devlet ve tek tanrı fikrinin oluşmasını sağlamıştır.

Tek tanrı fikrine, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin ve bilgisinin artması bir entelektüel zemin hazırlamıştır. MÖ 2000’li yıllarda ilk imparatorluklar kurulduğunda Mısır ve Sümerler matematik ve astronomide oldukça gelişkindi. Yıldızların konumu ve yılın süresi hesaplanabiliyordu. Şu anda kullandığımız haftalara bölünmüş güneş yılı takvimi, Mısırlıların keşfidir. Mısırlılar, matematik ve mühendislikteki gelişkinlikleri sayesinde dev yapıtlar inşa edebiliyorlardı. Nil, Mezopotamya ve İndus havzalarında inşa edilen dev sulama kanalları bir mühendislik harikası olarak, doğanın sırlarının keşfedilmesi ve –sel gibi- doğal afetlerin kontrol altında tutulmaya başlanmasının ürünüdür.

Demir çağının başlamasından sonra (MÖ 1000-900, Mezopotamya) başta askeri teknikler olmak üzere, zanaat, ticaret ve tarımda önemli değişimler yaşanmıştır. İnsanların dev deniz araçları yapabilmesi, ticaretin genişlemesini sağladığı gibi kültürlerin kaynaşmasını ve bilginin hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu entelektüel birikim, insanı, lokal yaşam alanından çıkarıp, kendisinin evrenin bir parçası olduğu fikrine götürdü. Zaten evren fikri-algısı, tek başına, tek tanrı fikri için geniş bir zemin sunuyorken, mevcut entelektüel birikim, sınıf mücadelesi ile birleşerek tek tanrı fikrini yaratmıştır.

Tek tanrı fikrini ilk olarak Tevrat’ta görüyoruz. Peygamber İbrahim (tahminen MÖ 1700’ler) tek tanrı fikrini ortaya atmıştır. Ancak mitolojiyi değil arkeolojiyi ve antropolojiyi esas alırsak, ilk tek tanrı fikrini Mısır’da buluruz. Mısır, Sümerlerde olduğu gibi, çok tanrılı dine sahipti. Bu durum ülke içindeki birliği tehlikeye sokuyordu. Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır’ın birleştirilmesi, bu riski artırmıştı. Thakae’li IV. Amanotep, bu duruma son vermek için, MÖ 14. yüzyılda, Thabne’yi başkan yapar ve bu şehrin tanrısı Amon’u tek tanrı ilan ederek, diğer tanrılara tapınmayı yasaklar. Bazı kasabaların bile ayrı bir tanrısının bulunduğu Mısır’da bu kolay olmadı. Amon, güçlü Ra’nın gücünü kıramadı ve iki tanrı birleştirildi. Adına Amon-Ra dendi. (Orhan Hançerlioğlu, age)

Böylece Mısır’da ilk tek tanrı deneyimi yaşanmış oldu. Devletle dinin özdeşleşmesi sonucu, devletin ve hâkim sınıfların zenginleşme hayalleri, kendisini başka bir hayalle, yani tanrılar vasıtasıyla gerçekleştiriyordu. Mısır’dan sonraki –bilinen- ilk tek tanrılı devlet deneyimi, MÖ 1030’da kurulan İsrail krallığıdır. İlk peygamber krallara sahip olan bu devlet, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişte önemli bir aşamadır. Bu krallık sayesinde Yahudilik mitolojisi ve tek tanrılı din fikri tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmıştır.

Çok tanrılı dinlerin sonunu hazırlayan en büyük siyasal ve kültürel dönemin, Helenistik dönem olduğunu söylemek yanlış olmaz. MÖ 4. yy-1. yy arasında yaşanan bu 300 yıllık dönemi Makedonyalı İskender başlatmıştır. İskender, Yunanistan’dan (Grek) Hindistan’a (İndus), güneyde Afrika’ya kadar olan geniş bir bölgede, dinlerin-tanrıların, kültürlerin-entelektüel birikim ve ekonomik biçimlerin yaygınlaşıp kaynaşmasına vesile olmuştur. Bu da zengin bir birikim yaratmıştır. Çok tanrılı dinlerin sonbaharını yaşadığı bu dönem, tarihin en büyük ve en güçlü köleci devletlerinden birinin, Roma’nın kurulmasıyla sona erer.

Roma, çoklu etnik ve dini topluluklara sahipti. Ayrıca köleci devletin en fazla olgunlaştığı ve klasik hale geldiği bir devlettir. Haliyle köle ile efendiler arasındaki çelişmenin de en fazla keskin olduğu bir ülkeydi. Bu sınıfsal çelişmelerin olgunlaşması, Helenistik dönemle birlikte gelişen entelektüel-kültürel zemin üzerinde tek tanrılı din olan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yahudiliğin devamı ve “tamircisi” olarak ortaya çıkan Peygamber İsa, geniş köle kitlesi ile yoksulları çevresine toplamakta pek zorlanmadı. “Yahudi gelenekleri ile Yunan –özellikle Stoacı- felsefenin kaynaşmasını kendine temel alan” Hıristiyanlık, “o ana kadarki dünya düzenini tersyüz etmesi ve zenginlerin, güç sahiplerinin ayrıcalıklarını aşağılaması ve bununla birlikte bütün dünyevi zevklerin aşağılanması ile şehvetin köreltilmesinin öngörülmesi” (Engels-Marks, age, Sf: 232) şeklinde bir özelliğe sahipti.

Roma, işgalci ve haraççı bir devletti. Kendisine bağımlı kıldığı ülkelere görece özerklik vererek ömrünü uzatmayı başarmıştır. Ancak devletin varlık koşullarından birisi olan merkeziyetçilik kendini dayattıkça, Roma kendi hukukunu ve ahlakını özel hukuklara dayatmak zorunda kalıyordu. Bu da toplumsal çelişmeleri keskinleştiriyordu. Yanı sıra, göçebe kabilelerin kuzeyden, Afrikalıların güneyden, İranlıların ise doğudan sık sık saldırması, daimi ve güçlü bir orduyu zorunlu kılıyordu ki bu da sömürünün yoğunlaştırılması anlamına geliyordu. Bunlar dışında, Roma’nın hiçbir zaman iç iktidar dalaşından sıyrılamadığını da eklemek gerekir. Tüm bunlar çürüyen ve temelleri sarsılan bir imparatorluk yaratmıştı.

Roma’nın bu niteliği-çürümüşlüğü, toplumsal bir değişimi zorunlu kılıyordu. Bu yeni toplumsal sistem için gereken ekonomik, siyasal ve kültürel zemin olgunlaşmıştı. Bu devrim, dönemin dinsel düşüncesi dolayısıyla kutsal bir örtü altında; yani Hıristiyanlık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Roma, üç yüz yüzyıldan fazla bu değişime direndi. Ancak sonunda, Hıristiyanlığı, parçalanmakta olan imparatorluğu ayakta tutabilme ümidiyle, resmi din olarak kabul etti. Roma devleti ile özdeşleşen Hıristiyanlık, çok tanrılı dinlerin hukukunun yerine, tek tanrılı dinin hukukunu hâkim hale getirdi.

Bu, Roma’yı parçalanmaktan kurtaramadı; Roma ikiye bölündü. Batı Roma bir süre sonra parçalandı. Doğu Roma (Bizans) ise feodalizmin temsilcilerinden biri olarak gelişmeye devam etti. Doğu Roma, Hıristiyanlığın dünyadaki “ilk temsilci devleti” olmuştur. Roma’nın bölünmesi, antik çağın sonu, ortaçağın ve feodal toplumun başlangıcı olarak kabul edilir. Bu dönem, ayrıca tek tanrılı dinlerin dünyanın çoğunda hâkim olmaya başladığı sürecin başını ifade eder.

Köleci toplumda, çok tanrılı dinlerin uzun süre yaşayabilmesi, tamamen kendi özgüllüğünün ürünüdür. Köle sahipleri ile köleler arasındaki çelişmenin, temel çelişme olduğu bu toplum biçimi 3 bin yıldan fazla sürmüştür. Bu kadar uzun bir süre ayakta kalması, kesinlikle, salt devlet zoru ile mümkün olmamıştır. En başta kölelerin, kölelik bilinci olmaksızın bu sistem de var olamazdı. Köleler, ancak yaşam koşulları dayanılamayacak noktaya geldiği zaman isyan etmişlerdir. Köleler o noktaya gelene kadar, kölelik bilincini sağlayan en önemli etken din olmuştur.

Din, sadece devleti meşrulaştırmakla kalmamış, köleliliği de meşrulaştırmıştır. Dinin en önemli etken olduğu meşrulaştırma olmaksızın devletin var olması düşünülemezdi. Tek yanlı bir şekilde kökleri ve köleliliği, efendilerin yarattığı anlayışı doğru değildir; daha doğrusu madalyonun bir yüzüdür diğer yüzü ise kölelerin de efendiler yarattığıdır. Bu iki olgu birbirinden koparılamaz. Bunu yaratan (her iki sınıf için de) en önemli etken din olmuştur. Bunun kavranması, devleti, salt zor aracına indirgeyerek, dinin devletle özdeşleşmesinin ve yarattığı ideolojik meşruluğun kavranmasını da engelleyecektir. Dolayısıyla sınıf savaşımının çok yönlü kavranmasının da önüne geçerek günümüzün de dar-sığ yorumlanmasını beraberinde getirecektir.

Köleci toplumun incelenmesi, bize devlet ve sınıf mücadelesinin sınırları içinde hapsolan dinin evrimin görülmesini ve dolayısıyla dini biçimli sınıf mücadelelerinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Dinin, ne olduğu ve nasıl biçimler alabildiği kavranmaksızın günümüzdeki dinin etkisinin nesnel ve çok yönlü anlaşılabilmesi zordur.

c- Tanrısız dinlerin devletle özdeşleşmesi

Hindistan’da kölecilik ve devletleşme esasta MÖ 1500’lü yıllarda başladıysa da Hindistan’da hiçbir zaman klasik bir köleci devlet kurulmamıştır. Üretim esasta küçük köylülere veya komünal köylere dayanmakta; köleler, genellikle esasta tapınak, yol, sulama kanalı gibi büyük binaların yapımı ile ev işlerinde kullanılmaktaydı. Benzer sosyo-ekonomik yapı Çin’in birçok bölgesi için de geçerliydi. Her iki coğrafyada da üretimin genelde zor doğa koşulları altında yapılması dine özgün biçimler vermiştir. Nüfusun kalabalık ve iç içe oluşu da bunu artırmaktadır.

Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm en yaygın olan tanrısız dinlerdir. Bu üç dinde bir tanrı yoktur; yaratılış ve ahiret inancı da yoktur. Dolayısıyla cennet-cehennem, şeytan melek vb. inancı da yoktur. Jainizm’in kurucusu Mahavira’ya göre, yoktan var oluş düşüncesi saçmadır. Budizm’in kurucusu Gautama’ya göre, evren ve öz yoktur; sadece oluş ve akış vardır. Konfiçyonizmin kurucusu Kong-Fu Tse’ye göre ölümden sonra yaşamın varlığı kesin olarak bilinemez; bu yüzden de ölümden sonrasını araştırmamak en iyisidir.

Her üç dinin kurucusu da, peygamberlik iddiasında bulunmamış, kendilerini ilahlaştırmamış ve her üçü de sade ve kıt kanaat bir yaşamı öğütlemiştir. Her üç din de, erdemi ve ahlakı öğretilerinin merkezine alır. Jainizm ve Budizm, insanların tam eşitliğini savunur; prensler ile köylüler arasında bile ayrım yapmazlar. Konfiçyonizmde ise en iyi değerli insan bilge insandır; Sokrates gibi erdeme, ancak bilgi ile ulaşılabileceğine inanılır. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 45-47)

Görüldüğü gibi her üç dinde de sınıf savaşımını veya toplumsal hiyerarşiyi kutsayan bir şey yok. Buna rağmen özellikle Budizm, uzun yıllar boyunca sınıflı devletin toplumun dinsel-kutsal örtüsünü oluşturmuştur. Dinsel düşüncenin ve sınıf savaşımının özü kavrandığında, paradoks gibi görünen bu durum açıklığa kavuşur. Dinsel düşünce, sosyo-ekonomik gelişmelerle birlikte doğa ve insan arasında çelişmenin ürünüyse, öncelikle bunları incelemek gerekir. Böylece hangi bilincin, hangi çelişmenin ürünü olarak yaşandığını ve nasıl bir dinsel örtüye büründüğünü daha iyi anlayabiliriz.

Her üç dinin ortaya çıktığı dönemlerde (MÖ 6. yy) Hindistan ve Çin’de komünal mülkiyet hâkimdi. Zor doğa koşulları altında, kalabalık bir nüfusla üretim yapılıyordu. Köy komünlerinin yaygın olduğu bu dönemde, “birey, ancak böyle bir topluluğun –sözcük ya da mecazi anlamda- üyesi olduğu sürece kendisini bir mülk sahibi ya da zilyedi (geçici olarak verilen ve miras hakkı bulunmayan mülkiyet biçimi –bn)” sayar. (Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 63, Sol Yayınları)

Sulama sistemleri, köy komünleri için hayati öneme sahipti. Bu yüzden sulama kanallarını inşa edenler ve yönetenler, alt topluluklara karşı bir üstünlük kazanmıştır. Böylece despot bir yönetimin ekonomik temelleri oluşturulmuş oldu. Kapalı bir ekonomik sistem yaratan bu üretim tarzı, değişime en dirençli olan sistemdi. “Bu, onun dayandığı temel ilkeden, yani bireyin topluluktan bağımsız olamayışından, üretim devresinin kendi kendine yeterli oluşundan, tarımla el zanaatlarının birliğinden vb. ileri gelir.” (Marks, age, Sf: 76)

Köy komünlerinin, komünal mülkiyete dayanması, nüfusun kalabalık ve iç içe olması (Cermen tipinin aksine) ve zor doğa koşulları ahlakı biçimlendirerek çilecilik ve kıt kanaatçiliğin gelişmesini sağlamıştır. Ahlaksal açıdan en büyük erdem, iyi ahlak sahibi olmaktır. Bugün bile bu ülkelerde (Asya’da) çalışmak ve sade yaşam ibadet sayılmaktadır. Bu ahlakın yarattığı hukuk, iyi-kötü ayrımına dayanır ve referans (çıkış) noktası komündür; kolektiftir. Doğa ve doğa egemenliğinin dinsel yorumu, burada, komünün işleyişi ve varlık koşulları ile özdeşleşir. Devletleştikten sonra, devletin varlığı, komünün varlık koşullarından biri haline gelir. Böylece, ahlaka dayalı bu tanrısız dinsel öğreti, devletle özdeşleşir.

Doğaya iyice yabancılaşan tek tanrılı dinlerin aksine, burada, doğa hala dinsel düşünceye biçim vermeye devam etmiştir. Bu durum, sınıf savaşımının ve çelişkilerinin gelişkin olmamasından kaynaklanır. Kalabalık ve iç içe olan nüfusun varlığıyla birlikte bu durum, toplumsal ilişkileri, doğaya uyumlu bir iyi ahlak temelinde yükseltmeyi zorunlu kılmıştır. Komünün birliği ve varlığı buna bağlıdır. Bu, özel ahlakı (örfi ahlak) yaratır ve komünün ömrünü uzatır. Devletin buna göre biçim alması, genel bir hukuk yaratır. Devlet özel (örfi) hukuku kendi hukukuna uyarlayarak ideolojik temellerini oluşturur.

Bu açıdan, bahsi geçen üç dinin öğretisinin temelinde erdem ve iyi ahlakın bulunması anlaşılabilir. Bu tür toplumlarda bilgeler ve atalar kutsal sayılır. Her üç din de bilgiye ve ataya saygıyı ilk koşul sayar. Bu durum, karşıt sınıflara dayanan bir zihniyet yaratmasa da hiyerarşinin temellerinden birini oluşturur. Özellikle Konfiçyonizmde baba ve ataya saygı devlet sahiplerini de kapsar. Böylece bu din, devlete en yakın olma özelliğine sahip olmuş ve uzun yıllar devletle özdeşleşmiştir.

Komün halindeki toplulukların, üretim için sulama kanallarına olan ihtiyacı, bu kanalları elinde bulunduranlara karşı bir ekonomik bağımlılık yaratmıştır. Kafa ile kol emeğinin ilk ayrışma örneklerinden biri olan bu durum, devlet organının oluşmasını sağlamış ve komünlerin varlıklarını devletle ifadelendirmesini beraberinde getirmiştir. Diğer topluluklara karşı bir güvenlik aracı ve sulama kanallarının koruyucusu-düzenleyicisi olarak görülen devletin, komünlerle bütünleşmesi zor olmamıştır. Bu organ-devlet, hâkimiyetini dinsel biçimde meşrulaştırdığından dolayı komünlerin dini devletle özdeşleşmiştir. Bu da sınıfların kabulünü ve meşruluğunu sağlamıştır.

Bu üç dinin öğretilerinin merkezinde yer alan reenkarnasyon (ruh göçü) inancı devletin hukuku ve ideolojisi ile birleşince iyi ile kötünün doğru ile yanlışın ahlaksal referansı devletin ahlakı olmuştur. Böylece devletin ahlakının meşruiyeti, daha geniş bir kutsal örtünün altına girer. Budizmin kurucusu, Hinduizme tepki olarak ruh göçünü inkâr eder. Ancak, bilinç-akıl, bir oluş ve sonsuz döngüdeki bir akış olarak görüldüğü için, ismen reddedilen ruh göçü, başka isimde yaşam bulmuştur. Zaten daha sonraları onlarca mezhebe bölünen Budizm’in birçok mezhebi ruh göçünü açıktan savunmaya başlamıştır.

Ruh göçü, insan ruhunun, sonsuz sayıda, bedenden bedene geçtiği inancıdır. Her insanın yaşadığı dönemde yaptığı iyilik ve kötülüklere göre bir sonraki bedeninin biçimi ve sosyal durumu belirlenir. Çok iyilik yapanların zengin ve iyi insan bedenine; çok kötülük yapanlarınsa çeşitli hayvan bedenlerine veya yoksul insan bedenine tekrar geleceğine inanılır. Bu inanç, devletsiz toplumda iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımının (normlarının) komüne göre belirlenmesini sağlarken, devletli toplumda esas referans, devlet ahlak ve hukuku olmaya başlar. Böylece en büyük kötülük (yanlışlık-günah) tanrılı dinlerde olduğu gibi “devlete karşı çıkmak” olmaya başlar ve cezası tek tanrılı dinlerdeki gibi ölümdür.

Bunlara ataerkil zihniyetin etkisi eklendiğinde tanrısız dinlerin devletle özdeşleşmesinin niteliği ayrıntılandırılabilir. Ataerkil zihniyet güce tapar. Doğa güçlerinin karşısındaki acizliğin ürünü olan bu bilinç, şiddeti de kutsar. Güce tapınma, gücü şiddetle özdeşleştirme, şan ve şerefin güç ile bu (bahsi geçen güç ile) tanımlanması gibi özelliklere sahip olan bu zihniyet tüm bunları, en büyük güç sayılan devletle özdeşleştirir. Böylece ataerkil zihniyet dinsel olmayan kılıflarla da devleti meşrulaştırır. Bu meşruluk dinin, devletle özdeşleşmesini hızlandırır.

Anlaşılacağı üzere tanrısız da olsa, devletle bütünleşen-özdeşleşen din, devlet ideolojisinin ve hukukunun kutsal örtüsü haline gelir. Asya devletleri geliştikçe bu kutsal örtü de genişlemiştir. Yeni biçimler aldıkça, dogmalığı ve katılığı artmıştır. Ki bir süre sonra, devletle özdeşleşen bu dinler, kurucularının öğretisinden çok farklı biçimlere evrilmişlerdir. Bu evrim içinde her üç din (öğreti) iyice fetişleştirilmiş ve kurucularının heykelleri, tapınma nesnesi haline getirilmiştir. Özellikle Gautama’nın (Buda) 5-6 metreye varan altın heykelleri, bu heykellerin sergilendiği dev ve ihtişamlı tapınaklar, devlet tarafından yaptırılmıştır. (Zaten halkların buna gücü yetmez; ihtiyaç da hissetmez!) Böylece soyut fikirler cisimleştirilerek, etkileri artırılmıştır.

Tapınak ve heykeller ilahlaştırılınca, sadece bir ahlak öğretisi olarak ortaya çıkan bu üç dinin özünden geriye fazla bir şey kalmaz. Kurucuların ilahlaştırılması, devletle özdeşleşen bu dinlerin ruhban sınıfı yaratmalarını sağlamıştır. Bu ruhban sınıfı, sosyal ve siyasal yaşamda başat bir rol oynamıştır. Bu ruhban sınıfı ve ilahlaştırma-fetişleştirme, devletle bu dinlerin özdeşleşmesini derinleştirmiştir. Çünkü tapınak ve heykellerin ihtişamı devlete aittir; onun gücünün simgesidir. Devlet, bu tapınak ve heykellerin kutsallığının tezahürü ve koruyucusu olarak görüldüğü için, bu semboller, devletle özdeşleşir. Devletin varlığı bunlara, bunların varlığı da devlete bağlıymış gibi görülür.

Böylece, sınıf karşıtlığı ve görünümüne sahip olmayan bir öğretinin bile, nasıl tanrılı dinler gibi devletle özdeşleşebildiğini ve kutsal örtüler yaratabildiğini görmüş olduk. Marks’ın deyimiyle “din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” (Marks, age, Sf:170)

3.       Feodal toplumda din ve devlet

a) Hıristiyanlık Avrupa’sında din ve devlet

Feodal devlet, köleci devlete göre daha yetkindir. Kölelerin verimsiz işgücü yerine, serfler üretimin esasını gerçekleştirir. Toprağın temel üretim aracı olmaya devam ettiği feodal toplumda köylü ve serflerin varlığı feodal devletin varlık koşulunu oluşturduğu için sistem esasta serfleri toprağa bağlayacak bir hukuku esas almıştır. Bu hukukun biçimi elbette önceki toplum biçimi gibi dinseldir. Feodal devletin güçlenmesine paralel, kilise de güçlenmiştir. Kilise, ekonomik olarak basit bir feodal beyin statüsünde iken, güçlendikçe iktidarda da fazla söz sahibi olmuştur.

Kilisenin (Katolik kilisesi) önderi Papa, kendini “tanrının temsilcisi” ilan ederek, Avrupa’daki Hıristiyan kralları etkisi altına almıştır. Krallar bir yandan iktidarlarının devamı için kiliseye muhtaç olurken diğer yandan da onun üzerinde hâkimiyet kurmak için çalıştılar. Kilise (ruhban sınıfı) ile aristokrasi arasındaki mücadele ve birlik, çeşitli biçimlere girerek kapitalist sistemin hâkimiyetine kadar sürmüştür.

Skolastik dönemin (5. yy-17. yy) büyük bir kısmına yön veren Augustina, insanın-toplumun ve devletin, tamamen kilisenin yönetiminde olması gerektiğini savunuyordu. İnanç ve iradeyi, akıldan üstün tutuyor; maddenin var olmadığını ve ruhun mutlak olduğunu savunuyordu. Tanrı hukukunun tek ve mutlak hukuk olması gerektiğini savunan Augustina, yeryüzü krallığı ile tanrı krallığı arasında ayrım yapan kişidir. Bu ayrım, yaklaşık 13. yüzyıla kadar kilisede hâkim olmuştur. Ortaçağın karanlık ve zorba yanının kutsal örtüsü esasta Augustina tarafından şekillendirilmiştir. Bu dinsel öğreti sayesinde, kilise yüzyıllar boyunca hanedanları yönetebilmiş veya en azından ortak olmuştur; öyle ki kilise birçok hanedan veya feodal beyden daha güçlü hale gelmiştir.

Kilise, mülk edinme ve elde tutma biçimi dolayısıyla aristokrasi ile çatıştığı kadar uzlaşmak da zorundaydı. Yanı sıra, devletin (ve sömürüsünün, zenginliğin, gücün…) bekası için, aristokrasinin ordusunun varlığı zorunluydu. Devletin varlığının dinsel olarak algılanmasıyla birlikte kilise ile aristokrasi arasındaki rekabet geçici, uzlaşı ise esas olmuştur.

Feodal devletin başında olan aristokrasi, niteliği gereği dini dışlayamazdı. Yönetmek için olduğu kadar, meşruluk için de dine ve kiliseye ihtiyacı vardı. Çatışmalı duruma rağmen kilise ile her zaman uzlaşmak zorundaydı. Avrupa’da köylü ayaklanmaları başladıktan sonra bu uzlaşmalar artmıştır. Din, devletle özdeş olduğundan dolayı aristokrasi bu uzlaşıyı daimi kılmak zorunda kalıyordu.

Feodal devletin gelişmesi, üretim araçları ve üretim ilişkilerinin de gelişmesini beraberinde getirdi. Sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi, meta üretiminin gelişmesi ve artması gibi etkenler, yeni fikirlerin doğmasına neden oluyordu. Bu sürece ilk tepkilerden biri, kiliseden, artık kitleleri yönetmekte zorlanan ruhban sınıfından gelmiştir. Böylece dinsel boyunduruğun gevşetilmesini sağlayan Thomas Aquinas’ın fikirleri aydınlanma çağına kadar hâkim olmuştur.

T.Aquinas, Augustina’nın tanrısını kısmen yere indirdi. Aristo’yu Hıristiyanlıkla birleştirerek yeni biçimler verdi. Önceki dönemin (Augustina’nın) tersine, maddenin varlığını kabul etti. Aristo’nun 4 temel nedenini olduğu gibi Hıristiyanlık felsefesi ile kaynaştırdı. Akıl’ın iman ve iradenin tamamlayıcısı olduğunu savundu. Kilise (Tanrı) hukuku ile toplum hukukunun birleştirilmesi gerektiğini ve insanın, toplumsal bir varlık olduğunu savundu. Devlet ve kiliseyi bir bütünün iki parçası olarak gördü. Böylece dünyevi yaşama ve akla bir adım yaklaşmış oldu. ( Felsefe Tarihi, Sf: 150-200, Üniversite Kitap Yayınları) Ortaçağın son dönemlerine hâkim olan bu öğreti, Rönesans’ın baskısı ve meta üretiminin gelişmesinin ürünü olarak, dinin yenilenme ihtiyacından doğmuştur.

Kilise ile aristokrasi, hiçbir zaman İslam devletindeki gibi bir özdeşliğe sahip olamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri Avrupa feodal üretim tarzı ve devletinin özgüllüğüdür. Avrupa’da doğudaki gibi güçlü ve merkezi bir devlet hiçbir zaman kurulamadı. Avrupa devletleri en güçlü oldukları zamanlarda bile iktidarı yerel feodaller (aristokratlar) ile paylaşmak zorundaydılar. Bunun nedeni, öncelikle kölecilikten çıkmış güney Avrupa ile ilkel göçebe-kabile sisteminden feodalizme geçiş yapmış olan kuzey Avrupalıların kaynaşmış olmasıydı. Özgürlüğüne düşkün olan kabileler yeni devletler içindeki özgürlük alanlarını alabildiğince geniş tutmaya çalıştılar; bunun için de çatışmayı göze aldılar. Diğer bir nedense feodallerin klasik biçimiyle evrildiği yerin Roma olmasıydı.

Bu biçimiyle gelişen feodalizmde, ülkelerin toprakları, aristokrasi arasında paylaştırılır. Bu toprak sahiplerinin çatışması geçici değildir. Çünkü her toprak sahibi (aristokrat) aynı zamanda güç anlamına gelen, ana üretim aracı toprağa (ve üzerindeki köylüye) sahip olmak için alanını genişletmek zorundaydı. Bu çelişki feodal beyi hem içten (sınıf çelişmeleri ile) hem dıştan (işgaller ile) güçsüz kılar. Dolayısıyla bu tarz siyasal-ekonomik ilişkilerin olduğu bir yerde doğu devletleri gibi, merkezileşme yaşanmaz. Merkeziyetçiliği en fazla sağlayabilen devlet olan Doğu Roma bile, merkeziyetçiliği, Avrupa’da feodalizmin gelişmesiyle birlikte zayıflamış ve iktidarı yerel feodallerle paylaşma zorunda kalmıştır.

İktidarın dağınıklığı, kilisenin gücünün dağınık olmasına neden oluyordu. Gerek aristokrasinin gerekse ruhban sınıfının iktidar dalaşı yüzünden birçok mezhep ve tarikat doğmuştu. Ezilenlerin de kendisini dinsel ifade etmesinden dolayı mezhep ve tarikat sayısı yüzleri bulmuştu. Her yerel iktidar, ancak dinsel sapkınlık yolu ile kendini –dinsel olarak- üstün göstermeye çalışıyordu. Bunun yanında her aristokrat mutlaka belli bir sayıda ruhbanı kendisine çekmek zorundaydı.

Bunun sonucu olarak dinin ve iktidarın merkezinin neresi olacağı tartışmaları (dalaşı) Hıristiyanlığı iki büyük kampa; Katolik ve Ortodoks mezheplerine ayırdı. Daha sonra, Katolik kilisesine karşı çıkanlar Protestan mezhebi adıyla Hıristiyanlığı esnettiler ve kendi iktidar alanlarını oluşturdular. Protestanlık, yükselmekte olan burjuvazinin dini haline gelerek kitlelerle bağını oluşturmada önemli bir araç olmuştur.

Feodal Avrupa’da devlet merkezileştikçe kilisenin merkeziyetçiliği de artmıştır. Kilise, en küçük yerleşim birimlerine dahi kiliseler inşa ederek aristokrasinin askeri ve siyasal etkisinin az olduğu bölgelerde bile ideolojik hâkimiyetini kurabiliyordu. Bu şekilde en geniş kitleye tanrı sürekli hatırlatılmaktadır. Yapılan düzenli ayinlerle, tanrı ve temsilcisi devlet sürekli kutsanır. Bu sayede, toprak sahibi kilise “tanrının adına” sömürüsünü iyice yayma ve yoğunlaştırma zeminine genişçe sahip olmaktadır. Bu arada, devletin ilgili birim veya yerel iktidarla kopmaz bir bağ içine girerek sınırlarını alabildiğine genişletir.

Feodalizm döneminde devlet ile kilisenin gelişip güçlenmesi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır, aynı kulvarda, iç içe gerçekleşmiştir. Din ve devletin özdeşliği dinin devlete bağlı olarak felsefi ve siyasal gelişimini sağlar. Devletin ve sınıf mücadelesinin sınırları içine hapsolan din, her bölgeye göre özgül biçimler alır; ama sınıflı toplumlar tarihinde bu sınırların dışına çıkmamıştır. Bunu farklı bir biçimde gelişen İslamiyet ve Ortadoğu örneğinde de görebiliriz.

b) İslam dünyasında din ve devlet

Avrupa, 4. yy’dan sonra feodalizme geçiş yaparken Arap yarımadasının orta ve güneyinde hala kabile sistemi hâkimdi. Çoğunlukla çölde yaşayan bedevilerin esas geçim kaynağı hayvancılık ve ticaretti. Coğrafi koşulların üretime olan olumsuz etkisi, bedevilerin binlerce yıl boyunca hiçbir devletin hâkimiyetine girmemelerini sağlamıştı. Bu nedenle, kabile sistemi de uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmüştü.

Batı-kuzeybatısında Doğu Roma (Bizans), doğu-kuzeydoğusunda Sasani (İran) imparatorlukları bulunan Arap Yarımadası, bu iki devletin çatışmalarının merkezindeydi. Arap Yarımadası, dönemin en büyük ticaret yollarının üzerindeydi. Kuzeyinden İpek Yolu, batı ve güney tarafından Kızıldeniz ticaret yolu geçiyordu. Doğu Roma, Hindistan’a ticaretinde, bedevilerle işbirliği yapmak zorunda kalıyordu. Sasani devleti ise Doğu Roma’yı zayıflatmak için bedevilerle işbirliği yapıyordu. Bedeviler, bu rekabetten faydalanıp zenginleşiyor hem de sınırlardaki askeri etkinliklerini artırabiliyorlardı.

Engels, Araplar özgülünden yola çıkarak şu genellemeyi yapıyor: “Gerçekte toprakta özel mülkiyetin yokluğu, tüm doğunun anahtarıdır. Siyasal ve dinsel tarihinin özü buradadır.” (Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 142) Arap kentler ticaret merkezi olmalarına rağmen, sayıları azdı ve gelişkin bir devlet mekanizması yoktu. En güçlü şehir olan Mekke bile, Kureyş kabile federasyonu ile yönetiliyordu. İlkel bir devlet aygıtını andıran ancak keskin sınıf karşıtlığından ziyade, kabile şeflerinin uzlaşma aracı olan bir mekanizmaydı.

Özel mülkiyet ve kişisel servet biriktirme, varlığını korusa da esasta komünal mülkiyet hâkimdi. Dolayısıyla kültürel ve siyasal ilişkilerde kabile ahlakı geçerliydi. Ataerkil zihniyet temelinde biçim alan bu ahlak, kabile içi ve kabileler arası hukuku belirliyordu. Çok tanrılı dinlerin hâkimiyeti söz konusuydu. Bu din, kabile ahlakı ve hukuku ile özdeşleşmişti. Hemen her kabilenin bir tanrısı bulunabiliyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlığın yayıldığı bu coğrafyada, çok tanrılı dinin uzun yıllar varlığını sürdürebilmesi, kabile sisteminin kendine yeterliliği ve coğrafi koşulların avantajı sayesinde, değişime ve dış etkileşimlere uzun yıllar direnebilmesinden kaynaklanmıştır.

Ancak 4. yy’da Akdeniz havzasında başlayan büyük ekonomik bunalım, 6. yy’a kadar sürdü. Bu büyük bunalım sonucu Roma’nın Hindistan’la olan ticareti daraldı; bazı dönemler tamamen kesildi. Arap Yarımadası’nı da etkileyen bu ekonomik kriz, Arap kabilelerinin zayıflamasına neden oldu. Ehli Sünnetin “cahiliyet dönemi” dediği bu süreçte, kabileler arası çatışmalar arttı. Yağmanın, baskınların erdem sayıldığı bu kabile sisteminde, kıt kaynaklar ve dış kaynakların azlığı gibi nedenler çatışmaların yoğunluğunun 6. yy’ın sonlarına kadar sürmesine neden olmuştur. Bu süreçte zaten zayıf olan tarım ve zanaatçılık iyice dumura uğradı. Dolayısıyla toplumsal bir değişim kendini iyice hissettirmişti.

Arap Yarımadası’ndaki Mezopotamya, Doğu Akdeniz, Mekke, Medine, Taif ve Aden gibi önemli ticaret merkezleri, Helenistik dönem ve sonrasında Hıristiyanlığın yayılması ile birlikte, eski dünyanın kültürünü özümlemişti. Bu kaynaşma, zengin bir kültür birikimi yaratarak, İslam’ın felsefi ve teolojik zeminini hazırlamıştır. İsa’nın, Musa’nın halefi olarak ortaya çıkması gibi, Muhammed de İsa’nın halefi olarak ortaya çıkmış ve bir toplumsal devrimin öncüsü olmuştur. İslam, Hıristiyanlığın tersine, başından beri devletle özdeş bir şekilde gelişti. Devlet ve İslam birbirini geliştirmeye başladılar…

Bu özdeşliğin, devletin kuruluşuyla birlikte gelişmesi bölgenin özgüllüğünün ürünüdür. Henüz bir devlete sahip olmayan kabilelerde, komünal mülkiyet hâkimdi ve her kabile, kendi bölgesinde iktidardı. Köleler bu kabilelerde var olmasına rağmen, üretimin temel unsuru değillerdi. Üretim, hayvancılık ve kısmen de zanaat ağırlıklıydı. Tarım esasta kuzeyde (Mezopotamya) ve güneyde (Yemen) yaygındı; ama köleler burada da tarımsal üretimin temeli değildi. Köleler daha çok tapınak, sulama kanalları gibi büyük yapıların inşaatında ve ev hizmetinde kullanılıyordu. İslam devleti bu temeller üzerinde şekillenmişti.

İlk ve temel sorun ise dağınık kabilelerin birleştirilmesi olmuştur. Özgürlüğüne düşkün ve savaş-baskın kültürüne aşina olan kabileler ancak güçlü bir dinin yardımıyla birleştirilebilmiştir. Merkezi ve güçlü bir yönetimin bulunmadığı bu coğrafyada Peygamber Muhammed, Allah’ın birliğini, Peygamber İsa’dan yüzlerce kez daha fazla vurgulamış, ön planda tutmuş ve İslam’ın temeli haline getirmiştir. İsa’nın esas yoğunluğu tanrının birliği (yani devletin birliği) değildi; çünkü birliği sağlayan öyle veya böyle (!) bir devlet Roma devleti vardı. İsa’nın esas çalışması kendi meşrutiyetini sağlamaktı; bu onun için ilk koşuldu. Bu yüzden kendisini tanrının oğlu olarak görmeye başladı. Böylece, kitlelerin üzerindeki etkisini artırarak onları Roma’ya karşı birleştirebilmişti.

Oysa Muhammed, dağınık ve henüz devlet oluşturamamış olan kabileleri tek bir yönetim altında toplamak zorundaydı. Bu kabilelerin birleştirilmesi ancak güçlü ve merkezi bir devletle mümkün olabilirdi. Muhammed, kendisini İsa’dan farklı ve ileri gördüğü için, bu farklılık üzerinden etkinlik kurabilirdi. Dolayısıyla tanrının oğlu değil, sıradan bir insan olması gerektiğine inanmıştır. Böylece soyun çok önemsendiği bir ortamda, tanrının tek temsilcisi olarak tarafsız görünebilme zeminini yaratmış oldu. Yeni devletin varlığı, kabilelerin birliğine bağlı olduğu için ve yeni bir toplumsal sistemi ancak böylesi bir devletin yaratabileceğini düşündüğü için, Muhammed tanrının birliğini sürekli ön planda tutmuştur.

Birliğin sağlanabilmesinin temel koşullarından birisi, kabilecilik zihniyeti ve kültürünü kırmak, en azından zayıflatmaktı. Bu nedenle Muhammed, eşitlik ve din kardeşliği söylemlerini esas aldı ve kabileciliği zayıflattı. Biçimsel de olsa bir birlik sağlayarak devleti kurdu. Bu devletin birliği –Roma devletinin tersine- tanrının birliğine dolaysız olarak bağlıydı; bu nedenle, bu inanç İslam’ın temellerinden, siyasal yaşamın ise merkezi unsurlarından biri haline gelmiştir. Böylece İslam ve Arap-İslam devleti aynı süreçte ve aynı noktadan çıkarak özdeşleşti. Hıristiyanlıktan farklı olarak bu özdeşleşme, ruhban sınıfı ile iktidardaki sınıfları da özdeş hale getirdi.

Gerek peygamber gerek halifeler gerekse hanedan halifeler, hem dini hem de siyasi liderlerdi. Şehrin yönetimleri de kırsalın yönetimi de kadı-şeyhler aracılığıyla hem siyasi hem dini otorite olan bu sınıf tarafından yönetilmiştir. Bu özdeşlik teolojik olarak da temellendirilmişti. Kuran’da “peygambere itaat Allah’a itaattir” denmiş ve bu itaat farklı ayetlerle değişik biçimlerde vurgulanmıştı. Peygamberden sonra ise devletin başına itaat, aynı özle ele alınmıştır. Halife hem tanrının temsilcisi hem de peygamberin soyunun ve dinsel özünün devamı olarak görülürdü. Osmanlıya kadar iktidardaki tüm halifeler peygamber soyundan gelmiştir (veya öyle olduklarını iddia etmişlerdir). Kısacası İslam devletinde, hiçbir zaman “Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmemiştir.”

İslam-Arap devleti, peygamber ve ilk dört halife zamanında (632-661), henüz yeterince güçlenmemiş ve merkezileşmemişti. Bu dönemlerde devlet, öncekinden daha ileri düzeyde bir kabile şefleri birliğinin mekanizması olmuştu. Şura denen bu sistem, görece merkeziyetçiliği sağlasa da, esasta, hiçbir kabilenin hanedanlaşarak kendi başına iktidarı alabilecek güce sahip olmamasından doğmuştur. Kabile şeflerinin uzlaşmasının devamı, devletin birliği için zorunluydu. Bu yüzden tanrının birliği bu dönemde “baş çelişme” olmaya devam etti.

Hanedan yönetimine geçildiği, MS 661 yılında, iktidara geçen Emeviler, halifelik sistemini sürdürmüştür. Önceki dönemden farklı olarak, ırk unsuru öne çıkarılmıştır. Devletin iyice merkezileştiği ve kişisel servet birikiminin, hanedanlar yaratmaya başladığı bu süreçte, hanedanın meşruluk temellerinden birinin ırkçılık olması, Ortadoğu ve İslam-Arap devletine özgü bir durum değildi.

Emevilerin (ve sonrasında Abbasilerin), kendilerini “Allah’ın en sevdiği kulları” olarak ilan etmesi, kendini tanrının temsilcisi olarak gören tüm iktidarların temel düşünüş biçimidir. Bu meşrulaştırma biçimi (her yerde olduğu gibi) halkların asimilasyonunu temel alır ve diğer ırklara/milletlere baskı uygular. Emevilerin, Müslüman olmayan kitleler yanında Arap olmayanlara da baskı yapmaya, onları aşağılamaya başlaması esasta, bu yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Emeviler, sınıfsal çelişkilerin gelişmesi sonucu, devleti daha fazla askerileştirmiş ve merkezileştirmişlerdir. Dolayısıyla despotlukları da aynı paralelde gelişmiştir. İslam’a da buna göre biçim vermeyi ihmal etmemişler ve kendi iktidarlarını meşrulaştıran ve kutsayan İslam yorumu (içtihat) dışındakileri baskı altına almışlardır. Sadece devlete ve Emevilere en fazla muhalif olan Şiiler değil, diğer Sünni mezheplere benzer baskıyı uygulamışlar ve İslam’ı, isyancı halk teorisinin kılıfı yapan emekçi kitleleri ise sık sık katletmişlerdir. Abbasiler döneminde ise, Emevileri aratacak biçimde, bu baskı sürmüştür.

Din ile devletin özdeşliği ve dini düşüncenin tüm toplumda hâkim oluşu ile dinin sınıf mücadelesi sınırları içinde yeni biçimler alabilmesi olgusu birleşince, tüm iktidar dalaşları ve halk isyanlarının dini biçimlerde gerçekleşmesi ve İslam’ın yeni içtihat ve mezheplerini (tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi) yaratması kaçınılmaz olmuştur.

İslam devleti, içteki ayaklanmalarla, Selçukluların işgaline kadar uğraşmış ve sonrasında Moğollar tarafından yıkılmış ve parçalanmıştır. Sonradan “İslam’ın kılıcı” Osmanlılar olmuştur ve Ortadoğu’nun büyük bir kısmına hâkim olmuşlardır.

c) Hindistan örneği: Hinduizm

Çok tanrılı bir din örneği olan Hinduizm’in, Hindistan’daki devletle nasıl ve neden özdeşleşebildiğine kısaca da olsa değinmek, konuyu ve feodal toplumu, farklı yönlerden kavramak açısından faydalı olacaktır. Hindistan’da, Aryanlar MÖ 1500’lerde, kuzeyden gelip devlet kurmuş olsalar da, bu devlet ve sahip olduğu ekonomik sistem 19. yy’a kadar köklü bir değişim yaşamamıştır. Bu nedenle onu bu bölüm içerisinde işlemeyi uygun gördük.

Kuzeyden gelerek Hindistan’ı işgal eden Aryanlar için Hinduizm ideal bir dindi. Hinduizm, en üstte din adamları Brahmanların en altta ise –insan yerine bile konmayan- Dalitlerin bulunduğu bir kast sistemine sahipti. Bu dinsel örtü altına sokulan sınıf farklılıkları çok katı bir biçimde belirlenmişti. Sami dinlere göre çok daha bağnaz ve katı olan Hinduizm’de, sınıf/kast geçişleri ve kastlar arası evlilik yasaktı. En üst kast olan Brahmanlar hem dini hem de siyasi otoriteyi oluşturuyordu. İşgal üzerine kurulan hemen her devletin dininin daha bağnaz olması veya ırkçılığın çok fazla ön planda olması (veya ikisinin birden olması), evrensel olsa gerek.

Hindistan’ın zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, (dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi) katı bir inanç sisteminin kabulünü kolaylaştırıyordu. Köy komünlerine dayanan ekonomik sistem ve ulaşımın zorluğu nedeniyle komünler arası iletişimin az olması, çok tanrılı dinin, uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmesine ve yeni biçimlerinin meşru görülmesine neden olmuştur. Bu özellikler ile Aryanların zora dayanan yönetimleri sayesinde Hinduizm’in hâkim olması uzun sürmemiştir.

İktidar ve üretim için gerekli sulama kanallarını elinde bulunduran üst kastlar, bunu dini biçimde kutsayarak alt kastları baskı altında tutabilmiştir. Hinduizm’in bu baskısı ve etkisi Hindistan’da yaklaşık olarak bin yıl yaşayan Budizm’in, neredeyse tamamen Hindistan’dan silinmesini sağlamıştır (Doğu-Batı, Sayı: 30, Sf: 110). Hinduizm’in bu etkisi, 19. yy’a kadar yoğun olarak sürmüştür. Günümüzde bile Hindistan’daki hâkim sınıf partilerinin çoğu kast sistemini savunmakta ve böylece Hinduizm hala, iktidarın temel ideolojik araçlarından biri olma özelliğini korumaktadır.

4.       Kapitalist toplumda din ve devlet

Kapitalizmde, devlet ile din özdeşliğinin ortadan kalkması ve siyasetin teolojiden bağımsızlaşması, burjuva devletin dinsiz olduğu anlamına mı geliyor? Ya da gerçekten seküler (dünyevi) olup, dinden elini-eteğini çekti mi? Bu sorulara kısaca hayır demek, bilinçlerimizi yeterince aydınlatmayacaktır. Bu nedenle din ile devlet özdeşliğinin neden kalktığını ve dinin, kapitalizmde neden hala etkisini sürdürdüğünü farklı açılardan inceleyelim. Böylece, laiklik ve sekülerliği “kutsayan” burjuvazinin ikiyüzlülüğü de açığa çıkacaktır.

Devlet ile dinin bağımsızlaşması, ayrışması, kapitalist sistemin özüyle, iç çelişmesiyle dolaysız bağlantılıdır. Kapitalizm, toplumu bencil bireylere bölen, atomize eden ve bireylerin birbirini, yaşam koşulları açısından araç olarak görmesini sağlayan bir sistemdir. Komünal mülkiyetin düşmanı olan kapitalizm, bu nedenle, bireyciliği (bencillik değil, toplumculuk yerine bireyi esas alan bireyciliği) kutsar.

Feodal sistemin çürümüşlüğü, onun bağrında ortaya çıkan burjuva unsurların güçlenmesini sağlar. Ücretli bir sınıfın, yani artı-değer sömürüsünün baş “mağdurunun” serbest (özgür) olması gerekiyordu. Çünkü sermaye ancak bu özgürlük ve bunun sayesinde emek gücünün de metaya dönüşmesi ile büyüyebilir. Hukuki ve fiili olarak feodal beye ait olan serflerin, genişleyen ve toplumsallaşmasını doruğuna çıkaran meta üretiminde yerini alabilmeleri için –feodal beyden ve sisteminden- özgürleşmeleri gerekiyordu. Burjuvazinin aristokrasiye karşı savaşımının temellerinden birisi buydu. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarı, serflerin, özgürleşip emek gücü metalaşan proletaryaya dönüşmesine kadar en yaygın olan şiardı.

Meta üretiminin toplumsallaşması, üretim sürecinin ayrışmasını sağlamıştır. Meta üretimindeki işbölümünün giderek daha fazla atomize edilmesi, özgür bireylerin varlığını zorunlu kılıyordu. Bu özgürlük için önce, herkes “eşit” olmalıydı. Eski toplumun bağrında, burjuva yaşamın unsurları (mülkiyet biçimi, üretim, aile vb.), toplumsal bir ayrışmayı zaten yaratmıştı. Bunlar, eski toplumun özel toplulukları olarak varlığını sürdürüyordu. Bu özel toplulukların devletle ilişkisi, esasta teolojik değil, siyasaldı. Bu siyasal ilişki, burjuva devletin varlığı ile birlikte hâkim hale gelmiştir. Böylece din, devletten ayrılmıştır.

Bazı entelektüel çevrelerin iddia ettiği gibi salt, akılcı düşünce, dinsel düşünceyi yendiği için bu ayrışım gerçekleşmemiştir. Ki, aklın ve bilimsel düşüncenin hâkim hale gelişi, kapitalizmin hâkim hale gelmesinin ürünüdür ve tersi, yani biri diğerinden bağımsız olarak var olmamıştır. Rönesans ve aydınlanma dönemleri, kapitalizmin entelektüel zeminini hazırlamıştır, ekonomik zeminini değil.

Liberal burjuvazi, kapitalist devrimin, ekonomik özünden çok, düşünsel özünü öne çıkartır; böylece ters bir bilinçle, önce liberal fikirlerin var olup, sonra liberal ekonomiyi yarattığını iddia eder. Elbette Marksizm, mekanik tarzda, önce ekonomi inşa oldu ondan sonra fikirsel dünya oluştu diye bir anlayışa-darlığa sahip değildir. Marksizm, ekonomik temelin, düşün dünyasını ve entelektüel birikimi geliştirdiğini esas alır; ama aynı zamanda bunların da ekonomik temeli geliştirdiğini ve birbirini etkileyerek geliştiklerini kabul eder. Sadece birini esas alıp (ve diğerini yadsıyıp) mutlaklaştırmaz.

Burjuva toplum, bireyi hem üretim hem de tüketim için merkezine alıp kutsamak zorundaydı. Meta üretiminin yaygınlaşması ve yoğunlaşması, tüketim toplumunu da kapitalizmin temellerinden biri haline getirmiştir. Komünal mülkiyet yerine özel mülkiyetin esas alınması, ihtiyaçların ötesinde bir tüketim alışkanlığı yaratır. Bu alışkanlığı korumak ve yaymak, kapitalizmin varlık koşullarından biri haline gelir. Bireyin, özgürce tüketebilmesi için özgür olması gerekiyordu ki öyle oldu. Birey, varlık koşulu olarak toplumu-topluluğu görmeyi bırakır; böylece diğer bireyler, birer araç gibi gözükür. Bireyin devletle ilişkisi, teolojik devletin aksine topluluk aracılığı ve dini biçimlerle değil, doğrudan ve siyasal bir ilişki (vatandaşlık ilişkisi) haline gelmiştir.

Bu ilişki içinde, bireyin dindarlığı ile siyasal kimliği ayrışmıştır. Dindar insanla vatandaş arasındaki fark, tüccar ile vatandaş, gündelikçi ile vatandaş, toprak sahibi ile vatandaş, yaşayan bireyle vatandaş arasındaki farktır. Dindar insanın siyasi insanla çelişkisi, vatandaşla siyasal devletin çelişkisidir.  (Marks, Din Üzerine, Sf: 58) Birey, artık burjuva toplumun temeli “doğal nesnesidir” ve “burjuva toplumun, herkesin herkese karşı savaşımının ruhu haline gelmiştir.” (Marks, age, Sf: 59) Birey, artık devletle kendisi arasında dolaysız bir hukuka bağlıdır; artık kendisini siyasal devletle ifade eder, topluluk aracılığı ile değil. “Burjuva birey için devlet, ruhçular için dünyanın karşısında yer alan cennet gibidir.” (Marks, age, Sf: 57) Birey, kendisinin varlık koşulu ve tanımlama aracı olarak devleti görür.

Burjuva devlet, atomize olmuş burjuva toplumla, siyasal ilişkisini sürdürürken, dini de bireycileştirir. Dini, özgürlükler alanına sokarak, inanç ve vicdan özgürlüğü haline getirir. Böylece bireyin dindarlığı ile vatandaşlığı arasında bir çelişme ortaya çıkar. Siyasal devlet, bu çelişki temelinde dinlerin serbestliğini (en azından hukuki olarak!) kabul eder. Burjuva devlette, nasıl ki seçimler için mülkiyetin varlığı koşulu kaldırılınca, özel mülkiyet ortadan kalkmadıysa, devletin dinden ayrılması da ne dini ne de dindarları ortadan kaldırmıştır.

Bu din özgürlüğü, nasıl bir niteliğe sahiptir? İnsan hakları bildirgesinde (1791), “özgürlük, başkalarına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir” deniyor. Burjuvazinin özgürlüğü, bencil bireyin başkalarının mülkiyetini esas alarak zarar vermemesiyle sınırlamaktadır. Çünkü burjuva toplumda vatandaşın en temel hakkı, mülkiyet hakkıdır. Özel mülkiyet kutsaldır. Aynı bildirgede, mülkiyet hakkı “kendi mallarından keyfince yararlanma hakkıdır” şeklinde tanımlanıyor (Marks, age, Sf: 69).

Dolayısıyla özgürlük –Marks’ın deyimiyle- “tarla sınırına konan çitler gibi bireylerin ayrışmasının adıdır.” ( Marks, age, Sf: 70) Burjuvazi, böylece özgürlüğü ayrışmaya indirgiyor. Çünkü başkasına “zarar vermeme”nin sınırı özel mülkiyettir ve dolayısıyla bireyler arasında kalın sınırlar çizilir. Kolektif ruh tamamen inkâr edilir. Bireyin topluma tabi olması gerekirken, toplum, bireyin çıkarlarına tabi olur. Birey, kendini toplum veya toplulukla ifade edip anlamlandıramadığı için, gerçeklikten koparak, özgürlükler alanını suni yaratımlarla genişletmeye çalışır. Bu çaba, ufak bir metaya sahip olmayı bile özgürlük olarak algılayabilecek düzeye gelir.

Komünal yaşamdan uzaklaşıldığı sürece, sınırsız tüketmek de özgürlükler alanına girer. Bu anlayış toplumda egemen hale geldiğinde bireyler arasındaki sınırlar da iyice genişler. Herkes sınırsız tüketemeyeceği için sınıf çatışmaları keskinleşir. Bu nedenle burjuva toplumda, bireyler arası sınırlar ancak polis ve diğer güvenlik birimleri aracılığıyla korunabilir. Komünal topluluklarda polis vb. yoktur; çünkü bireyin varlık koşulu topluluktur, komündür.

Bu temel, bireyin düşün ve pratik dünyasını komüne göre biçimlendirdiği için özgürlüğün başladığı yer ile bittiği yer yine komünün varlığıdır. Oysa bireyin diğer bireyler için araç haline geldiği burjuva toplumda, birey özünden (toplumsallığından) iyice koparılıp ayakları boşlukta olan bir bireye dönüşmüştür. Birey bu durumda daima korunmaya ihtiyaç duyar. Özgürlükler alanı ise devletin çizdiği sınırlar içinde hapsolduğu için din de bu sınırlar içinde var olabilir.

Bu bağlamda, siyasal devlet ile din ilişkisinin eleştirisi nasıl olmalıdır sorusuna Marks şöyle yanıt verir: “Eğer tam siyasi özgürlükler ülkesinde bile (Kuzey Amerika devletlerini kastediyor –bn) dinin yalnız var olmakla kalmayıp hatta canlı ve kudretli yaşadığını görürsek, bu, dinin varlığının devletin tamamlanmasına (evrimine –bn) aykırı olduğunu tanıtlar. Fakat dinin varlığı bir kusurun varlığı olduğu için, bu kusurun kaynağı ancak bizzat devletin özünde aranabilir. Din, bizim için artık dünyevi sınırlılığın temeli değil, görüngüsü olur. Bu yüzden özgür vatandaşların dini önyargılarını, onların dünyevi önyargılarıyla açıklarız. Onların dünyevi sınırlılıklarını kaldırmak için, dini dar görüşlülüklerini kaldırmalarını iddia etmeyiz. Dünyevi sorunları, teolojik sorunlara dönüştürmeyiz. Teolojik sorunları, dünyevi sorunlara dönüştürürüz… Siyasi özgürlüğün dinle ilişkisi sorunu, bizim için siyasi özgürlüğün, insan özgürlüğüyle ilişkisi sorunu haline gelir.” (Marks, age, Sf: 53)

Burjuva devlet, egemenlik araçlarını çeşitlendirmiştir: Ulus, milliyetçilik, demokrasi, insan hakları vb. Bunların yanında din de bir egemenlik aracıdır. Devlet, dinle özdeşleşmeden, ama tüm din ve mezheplerle siyasal ilişkisini –araç temelinde- sürdürür. Ama nihayetinde, bir dine yaslanır. Çünkü kitleyi yönetebilmenin en etkin araçlarından birisi dindir; yani her egemen sınıf bir kitle tabanına yaslanmak zorunda olduğu için ve bu yaslanmanın en geniş zeminlerinden birini din oluşturduğu için burjuvazi, “din”siz yapamaz.

Burjuva devlet, dini ideolojik manipülasyon ve meşruluk için olduğu kadar, siyasal bir araç olarak da kullanır. Diğer din ve mezheplere de aynı temelde yaklaşır. Burjuvazi, din ve vicdan özgürlüğünü bir egemenlik aracı olarak kullanırken, diğer yandan da dinler-mezhepler arası çelişkileri artırmak ve sınıf çelişmelerinin üzerini örtmek için kullanmaktadır. Böylece birçok yönden kazançlı çıkmaktadır. Kapitalizmin anayurdu Avrupa’da din ile devlet ilişkisine, sırf anayasal düzlemde göz attığımızda bile, “din ve vicdan özgürlüğü” ile laiklik-sekülerliğin ne anlama geldiği daha rahat görülecektir.

Katolik nüfusun yoğun olduğu Portekiz’de anayasanın 45. maddesinde “Devlet, tanrıya ve insanlara karşı olan sorumluluklarının bilincindedir” deniyor. 46. maddesinde ise “Katoliklik, Portekiz milletinin geleneksel dini olarak kabul edilir” denmektedir. İtalyan anayasasının 7. maddesinde “Devlet ve Katolik Kilisesinin münasebetleri Laterano Antlaşması ile belirlenmiştir” denmekte ve resmi din Katoliklik olarak kabul edilmektedir. İspanya anayasasının 1. maddesinde “Ülke kanunlarının ilham kaynağı… doğru inancı olan Roma Katolik Kilisesi doktrinine göre tanrının kurallarına saygı göstermenin bir şeref olarak görüldüğü…” belirtiliyor.

Protestan nüfusun yoğun olduğu İzlanda’da anayasanın 62. maddesi, Finlandiya’da 83. maddesi, Danimarka’da ise 4. maddesinde “Lutherci-Evangelist Hıristiyanlık (Protestanlık –bn) devletin resmi dinidir” denmektedir. Ortodoks Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu Yunanistan anayasasının 3. maddesinde “Egemen din Ortodoksluktur” deniyor. Laikliği anayasasına almış, nadir ülkelerden biri olan Fransa’da resmi din tanımı-kabulü yoktur ama Fransız öğrencilerin 1/7’si kilise okullarında eğitim görmekte ve Fransa devleti bu kiliseye maddi yardım yapmaktadır. (Teori-Politika, ags, Sf: 157-161)

Tüm bu örnekler yetmezse günümüz Avrupa’sında Hıristiyan Sosyal Demokratların güçlenişini ve iktidara gelişlerini (Almanya’daki gibi) hatırlatmak gerekir. AB Parlamentosunda Polonya, İspanya, İtalya ve Almanya Hıristiyan Demokratlarının AB’nin bir Hıristiyan kulübü olması için yaptıkları çalışmaları da örneklemeliyiz. Günümüzde batıda, yani laikliğin, sekülerliğin, din ve vicdan özgürlüğünün anavatanında, dini hareketler etkisini artırıyor. Devlet ile dinin, “bağımsızlaştığı” batıda, hukukun (evrensel hukuk denen şey!) bazı uygulamaları bile tanrı kutsaması altında yapılıyor: Mahkeme salonunda kutsal kitaba el basılması, evliliklerin rahiplerce kutsanması-onaylanması gibi.

“Özgürlükler ülkesi” ABD’de Demokrat Parti adayı Obama, Müslüman olmadığını kanıtlamak için takla üzerine takla atmak zorunda kalmıştı. “Özgürlükler ve fırsatlar ülkesi” ABD’de, bugüne kadar bir kadın, bir siyah veya bir Latin başkan olmadığı gibi, hiçbir Müslüman da başkan olmamıştır. Bir Budist, Hindu, Bahaî vb.nin de olma şansı yoktur. Yani “özgürlükler ve fırsatlar” resmi dine mensuplar içindir; bunlar içerisinde de burjuva katmanlara öncelik verilmesi “normal” sayılmaktadır.

Avrupa devletleri ve ordularının başkanları da Hıristiyan olur. İngiltere’de sadece Hıristiyan olmak yetmez, Protestan da olmak gerekir; yani sekülerliğin temsilcisi İngiltere’de Protestanlık belirleyici oluyor.

Ortadoğu’da kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan İsrail’de fiili olarak Yahudi şeriatı uygulanmakta; Yahudi olmayanlar devlet ve ordunun başına geçememektedir. Türkiye’de laikliği anayasasına almış bir ülkede, “Diyanet İşleri Başkanlığı” bulunur ve bu başkanlık, devletin resmi dini olan Hanefi-Sünni mezhebinden oluşturulur ki bu uygulama cumhuriyet tarihi boyunca geçerli olmuştur.

Tüm bu örnekleri artırmak mümkündür. Bu uygulamalar “ilerici, uygar, akılcı-bilimsel, seküler, laik, özgürlükçü vs. vs.” retoriğini yüceltenlerce yaşama geçirilmektedir. Haliyle kapitalizmde de din, etkisini koruduğu gibi gelişmeye de devam ediyor. Burjuvazi sömürüyü yoğunlaştırdıkça hem kendisi hem de kitleler dine daha fazla sarılıyor. Bunun en çarpıcı örneklerini emperyalizmin gelişme sürecinde de görebiliriz.

Emperyalizm de, tarih sahnesine çıktığından beri, dini, temel bir ideolojik-siyasal saldırı aracı olarak kullanmıştır. İngiltere ile Fransa, Ortadoğu’yu işgal etmeleri sonrasında bölge halklarını, esasta dini kullanarak böldüler. Bu iki devlet, “böl-parçala-yönet” siyasetinin merkezine dini koymuştur. Fransa, Lübnan’da mezhep ve din ayrımına dayalı olan ikrarcılık sistemini anayasa hale getirmiştir.

Böylece din savaşlarının, sınıf mücadelesini, fiili ve hukuki olarak örtmesinin zeminini alabildiğine genişletmiştir. Fransa, ayrıca Anadolu ve Suriye’de, Hıristiyan nüfusa yaslanarak, gücünü pekiştirmeye, varlığını meşrulaştırmaya çalışmış ve bu yüzden de birçok kez Müslüman-Hıristiyan çatışması yaratmıştır. Alevi ve Sünniler arasındaki çelişkileri de kullanarak, kitleleri bölmüş ve küçük –uydu- devletleri din-mezhep temelli kurmuştur.

İngiltere, Arap Yarımadası’nın sınırlarını, din temelli yeniden çizmiştir. Peygamber soyundan gelen Haşimi kabilesinin Hicaz’daki etkisini kırarak Suud kabilesine S. Arabistan’ı kurdurmuştur. Suudlar İslam’ın en bağnaz yorumlarından biri olan Vahhabi tarikatına mensuptur ki bu ülkede resmi dini hala bu tarikat belirliyor. İngiltere, Haşimilere Ürdün’ü kurdurmuş ve Irak ile Suriye’de kral olmalarını sağlamıştır. Böylece peygamber soyunun kitleler üzerindeki etkisini en üst düzeyde kullanmıştır. İngiltere Arap Yarımadası’nda dini otorite olan Haşimiler ve Suudları kullanarak cihad (kutsal savaş) ilan edilmesini de önlemiş oldu.

Anadolu’da hem sultan hem halife olan devlet yöneticisi, İngiltere’nin elindeydi. Bu haliyle de cihadın önlenmesi ve Anadolu halklarının, İngiltere ve diğer emperyalistlere karşı mücadelesinin kırılmasında –etkili bir şekilde- kullanılmıştır. Halifeyi bir süre kullanan İngiltere, emperyalistler arası dengelerin bir zorunluluğu olarak, Kemalistleri ve onların cumhuriyet rejimini desteklemeye başlar. Bir yandan Anadolu’da “laiklik ve sekülerlik” retoriğini propaganda ederken, aynı süreçte, Anadolu’nun hemen güneyinde bağnaz İslam’ı ve despot rejimleri savunmaktaydı.

İngiltere, Filistin topraklarında uydu bir devlet kurmak için Yahudi gücünü fiili ve hukuki olarak (Belfour Deklarasyonu) desteklemiştir. Dolayısıyla İsrail’in, işgal üzerine toprak kurmasında belirleyici bir rol oynamıştır. İngiltere, bu amacına ulaşmak için 1936-1939 yıllarında, Yahudi çetelere karşı ayaklanan Filistinlilerden 20 binini katletmekten çekinmemiştir. ( Filistin “Devrim Sürüyor”, Anka Yayınları) Yine İngiltere, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak için Mısır’daki Hıristiyanlara (Kıptiler) yaslanmış ve Asurilerin “himayecisi” olmuştur.

Bunun sonucu olarak Asurîlere (Süryani, Nesturiler ve Keldaniler) devlet sözü vermiş ve özellikle Kürtlerle çatışmalarına neden olarak binlerce Asuri’nin katledilmesine neden olmuştur. Gerek İngiltere gerek Fransa, bölge halklarının mücadelesine karşı dini etkin olarak kullanmış, fetvalar aracılığıyla teslimiyet ve pasifizm yaratmaya çalışmıştır. Günümüzdeki Ortadoğu haritası bu iki devletin dini esas alan suni sınırları belirlemesi sonucu oluşmuştur.

Emperyalizmin, II. Paylaşım Savaşı sonrası, sosyalizme karşı kullandığı en etkin araçlardan birisi yine din olmuştur. ABD, SSCB’yi “yeşil kuşak” projesi ile çevrelemiş ve İslami kesimlerin komünizmi “şeytan” ilan etmesini sağlamıştı. CIA, Katolik kilisesi ve Anglikan Protestan kilisesi ile ilişkilerini geliştirerek komünizmi karalama kampanyasında dinin etkisini merkezileştirmiştir.

Emperyalizmin 90’lardaki temel ideolojik siyasal saldırı aracı olan “Yeni Dünya Düzeni (YDD)” ve “küreselleşme” argümanlarında da dine, merkezi bir rol vermiştir. Sınıfların inkârı, “medeniyetler çatışması” tezi temelinde yansıtılarak, esas çatışma alanları dinsel olarak gösterilmiştir.

Bu paralelde geliştirilen “Ilımlı İslam Projesi” ile İslam’ın “ehlileştirilerek” geniş bir bölgede hâkimiyetin artırılması hedeflenmiştir. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) meşrulaştırma çabasında da dini motifleri ön planda tutmuştur. Ne G.W. Bush’un BOP’u “haçlı seferi” olarak ilan etmesi, Kudüs’ü “Tanrının krallığı” olarak görmesi ne de yeni-muhafazakârların (neo-con) ırkçı ve evangelist olması tesadüf ya da gaftır.

ABD, Irak’ta Sünnilere karşı Şiileri kullanırken Lübnan’da ise Şiilere karşı Sünnileri kullanmaktadır. Çin’de ve Çin’e bağımlı olan Mynmar’da (Burma) ise Budizm’i etkinlik aracı olarak kullanmaktadır. Budistlerin bu bölgelerde azınlık oluşu ve baskı görmesini “sahiplenerek” bu kesimlerin “himayecisi” rolüne bürünmüştür. Budistlerin ruhani lideri Dalay Lama’ya kol-kanat gererek, Beyaz Saray’da 3 kez “şeref madalyası” veren de yine ABD’dir.

ABD, tüm bunları esasta “din ve vicdan özgürlüğü” retoriği ile yapmaktadır. ABD’nin kurduğu “Din Hürriyeti Komitesi (1980)” 1990’larda faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bu komite kendisini resmi olarak 1997’de ilan etmiştir. Komitenin varlık nedeni “Din ve Vicdan Hürriyetini tüm dünyada hâkim kılmak” olarak lanse edilmektedir. ABD, bu “hürriyetlerle” halkları atomize ederken, rakip devletleri elini zayıflatmak için etkin bir araca sahip olmaktadır.

ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi ile olan dalaşında da dine önemli bir rol vermiştir. Katolik kilisesi, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak için, Müslümanlara prim veren “çocukların arafatta kalması” anlayışını değiştirerek, artık “ölen çocukların da cennete gideceğini” müjdelemiştir. Katolik kilisesi, 2000 yıllık dini bir kuralı-inancı, sırf Müslümanları daha fazla etkilemek uğruna değiştirmiştir. Ki değişimler bununla da sınırlı kalmamıştır. Katolik kilisesi, Ortodoks kilisesi ile birleşmek için “tanrının temsilciliği”nden istifa etmiştir. ABD emperyalizmi, bölünmüş durumdaki Ortodoks kiliselerini, Rusya’nın güdümünden çıkarmak için, Katolik Kilisesi ile birleştirmeye çalışmaktadır. Papanın tanrının temsilcisi olmaktan vazgeçmesinin esas nedeni budur.

“Özgürlükler ülkesi-seküler” ABD’nin başkanı G. W. Bush, BOP’u “haçlı seferleri” olarak ilan etmekle kalmamış, BOP’un “tanrısal bir görev” olduğunu da söylemiştir. Eylül 2002’de Beyaz Saray tarafından yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisini oluşturan Bush, “İnsanlık bugün düşmanlarını da özgür kılacak zaferi sağlayacak olan fırsatı avucunun içinde tutmaktadır. ABD, kendisine bahşedilen bu görevi yerine getirme sorumluluğundan gurur duymaktadır… İnsanlık onuru, vicdanı ve ibadet özgürlüğünü daha ileri götürmeye kararlıyız” demiştir. ( Cumhuriyet Strateji, 16.06.2008) Bush, Irak işgalini bile, “Tanrının rüyasına girerek emrettiğini” söylemiştir. ABD, bir taraftan akıl-bilim retoriği yaparken diğer taraftan, liberalizmin temel ilkelerinden biri olan “din ve vicdan özgürlüğü” ile dini, hegemonya politikalarının merkezinde tutmakta ve sömürüsünü yoğunlaştırabilmektedir.

Rusya da ABD’den aşağı kalmayan bir şekilde, dini hegemonya stratejisi için kullanmaktadır. Ortodoks Hıristiyan nüfusun genel nüfusa oranının % 86 olduğu Rusya’da, Moskova Kilisesi dini otoritedir. Balkanlar ve Doğu Avrupa’da da hâkim olan bu dini, Rusya etkinlik aracı olarak yüzlerce yıl kullanmış, kullanmaya da devam etmektedir. ABD’nin Rusya’yı sıkıştırmak ve Balkanlar ile Doğu Avrupa’da etkinliğini artırmak için, Katolik Kilisesi, Anglikan Kilisesi ile Fener Rum Ortodoks Kilisesi (İstanbul) arasındaki “Kutsal ittifak” esasta Rusya’yı hedeflemekte ve bu sayede kitlelerin manipülasyonu sağlanmaya çalışılmaktadır.

ABD, bu çabaları sonucu, Ortodoks nüfusun yoğun olduğu Yunanistan (% 98), Bulgaristan (% 82) ve Romanya’yı (% 87) hegemonyası altına almayı başarmıştır. Böylece Ortodoks kiliselerin bölünmüşlüğünü de derinleştirmiş olmaktadır. Rusya buna karşılık, “kutsal ittifakı” yıkmayı ve Ortodoks nüfusu, Moskova kilisesi etrafında-merkezinde toplamaya çalışmaktadır. Fener Rum Patrikhanesinin himayesine girmek isteyen Ukrayna Ortodoks Kilisesini tehdit etmesi, F. Rum Patriği Barthelemaos’un Ukrayna ziyaretini engellemeye çalışması vb. çabalar Rusya’nın dini daha etkin kullanma çabalarıdır.

Rusya, bunlarla yetinmeyerek Ortadoğu’da etkinliğini artırmak için de dini kullanmaktadır. İran ve Suriye ile Ortadoğu’da etkinlik kurmaya çalıştığından dolayı ülkesindeki Müslümanlara yaklaşımı da bu yönleriyle ılımlı hale gelmiştir. Ancak Rusya, ABD’nin ılımlı İslam projesinin bir ayağı olan F. Gülen’in okullarını, Rusya çapında yasaklamayı ihmal etmemiştir. Rusya, ABD kadar etkin ve geniş olmasa da (ki bu koşullar ve güç dengesinden kaynaklıdır) dini, hegemonyası için etkin olarak kullanmaya çalışmaktadır. Özellikle Putin Rusya’sı, bu yolda çok mesafe kat etmiştir.

Burjuva devlet, insanlık tarihinde hem ekonomik hem de düşünsel olarak bir devrimi işaret eder, zorunlu kılar. Ancak, burjuvazi sömürü üzerine var olur. Bu sömürü, devletin ve hâkim sınıfların meşru görülmesini zorunlu kılar. Bu meşruiyet doğal yollardan sağlanamayacağı için, ideolojik manipülasyon temel egemenlik aracı haline gelir. Böylece burjuvazi başlattığı devrimi geri çevirmeye, en azından hızını kesmeye başlar; böylece gerici bir nitelik kazanır.

Karşı devrime geçen burjuvazinin yönetmek için kullandığı en etkin araçlardan birisi dindir. Dinin yaygınlığı ve etki gücü bunu zorunlu kılar. Dinin, bireylerin vicdan özgürlüğü olarak sunulması, burjuvaziye daha geniş bir hareket alanı yaratır. Teolojik devlet, özü gereği ancak bir dine-mezhebe yaslanabilirken, burjuvazinin böyle bir zorunluluğu yoktur. İşgal ettiği, sömürdüğü her ülkenin, özgüllüğüne göre bir dini veya mezhebi “din ve vicdan özgürlüğü” adı altında destekleyebilir veya “terörizm” adı altında ona karşı savaşabilir. Teokratik devlette (te=tanrı, krasi=yönetim) dini yoğunluğu ve baskısı daha fazla iken, burjuva devlette ise yoğunluğu daha azdır; ama etkinlik alanı daha geniştir. Din, burjuvazinin elinde bir “hamura” dönüşerek yeni biçimlere daha rahat girebilmektedir.

Kapitalizmin az-görece geliştiği yarı-sömürgelerde din ile devlet özdeşliği tam olarak kalkmaz. S. Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, Ürdün, İran bunların tipik örnekleridir. Bu özdeşlik hem devlet erkânında hem de kitlelerde kısmen korunur. Dolayısıyla iç içe girmiş olan ekonomik ilişkiler, dinsel düşünce ile bilimsel düşüncenin de iç içe olmasını sağlar. Bilimsel düşünce yaygındır; ama teolojinin gölgesi altındadır. Yeni teknolojiler veya üretim araçları da ancak teoloji ile uyuşturularak kullanılır. Bu tür devletlerde, siyasal ilişkilerde din hala belirleyici rol oynar. Ülke hukuku, dini kurallarla medeni kuralları iç içe geçirir. Devletin, kitle üzerindeki en büyük egemenlik aracı din olmaya devam eder.

Türkiye ise kendi özgüllüğüne sahiptir. Batı ile Doğu kültürleri arasında sıkışan Türkiye Batı kültürünü en fazla benimseyen ülkelerden birisidir. Türkiye’de ne devlet ne de kitleler, batıdaki gibi bir siyasal yaşamı oturtamamıştır. İşçi sınıfının bile kendisini dinsel kimliği ile ifade edebilmesi, “dinci” sendikaların varlığı bunlara birer örnektir. Laikliği anayasasına almış olan ve onu devletin temellerinden biri haline getiren Türkiye’nin “Diyanet İşleri Başkanlığı”na sahip olması bu özgül siyasal yapıdan kaynaklanır. Bundan dolayı Türkiye’de siyasal mücadeleler ile dini görünümlü mücadeleler iç içe geçmiştir.

TC’de gelişkin bir burjuvazi olmadığından ve feodal kültürün yoğun etkisinden dolayı, din de etkin bir konuma sahiptir. TC egemen sınıfları dini, batı burjuvazisi gibi esnek ve geniş bir alanda kullanabilecek düzeyde olmadığından (ve bu koşullara sahip olmadığından dolayı) dini, teokratik devletleri andırabilecek biçimde kullandığı olmuştur. Meşruiyeti için dine zorunlu olarak ihtiyaç duyan Türk egemen sınıfları, mozaik yapısı olan Anadolu kitlelerini asimile etmek için yıllardır baskı uygulamışlardır. Bu nedenlerden dolayı Türkiye’de dinin etkisinin, dogmatizme düşülmeden incelenmesi ayrı bir önem arz etmektedir.

Burjuva toplumlarda ve yarı-sömürgelerin bazılarında, dine tamamen karşı olan, ona karşı cepheden tavır alan radikal burjuva kesimler de bulunmaktadır. Ancak bunlar hiçbir zaman çoğunluğu oluşturmamıştır. Radikal burjuva ateizminin baş temsilcisi olan jakobenler bile (Fransa’da) kiliseyi ancak birkaç yıl yasaklayabilmiştir. Emperyalizm çağına girilmesiyle birlikte bu kesim, hiçbir zaman çoğunluğu oluşturamamış ve iktidara gelememiştir.

Burjuva devlet, sömürü üzerine var olmak zorundadır; bu onun varlık koşuludur. Dolayısıyla burjuvazi var olduğu sürece etkili bir manipüle aracı olan dini kullanmaktan geri durmayacaktır. Kapitalizme, 90’lı yıllarla birlikte yeni biçimler vermeye çalışan ve bu vahşi sistemi “insancıl” hale getirmeye çalışan bazı çevreler, dinler arası diyalogun ve uzlaşının olabileceğine inanıyor. Oysa her dinsel biçim, siyasal ve ideolojik temelin bir tezahürüdür.

Nasıl ki burjuvazi ile proletarya uzlaşamazsa, her biri dünyaya egemen olma iddiasında bulunan dinlerin de uzlaşması mümkün değildir. Geçici olarak yaratılan uzlaşılar, saygı temeline dayanan bir yaşam tarzını benimseyen kitlelerce olanaklı olabilmektedir. Ama sınıf çelişkisinin keskinleştiği her yerde dini çelişmelerin de keskinleşmesi Marksizm’in bir öngörüsü veya tahmini değildir; tarihin ve günümüz siyasal gelişmelerinin sayısız kez kanıtladığı bir gerçekliktir.

5- Sosyalizmde din ve devlet

Marks’ın şu sözleri sosyalizmi özlü biçimde ifade etmektedir: “İnsanın ve doğanın gerçek var oluşu pratik duyusal ve algılanabilir olduğuna göre –insan, insan için doğanın varlığı ve doğa, insan için insanın varlığı olduğuna göre- dışlanmış bir varlık, doğanın ve insanın üzerinde bir varlık sorunu –doğanın ve insanın önemsizliğini kabul etmeyi, ima eden bir sorun- pratikte olanaksızlaşmıştır. Bu önemsizliğin yadsınması olarak tanrıtanımazlık, artık bir anlam taşımamaktadır; çünkü tanrıtanımazlık tanrının olumsuzlanmasıdır ve insanın var oluşunu bu olumsuzlama yoluyla ortaya koymaktır; ama sosyalizm olarak sosyalizmin böyle bir aracılığa gereksinimi yoktur. Sosyalizm, öz olarak insanın ve doğanın pratik ve kuramsal duyusal bilincinden kalkarak yola çıkar. Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen insanın olumlu şekilde kendi bilincine varışıdır ve yine aynı şekilde gerçek hayat insanının özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile, komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (Marks, 1844 El Yazmaları, Sf: 123)

1917 Ekim Devrimi ile 1949 Çin Devrimi, bizlere, çeşitli din ve ırktan insanların, ortak ekonomik çıkarları için bir araya gelerek yeni bir ülke yeni bir yaşam kurmanın en güzel örneklerini vermişlerdir. İnsanlar geleceğe umutla ve güvenle bakmaya başladıkları-başlayabildikleri sürece dinin etkisi azalır. Dinin yok olmasının esası, eğitim değil, bu ekonomik temeldir. Bu da ancak, sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ekonomik sistemle mümkün olabilir.

Din, tarih boyunca, kitlelerin sınıfsal çıkarlarını, özlemlerini, duygularını ifade etme aracı-biçimi olmuştur. Ekonomik sömürü, sefalet ne kadar yoğunlaşırsa din de öylesine güçlü olmuştur. Egemen sömürücü sınıfların, dini etkin olarak kullanabilmelerinin bir nedeni de budur. Sosyalizmde bu neden ortadan kalktığı sürece dine ihtiyaç da azalır. Kitleler, kendilerini tanımlamak için bir aracıya ihtiyaç duymaz, tıpkı bir hayal dünyasına ihtiyaç duymayacakları gibi.

Sosyalist devlet, siyasal devletin tamamlanması-evrimi sürecinin bir aşaması olarak dinle bağını tamamen koparır. Dini, özel bir mesele olarak ele alan sosyalist devlet, ateist ile dindar kişi arasında ayrım yapmaz. Böylece, kitleler, ekonomik çıkarları temelinde kültürel bir kaynaşma zeminine, gerçek anlamda, sahip olur. Sosyalizmin dine yaklaşımının esasta bu şekilde olması veya bunun güzel örneklerinin yaşanması hiç hata yapılmadığı anlamına gelmez. Gerek SSCB’de gerekse de Çin’de, burjuva radikalizmini savunanlar tarafından birçok hata yapılmıştır.

SSCB’de, bazı bölgelerde Kur’an yasaklanmış, Müslümanlara zorla domuz eti yedirilmeye çalışılmıştır. Çin’de ise Tibet başta olmak üzere, Budistlere baskı uygulanmıştır. Her iki hatalı yaklaşım da Parti içindeki burjuva ateizmini savunanlarca gerçekleştirilmiştir. SBKP’de dine karşı iki farklı yaklaşım bulunuyordu. Bir uçta, yanlışı savunan, dinin gerici olduğunu ve dine karşı mücadelenin parti programına konularak, radikal bir çizgide ele alınmasını savunanlar vardır. Diğer uçta ise doğru temelde, Lenin’in de aralarında bulunduğu uçta, dine karşı mücadelenin, esas çizgisinin, ekonomik siyasal mücadeleler temelinde yükselecek bir ideolojik-siyasal mücadele ile ve dinin sönümlenerek yok olmasını hedefleyecek biçimde ele alınmasını savunanlar vardı. (Lenin, Din Üzerine)

Bu tür hataları geçmişe dönemeyeceğimiz için düzeltemeyiz. Ama ders çıkartıp, ilerde aynısının tekrarlanmamasını sağlayabiliriz. İnsanlık tarihi kadar yaşı olan dinin, yeterince kavranamaması, diğer ideolojik hastalıklarla birleşince önemli hatalara yol açabilmektedir. Dinin özünün, doğa ve topluma yabancılaşma olduğu temel alınırsa, sosyalizmde de bu yabancılaşma kalktığı sürece dinin yok olabileceğini de rahatlıkla görürüz. Dine karşı cepheden mücadele etmek, baskıyı doğuracaktır ve sosyalistleri de yıllardır uğruna mücadele ettikleri şeyin zıddına çevirecektir. Dolayısıyla din gibi hassas bir konuda netleşmek gerek günümüz mücadeleleri gerekse sosyalizm için zorunluluktur.

1.       Tanrılı dinlerin ve Teokratik Devletin Bazı Kutsal Örtüleri

Kutsal örtülerin bazılarını açıklamaya başlamadan önce, teokratik devletin temel özelliklerini vurgulamak, hem din-devlet özdeşliğini hem de kapitalist devletle teokratik devlet arasındaki temel farklardan bazılarını görmüş oluyoruz.

Teokratik devlet (Tanrının kurallarıyla yönetilen devlet), burjuva devlet gibi bireyi muhatap almaz. Birey devlet ilişkisinin siyasal düzlemde gelişebileceği bir üretim-meta sistemi yoktur. Devlet, toplumla ve topluluklarla (din, mezhep veya etnisiteye bölünmüş topluluklarla) ilişkiler üzerinden siyaset yapar. Birey, kendisini ifade ettiği ve bağımlı olduğu topluluk aracılığı ile devletle ilişkilenir. Bu özellik, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerde, Avrupa feodalizminden daha yoğun ve katı yaşanır. Üretim birimleri, çoğunlukla dinsel birimleri de oluşturur. Topluluklar, devletle, birim olarak ilişkilenir. Bu durum, komünal mülkiyetin esas oluşundan kaynaklanır.

Komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı olarak Avrupa feodalizminde, yerel iktidarların varlığı, toplulukların ilişkisinde ikili bir nitelik yaratır; hem yerel (esasta yerel) hem de devlet iktidarı ile ilişkilenirler. Özü değişmese de komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı biçimlerde sınıf çatışmaları yaratır.

Tek tanrılı dinin hâkim olduğu Avrupa’da, muhalefet genelde yeni din yaratmaktan ziyade, var olanın farklı içtihadına (yorum) dayanan mezhep sapkınlıkları şeklinde oluşmuştur. Benzer durum, İslam coğrafyasında da geçerli olmuştur. Oysa çok tanrılı dinlerin hâkim olduğu Hindistan’da bu durum, genelde, yeni tanrıların yaratılması biçiminde gerçekleşmiştir. Hindistan’daki benzer durum Hıristiyanlık öncesindeki Ortadoğu’da da benzer şekilde yaşanmıştır.

Dinin devletle özdeşleşmesi, devletin siyasetini de dinle özdeşleştirir. Bu durum, toplumun veya toplulukların egemenlik altında tutulmasının temel biçiminin din olmasını ve siyasal ilişkilerin de dinler veya mezhepler arası ilişki gibi görünmesini sağlar. Bu durum ayrıca -burjuva devletin aksine- dinin, devletin bir aracı olarak değil; dolaysızca ideolojinin kendisi gibi görünmesini sağlar. Teokratik devlete sahip toplumlarda, din ile felsefenin de özdeşleşmesinin esas nedeni budur. Böylece teokratik devletin ideolojik biçimi, siyasal biçimi ile uyumlu ve birbirini besleyecek biçimde gelişimlerini sürdürür.

İlişkinin bu niteliği, sınıf savaşımını ve sınıf karşıtlığının algılanmasını engeller. İlişkiler ideolojik ve siyasal düzlemde din ilişkisi olarak algılanır. Daha alt düzeyde ise kültürler çatışması olarak yansır. En kaba haliyle bile ortada duran, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen çelişmeleri bile sınıfsal değil, dinsel olarak algılanır. Teokratik devletin dinsel örtüsü dolayısıyla, sınıf savaşımının bilimsel olarak kavranabilmesi, ancak kapitalizmde mümkün olabilmiştir. Kapitalizmin, bilimsel düşünüş çağına ait olmasından öte, devlet hukukunun, bireyi esas almasından dolayı teokratik örtünün kalkması ve birey ile devlet ilişkisinin siyasal düzleme taşınması bu kavrayışı sağlamıştır. Din, kapitalizmde de etkisini sürdürür ama bir araç olarak.

Her iki devlet biçiminde, dinin yarattığı kutsal örtüler, bir yaşam tarzı ve ideolojik bakış açısı sunar. Burada sıralayacağımız kutsal örtüler, teokratik devletin kutsal örtüleridir. Ama dinin etkisinin kapitalizmde de sürdürmesi dolayısıyla, bu kutsal örtüler, biraz biçim değiştirse de, burjuva toplumlarda da varlığını sürdürür.

Kulluk ve Biat Kültürü

Kulluk kültürü, ilk dinlerden sonra ortaya çıkmış, ataerkil zihniyetin ve çok tanrılı dinlerin gelişmesiyle birlikte hâkim hale gelmiştir. Olgunluk çağına ise, tek tanrılı dinler zamanında girmiştir. Kul, insanın tanrı karşısındaki konumunun adıdır. İnsan, tanrılara tapınmaya başladıktan sonra, kendisini tanrıya koşulsuz teslim etmiş ve buna da kulluk denmiştir. Doğa güçleri karşısındaki çaresizliğin bir ürünü olarak başlayan kulluk, devletin, din ve tanrı ile özdeşleşmesiyle birlikte, toplumla ilişkisinin temelini oluşturmuştur.

Devlet egemenlik ve sömürü üzerine var olur. Bu da toplumun, devleti meşru görmesini ve ona biatını (itaatini) zorunlu kılar. Zaten, güçlü (devlet) ile güçsüz (insan) arasındaki ilişkide, güçsüz olan, güçlüye tapındığı sürece ortaya kulluk inancı çıkmaktadır. Kulluk inancının büyüklüğü, devletin gücünü etkiler. Bu nedenle bu inancın geliştirilmesi, her sömürücü sınıfın daimi politikalarındandır.  Kulluk, biat etmeyi yani bağlı-sadık kalmayı, emir ve kurallara koşulsuz uymayı zorunlu kılar. Gerek çok tanrılı dinler, gerekse tek tanrılı dinlerde, tanrılar (devlet) her zaman ilk koşul olarak kullarına (topluma), biatı zorunlu kılar.

Çok tanrılı dinlerde, henüz devletler yeni gelişmişken, her toplum-topluluk sadece bir tanrıya biat ederdi. Ama diğer tanrılara da, genelde, saygı duyarlardı. Doğada her canlının bir yaşam alanı olduğu (ve olması gerektiği) bilinci, toplum ve devletin de böylesi bir alana sahip olması gerektiği bilincini doğurdu. Babil’in yaratılış efsanesinde, Güneş Tanrısı Mardak, Deniz Tanrısı Tramat ile dövüşür ve kazanır. Sonra denizlere sınır çeker. Karalarda da her kabileye bir sınır çizer. Bu mitoloji herkesin yaşam alanına saygıyı ve zorunlu uymayı mitolojik olarak betimler.

Başka toplumlarla yaşamsal çıkar savaşı olmadığı sürece onlarla iyi geçinmek, doğal yaşamdan dinsel yaşama geçen bir bilinçtir. Bu yüzden diğer tanrılara da saygı gösterilirdi. Ancak devletin gelişmesi ve imparatorlukların ortaya çıkmasına paralel, tanrı-krallar kendilerini dünyanın efendisi ilan ettiler; haliyle diğer tanrıları küçümsemeye, aşağılamaya başladılar. Devletin sınırları geliştikçe biat edenlerin ve etmesi gerekenlerin sayısı artıyordu. Bu durum kulluk kurumunun genişletilmesi ve geliştirilmesini zorunlu kılıyordu. Tek tanrılı dinler bunu sağlamıştır.

Tüm Sami dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de mutlak itaat ve biat ilk koşuldur. İslam’ın kelime anlamı “teslim olmak”tır; yani tanrıya koşulsuz teslim olmak demektir. Müslim’in (Müslüman) ise, “teslim olmuş kişi” anlamına gelir. Teslim olmadan biatın gerçekleşmesi olanaksızdır. Bu teslimiyet ve biat, Tanrı adına devlete geçer. Devlet, sınıflı toplumun ürünü olduğu ve tahakküme dayandığı için, bu biatı korkuyu kadim kılmadan yaşatamaz. Kuran’da, “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir. Saçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir” (Kur’an, Enfal Suresi 29. Ayet) denmektedir.

Kuran’da korkunun sembolü olan cehennem azabı da birçok ayette geçer (Kur’an, İbrahim 16,17/Kehf-19/Mülk-6,8,11/Müdessir-26-31 Ayetleri). Korku, kulluk kavramının temellerinden birisidir. Bu korkuyu tanrının temsilcisi devlet, her daim hissettirir. Kulluğun temellerinden birisi de ödüldür. Ancak devlet her bireyi ödüllendirirse varlık temelini yitirir. Bu nedenle ödülü, öbür dünyaya havale eder. Korku ve ödül, devletin (tanrının) belirlediği normlar-kıstaslara göre belirlenmiştir. Böylece bunlar devlet hukuku ve ahlaklarının koruyucusu rolünü oynarlar. Bu kültür tanrısız ve tanrılı tüm dinlerde aynı öze sahiptir.

Kulluk zihniyeti, sadece tanrı (devlet) ile kul (toplum) arasında sınırlı kalmaz. Devlet, ideolojisini yaşamın tüm alanlarına yaydığı için, kulluk da tüm toplumsal hiyerarşide yaşam bulur ve hâkim olur.

Dini eğitim alan müritler (öğrenci, öğrenen) mürşide (öğreten, bilen) kulluk zihniyeti ile bağlıdır. Şeyhe mutlak itaat ilk koşuldur. Din eğitimi, teokratik devletlerde, mutlak şekilde şeyhlere (mürşitlere, bilgelere) verilmiştir. “Şeyhi olmayanın, şeyhi şeytan olur” inancı, İslam’ın ehl-i sünnet kesiminde olduğu kadar, İslam’ı farklı yorumlayan Batıni (tasavvufi) kesimlerde de hâkimdir. Böylece biat, toplumun şekillenmesinde en önemli kurum olan eğitimde de hâkim kılınır. Günümüzde de öğretmene “saygının” çerçevesinin biatla örülmesi dikkat çekicidir.

Kulluk, toplumun çekirdeği olan ailede de, aynı katılıkla, yaşam bulur. Baba, “aile reisi” olarak küçük devlet ve küçük tanrıdır. Devlet-tanrı ideolojisi, baba tarafından aile efradına uygulatıldığı için baba, ayrıca küçük despottur. Ataerkil toplumların hemen hepsinde, devlete olduğu kadar, baba-ataya da mutlak itaat-biat şarttır. Babanın eşleri, çoğu bölgede ona “efendi, bey…” diye hitap eder. Devlet ve Tanrı, zaten, en büyük babalardır: Devlet baba, Tanrı baba gibi. (Baba ile gücün özdeşliği, mafya “baba”sında da görülebilir) Aile, devlet hukukunun-ideolojisinin indirgendiği en küçük toplumsal birimdir. Bu birimlerin birliği, devleti güçlü kılar. Bu açıdan kulluk, biat ve mutlak itaat, bu tür toplumlarda, bireyden devlete kadar, tüm kılcal damarlarda yaşar.

Kast sisteminin görüldüğü Hinduizm’de kulluk, farklı bir biçim olarak, kastlar arası itaati de kapsar. Diğer birçok dinin aksine, insanların eşitliğini reddeden Hinduizm, en alt kastı (Dalitler) insan yerine bile koymaz. İrsi farklılıkların ön planda olduğu bu dinsel öğretinin kulluk öğretisi, din ile etnisitenin (ırkın, milletin) iç içe girmiş biçimine göre şekillenir. Alt kastlar, hem tanrıya yakınlık hem de irsi (kan, ten rengi vs.) olarak aşağıda görülür. Kast sisteminin bu inancı, kulluğu çift dikişle sağlamlaştırır.

Teokratik devletlerin yerine, burjuva devletlerin gelmesi, kulluk sisteminin sadece biçimini değiştirmiştir. Kulluk zihniyeti, bir yandan birlerce yıllık özünü korurken, diğer yandan da yeni tanrıya biat, hemen yaşam bulur. Yeni güç ve tanrı, paradır. Marks, “Pratik ihtiyaç, bencillik burjuva toplumun ilkesidir ve burjuva toplum, siyasi devleti tam olarak kendi içinden doğurduğu anda bu ilke hemen öne çıkar. Pratik, ihtiyacın ve özel çıkarın tanrısı ise paradır” demiştir (Marks, Din Üzerine, Sf: 82).

Dolayısıyla kulluk edilecek araç da para sahibidir. Para sahibi (kapitalist), kendisini doğa ve toplumdan iyice yabancılaştırıp üstünde durur. Tanrısal güç, paranın gücü oranındadır. Para, sahibine “itibar” kazandırır. Yeni Tanrı önünde, el-pençe dururlar; genç kızlar kurban olarak sunulur. Tanrının bir dediği iki edilmez. Ters bilinçle, işçilerin Tanrıyı yarattığı-büyüttüğü görülmez; görülen şey Tanrının kullarına iş ve ekmek verdiğidir; yani onlara hayat vermektedir. Tanrı, yeni ruhlar-kullar yarattıkça güçlenmeye devam eder. Böylece sürüp giden bu ilişki “modern-uygar” bir dünyada ve “bilim çağında” gerçekleşir.

Günah ve Şeytan

Dinsel düşünceyle örülen toplumsal ilişkiler, birer dogma olarak katı bir hukuk oluştururlar. Bu hukuk, sömürü üzerinde şekillendiğinden dolayı, birilerinin karşı çıkması kaçınılmazdır. Devlet, bu muhalefetin önünü kesmek için, Tanrının korkunç yüzünü sürekli gösterir. Bu da, günah olgusunun, dinsel örtüsünün temellerinden biri haline gelmesini sağlar.

Devlet, birliğe ihtiyaç duyar. Bunu da Tanrı ile sağladığından dolayı, en büyük günah Tanrıya (yani devlete) karşı çıkmak ve onu inkar etmektir. Hemen hemen, devletle özdeşleşen tüm dinlerde, tanrıya, dine ve devlete karşı çıkmanın cezası ölümdür. Bu, Sümerlerde de Yunanlılarda da, feodal Avrupa’da da… geçerliydi. Bu nedenle, devlete(tanrıya) karşı çıkanlar, çoğunlukla ya yeni bir tanrı bulmak zorundaydı ya da Tanrı tanımını değiştirmek.

Din ile devletin özdeşleştiği tüm toplumlarda, katı dogmalar “bir mantık birliği ve bütünlüğü” (B. Russel, Bilim ve Din, Sf:13) oluşturur. Bu nedenle, tanrıya karşı çıkmak dolaysız olarak devlete karşı çıkmak anlamına geldiği için (ve tersi de geçerli olduğu için) herhangi bir dogmaya karşı çıkmak da aynı anlama gelecektir. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’nun dinsizlikle suçlanması bunun örneğidir. Bundan dolayı devlet, günah olgusunu da çok sıkı işletir ve katı kurallara bağlar.

Devlet, hukukunu meşru kıldığı ölçüde yaşar. Sürekli zor kullanarak toplum uzun süre yönetilemez, sömürülemez. Devlet, her bireyin başına bir asker de dikemez. Bu yüzden “ideolojisinin yeniden üretimini hâkim kılarken” (L. Althusser, İdeoloji Ve Devletin İdeolojik Aygıtları) diğer yandan da korkuyu sürekli diri tutarak, insanların günah işlemesini yani hukuka aykırı davranmamalarını sağlamaya çalışır.

Korku dışında, öbür dünyaya havale edilen ödüllerin cazibesi de günah işlememeyi sağlar. Devlet sahipleri, günahlarının kefaletini bu dünyada öderken, toplumun özlemlerini öte dünyaya öderler. Böylece acıları da katlanılabilecek bir hale sokmuş olur. İnsanlar, acı çektiği ölçüde büyük bir güce ihtiyaç duyarlar. Öbür dünyayı da yöneten mutlak güç, insana, acılara-sefalete kendisi için katlanılması koşuluyla, cennet ve sonsuzluk vaaz eder. Öbür dünya, böylece günah işlenmesini engelleyen -hayali- bir araç haline gelir.

Günah kavramı, devletten önce ve devletten bağımsız bir şekilde ortaya çıkmıştır. İlkel topluluklarda, ahlak kurallarına uyulması bilinci zımni ve fiili olarak yaşam bulur. Ahlakın yarattığı bu kurallar bütünü (hukuk) toplumun bekası için kutsanır. Böylece bu hukuk dışına çıkmak günah sayılır.

Devlet, bu ilkel günah kavramını genelleştirip kendi hukukunun bir parçası haline getirir. Böylece, insanların gözünde zaten meşru olan bu olguyu sahiplenip; yeni biçimler verir ve esas normlarını kendisine (kendi hukukuna) göre belirler.

Hıristiyanlıkta (Katolik ve Ortodoks mezheplerinde) tüm insanlar, günahkâr olarak kabul edilir. Âdem ile Havva’nın (Adam ile Eva) işlediği “ilk günah” (yasak meyveyi yemek), soy ile tüm insanlığa geçmiştir. Böylece insanın birincil görevi-amacı, kendisini Tanrıya adayarak günahlarının kefaletini ödemektir. Böylece, günahkâr doğduğuna inanan kul, uysal, çileci ve ses çıkarmayan birine dönüşür. Bu sayede devlet, bütün mallarına el koyacak kadar tam tasarruf sahibi “otorite” konumundadır. Çünkü günahlarının bedelini ödediğine inanıyordur. Bu şekilde koca bir toplum -gerçek anlamda-uyuşturulur.

Buna rağmen, Hıristiyanlıkta, “ufak günah” işleyenlerin, kilisede “günah çıkartarak” affedilmesi sağlanır. Bu sayede tanrının “güzel ve affedici” gücü gösterilmiş olur. Günahın yaşanması tamamen engellenemeyeceği için (çünkü günahlar tatlı olur!), devlet hukukunu zedelemeyecek günahlar çabucak (şipşak!) affedilir. Böylece korku ve sevgi bir arada yaşatılır. “Affetmek büyüklük” olduğundan dolayı, affeden de bu sayede yücelir. Korkunun esas kalması koşulu ile sevgi de bu tür biçimlerle diri tutulur.

İslamiyet’te ilk günah yoktur. “Her koyun kendi bacağından asılır”. Camiye gidip “günah çıkartmak” da yoktur. Ancak Kuran’ın okunması, İhlâs süresinin bin kez okunması, zikir, tövbe vb. uygulamalar, kilisedeki günah çıkartmanın benzer işlevini görür. Diğer Sami dinlerde olduğu gibi İslam’da da en büyük günahkâr, kâfirdir. Kâfir, en dar anlamı ile Allah’ın dinini inkâr edendir.

Kuran’da, “senin dinin sana benim dinim bana” ( Kur’an, Kafirun-6) ve “dinde zorlama yoktur” (Kur’an, Bakara-256) dendiği halde, kâfirlik başka ayetlerde (Kur’an, Al-imran, Bakara, Nisa, Maide, İbrahim, Nahi, Lokman, Fatır ve Hucunt Sureleri) sınırsız ve muğlâk biçimde geniş tutulur. Allah’a karşı çıkmak, devlete isyan etmek, peygamber ve sahabesi gibi yaşamamak, takva sahibi (dini bütün) olmamak, vb. ehl-i sünnet tarafından, genelde, kâfirlik olarak kabul edilir.

Bazı âlimler bunları esnetse de, hepsi, Müslüman kanı dökeni de (en azından teorik ve lâfzî olarak) kâfir sayar. Kâfirlerin katli caizdir (meşru, uygun). Kuran’da kâfirleri öldürenlere, dünyada ganimet, öbür dünyada cennet, vaat edilir: “Allah, şüphesiz Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlere mallarını, Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır.” (Kur’an, Tevbe-111) Ganimeti devlet, cenneti Allah vermektedir. Böylece kâfirlere (devlet düşmanlarına) karşı, maddi ve manevi bütünlük sağlanmış olur. Devlete karşı çıkmak kâfirlik sayıldığı için tüm isyanlar, “kâfirlik, sapkınlık” olarak damgalanmıştır.

Burjuva devlet, bencilliği ve bireyciliği kutsayarak, dini devletten bağımsızlaştırır; ama teokratik devletin günah kavramını dışlamaz. Bu olguyu, kendi hukuku ve ahlakına göre ayarlar. Burjuvazinin yeni mezhebi (Protestanlık, Calvinizm) ilk günahı kaldırmıştı. Katolik kilisesinin günah saydığı faizi de caiz saymıştır. İslamiyet’le aynı şey. Faiz yerine “kâr payı” ifadesi getirilerek yapılmıştır; böylece günah ortadan kalkmıştır! Burjuvazi, en büyük günahı, özel mülkiyete karşı çıkmak olarak kabul eder. Bu yüzden, tanrısı para olan burjuvazinin gözünde, en büyük günahkâr ve kâfirler komünistlerdir.

Şeytan olgusu, günah mekanizmasının tamamlayıcısı rolüne sahiptir. Şeytan kavramı günahla özdeşleşir. Sami dinlerde en büyük günahların kaynağı şeytandır. (İblis). Tanrıya karşı çıkarak ilk insan (Âdem’in) önünde eğilmeyen şeytan, insanlığın en büyük düşmanı ilan edilir. Şeytan, intikam almak için Havva’yı (ilk kadını) kullanarak Âdem’e günah işletir ve cennetten kovulmalarını sağlar.

Böylece insanla şeytan arasındaki ezeli mücadelenin mitolojik örgüsü günümüze kadar, geliştirilerek getirilmiştir. Devlet, tanrı ile özdeşleştiğinden dolayı, devletin (tanrının) karşıtları da şeytanla özdeşleştirilmiştir. Tanrı ve devlet hukukuna karşı çıkmak, şeytanın işi olarak görülür. Böylece, dinsel örgü, birbirini besleyecek biçimde örülür.

Sami dinlerde günahkârları-kâfirleri şeytanın yönettiğine (“dürttüğüne”) inanılır. Bu inanış bir yandan devletin meşruluğunu sağlarken öte yandan, devletin güvenliğini de sağlar. Şeytan, Tanrının korkunç yüzü dışındaki en büyük korkudur. Tanrı, sevgi ile korkunun bileşimi iken, şeytan, sadece korku ile özdeşleştirilmiştir. Devlet ile tanrı özdeşliği ikili bir duyguyu (sevgi ve korku) zorunlu kılarken, devlet karşıtlığı en büyük günah sayıldığı için, şeytan sadece korkuyu temsil eder. Böylece günah, esasta şeytanla ilişkilendirilmiş olur. Bu ilişki, devletin korkunç yüzünün arka planda kalmasına da yardımcı olur. Şeytandan (ve cehennem azabından) korkmak, büyük bir güce sığınmayı gerektirir. Bu güç tanrı ve temsilcisi devlettir.

Cennet ve Cehennem

Öbür dünya kavramı-inancı, tanrı fikriyle birlikte doğmuştur. Ölümsüz olan tanrıların bir mekânı olmalıydı. Bu mekân da öte dünyadır; ruhlar âlemidir. Karşıtların insan beyninde gelişmesiyle birlikte, öte dünya da bir karşıtlık olarak zihinlerde oluşur. Tanrıların kurallarına uymak, öte dünyadaki konumu-yeri belirler. Tanrı ile özdeşleşen devlet, hukukunun normları ile öte dünyanın tapusunu belirlemeye başlar. Devlet toplumdan bağımsızlaştıkça, toplumun cennet hayali, acılarının ve özlemlerinin tezahürü olmaya başlar.

Gılgamış destanında, erkek insana biat etmeyen ilk kadına (Lilith), cehenneme gidecek ruhları taşıma cezası verilir. Yahudilerin kutsal kitabında yer alan Lilith, ilk erkek insan gibi balçıktan yaratılmış ve ona ruh üflenmiştir. Lilith’in, ilk erkek insana biat etmesi (ona karşı isyan etmemesi ve kendini onunla eşit görmesi) mitolojisi, çıkış olarak, kadının egemenliğini kaybettiği ve erkekle bu uğurda savaştığı bir döneme aittir. Lilith’in cezalandırılması sonrası ilk erkeğin kaburgasından yeni bir kadın yaratılır ve erkekten aşağı olan bu kadın “erkek”e biat eder. (Kadın egemenliğinin sonu!) Mitolojide, cennette yaşayan bu ikili, ilk günahla birlikte yeryüzüne kovulur.

Gılgamış destanında, İblisin kadın kılığında dolaşmaya başlaması, tümü ataerkil zihniyetli olan Sami dinlerde de kabul gördü. Cennet-cehennem, şeytan, günah kavramları ile kadının bastırılması da dinsel örtü altına girdi. Cennet-cehennem kavramı, olgunluk çağına, tek tanrılı dinler zamanında ulaştı. Bu dinsel örtünün çıkışı Sümerlerde başlasa da, yaratılış efsanesi ile birlikte, çeşitli biçimler altında (Sami dinlerce benimsenerek) günümüze kadar gelmiştir.

Cehennemin, ateşle özdeşleştirilmesi, ilk insanın, ateşe yaklaşımından kaynaklanmıştır. Yıldırım ve büyük yangınların her şeyi yutması, küle çevirmesi, insanların ateşi kutsamalarına neden olmuştur. Ateş, kapitalist sisteme kadar, açık veya zımni olarak kutsal ve mistik sayılmıştır. Bu yüzden ateş korkusu ve mistisizmi cehennemle özdeşleştirilmiştir; öyle ki maddi olmadığına inanılan ruhu bile eritebileceğine, ona acı çektirebileceğine inanılmıştır.

Cehennemin bekçisi ve efendisi şeytan ve zebanidir. Şeytan, günahların nedeni ve kaynağı olduğuna göre günahkârın öte dünyadaki yeri cehennem olmalıydı. Bu korku ile devlet hukuku (yani tanrı) korunur. “Çıtanın yüksek tutulması”, insanlar da, çektikleri acılar karşısında psikolojik rahatlama yaratır.

Cennet ise insanın maddi dünyada özlemini çektiği her şeyin var olduğu bir yerdir. Hayallerdeki maddi dünya, olduğu gibi cennetle özdeşleşir. Bu yüzden Eskimoların cenneti, sıcak bir yerdir. Ekvatordakilerin ise soğuk ve bol suyu olan bir yerdir. Çöllerin bol olduğu, yiyeceklerin ise kıt olduğu Ortadoğu’nun cenneti ise her türlü meyveyi (özellikle hurma), süt ve şarap akan ırmakları, altın ve gümüş kapları barındıran, yeşillikli (bol ağaçlı) bir yerdir (Kur’an, İnsan, Vakıa, Mutaffifin, Tur Sureleri). Ruhani bir dünyada, maddi ürünler sınırsız olarak bulunuyor! Bu bir çelişki değil; bir özlem, bir hayal, bir ütopyadır.

Devlet hukukunda yasaklanmış her şey, cennette serbesttir. Ataerkil zihniyetin olduğu gibi yansıtıldığı rahatça görülür (Bilim ve Gelecek, Sayı: 5, 2004). Erkeklere sayısız huri ve sonsuz erkeklik gücü verilir! Kadına ise yine kocasına eş olmak düşer. Erkeklere ve kadınlara hizmet etmesi için Gılmanlar (gürbüz oğlanlar) verilir (Kur’an, İnsan, Vakıa Sureleri). Bu, köleciliğin yansımasıdır. Hurilerin de cariyelerin yerini aldığı düşünülürse, cennetin, ataerkil zihniyetin tezahürü olduğu daha net görülür.

Cennet, maddi dünyanın acılarına katlanmanın ödülü olarak sunulur. Sömürüye, baskıya, sefalete vb. her türlü acıya katlanılması için psikolojik rahatlama ve dayanma gücü verir. Diğer yandan da “bütün alçaklıkların giderilmesi cennete havale edilir ve böylece bu alçaklıkların yeryüzünde sürmesi haklılık kazanır.” (Marks, age, Sf: 129). Cennet, “ruhsuz dünyaya ruh katar”, özlem ve umut yayar; teselli eder. Bu şekilde tüm alacaklılar “Tanrıya havale edilir.”

Cenneti gökte değil de yerde arayan Batınicilerin (tasavvufçular) yorumu dikkate değerdir. Hıristiyanlığın Batıni yorumunu yapan T. Münzer; İslamiyeti Batıni yorumlayan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik Örgütü), resmi (Ortodoks) dinin, birçok temelini inkâr ettikleri gibi cennetin de gökte değil, yerde olduğunu savunuyorlardı. Tanrı ile evreni-doğayı özdeşleştirdiklerinden dolayı, cennetin yeryüzünde olduğuna ve ancak zorba sistemlere karşı savaşılarak yaratılabileceğine inanıyorlardı. Bu cennet tanımı her iki hareketin, radikal devrimci duruşuyla bağıntılıdır. Cennet ve cehennemin etkisi, günümüzde de etkisini koruyor. Bu etki, dinin gücüne bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Ve hala alçaklıkların “Tanrıya havale edilmesi” işlevini yerine getirmektedir.

Kader

Kader inancı, ölümsüz ruhların, insan aklının üstünde bir akla (mutlak akıla) sahip olduğu bilinciyle birlikte doğmuştur. Gılgamış destanında tanrıların, “can sıkıntılarını gidermek için” insanı yarattığı söylenir. Çok tanrılı dinlerin de aynı özle paylaştığı bu inanışa göre tanrılar, insanın yaşamına müdahale etmeye başlar ve bazılarınınkini tamamen belirler; buna kader denmiştir.

Tek tanrılı dinlerde ise kader inancı, sınırsız bir şekilde geniş tutulmuştur. Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, duyan Tanrı, insanın her davranışını ve duygusunu da bilir; ancak ona seçme hakkı verir. Tanrının her şeyi bilmesi (yani kaderinin zaten belli olması) ile insana seçme hakkı verilmesi arasındaki bağın tutarsız-anlamsız oluşu, kader inancının önünde engel değildir; etkisini azaltmaz. Ancak, kutsal kitapların içtihadında farklılıklar yaratır. İradeciler-imancılar, tüm davranışların tanrı tarafından belirlendiğine inanır. Skolâstik çağa damgasını vuran Augustina, ehl-i sünnetten El Eşari, İbn Hanbeli vb.leri bunu savunur. Aquines ile İslam’ın Mutez ile Maturidi Okulu ile Batıniciler ise kaderde insanın söz sahibi olduğuna inanır ve aklı öne çıkartırlar.

Hangi biçimde olursa olsun kader inancı, devletle özdeşleşmiş dinsel düşünceyi tamamlayıcı bir rol oynar. İnsanın dünyada çektiği acıların ödülünün cennet olacağını bilmesi yetmez olunca, kader inancı bu boşluğu doldurur; böylece devlet, tanrısal egemenliğini her yandan sağlama alır.

Devlet, ilkel kader anlayışını kendi hukukuna uydurur ve biçim verir. Bir süre sonra, devlet-toplum ilişkisi, tamamen kader olarak algılanmaya başlanır. İnsan, bu kadere karşı çıkacak gücü olmadığını düşünür. Doğa güçlerinin devletle özdeşleşmesi sonucu, insan, devlet karşısındaki çaresizliğini, güçsüzlüğünü de kader olarak sineye çeker. Bu algının büyüklüğü devletin bekası için önemlidir; bu yüzden bu inancın büyümesini sağlamaya çalışır.

İnsanın çaresizliği azaldıkça, kader inancı zayıflar; insan kendi kaderini belirleme cüreti gösterir. Batıni hareketlerin radikal devrimci duruşu kader inancını zayıflatmıştır. İşçi sınıfı da, aynı cüretle, kendi kaderini belirlemek üzere siyasal örgütsel mücadeleye girmiştir; böylece tarihi boyunca, kendi kaderini belirleyerek, bu kutsal örtüyü yırtmıştır.

2.       Tanrısız Dinlerin Bazı Kutsal Örtüleri

Tanrısız dinlerin özdeşleştiği devletin niteliği ile bu tür din ve devlet özdeşliğinin niteliğinin değişmediğini belirtmiştik. Dinin, coğrafi koşullar ve sosyo-ekonomik yapıya göre nasıl biçimler alabildiğini ve farklılaştığını ancak özünü aynen koruduğunu görebilmek için tanrısız dinlerin kutsal örtüler bize güzel örnekler sunmaktadır.

Tanrısız dinler, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ve despot rejimlerin var olduğu bölgelerde ortaya çıkıştır. Kapitalizmin gelişine kadar da bu bölgelerde varlığını sürdürmüş ve kapitalist ilişkilerle iç içe geçmişlerdir. Dolayısıyla, komünal mülkiyetin hâkimiyeti, özel mülkiyetin hâkimiyetinin bulunduğu bölgelere göre farklı kutsal örtü biçimleri yaratan en temel özelliktir.

İnceleyeceğimiz tanrısız dinler olan Budizm ve Jainizm Hindistan’da Konfiçyonizm ise Çin’de ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise Asya’nın büyük bölümüne dağılmışlardır. Bu dinlerin ortaya çıkış dönemlerindeki mülkiyet ilişkileri ile devlet yapısını, kısaca da olsa, önceki bölümlerde açıklamıştık. Burada, Konfiçyonizmin, 2 bin yıl önce birliğini sağlayabilmiş olan Çin devleti ile özdeşleştiğini hatırlatmak gerek.

Konfiçyonizmin, devlet sahiplerini, ataları ve bilgileri öne çıkaran özelliği ile Çin devletine daha uygun bir din olmuştur. Özü değişmemekle birlikte, diğer tanrılı dinler ve tanrısız dinlerden farklı kutsal örtüler yarattığı aşikârdır. Ancak konumuzu dağıtmamak adına, Konfiçyonizmin, Budizm ve Jainizm’le ortaklaştığı kutsal örtüleri ele alarak bu üç dinin kutsal örtülerinden bazılarını ortak işleyeceğiz.

Kulluk ve Biat

Kulluk ve biat kültürü tanrısız dinlerde aynı özle ortaya çıkmış, ancak despotik rejimlerin varlığı dolayısıyla tek tanrılı dinlerinkine göre çoğunlukla daha katı ve ağır yaşanmıştır. Bu farklılık, özel mülkiyetin fazla gelişmediği İslam devletinde de benzer özellik taşır. Özel mülkiyetin, sınırlı da olsa var oluşu iktidarın merkezileşmesini, dolayısıyla devletin gücünün dağınık olmasını doğurur. Bu kulluk ve biat kültüründe gedikler açar. Özellikle Avrupa feodalizminde, yerel iktidarlar ile görece özgür küçük köylülerin var olabilmesi bu gediklerin daha büyük olmasını sağlamıştır. Oysa doğu toplumlarında, mesela Hindistan’da, 19. yy.a kadar, kapalı bir ekonomiye ve despot hükümdarlara sahip olduğu için kulluk ve biat kültürü çok fazla değişime uğramamıştır.

Tanrısız dinler, bir tanrı veya temsilcisine biatı önkoşul görmediğinden dolayı, kulluk, güç ilişkileri temelinde, doğa egemenliği altındaki güçsüz insanın, güçlü devlete biat etmesi sonucu yaygınlaşır. Bilge ve din adamlarının, ayrı bir sınıf ve tabaka oluşturması, kulluk ve biat kültürünün yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Bilge ile din adamlarının çoğunlukla özdeşleştiği bu dinlerde, İslam veya Hıristiyanlıkta olduğu dini otoriteyi bu kesimler oluşturur; eğitim de bunların elindedir. Buna, ataerkil zihniyetin hâkimiyetinin, ailede de varlığını sürdürmesi eklenince kulluk kültürü böylece toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz eder.

Reenkarnasyon (Ruh Göçü) İnancı

Ruh göçünü, önceki bölümlerde kısaca açıklamıştık. Burada kısaca açıp, tanrılı dinlerin kutsal örtüleri ile benzeşmelerine vurgu yapmakla yetineceğiz.

Ruh göçü, tanrılı dinlerdeki cennet ve cehennemin yarattığı korku-ödül duygusunu yaşatır. Cennet, ödül ve acılara-sefalete katlanma aracı iken, cehennem de devlet (tanrı) hukukuna uymamanın yaratacağı ceza ve bedelleri temsil eder. Ruh göçünde ise bir sonraki bedenin içinde yaşanabilecekler, ödül ve cezayı aynı özle içerir. Böylece, ruh göçü inancı da devlet hukukunu korumanın temel aracı-kutsal örtüsü haline gelir. Ruh göçü inancı, doğru ile yanlışın iyi ile kötünün referanslarının esasını devlet hukukundan aldığı için, devleti koruyan bir kutsal örtüdür.

İblisler, daha sonradan bahsi geçen tanrısız dinlere girdiyse de, tanrılı dinlerdeki şeytanın işlevini görmeye başlamıştır. Sömürünün olduğu her yerden kitlelere korkunun sürekli hissettirilmesi gerekir. Bu nedenle bu tür korkular dini olarak pompalanır. Tanrısız dinlerin, sınıf savaşımının gelişkin olmadığı yerlerde, doğadan etkilenmeye devam ettiğini belirtmiştik. Ruh göçü inancı, evrenin birliği inancının da etkisi ile bedenler arası geçişi hayvan ve insan bedenleri arasında özdeşlik kurarak yapar. Bu, dinin sınırlarının sadece devlet ve sınıf savaşımı içine hapsolmadığının göstergelerinden birisidir.

Çilecilik ve Kader

Doğu toplumlarının karakteristik bir özelliği çileciliğin çok yaygın olmasıdır. Zor doğa koşulları ve kıt kaynakların yarattığı çilecilik, tanrısız dinlerde öğretinin merkezinde yer alır.

Devlet, artık ürüne el koyabilmek ve sömürüyü yoğunlaştırabilmek için (zaten dar olan üretimi genişletemediğinden dolayı) kitlelerin daha azla geçimini sağlamasına çalışır. Dolayısıyla zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, despot iktidarın zulmü ile çileciliği bir yaşam tarzı haline getirir. Devlet de, özdeşleştiği din sayesinde, bu yaşam tarzını över ve yaygınlaştırır. Devletin sahipleri ihtişam ve lüks içinde yaşarken, tebaasına çileciliği öğütler. Çilecilik, en büyük erdemler arasında yer aldığı için devletin, kitleler üzerindeki etkisi genişler.

Bu inanış, İslam’da derviş; Hindistan’da Hint Fakiri, Budizm-Jainizm ve Konfiçyonizmde rahiplerce sembolize edilir. Anadolu’da diğer adıyla fakir, çileci demektir. Günümüzde yoksul anlamında kullanılan fakirler ile rahipler her dönem kutsal sayılmış ve iktidarların bile onlara dokunması yasaklanmıştır. Bir despot bile bir fakiri veya rahibi öldürmeye çoğunlukla cesaret edemezdi. Günümüzde bazı bölgelerde hala, fakirlerin giydiği hırka veya entari bile kutsal sayılır ve ele-yüze sürülerek şifa dilenir.

Bundan dolayı çilecilik, sefalete katlanmayı erdem haline getirmiş ve devletin ömrünü uzatmıştır. Devlet için gereken uysallık, çilecilikle geniş oranda sağlanır. Mevlevi tarikatı, birçok tarikatın aksine, devlete karşı çıkmamayı, öğretisinde açıkça savunarak çileciliği, daha aleni biçimde devlete tabi kılmıştır. Ve bunun “ödülü” olarak Mevleviler de, Osmanlı yıkılana kadar saray erkânı ile yakın ilişkiler içinde olmuşlardır. Mevlevilik, tanrılı bir dinin ürünü de olsa, çok bilinen olması ve tanrısız dinlerin çileciliği ile özdeş olması dolayısıyla çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.

Çilecilik, aynı zamanda kader inancını da besler. Çünkü “katlanmak” erdem sayıldığı için bunun insanın bir kaderi olarak algılanması kaçınılmaz olmaktadır. Böylece kadere katlanmak da büyük bir erdem sayılmaktadır.

Kader, tanrılı dinlerde, tanrının ve tanrıların seçtiği yaşam tarzıdır ve katlanılması farzdır. Tanrısız dinlerde ise evrenin birliği dolayısıyla ruhların sonsuz sayıda ama bir denge içinde hareket etmesi kader inancını da bu denge ve döngü temelinde var eder. Seçme hakkı tek tanrılı dinlere göre oldukça fazla olsa da bu denge, devletin varlığı ile özdeşleştiği durumlarda, kaderin sınırları da sınıf savaşımı içine hapsolur. Çilecilik ile de beslenen kader inancı, var olan sistemi meşrulaştırmak için kullanılan en etkin kutsal örtülerden biri haline gelir.

Kıt Kanaatçilik ve Çalışmanın İbadet Sayılması

Çileciliği yaratan koşullar, kıt kanaatçi bir yaşamı da doğurur ve çileciliğin kutsanması ile kıt kanaatçilik de kutsanır. Çoğu Asya halkının, çok az yiyecekle günlerce geçinebildiğini hepimiz duymuşuzdur. Elbette bunda doğa koşulları ve kıt kaynakların belirleyici bir rolü vardır. Devlet ise bunun devamını ve geliştirilmesini sağlamaya çalışır. Devlet, daha fazla artık ürün gasp edebilmek için, kitlelere az vermesi gerekir. Tüm kitleyi çileci yapamayacağı için kıt kanaatçiliği, din yardımıyla kutsar ve böylece sömürüsünü yoğunlaştırma zemini yaratır.

Devlet, aynı nedenden dolayı çalışmayı da kutsal sayar. Zor doğa koşulları ancak çok yoğun emek ile üretimi zorunlu kılıyor. Buna rağmen artık ürün az olabiliyor. Dolayısıyla artık ürünün miktarının artmasının temel yollarından birisi kitleleri daha fazla çalıştırmaktır. Bu nedenle, çalışmak bahsi geçen dinlerde ibadet olarak görülmüş ve devlet tarafından günümüze kadar muhafaza edilmiştir.

Çalışmanın ibadet sayılması, çok çalışmanın yarattığı tepkileri de yok eder veya en azından nötralize eder. Bu yüzden, bu tür toplumlarda, isyanlar çok sık görülmemiştir. İsyanlar, ancak açlık veya işgal gibi durumlarda patlak vermiştir. Yani son noktaya gelmeden, isyan etmek, din tarafından engellenmektedir.

Kutsal örtünün elemanları bunlarla sınırlı değildir elbette. Buraya kadar saydıklarımız en yaygın ve en etkili alanlardır. Bunlar, dinsel düşüncenin, toplumun tüm kılcal damarlarına nasıl nüfuz edebildiğinin çarpıcı örnekleridir. Kutsal örtüleri, “boş, hurafe” veya bazı aydınlanmacılar gibi “Ortaçağ kalıntısı” gibi saymak hatalı bir yaklaşımdır. Her “hurafe” ve her dini biçim, bir sosyal-siyasal öze sahiptir. “Bilim, görüngülerin ardındakini ve özünü ortaya çıkarmaksa” (Engels) ve siyasetimiz bilim temelinde yükselecekse, bu “hurafe”lere de diyalektik materyalist temelde yaklaşmak zorundayız.

Önceki bölümlerde, devletin ideolojisi ve siyasetinin dinle özdeşleşmesine ağırlık verdik. Bu bölümde ise ezilenlerin ve burjuvazinin dini nasıl bir teoriye dönüştürdüğüne ağırlık vereceğiz.

Hıristiyanlık Dünyasında Sosyal Mücadeleler

Hıristiyanlığın ortaya çıkış koşullarını önceki bölümlerde anlatmıştık. Engels, “İlk Hıristiyanlık tarihi, modern işçi hareketiyle ilginç benzerlikler gösterir: Tıpkı onun gibi, Hıristiyanlık da, köken itibariyle ezilenlerin hareketleridir; ilk olarak kölelerin ve azad edilenlerin, yoksulların ve haktan yoksunların, Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da parçalanmış halkların dini olarak ortaya çıktı. Her ikisi de, işçi sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da, kölelikten ve sefaletten gelecek bir kurtuluşu vaaz eder; Hıristiyanlık, bu kurtuluşu ölümden sonra öbür dünyadaki yaşamı cennete; sosyalizm ise bu dünyaya, toplumun dönüştürülmesine yerleştirir.” şeklinde belirleme yapmıştır (Engels, Din Üzerine, Sf: 323).

İlk Hıristiyanlar katledildiler ve baskılara maruz kaldılar. Ama kokuşmuş Roma düzeni, ezilenlerin isyanını bastıramadı ve Hıristiyanlık gelişmeye devam etti. Dinsel düşünce bu kez, ezilenlerin kılıcı olmuştur. Hıristiyanlık, Roma’nın resmi dini olur olmaz, devletle özdeşleşti. Avrupa’yı saran köylü ayaklanmaları dönemine (14. ve 16. yy.lar) kadar, feodal devletin çürümüşlüğü ile özdeş hale geldi. Ancak bu dönemle birlikte, tekrar devrimci-isyancı hareketlerin ideolojisiyle özdeşleşti.

Katolik kilisesi, Avrupa’nın büyük çoğunluğuna hâkimdi. Hem toprak sahibi hem de ruhban sınıfı olarak kitleleri sömürüyordu. Cennete gitme belgesi (tapusu!) satışından elde edilen varlıklar, kilisenin önemli gelir kalemlerindendi. Dinin mecbur kılınan Pazar ayinlerine girmeleri için bile kitlelerden para alınıyordu. Kilise neredeyse tüm ibadetleri paralı hale getiriyordu. Kilisenin bu çürümüşlüğü, açlık-yoksulluk içinde kıvranan kitlelerde büyük ve geniş tepkiler yaratıyordu.

Kilisenin otoritesi dolayısıyla, gerek kentsoyluların gerekse köylülerin ayaklanmaları, mezhep sapkınlığı olarak ortaya çıkıyordu. “Sapkınlıklar kısmen, ataerkil Alp çobanlarının üzerlerine varan feodalizme tepkisinin (Woldocular); kısmen feodalizmi aşmış şehirlerin ona karşı muhalefetinin (Albilişler, Brescialılar, Arnold vb.); kısmen de düpedüz köylü ayaklanmalarının (J. Ball, Macaristanlı Usta vb.) ifadesiydi” (Engels, age, Sf: 139).

Kilisenin dogmaları-teolojisi, feodal iktidarın tüm siyasetini yönlendirebiliyordu. Papanın dışında hiç kimse İncil’i yorumlama ve değiştirme yetkisine sahip değildi. İktidara ve kiliseye karşı çıkanlar, hemen engizisyon mahkemelerinde cadı veya şeytan ilan edilip diri diri yakılıyordu. Vergilerin ve baskıların ağırlığından dolayı açlıktan ölümler yaşanıyordu. Bunlara salgın hastalıklar da eklenince sefalet alabildiğine geniş ve derin gerçekleşiyordu. Kitleler bu durumu dinsel yorumluyorlardı. Dolayısıyla tepkileri de dinsel biçimliydi.

14. yy.da başlayan köylü ayaklanmaları içinde Tabolurlar gibi cumhuriyetçi hareketler olduğu gibi, Thomas Münzer gibi radikal devrimci-eşitlikçi hareketler de vardı. Münzer, reformcu M. Luther ile aynı dönemde (16. yy.) yaşamıştı. Münzer, Luther’den farklı olarak, halkı ve prensleri, kiliseye karşı silahlı mücadeleye çağırmıştır. Münzer, Hıristiyanlığın temellerine tümden saldırmış ve ona yeni biçimler vermiştir.

Kutsal ruhu (tanrıyı) akılla birleştiren Münzer’e göre cennet, bu yaşamda kurulmalıydı. Öbür dünya kavramına karşı çıkan Münzer, tanrı-evren özdeşliğini (vahdet-i vücud) savundu. Böylece her insan, Tanrının bir parçası olarak eşitleniyordu. Maddeciliğe yaklaşan bu teoloji, Hıristiyanlığın Batıni yorumu ile onu isyanın ve eşitlikçi bir toplumun teorik temeli haline getirmiştir.

Yeni toplumun, ancak silahlı halk ayaklanması ile mümkün olabileceğini savunan Münzer’in, Luther’le yolları bu yüzden ayrılmıştı. Luther’le kilisenin çürümüşlüğüne karşı ortak mücadele etmesi kısa sürdü ve radikalleşerek köylü ayaklanmasının genişlemesini sağladı.

Münzer’in dışındaki diğer ayaklanmalar da dini biçimliydi. Burjuvazinin feodallere karşı savaşının biçimi de dini olmuştur. Luther’in başlattığı Protestanlık, bu savaşımın reformcu kanadını oluştururken, Calvinizm ise radikal kanadını oluşturmuştur. Calvin, Hıristiyanlığa yeni biçim vererek onu mücadele teorisine dönüştürmüştür. Hıristiyanlığın feodal sistemi kutsayan tüm yorumlarını inkâr ederek, liberalizmi yücelten yorumlar geliştirmiştir. İngiltere’de başlayan Calvinist ayaklanma köylük bölgelere de sıçradı ve Hollanda, İngiltere ve İskoçya’da cumhuriyetler veya meşruti monarşiler kurulmasını sağladı.

Luther de, Roma Katolik Kilisesinin Hıristiyanlığını farklı temelde yorumlayarak, kentsoyluların mücadelesine uygun hale getirdi. İncil’i ilk defa Almancaya çevirerek (ve ilk defa Latinceden başka bir dile çevirerek), Papa’nın etkisini yerle bir etti. Papalık, kokuşmuşluğundan dolayı sürekli Tanrı korkusunu hissettirirken, Luther ise bunun zıddını, yani Tanrı sevgisini hissettiriyordu ve dinin eşitlikçi öğretisini öne çıkarıyordu. Bu temelde Papa’nın kokuşmuşluğunu teşhir etti. Eserleri geniş kitlelerce benimsendi. Kitapları yakıldı ama halkın desteği devam etti. Fikirler yayılmıştı bir kere! Geniş bir köylü desteği alan Luther, halkın silaha başvurması üzerine onlara sırt çevirdi. Şiddete karşı olduğunu her fırsatta ifade eden Luther kentsoyluydu ve prenslerle uzlaştı.

Gerek Calvinciler gerekse Protestanlar, iktidar olana kadar, en geniş kitle desteğini köylülerden almalarına rağmen, kısa bir süre sonra onlara sırt çevirdiler. Her iki hareket, Hıristiyanlığı, feodal zorbalara ve kiliseye karşı bir mücadele teorisine dönüştürdükleri halde, bu devrimci ve reformcu biçimleri karşı-devrimin hizmetine soktular. Köylüler ve proletaryaya karşı bu yeni dinleri bir manipülasyon ve egemenlik aracına dönüştürdüler. Burjuva devlet geliştikçe yeni dinlerin yorumu da gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir.

İslam Dünyasında Siyasal Mücadeleler

İslamiyet, kabile toplumundan feodal topluma geçişin, yeni toplumsal bir devrimin, dinsel ifadesi olmuştur. Ancak, devletle, çıkış noktasından itibaren özdeşleştiği için, devletin elinde despotluğun da ifadesi olmuştur.

İslam’ın eşitlik söylemine rağmen henüz ilk yıllarda devlet sahipleri, kişisel servetlerini büyük ölçüde artırmıştı. 3. Halife olan Osman zamanında ise hanedanlığın ilk adımları atılmış; Osman, yakın çevresini, akrabalarını iktidarda konumlandırmıştı. Sebecilerin, iktidarda hak talep eden ayaklanmaları sayılmazsa, ilk ayaklanma, çöl yaşamını ve göçebeliği terk etmeyen Haricilerin, devletin bir avuç insanla özdeşleşmesine ve servet birikimine karşı başlatılmıştı. Hariciler, Kuran’ın zahiri (dışsal, görünen, açık) yorumunu mekanik bir şekilde yapıp, göçebe yaşamlarına uydurdular ve iktidardakileri kâfir olmakla suçladılar. İlk hanedanlıklarla (M.S. 661) birlikte halk ayaklanmalarının ardı arkası kesilmemiştir.

Halk ayaklanmalarının büyük çoğunluğu, İslam’ın Batıni (içsel, tevil, gizli, mecazi) yorumuna dayanan mezhepsel sapkınlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Batıni hareketler, homojen (aynı özelliklere sahip) bir öğreti değildir. Ancak genel hatlarıyla bir bütünlük oluşturur. Tanrı, kozmik evrendir; insan ise mikro evrendir. Tanrı, resmi İslam’ın aksine, evrenle özdeştir; evreni aşkın değildir. İnsan, evren-tanrı birliğinin bir tezahürü ve parçasıdır. Mevlana’nın “Hiçbir şey görmedim ki, Tanrıyı onda görmemiş olayım” (Aktaran, Teori-Politika, Sayı: 45, Sf: 123) sözü bunu özetliyor. Hallac-ı Mansur “Enel Hak (Ben Tanrıyım)”, Yunus Emre ise “Bir ben var benden içeri” diyerek bu özelliği ifade etmişlerdir.

Bu tanrı anlayışı ile T. Münzer’in tanrı anlayışı arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Vahdet-i Vücud (Tek Vücud, Evrenin Birliği) denen bu inanış, Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm gibi dinlerde, farklı söylemlerle ve tanrısız olarak bulunur; aynı öze sahiptir. Tanrısız dinler, doğanın, evrenin ve maddenin bir bütün ve bağıntılı olduğuna inanırlar; insan da bunun bir parçasıdır.

Batıni hareketlerin en radikallerinden biri olan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik) Fırkası, birçok eşitlikçi cumhuriyet kurmuş olan İsmaililerin, teorik-siyasi kanadını oluşturmuştur. Bu hareket, İslam’ın zahiri yorumunu inkâr ederek, peygamber ve halifeleri sahtekârlıkla suçlamıştı. İnsanların eşitliğine inanan bu hareket geniş bir coğrafyada (Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, İran, Suriye) eşitlikçi-ortakçı devletler kurmuş; bunlardan bazıları 100 yılı aşkın yaşamıştır.

Bu hareket, eşitsizliğin kaynağı olarak şeriat sistemini görüyordu. Birilerinin servet biriktirirken, birilerinin yoksulluktan ve yoksunluktan kırılmasını ilahi adalete aykırı buluyorlardı. “Mal, mülk, toprak Allah’a aitse ve insanlar da eşit yaratılmışsa, mülkler de insanlara eşit biçimde dağıtılmalı”, diyorlardı. Bu dinsel yorum, sisteme karşı radikal bir duruş yaratmıştır. Cennet ve cehennemi inkâr eden bu anlayış, cenneti dünyada kurmayı amaçlamıştı.

İhvan-ül Safa ile birlikte hemen hemen tüm Batıni hareketlerin savunduğu ortak bir inanış da mehdiliktir. Hıristiyanlıkta Mesih olarak geçen bu inanışta, ölen liderlerin, bir gün tekrar dünyaya gelip adalet, hak ve eşitlik doğuracağına inanılır. Ruh göçü ile geri gelecek olan bu lidere mehdi denmektedir. Hem Emeviler (M.S. 661-750) hem de Abbasiler dönemindeki (M.S. 750-1250) neredeyse tüm halk ayaklanmalarında mehdilik inancı başat bir rol oynamıştır. Ezilenlerin, ideolojik özlemlerinin ve taleplerinin bir sembolü olan mehdilik inancı, savaşların ve savaşçı ruhun da temel unsurlarından biri olmuştur.

Ehl-i Sünnetin Tanrı inancı, evreni aşkındır; tanrı evrenin dışında ve üstündedir, onunla özdeş değildir. Bu tanrı inancı, hukukun katı dogmalarla örülmesinde kullanılmıştır. Gücü sonsuz olan bu tanrının kuralları açıktır ve dolayısıyla değiştirilemez. Oysa Batınilerin tanrısı mistiktir ve yeryüzüne inerek onunla özdeşleşmiştir. Bu içtihat(yorum) dinin, yeni ve farklı yorumlarına açık kapı bırakarak, kolayca devrimci bir tarza dönüşebilmiştir. Özellikle tanrı-evren özdeşliği, insanların eşitliğini mutlak kılıyordu. Bu da devrimci bir teorinin en sağlam yanını oluşturuyordu. Dolayısıyla tanrının nasıl kavrandığı-yorumlandığı, bizleri teolojinin maddi gerçekliğine götürmektedir.

Batıni öğretiler, Selçuklu ve Osmanlı döneminde de aynı sosyal-siyasal etkiyi yaratmıştır. Babailerin Selçuklulara, Şeyh Bedreddin’in Osmanlı’ya karşı ayaklanması, Batıni bir mücadele teorisi temelinde gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki birçok ayaklanma, Batıni sapkınlık biçimde gerçekleşmiştir.

İslam-Arap devletinin, kendi içindeki iktidar mücadelesi de, elbette, dini biçimliydi. İktidardaki ile büyük ayrışma Şia-Sünni şeklinde olmuştur. Batıni hareketlerin büyük bir kısmı Şii’nin içinden çıkmıştı. Ancak, İsmaililer başta olmak üzere birçok Batıni hareket, Şianın devletle daima iç içe olmasından dolayı kendisini itina ile bu kesimden ayırmış; ismini dahi kullanmamıştır.

12 imamcı Şianın, iktidara karşı muhalefeti, Batınilerin isyanlarıyla birlikte, uzlaşıya dönüşmüştür. İran Şiasının Buveyhi kabilesi 10. yy.da Bağdat’ı işgal eder ve Halifeliği ele geçirir. Böylece Şia ilk kez iktidara gelir. Ancak ezilenleri temsil etmeyen Buveyhiler, Şiiliği çabucak devletle özdeşleştirdiler. Abbasi halifesini azletmeyip onu kukla gibi kullandılar. Selçuklular Bağdat’ı işgal edene kadar da, iktidarı fiili olarak ellerinde tuttular. Ezilenlerin ideolojik biçimi olarak çıkış yapan birçok kola ayrılmış ve birçoğu 12 imamcı Şia gibi devletçi bir karaktere dönüşmüştür. Günümüzde de 12 imamcı Şiilik, İran’ın resmi dini durumundadır.

Abbasiler, ezilenlerin fikirleri ve tepkilerini kullanarak iktidara geldiler. Emevilere karşı Şianın yanında göründüler. “Ehl-i Beyt’in intikamı” sloganını iktidarı ele geçirmek için temel slogan haline getirdiler. Batıni hareketlerden Hürremdinci Ebu Müslim ile ittifaka girecek Emevileri devirdiler. Ancak iktidara gelir gelmez, ehli beytin davasını, Şii öğretiyi bir kenara bırakıp, ehl-i sünnetin ideolojisine ve şeriata sarıldılar. Ebu Müslim’i de hile ile katlettiler.

Abbasiler, tüm Batıni hareketlere, özellikle İsmaililere karşı büyük bir kıyım başlattılar. Kölelikten sağlanan gelirleri, devletin en önemli gelir kalemlerinden biri haline getirdiler. Ancak baskı ve katliamlar, ayaklanmaların bastırılmasını sağlayamadı. Köleler, Hürremdinciler, İsmaililer (Karmatiler, Fatımiler, Nizariler) çeşitli zamanlarda eşitlikçi-ortakçı cumhuriyetler kurarak, Abbasilerin yıkılmasının esas nedeni oldular. Selçukluların işgali ve Moğolların son fiskeyi vurması, çürümüş bir devletin yıkılmasında tali bir rol oynamıştır.

Ehl-i Sünnetin içindeki iktidar mücadelesi esasta içtihat (Kuran ve hukukun yorumu) temelli oluyordu. Ehl-i sünnetin büyük bir kısmı Kuran’ın zahiri yorumu ile peygamberin hadislerini birleştirerek bir hukuk(fıkıh) oluşturuyordu. Kuran’ın sadece âlimlerce yorumlanabileceği inancı, aynı özle, Hıristiyanlıkta İncil için, Yahudilikte Tevrat ve Talmud için geçerliydi. Böylece, hâkim sınıfla özdeşleşen ruhban sınıfı, dogmaların (devlet hukukunun) değiştirilmesine yönelik her girişimi kâfirlik, sapkınlık olarak damgalıyordu ve cezasını ölüm olarak kesiyordu.

Bu durum, sistemin ömrünü uzatsa da nihayetinde çürümüşlüğü uzun süre örtemiyordu. Bundan dolayı iktidar sahipleri arasında da savaşım yaşanıyor ve farklı mezhepler doğuyordu. Farklı içtihat ile İslam’da 250 civarı mezhep oluşmuştur (Hümanite, Sayı: 4, Sf: 110). Tüm bu ayrılıklar dini biçimli siyasal mücadelelerdir. Mısırlı İslam profesörü Muhammed Amara bile bu ayrılıkları nesnel olarak yorumluyor: “Siyaset ve özellikle imamet, İslam’da ayrılık kıvılcımını ilk üreten etkenler olmuştur” (M. Amara, age, Sf: 59).

İslam’ın Ortadoğu’daki etkisi, 20. yy.da halkçı ve anti-emperyalist mücadeleleri de biçimlendirmiştir. İslam’ın Sünni yorumu, Celaleddin Afgani’de olduğu gibi, anti-emperyalist mücadelenin temeli olarak biçimlendirilmiştir. Benzer şekilde Sudan, Hindistan ve Mısır’daki ilk ulusal mücadeleler, İslam’ın Sünni yorumu esas alınarak gerçekleştirilmiştir. Arap milliyetçiliğine de biçim veren İslam, yeni koşullara ve sınıf mücadelesinin özgünlüğüne göre yeni biçimler alırken, aynı süreçte gerici ve işbirlikçi iktidarların da resmi ideolojisini oluşturuyordu.

İslam, Marksizm ile de harmanlanmıştır. Sultan Galiyev, İslam’ın sınıfsız bir dini öğretiye sahip olduğunu ve bu nedenle, komünizme en yakın din olduğunu savunmuştur. 3. Enternasyonale ve Bakü Kurultayı’na da (1920) katılan Galiyev, “Müslüman Komünistler Birliği” kurulmasını önermiştir. Yarı-sömürge halklarının büyük çoğunluğunun, ezildikleri ve sömürüldükleri için proleter olduklarını savunan Galiyev, emperyalizme karşı bu halkların enternasyonal birliğini kurmaya çalışmıştır. Galiyev’in bu fikirleri birçok örgütün doğmasına vesile olmuş ve etkisi 1940’lara kadar sürmüştür.

Günümüzde de Filistin, Lübnan, Afganistan ve Irak’ta emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleler radikal İslamcı hareketlerce yapılmaktadır. Kimisi Şii, kimisi Sünni olan bu örgütler, İslam’ı zalime karşı mücadelede esas almaktadır.

Gerek Hıristiyanlık gerek Yahudilik, gerekse de İslamiyet, kutsal kitaplarının, tüm zamanlara hitap ettiğini savunur. Gerçekten de, muğlâklıklar ve esnek bir zaman ifadesi ile yazılmış kutsal kitapları, öyle görmek isteyenlerce, rahatlıkla evrensel nitelikli olarak algılanabilmektedir. Öyle olmasaydı bile teolojik düşünüş, bu vahiyleri sürece uyarlamakta zorlanmazdı. Dogmalar, akılla ve bilimle sınanma ihtiyacı hissetmezler; mutlak ve evrenseldirler. Bu da kabullenişi kolaylaştırır.

Kutsal kitaplarda, insanların eşitliğine ve eşitsizliğine, savaşa ve barışa, aklın önemine ve önemsizliğine vb. dair birçok vahiy bulunur. Bu durum, ideolojiye göre bir içtihadın mutlaklaştırılabilmesine olanak verir. Böylece her ideoloji, sınıfsal karakterine göre bir dine ama aynı kutsal kitaba sahip olur. Sınıf mücadelelerinin, dini biçimler altında gerçekleşmesi, onun özünü karartmaz. Kutsal örtünün kaldırılması ile bu öz, rahatlıkla açığa çıkar.

Hindistan’da Siyasal Mücadeleler

Hinduizmin, ırkçılık ve dini birleştiren bir temelde, kast sistemine dayandığını belirtmiştik. Onun bu niteliği yüzyıllar boyunca, köklü ve değişime uğramadan kalmasında etkili olmuştur. Hindistan’da Hinduizme yönelik ilk reform hareketi, ancak 19. yy.da Roja Ram Mohan Roy tarafından gerçekleştirilmiştir.

Mohar Roy, safiliği (kocası ölen kadının, kocasıyla birlikte diri diri yakılması) ve çocuk evliliğini kaldırmayı, kast sistemini ise yumuşatmayı amaçlayan bir reform hareketi başlatmıştır. Bir Brahman olan M. Roy, en alt kast olan dalitlerle ilgilenmemiştir. (Doğu-Batı, Sayı: 30, Sf: 103) Esasta, dünyada kapitalizmin gelişmesine paralel yayılan, “uygarlık” akımına ayak uydurmak istemiştir. Hindistan ve Hinduizmi yeniçağa uydurmaya çalışmıştır. Bu hareket, dinsel reformların da, dinsel devrimler gibi, sosyo-ekonomik koşulların ürünü olduğuna dair tipik bir örnektir.

Hindistan’da dikkate değer bir mücadele örneği de Budizm’in yeni bir yorumu (yeni bir mezhep haline getirilerek) ezilenlerin teorisine dönüştürülmesidir. Budizmin yeni yorumu “Dalitizm” haline getirilmiştir. Hindistan tarihi ve ekonomisi hakkında uzman olan Dr. Babasaheb Ambedkar, Hindistan’da Budizmi bin yıl sonra tekrar canlandırmış ve Dalitlerin kast sisteminden kurtuluşu için mücadele teorisine dönüşmesini sağlamıştı. Ambedkar, Hindistan’da -bin yıl sonraki- ilk Budist tapınağı 1954 yılında açar. (Doğu-Batı, ags, Sf: 112)

Esas amacı dalitleri kast sisteminden kurtarmak olan Ambedkar, Budizmin eşitlikçi öğretisini ön planda tutarak, bu temelde bir örgütlenmeye girişmiştir. 1956’da, sırf Nagpur şehrinde, 2 milyon dalit Budizm’e toplu geçiş yapmıştır. (Doğu-Batı, ags, Sf: 114) Ambedkar, kast sistemini meşrulaştırması dolayısıyla reenkarnasyon inancını reddetmiştir; Budizmin yeni bir mezhebi olarak tanrısız ve reenkarnasyonsuz bir dinsel öğreti sunmuştur.

Aklı ön planda tutan bu öğreti, esasta burjuva liberalizmine odaklanmıştır. Mustafa Kemal hayranı olan Ambedkar’ın amacı, cumhuriyet sistemi altında, vatandaşlık bağları ile var olan bir toplum yaratmaktı. Bu mücadelesi sonunda dalitlerin, devletin her kurumunda ve seçimlerde özel kotalara sahip olmasını sağlayabilmiştir. Hindistan’da 1950’lerde komünist hareketin zayıf olduğunu hatırlarsak, ezilenlerin neden böyle bir dini benimsedikleri daha net anlaşılabilir.

Devletle Özdeşleşememiş Bazı Dinlerin Uzlaştırıcı Nitelikleri

Dinin girdiği biçimleri daha geniş görebilmek için devletle özdeşleşememiş ama dinler arası savaşları bitirmeyi ve bazı dinlerin sentezini yapmayı hedefleyen birkaç dine kısaca değinmekte fayda vardır.

Manizm, Mezopotamya’da M.S. 3. yy.da ortaya çıkmıştır. Mani, yaşadığı Güney Mezopotamya’da yaygın olan Zerdüştlüğü, batıda etkili olan Hıristiyanlık ve doğuda etkili olan Budizm ile kaynaştırmıştır. Evreni, aydınlık ve karanlık zıtlığı üzerine tasavvur eden Mani, iyinin aydınlığı, kötünün karanlığı doğurduğunu savunuyordu. Böylece sosyal yaşamın normları, iyi ve kötü üzerinde temelleniyordu. Mani, bir süre Sasani İmparatoru tarafından himaye edildiyse de ruhban sınıfının dini haline gelmiş Zerdüştlüğü inkâr ettiği dolayısıyla, bu sınıfın hışmına uğramıştır. Zerdüşt rahipler Mani’yi hile ile gözden düşürüp idam edilmesini sağlamıştır. Ancak Manicilik bin yıl kadar yaşamıştı. (Ayrıntılı Bilgi İçin, Amin Maulf, Işık Bahçeleri)

Manizm, vahdeti vücudu değişik biçimlerde savunmuş ve insanların eşitliğini sürekli ön planda tutmuştu. Yanı sıra dinlerin sentezine karşı muhalefet ve baskı, her zaman daha fazla olmuştur. Çünkü diğer dinlerle, çıkarları temelinde siyasal bir ilişki kuran devlet, bu ilişkinin bozulmasını istemez. Dinlerin sentezi, devletin dinini değiştirmeye veya etki alanını daraltmaya zorlar, bu da devletin (ve tanrının) gücünün bölünmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Manizm hem Sasani devletinden hem de komşu devletlerden baskı görmüştür.

Çişti Tarikatı, 16.yy.da Hinduizm ile İslamiyeti sentezleyerek yeni bir din ortaya çıkarmıştır. Adını Afganistan’daki Çişt şehrinden olan bu yeni din, yüzyıllar boyunca süren (en azından her kurban bayramında) Hindu Müslüman çatışmasına son vermek istemiştir. (Doğu-Batı, ags, Sf: 100) Hinduların tanrı saydığı (ve kutsadığı) ineğin, Müslümanlarca kurban edilmesi yüzünden bile günümüze kadar çatışmalar yaşanmıştır. Ekber Şah’ın (Ehl-i sünnetin lanetlediği şah) kısa bir süre destek verdiği bu din kısa zamanda Şah’la birlikte katliamlara maruz kalır. Dinler arası çatışmaları bitirmeyi öğretisinin merkezine koyan bu din, birçok İslam ansiklopedisinde zındıklık, kafirlik vb. olarak geçer.

Kast sistemine bir tepki olarak ortaya çıkan Sihizm, Pencap’ta Sri Guru Manak (1469-1539) tarafından başlatılmıştır. Manak, tanrının birliğini savunur ve kast sistemini reddeder. Puta tapınıcılığı da reddeden Manak, tüm dinlerin aynı ve tek gerçeği öğrettiğini savunur. Bu gerçek, tanrının koruyuculuğu ve insanların kardeşliğidir. Bu görüşler Hinduizmi temel alan devletin hışmını çekmeye yetmiştir ve Sihilere karşı katliamlar başlatmıştır. Sihiler, 16. yy.dan beri bağımsızlık mücadelesi vermektedirler. (Birgün, 22.06.2008)

Bahailik de evrensel din olma iddiasıyla çıkmıştır. 19. yy.da, İranlı Muhammed Bop tarafından, Kudüs’te kuruldu. Kuruluşundan hemen sonra ikiye bölündü ve öğreti Bahailik ve Ezelilik adını aldı. Bahailik, tüm dinlerin sentezini yaratmaya çalışmıştır. Bu dinde, din adamları ve dinsel tören yoktur. Dünyada tek devlet, tek dil ve tek din olması gerektiğini savunmuştur. Tüm ülke-devlet sınırlarının kaldırılması gerektiğini savunan Bahailik sevgi ve kardeşlik temalarını öğretisinin merkezine koyar. (Faik Bulut, Ordu ve Din, Sf: 419, Tüm Zamanlar Yayınları) Hal böyle olunca sadece bir devletin değil tüm devletlerin baş düşmanları arasında yer almaktadır.

Bu dört örnekte de görüldüğü gibi dinsel düşüncenin hâkim olduğu zamanlarda ve bölgelerde sosyal-siyasal sorunların çözümü de dinsel biçimli olmaktadır. Dinin kutsal örtüsünün kaldırılması ile rahatlıkla görülebilecek sınıf çatışması, dinlere yeni biçimler vermektedir.

Din, Irkçılık ve Milliyetçilik

Irkçılığın sınıflı ve devletli toplumların bir inancı olduğunu söylersek, aşırı bir genelleme yapmış olmayız. Çünkü kendisini doğayla özdeş tutan ilk insanların, toplumsal sistemi eşitlik temelindedir. Günümüzde yaşayan ilkel kabilelerin ırkçı olmamasını buna örnek gösterebiliriz.

İlk sınıflı toplumlarda güce tapan ataerkil zihniyet, devletle; devlet de dinle özdeşleşmiştir. Gücün her şey demek olduğu bu zihniyette, hâkim sınıfın tanrı ile özdeşleşmiş olması bile, tanrı-kral ve soyunun, üstün-ırk (soy) sahibi olduğunu düşünmeye yetmektedir. Tanrılara ibadetlerde uygulanan davranış kalıpları (ritüeller), aynı şekilde krala da uygulanır. Secde etmek, tahttan aşağı bir yerde durmak, sırtını dönmemek, gözlerinin içine bakmamak, yüceltici ifadelerle hitap etmek vb. uygulamalar hem tanrılara hem de krallara uygulanırdı.

Böylece “soy”lu kral ve ailesi ile “soy”suz toplum, “tanrı tarafından” kan ve ten cinsine göre ayrıştırılmış olur. Firavunların, kendilerini Tanrının (Ra’nın) oğlu olarak görmeleri, ölümsüz olduklarına inanmaları ve sadece kız kardeşleriyle evlenmeleri, tanrı soyundan geldiklerine olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Bu tür bir üstün ırk inancı, tamamen kutsal örtü altında yaşam bulur.

Tek tanrılı dinler ve feodalizm döneminde de bu durum sadece biçim değiştirmiştir. Hıristiyanlık âleminde, her devlet, tanrının en çok kendilerini kayırdığını savunmuştur. Mülk sahibi olmak tek başına “soy”lu olmaya yetebiliyorken, tanrının temsilcisi sıfatı bu “üstünlüğü” artırmaktadır. Bir taraftan ortak soydan (Âdem’le Havva’dan) gelindiği kabul edilirken diğer taraftan “soy”lu-“soy”suz ayrımı yapılması, birilerinin kendisini en üstte görmesi, ancak Tanrı’nın eşitsizliği savunduğu ve güç sahibini kayırdığına inanması (ve kitleyi inandırması) ile mümkündür. Kilisenin hem kendisini hem de aristokrasiyi “Tanrının en sevdiği-kayırdığı!- kulları” olarak ilan etmesi bunu mümkün kılmıştır.

Avrupa’da sömürgecilik çağında, soylulukla beraber “üstün-beyaz ırk” inancı da rağbet görmeye başlamıştır. Çünkü “ilkel, barbar, vahşi-ve beyaz tenli olmayan-kabileler”in toprakları işgal edilmeye (fetih diyenler de oluyor!) başlanmıştı ve bunu meşru görmenin en kestirme yolu ırkçılık olmuştur. 1512 yılına kadar, yerliler, Âdem-Havva soyundan kabul edilmiyor; yani hayvan sayılıyorlardı. ( Bilim-Sanat, Sayı: 10, Sf: 26) Papa 2. Paul -1512’de- yerlileri Âdem’in soyuna dâhil ettiyse de, bu, yerlilerin asimile edilmesi politikalarının ürünü olmaktan öteye gitmedi.

Kapitalist sistemde de devam eden bu inanış, Tanrının seçilmiş kulları olarak beyaz tenlileri görüyordu. Beyaz Tanrı, beyaz insanların, kızıl ve siyah derilileri katletmelerini vaaz ediyor ve karşılığında cennet öneriyordu. Tanrının (beyaz tenli tanrının) dünyanın yönetimini beyaz tenlilere bırakması “takdir-i ilahi” olarak görülüyordu. Böylece diğer tüm ırklar aşağı görülüyordu. Bu ırkçılık temelinde milyonlarca Afrikalı ve Kızılderili katledilmiştir. Beyaz adam, ancak bu katliamlardan sonra “özgürlükler ve fırsatlar ülkesini” kurabilmiştir.

İslam dini de eşitlikçi söylemlere sahip olmasına rağmen, ırkçılığın kılıfı olmuştur. İslam peygamberi “Ne Arabın Arap olmaya, ne Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü vardır” demiştir. Ayrıca “Irkçılık için ölen bizden değildir” demiştir. (R. Yazçiçek, age, Sf: 23) Ancak, aynı peygamber, üyesi olduğu Kureyş kabilesi için özel tanımlar da kullanmıştır: “İmamlar Kureyştendir” ( R. Yazçiçek, age, Sf: 33) Yani tüm yöneticilerin-iktidarın Kureyş’ten olması uygundur demiş ve bunu pratikte uygulamıştır. Bu uygulama 1250 yılında son Kureyşli hanedan (ve İslam devleti) yıkılana kadar sürmüştür. Hicaz bölgesinin yönetimi ise Osmanlı yıkılana kadar peygamber soyundan gelenlerce (Şerifler, Kureyşliler) yönetilmiş ve Mekke’nin hac gelirlerinin esasına el koymuşlardır.

İslam peygamberi, ilk zamanlarında geniş bir birliğe ihtiyaç duyduğundan dolayı, eşitlik söylemlerini sürekli ön planda tutmuştur. İlk dört halife de bu söylemleri aynı şekilde kullandılar. Ancak Emeviler, hanedanından başlayarak, Arap ırkçılığı hâkim olmaya başladı. Emeviler “Allah, Âdemoğullarından Arapları seçti”, “Kim Arapları severse Allah’ı sever” vb. söylemleri yaydılar. (R. Yazçiçek, age, Sf: 32) Mevali denen Arap olmayan Müslümanlar ile gayri-Müslimlere karşı açıktan ırkçı uygulamalara başladılar. Mevali Müslüman olduğu halde, Araplardan kız alamaz oldu; devlet kurumlarından dışlandı ve mahkemelerdeki şahitliği bile Araplardan aşağı sayılmaya başlandı. Abbasiler de Emevilerden aşağı kalmayan bir biçimde Arap ırkçılığını sürdürdüler.

Bu süreç, aynı özle, Osmanlı’da da devam etti. Burada aktörler değişti ve “Tanrının en sevdiği kulları” Türkler oldu. Osmanlı iktidarı, Emevi ve Abbasiler gibi, gayrı Müslimlerden Cizye Vergisi (kelle vergisi) almaya, kıyafetlerini ayrı tutmaya devam etmiştir. Tüm bu örneklerde görüldüğü gibi, ırkçılık tamamen din örtüsü altında yaşam buluyor. Bunun temel nedeni, ırkçılığın yerel, dinin ise evrensel bir niteliğe sahip olmasıdır. Irkçılık, kendisini diğer insanlardan -herhangi bir mantık ve tutarlılık aramaksızın- üstün görmektir. Irkçı, bunu kendisine ve başkalarına inandırabilmek için, en büyük güç sayılan tanrıdan onay almalıdır. Güce tapan, gücün timsali sayılan, ataerkil tanrının da her zaman buna onay vermesi sorun olmamıştır.

Irkçılık emperyalizm çağında da dinsel örtüsünün altından çıkmamıştır. İngiltere, I. Emperyalist Paylaşım Savaşını, tanrının krallığı (İngiltere) ile şeytan (Almanya) arasındaki bir savaş olarak propaganda etmiştir. ABD, Kızılderilileri tanrı adına katletmeye devam ediyordu. İsrail’de Yahudiler, tanrı tarafından “seçilmiş” kavimdir. İsrail, tanrısından aldığı güçle Filistinlileri katletmektedir. Güney Afrika’daki faşist-beyaz iktidar, siyahları “Tanrının verdiği bir görev için” katletmiştir. Naziler, Tanrı tarafından korunan “saf ırk”ın “saf”lığını sürdürmek için milyonlarca Yahudi’yi katletmiştir.

Naziler Avrupa’da güçlenmeye devam ettiği gibi, ABD’de bir siyahînin başkan seçilmesi ırkçılığı bitirmemiştir; bitiremez. 1960’lara kadar eşit yurttaşlık hakkı olmayan, beyazlarla aynı okul veya lokantalara gidemeyen siyahlar, hala ırkçılığın tehdidi altında yaşamaktadırlar. Türkiye “demokrasi, insan hakları naraları” atarken hala Kürtleri aşağı görmeye ve onları katletmeye devam ediyor… Bu örnekler artırılabilir. Emperyalizm “demokrasi, bilgi çağı, sınıfsız toplumlar, sınırsız dünya…” retoriklerini dilinden düşürmezken dünyanın her tarafında katliamlarına devam ediyor. Bunu katlettiği halkları ırsi olarak aşağılamadan kendi kitlesine kabul ettirmesi zordur. Irkçılık üstün görme olduğuna göre, emperyalizm var olduğu sürece ırkçılık sürecektir.

Emperyalizmin ve faşizmin sırf kitlesini kandırmak için, üstün ırk söylemini kullandığı, yaydığı anlayışı tek yanlı ve eksiktir. Emperyalistler, buna ilk önce kendileri inanmaktadır. Belki de emperyalistlerin ve faşistlerin samimiyetinden şüphe etmeyeceğimiz tek konu budur.

Irkçılığın dinsel düşünceyle özdeşleşmesi, tıpkı, dinsel düşüncenin doğa ve toplum yasalarından kopması gibidir. Irkçılık da, din gibi, kendisini doğa ve toplumdan koparır; onlara yabancı kılar. Irk, dinden farklı olarak, bir yere ait olma zorunluluğunun (aidiyetlik) temelinde yükselir. Hâkim sınıflar, aidiyetliği manipüle eder ve “üstünlük”lerle dolu bir nitelik atfeder. Dinsel düşünce ile örülen bu “nitelikler ve üstünlük” sayesinde “Tanrının en sevdiği kulu” olunur; böylece “en saf, zeki, güçlü, medeni” vs. olunur.

Milliyetçilik olgusu, ırkçılıktan farklıdır. Ulus devletle birlikte ortaya çıkan milliyetçilik (ulusçuluk) kendini dinden soyutlamayı başaramamıştır. Proletaryanın önderlik ettiği ulusal hareketlerin dışındaki tüm ulusal mücadelelerin neredeyse tümü dini örtünün altına girmiştir. Burjuva milliyetçiliği, dini bir araç olarak kullanmıştır. Teolojinin, siyasetin bir aracına dönüştüğü kapitalizmden de başka bir yaklaşım da beklenemez.

Liberal burjuvazi, akılcı-bilimsel söylemleri ön planda tutmasına rağmen, ulus inşa ettiği ülkelerde, dini dışlamak yerine, onu ulusçuluğu hızlandırıcı bir araç olarak kullanmıştır. Almanların uluslaşması, İncil’in Almancaya çevrilmesiyle başlar; 1870’te Bismark’ın Tanrının emri ve inayetiyle Alman devletlerini Prusya etrafında birleştirmesiyle doruğuna çıkar. İngiltere’de hâkim din olan Protestanlık ile milliyetçilik birbirinden ayrılmaz. Protestan tanrı, tanrı krallığını İngilizlere vermiştir. Benzer yaklaşımlar, burjuvazinin iktidara gelip karşı-devrim saflarına geçtiği andan itibaren neredeyse tüm Avrupa çapında farklı biçimlerde yaşanmıştır.

Sömürge ve yarı-sömürgelerde milliyetçilik, temel unsurlardandır ve daima diridir. Milliyetçi hareketlerin burjuva karakteri ve feodal nitelikleri, dinin, milliyetçilik ile çeşitli biçimlerde bağ kurmasına neden olmuştur. IRA gibi milliyetçi bir örgüt, Protestan İngiliz zorbalığına karşı, Katolik nüfusa yaslanmıştır. Ortaçağın zorbalığının dini örtüsü Katoliklik, IRA’nın elinde, anti-emperyalist bir mücadele aracına dönüşmüştür.

Cezayir ve Mısır’da gelişen anti-emperyalist, ulusçu hareketler İslam’la özdeşleşmiştir. Arap toplumunun ve Müslümanların bir ümmet (din kardeşliği) oluşturduğu inancı ve ikisinin ayrılmazlığı, bu hareketlerin çıkış noktalarından biridir. Arap milliyetçiliğini İslam’la özdeşleştiren Nasır, Ortadoğu’nun en etkili milliyetçilik hareketini başlatmıştır. “Arap sosyalizmi” tezi altında Baas Partisi kurulur ve bu parti Suriye, Irak ve Mısır’da iktidar olur. Bu tez, İslam’ın sosyalist bir sistemi savunduğunu ancak Arapların kendine özgü bir sosyalizmlerinin olması gerektiğini ve bunun da Araplıktan ayrıştırılamayacak İslam’ın merkezinde olabileceğini savunmuştur. Milliyetçilik de ırkçılık gibi lokal (yerel) bir etkiye sahiptir. Din kadar gücü yoktur. Bu yüzden milliyetçilik de din örtüsü altına girer. Ortadoğu gibi dinsel düşüncenin hala yaygın ve güçlü olduğu bir bölgede milliyetçiliğin dinden etkilenmemesi beklenemez.

’90’larla birlikte sosyalizmin itibar kaybetmesi, dini ve milliyetçi hareketleri artırmıştır. Kitleler, aidiyetlik duygusunu, kendilerini ifade etme ve tanımlama biçimlerini, din ve milliyetçilikte aramaya başlamışlardır. Açlık, işsizlik, yoksulluk vb. dinsel düşünceyi, işgaller ise milliyetçiliği büyütmüştür. Dünyada yaşanan mülteci dalgası, kapitalist ülkelerde ırkçı ve milliyetçi eğilimleri artırmıştır. Kitleler kendilerini sosyal olarak din ve millet ile tanımladıklarından ve bu ikisi her yerde, neredeyse iç içe girmiş olduğundan dolayı, siyasal alanda da birbirlerini etkilemektedirler.

E- TÜRKİYE VE TÜRKİYE KİRDİSTANI’NDA DİN

TC, Osmanlı Devleti’nin devamıdır; Osmanlı’da yüzlerce yıllık devlet geleneği geliştirilerek TC’ye geçmiştir. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasındaki din olgusu, farklı biçimler alsa da cumhuriyetle başlatılamaz. TC’nin dini mirası da Osmanlı’dan devralınan devlet geleneği içinden gelmiştir. Bu nedenle öncelikle kısaca da olsa Osmanlı’nın dini yapısına ve TC’ye miras bıraktığı çelişmelere bakmamız gerekir.

1.       Osmanlı Devleti’nde din

Osmanlı, teokratik bir devletti. Osmanlı’nın hemen benimsediği Sünni İslam’da, tüm mülk ve tebaa, Allah’a ve dolayısıyla onun temsilcisine aittir. Bu, merkezi bir devlet için gerekli olan sosyal-siyasal zemini fazlasıyla sunuyordu. Osmanlı’nın yeşerdiği topraklarda (ve hem doğusunda hem de batısında) özel mülkiyet gelişkin değildi. Bu durum, İslam’ın yayılmasında önemli bir rol oynamıştır; İslam’ın evrensel niteliği ile komünal mülkiyeti merkezileştiren yapısı, Osmanlılar için ideal bir din olmasını sağlamıştır.

Osmanlı, Selçuklular gibi, kuruluşundan yok olana kadar, Maturidi-Hanefi mezhebini esas almıştır. Hanefilik, diğer ehli sünnet mezheplerden (Maliki, Hanbeli, Şafi) farklı olarak, devlet alanı ile toplumsal alanı ayrıştırmaya özen gösteriyordu. Aklı, diğerlerine göre daha fazla öne çıkaran Hanefiliğe biçim veren en önemli isimlerden birisi olan Maturidi, Kuran’ın bazı hükümlerinin akla dayanarak değiştirilebileceğini veya kaldırılabileceğini savunuyordu. Bu tez, İslam’ı sürece ve farklı bölgelere uyarlamak açısından, teolojik bir zemin sunuyordu. Maturidi, “akıl, Allah’ı bulur” diyerek, aklın, imanın (inancın) tamamlayıcısı olduğunu iddia ediyordu. Maturidi’nin Halife Ömer’e dayandırdığı içtihat, şer’i hukuk altında diğer dinlerle siyasal ilişkinin zeminini genişletmiştir. Şeriatı toplumun uyması gereken geçici kurallar olarak yorumladığı için örfi hukuka da (yerel, geleneksel hukuk) devlet hukuku (şer’i hukuk, şeriat) altında geniş bir yer açmış oluyordu.

Anadolu gibi mozaikler diyarı olan bir bölgede, örfi hukuku yadsımak Osmanlı’nın sonu olurdu. Osmanlı, ilk kurulduğu dönemde tamamen göçebe-kabile tarzı örgütlenmişti ki ilk iki yönetici gazi unvanıyla anılırdı. Osmanlı, Hanefi-Sünni mezhebini hemen kabul ettiği halde, dinle özdeşleşmesi esasta I. Murat zamanında başlar, Yıldırım Beyazıt’ın (4. yönetici), ulemayı devletin bir parçası haline getirmesiyle hız kazanır. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise, din-devlet özdeşleşmesi doruğa çıkar.

Sultan Mehmet, kul sistemini getirdiği gibi (tüm tebaa sultanın kulu sayıldı), devletin bekası için şehzadelerin (padişah çocuklarının) katlini caiz (meşru) sayarak, bunu devlet politikası haline getirmiştir. Devletin merkezileşmesi ve kurumlaşmasının doruğa çıktığı bu dönem, Osmanlı’nın genişlemeye ve güçlenmeye devam ettiği bir dönemdi. Dolayısıyla merkezileşmeyi, devletin bekası için zorunlu gören Sultan Mehmet, bu uğurda her şeyi serbest kılmıştır.

Dinle özdeş haldeki Osmanlı Devleti, bekası için dinini yaymak zorundaydı. Ancak Alevi nüfusun çokluğu ve bunlar üzerinde Şii Safavi Devletinin (İran) etkisi dolayısıyla, bu politikada esnek olması gerekiyordu. Gayri-Müslim nüfusun da çok oluşu ve bir türlü yerleşik hayatı geçirip düzenli vergi alamadığı Türkmenlerin varlığı da, bu politikada esnek olmayı zorluyordu. Türkmenlerin çoğunluğunun Alevi olması ve Osmanlı’nın ordusunun yaslandığı dinden-mezhepten farklı bir mezhebe dayandırarak ordunun savaşçı yanını artırmak istemesi gibi nedenlerden dolayı Bektaşiliği ordunun temel bir direği haline getirdi. Böylece ordunun temel direklerinden biri olan devşirmelik için, Sünniliğe göre daha esnek ve uygun mezhebe de dayanmış oldu. Osmanlı, esnek politikasının bir devamı olarak da Sufi (Batıni) bir tarikat olan Mevlevileri de sarayla iç içe geçirmiştir.

Ancak bu politika tek yönlü bir seyir izleyememiştir; izleyemez de. Çünkü Sünni tabana yaslanan Osmanlı, Aleviliğin anti-propagandasını yapmak ve kendi mezhebini yaymak zorundaydı. Zaten, kendi mezhebini mutlak doğru görmesi ve göğe çıkarması başlı başına diğer din ve mezhepleri küçümsemeyi doğurur. Diğer yandan, Alevi kesimler genelde yoksul olduğu için, uzlaşılar da geçici oluyordu. Bu nedenle, Alevilerin çoğunluğu, Osmanlı yıkılana kadar devletle çatışma içinde olmuşlardır.

Osmanlı’da mülkiyetin merkezi ve zilyet biçimi ruhban sınıfını, vakıflar yoluyla zenginleşmek zorunda bırakmıştı. Ulema (din âlimleri) bu yolla, Osmanlı’da ekonomik olarak en güçlü sınıflardan birini oluştururken, devlet-din özdeşliği dolayısıyla en güçlü siyasal aktörlerden de birisiydi. Şeyh-ül İslam’ın (İslam’ın bilgesi, din işleri başkanı) yetkisi ve etkisi padişahların kellesini koparabiliyor veya sadrazamların azledilmesini sağlayabiliyordu. Vakıflar aracılığıyla, hukuken mümkün olmayan miras hakkını, fiili olarak çocuklarına da geçirtmeyi başaran ulema, mahalli idarenin de en güçlü aktörüydü.

Ulemanın güçlenmesi, Osmanlı iktidarını yeni bir denge ile karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı iktidarı ulemayı dengelemek için yeniçeri ordusunu Bektaşiliğe dayandırmakla yetinmemiş, onların yetkilerini kısıtlamaya yönelik birçok uygulamayı yaşama geçirmeye çalışmıştır. Ancak, merkeziyetçilikten nemalanan ulemayı zayıflatmak için yerel otoritelerin yetkilerini ve haklarını artırıp iktidarı paylaştırmak gerekiyordu.

Dolayısıyla merkeziyetçiliği esas alan Osmanlı’nın, dengeleri sürekli gözetmesi gerekmiştir.
Osmanlı’da 16. yüzyıldan yıkılışına kadar halk ayaklanmaları yoğunluğunu yitirmemiştir. 19. yüzyılda kapitalizmin girmesi ve Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştirilmesi, Osmanlı’daki dengeleri altüst etmiştir. 17. yüzyıldan itibaren bozulmaya başlayan tımar sistemi ve dolayısıyla merkeziyetçilik, yerel iktidarları güçlendirmiştir. Bunun ürünü olarak 17. yüzyılın sonunda, mültezimlik (Sipahilerin yerine gelen ve vergi toplayan yerel iktidar) getirilmiş ve 19.yy.da hâkim hale gelmiştir. Mültezimlerin, mülkiyeti, zilyetlikten özel mülkiyete çevirmeleri ve miras hakkı da kazanmaları merkeziyetçiliğe büyük darbe vurmuştur.

Osmanlı, yerel iktidarlarla olan çelişmesini, 19. yy.da yeniçeri ordusunu ve ardından mültezimliği kaldırarak kendi lehine çevirmeye çalıştı. Ancak mültezimliği iki yıl sonra tekrar geri getirmek zorunda kaldı. Ulemaya yakınlaşan yeniçeri ordusunu ise kaldırmayı başarmış ve yerine Nizam-ı Cedid ordusu kurmuştu (tabi ki binlerce yeniçerinin öldürülmesi pahasına kurulmuştur!).

Yerel iktidarlar, arkalarına yerel ulema, eşraf ve tüccarları alarak etkinlik alanını geliştirmişlerdir. Bu da iktidarla olan çelişmelerini keskinleştirmişti. Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı’ya hâkim olmasıyla birlikte bu çelişki daha da keskinleşmiştir. Batı yanlısı Genç Osmanlılar ve halefi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) merkeziyetçiliği ve Avrupalılar lehine düzenlemeleri savunuyorlardı. Merkeziyetçilikten nemalanan bürokrasi kesiminin de bunlara katılması ile birlikte yerel iktidarlar, merkezi iktidara ve İTC’ye savaş açtılar. Yerel iktidarlar, hasımlarını “dinden çıkmakla ve gâvurlarla işbirliği yapmakla” suçladılar. İTC ise moderniteyi savunarak, yerel iktidarların “İslam’a dönüş” propagandalarını gericilik olarak damgaladı. Böylece, iktidar dalaşı “ilerici-gerici”, “modern-şeriatçı” vb. ikiliklerle isimlendirmeye başlandı.

İTC, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı ile şeriata karşı çıkıp, anayasal monarşi (meşruti monarşi) getirmek istiyordu. Yerel iktidarlar ise eskiye dönüşü yani “İslam’a dönüşü” savunarak yer yer ayaklanıyordu. Bu çatışma, sadece siyasal alanda değil, kılık kıyafete kadar her alana yansımıştı. 19. yy boyunca daha sık yaşanan iktidar savaşları, saray entrikaları vb. dönemin bu çelişmesinin ürünüdür.

Saltanat, hem Türk burjuvazisi yaratmaya çalışan batı işbirlikçisi İTC ile hem de yerel iktidarlarını genişletmek isteyen mültezim-ağa, ulema, esnaf ve tüccar gibi kesimlerin baskısı altındaydı. Bunun yanında batılı kapitalist devletlerin de baskısı her geçen gün daha fazla artıyordu. Saltanat, batının baskısı ile bazı reformlar gerçekleştirdiyse de bunlar, ekonomik bağımlılığın kılıfı olmaktan öteye gitmemiştir.

Stefanos Yerasimos bu süreci şöyle değerlendiriyor: “Osmanlı imparatorluğundaki ıslahat hareketlerinin evrimi, her aşamasında bu ülkedeki ekonomik sömürgeciliğin evrimini yakından izler. 1839 Tanzimat Fermanı, nasıl 1838 Ticaret Antlaşmasının arkasından gelmişse; 1858 yılında kabul edilecek olan Islahat Fermanı, 1854 yılındaki iflasın (Osmanlı devletinin mali iflası –bn) ardından gelecektir. Çünkü ekonomik bağımlılığa doğru atılan her adım, batılı güçlerin reform paravanası altında kendini açığa vuran vesayetin ağırlığını gitgide duyuracaktır.” (Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye- 3. Cilt, Sf: 50, Belge Yayınları)

Osmanlı iktidarı dağılmakta olan imparatorluğu, “Osmanlıcılık” temelinde birleştirmek istemişti. 19 yy.daki reformların bir amacı da buydu. Ümmetçilik temelinde tüm Müslümanlara mülkiyet hakkı ve güvenliği verdi. Batının baskısıyla gayri-Müslimlere de bu hakkı vermek zorunda kaldı. Osmanlıcılık girişimi, etkin kimliğe değil de dini temele dayanan bir ulusçuluk girişimi olduğu için başarısız oldu. Bunun yerine İTC’nin ırkçı temeldeki Turancılık anlayışı hâkim oldu.

İTC, çevresine batıcı aydınları, subayları, Bektaşileri ve Ermenilerin de bir kısmını alarak güçlenmişti. 1908’de meşruti monarşiyi kurmuş ve iktidarın esas aktörü haline gelmişti. Ancak, yerel iktidarlar da bu süreçte güçlenmişti. İTC’yi devirmek için 1909’da ayaklandılar. 31 Mart Vakası diye anılan bu ayaklanma, şeriat istiyordu. Bu ayaklanma, teolojik-dinsel düşünüşün hâkim olduğu bir dönemde eski güçlerini kaybetmek istemeyen güçlerin, doğallığında eski dini sisteme (şeriata) dönme istemlerinin bir ifadesiydi. Çünkü meşruti monarşi aracılığıyla İTC, bu kesimin ekonomik-siyasal gücünü kırmıştı. Dolayısıyla iktidar dalaşı, “şeriatçı-modern” adı altında silahlı çatışma ve ayaklanmaya dönüşmüştür.

İTC, bu ayaklanmayı bastırarak iktidarda kaldı. Epey güçlenmesine rağmen ne saltanatı kaldırdı ne de kaldırmayı düşündü. İTC, batılı tarzda bir burjuva ideoloji ve kültürüne sahip olmadığı gibi, Anadolu’da tek başına iktidar olabilecek bir kitle tabanından yoksundu. Bu nedenle Almanya’nın işbirlikçiliğini yaparak gücünü korumaya çalışıyordu. Bu durum, muhafazakârların (şeriatçıların, yerel iktidarların) İTC’ye yönelik propagandasında dini daha fazla öne çıkarma zemini yaratıyordu. Ancak bu kesimler İTC’yi yıkamadı ve İTC 1918’e kadar iktidarda kaldı.

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı, Osmanlı’nın fiili olarak parçalanmasını sağlamış ve ardından TC’nin kuruluş süreci başlamıştır. Sultan-halife, bu süreçte İngilizlerin kıblesi durumundadır. İngiltere halife ve Şeyhülislam aracılığı ile çıkarttığı fetvalarla kendini meşrulaştırmaya ve cihadı engellemeye çalışmıştır. Ancak daha sonra, emperyalistler arası dengeler sonucu Anadolu’da bir cumhuriyetin kurulması kararlaştırıldı ve İngiltere ile öteki emperyalistler, Kemalistleri desteklemeye başladılar.

Kemalistler, dini kesimlerle uzlaşarak, sosyalistleri tasfiye ettiler. Daha sonra, iyice güçlenince, 1922’de saltanatı, 1924’te de halifeliği kaldırdılar. Kemalistler, 1923’te Cumhuriyeti ilan etmelerine rağmen, ne sosyo-ekonomik yapı ne de sınıflarda köklü bir değişim yaşanmıştı. Kemalistler geniş ittifak politikası ile ne etnik ne dini kesimleri kendi taraflarına çekebildiler. Böylece ikiyüzlü politikalarla muhaliflerini parça parça tasfiye ederek iktidarlarını güçlendirdiler.

2.       TC’nin Kuruluşu ve Kemalizm’in İnşasında Din ve Laikliğin Rolü

Osmanlı İmparatorluğu, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda tamamen parçalanmıştı. Emperyalistler, toprakları kendi aralarında paylaştırmıştı. Bu arada ekonomi felç olmuştu. Zaten çok güdük olan kapitalist işletmelerin çoğu tahrip olmuştu. Nüfusun büyük kısmını oluşturan kırsal kesim ise savaşlar yüzünden kırıma uğramış ve tarımsal üretim iyice daralmıştı.

İTC’nin devamı olan Kemalistler, kendilerini milat yaparak İTC’nin çizgisini bazı farklarla devam ettirdiler. Dolayısıyla, Osmanlı’nın dinini, devlet geleneğini devralan Kemalistler, Osmanlı zamanından kalan, “ilerici-gerici”, “modern şeriatçı” ikiliği ile örtülmeye çalışılan iktidar dalaşının da mirasçısı oldular.

Bu çelişmede, emperyalistler çıkarları gereği Kemalistlerin tarafını tuttu. Rahatça at koşturabilecekleri ve uzlaşabilecekleri bir sistem olan cumhuriyeti desteklediler. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’yu din temelinde bölüp yıkarken, Anadolu’da “laiklik-sekülerlik” retoriğini yükseltmişti.

Osmanlı teokratik bir devletti ve bu nedenle sınıfsal çelişmelerin dini biçimli olması normaldi. Kemalistler de bu durumu kısa zamanda tersine çeviremeyeceklerinden dolayı bu kulvarda politika ürettiler. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile meclis açılışında, hilafet ve saltanata bağlılıklarını ifade ettiler. Selef Kemalistlerin “ince politika” dediği bu ikiyüzlülük, Kemalistlerin güçlenmek için dini çevreleri etkileme manevrasıydı. Kemalistler aynı oyunu komünistlere de yaparak onları da tasfiye ettiler. Bunun için mecliste bir “komünist parti” bile kurduran M. Kemal’in hasımlarını zayıflatarak yok etmesi, TC’nin merkezi bir politikası olmuştur.

Kemalistler, gerek sınıfsal yapıyı gerekse devlet geleneğini Osmanlı’dan devraldıkları için, resmi dini değiştirmediler. Hanefilik, yüzyıllar boyunca devletle özdeş kalmıştı. Alevilerin desteği nasıl olsa sağlanmış ve onlara şeriattan kurtulma umudu aşılanmıştı. Bu nedenle, şeriat isteyenlerle, dindar-Sünni kitleleri kontrol altında tutmak ve peşinde sürüklemenin en etkin yolu Hanefiliği cumhuriyetle bağdaştırmaktı.

Kemalistler, bu nedenle 1921’deki anayasaya “TC’nin Resmi Dini İslam’dır” maddesini koymuştur. Ancak 1924 Anayasası’nda bu madde iptal edilerek, resmi din belirtilmemiştir. Bu bir hata veya dalgınlık değildi; “köprüyü geçene kadar…” politikasıdır. Sünni kesimin desteğine ihtiyaç duyan Kemalistler, birçok uygulama ile bu desteği asgari oranda sağlamıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise gerçek resmi din “laiklik” olmuş ve Hanefilik mezhebi ise bu gerçek resmi dinle kaynaştırılmıştır. Öyle ki, yüzlerce yıldır padişahı ve feodal sistemi kutsayan Hanefilik, artık, laiklik ve cumhuriyeti kutsamaya başlamıştı.

Kemalistler, yeni bir dine ve rejime geçiş yaparken, sadece siyasal düzenlemelerle yetinemezlerdi. Her şeyden önce, ideolojik meşruluk sağlamak zorundaydılar. Tepeden de dayatılsa, sayısız katliama da yol açsa bunu yapmak zorundaydılar ve yaptılar.

Kemalistlerin öncelikleri arasında, Osmanlı’nın “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” teolojik söylemini değiştirmek vardı. Çünkü teokratik devlette, her şey-tüm mülk, Allah’ın temsilcisi saltanatta toplanıyordu. Kemalistler, devlete sahip olmak için bu temsilciyle birlikte, temsil edileni de devletten ayırmak ve kendi ideolojik temsiliyetini hâkim kılmak zorundaydı. Böylece egemenlik tanrıdan alınarak “millete verildi.” “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarı, günümüze kadar TC’nin ideolojik söylemi olmuştur.

Millet, egemenliğini temsilcisi aracılığı ile gerçekleştirir. Bu da meclis ve devlettir. Hiçbir meclis, devlet dışında var olamayacağına göre, devletin erkânı, meclis paravanı (“ahırı”) ile “temsiliyetini” yürütür. Böylece egemenlik sahibi tanrıyı, saltanatın temsil etmesi gibi, tanrılaştırılan milletin temsilcisi olarak da Kemalistler, devletin esas sahibi olmuştur. “Köylü, milletin efendisi” olduğuna inanmaya çalışırken, Kemalistler de devleti yeniden kurumsallaştırarak “temsilciliğini” sağlamlaştırmıştır.

Kemalistler, egemenliğin millette olduğunu ısrarla geveleyerek, aynı zamanda, komünizme karşı da bir tampon oluşturdular. Başlarda SBKP’den yardım almak için, komünizme yakınmış gibi durup, Anadolu’daki devrimci örgütlerle ittifak kurdular. Yeterince güçlenince de onları tasfiye ettiler, katlettiler. Kemalistlerin, ikiyüzlü politikası cumhuriyetin kuruluşundan sonra da sürmüş ve SSCB’yi ürkütmemeye dikkat edilmiştir.

Ancak, komünizme karşı tampon oluşturmak için ideolojik manipülasyonların alanı genişletilmiştir. Kemalistler, TC’nin zaten “sınıfsız-imtiyazsız bir toplum oluşturduğu, egemenliğin millette olduğu vb.” argümanlarla komünizmin Anadolu’ya gelmesine gerek olmadığının propagandasını yapmışlardır. “Kurtuluş Savaşı”nın, dünyadaki ilk anti-emperyalist savaş olduğu manipülasyonu ile geliştirilen bu argümanlar aracılığı ile kitlelerin bilinçleri dumura uğratılabilmiştir.

Kemalistler, bu yeni örtüyü tamamlamak için “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” söylemini, ideolojik bir temel haline getirdiler. Osmanlı’da her şeyin hâkimi, her şeyi bilen ve en hakiki mürşit olan Allah’tı. Kemalistler, temsilci ile temsil edileni kaldırmak için, en hakiki mürşidi, ilim ilan etti. “Muasır medeniyetleri yakalama”, “kalkınma, sanayileşme”, “ilerleme” vb. retorikleri, ilimle ilişkilendirerek, onu yücelttiler. Böylece birçok kılığa girebilen “ilim”, yeni devletin bekasının temellerinden biri haline gelmiştir. Bu ilim Kemalistlerin elinde olduğuna göre, “en hakiki mürşit”, M. Kemal oluyordu ki bu “kudretli”, tüm tarihi yeniden “değiştirip” kendini yüceltecek tarzda yazabilmiştir.

Bu iki slogan-söylem, tüm resmi daire ve okullarda hala yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu iki slogan, dinin devletten ayrılmasında başat rol oynamıştır. Ancak bu yetersizdi. Bu nedenle laiklik daha geniş bir alanda hâkim kılınmalıydı. Kitle desteği az olduğuna göre bu ancak tepeden baskı ile yapılabilirdi; öyle de oldu. 1937’ye kadar, İstiklal Mahkemeleri ve diğer baskı aygıtlarının da yardımıyla laiklik bir yaşam tarzı olarak dayatıldı. 1937’lerden sonra ise laiklik, anayasa ve Kemalizm’in temel bir ilkesi haline getirilerek, devletin temel ilkelerinden biri olarak korundu.

Kemalistler, saltanat ve hilafeti kaldırmakla, laikliği yaymak için geniş bir zemin yarattı. Halifelik ile birlikte, hilafete bağlı olan şer’i vekilliği ve şer’i dairesi kapatıldı. Ancak, dini merkezi bir kontrol altında yönlendirebilmek için Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bu kurumun başı, her zaman Hanefi-Sünni olmuştur. Bu kurum, laik olduğunu iddia eden TC’de, hala diğer din ve mezheplerin vergileriyle nemalanmaktadır. 2003 yılında, 5 bakanlığın toplam bütçesine sahip olan Diyanet İşleri Bakanlığı’nın 100 bin camide 115 bin personeli bulunmaktadır. (Hümanite, Sayı: 4, Sf: 55)

Diyanet kurumu, Kemalistlerce, “halkın din işlerini yönlendirmek ve dini ehil ellere vermek olarak” sunuldu. Bu koca yalan, cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen birçok ayaklanma ile bozulmuştur. Kemalistler hala, “laik-seküler” bir devlette, böyle bir kurumun varlığını açıklamakta çekingen davranırlar.

TC, diyanet kurumundan vazgeçemezdi. Çünkü dinin yoğun etkisinin bulunduğu Anadolu’da dinsiz bir siyaset yürütemezdi. Diyanet aracılığı ile hem Sünnilere ibadet hakkını garanti ediyor hem de Alevilerin şeriat korkusunu kendi lehine kullanabiliyordu. Yanı sıra, eski gücüne kavuşmak isteyen muhafazakâr sınıfların şeriat istemlerini, hukuki olarak olduğu kadar, ideolojik olarak da bastırabiliyor ve dini yeni biçimler vererek devleti ele geçirmek isteyen diğer sınıfların kitle tabanını zayıflatabiliyordu.

Dolayısıyla, TC için laikliği hâkim kılmak ne kadar hayati bir önem taşıyorduysa, dine yeni biçim vererek, onu, en geniş alanda kullanmak da aynı hayati öneme sahipti. Gıdasını ve temelini halktan, halkın çıkarlarından almayan ve sömürücü-sınıflı toplum ideolojisine sahip olan Kemalizm’in iktidarını sağlamlaştırabilmesi ancak baskı-zor ve geniş-etkili bir manipülasyonla mümkün olabilirdi. Din ve laiklik Kemalizm’e bunları sunabilmiştir; hem baskının meşru görünmesini ve sınıfsal temelini örtmesini sağlamış hem de geniş-etkili manipülasyon ile kitleleri peşine sürükleyebilmiştir.

Diyanetin kurulmasını, 1925 yılında “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” kanunu izlemiştir. Bu sayede kendi ideolojik manipülasyonuna daha geniş yer açan Kemalistler, bu kanunu esasta muhaliflerine uygulamışlardır. Tekke ve zaviyeler, ideolojik-siyasal-sosyal yaşamın merkezi durumundaydılar. Bir halk muhalefetinin ilk geliştiği yerlerden biriydi. Dinsel muhalefetin en güçlü olduğu yerlerde Kemalistler, cumhuriyeti kurmak için bir kısım feodal ve ulema ile işbirliği yapmışlardı. Dini tekellerine almadıkları sürece bu işbirliği bile kendi aleyhlerine dönebilirdi. Bu nedenle, diyanet kurumu ile dini kendi tekellerine aldılar ve bunu diğer uygulamalarla güçlendirdiler.

TC, dini (tam olmasa da) devletten ayrıştırdığı için, siyaseti de teolojiden ayrıştırmak zorundaydı. Bunun için vatandaşlık bağını esas hale getirmeliydi. Laikliğin yaşam bulma koşullarından birisi de buydu. Tekke ve zaviyeler ise buna engel oluyordu. Yanı sıra milliyetçiliği ve ırkçılığı ön plana alan TC’nin bu dinsel toplulukların gücünü kırması gerekiyordu. Böylece en kestirme yoldan bu dini kurumlar kapatılmıştır.

Kemalistlerin, laikliği üstten dayatma girişimlerine karşı elbette bir muhalefet gelişecekti. Bunun önüne geçmek ve bastırmak için 1925 yılında, Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkardılar. Cumhuriyetin kuruluşundan önce, güya, asker firarlarını önlemek için kurulan İstiklal Mahkemelerini 1929’lara kadar toplumun sükûn etmesi için kullandılar. Koyu bir faşizm uygulayan TC, ideolojisini yaymak için gerekli nesnel zemini ancak zor ve baskı yoluyla sağlayabilmiştir.

Laikliği bir yaşam tarzı haline getirebilmenin en büyük adımlarından birisi Medeni Kanun’un kabul edilmesiydi. Bu kanun, hem şer’i hukuka (şeriat) hem de şer’i yaşama büyük bir meydan okumaydı. Bu kanunla, insanların ilişki biçimleri değiştirilmiştir. Bu kanunu şapka kanunu, miladi takvimin kabul edilmesi, resmi tatilin Cuma’dan Pazar’a alınması, ağırlık ölçülerinin dahi batılılaştırılması uygulamaları takip etmiştir. Böylece düşündükleri gibi yaşama olanağı daraltılan kitleler, yaşadıkları gibi düşünmeye -kanunen- zorlanmış oldu. Bu uygulamaların her biri topluma biçim veren uygulamalar bütününün birer parçasıdır. Bu sayede Kemalist ideolojinin yayılması için daha geniş bir zemin açılmış oldu.

Kemalizm, bu uygulamalarını kalıcılaştırmak ve kurumsallaştırmak için, eğitimde birliği (tevhid-i tedrisat) sağlamayı ihmal etmedi. Dini eğitim kurumlarını kapatan Kemalistler eğitimi tekellerine alarak, ideolojilerini yayan bir merkez haline getirdiler. Eğitimin tekele alınması, en ücra kırsal bölgelere bile Kemalist ideolojinin yayılmasını sağladı.

Alfabenin, Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrilmesi, eğitimde Kemalist ideolojiyi milat almayı kolaylaştırmıştır. Bir yazarın deyimiyle “Bir halkın kütüphanesini yaktılar”. Tarihi çarpıtarak kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yazan Kemalistler, Osmanlı’yı inkâr temelinde, kendilerini yücelttiler. Kendilerini milat yaparak, eskiye ait birçok şeyi lanetlediler. Bunun bir ürünü olarak bir halkın tarihi-geçmişi ile olan bağına büyük bir darbe vurarak, kendi ideolojilerinin yayılması için zemini genişlettiler.

1928’de ilk Türkçe hutbenin okunması (Bursa Hutbesi), 1931’de ise ezanın Türkçe okunmaya başlanması da bu zemini genişletmenin ve tepeden -baskı ile- bir Türk ulusu yaratma çabasının ve Kemalist ideolojinin hâkim kılınması gayretlerinin ürünleriydi.

Tarihte hiçbir ırkçılık akımı dinin kutsal örtüsü altına girmeden yaşayamamıştır. Kemalizm de ırkçı ideolojisini din ile kılıflandırmıştır. Bir ulus yaratmak isteyen TC, etnik ve dini mozaikler diyarı olan Anadolu’da bunu ancak baskı-zor ile yapabilirdi. Kemalistler milliyetçiliği ve ırkçılığı büyütmek ve kutsamak zorundaydı. Orta Asya’dan gelip işgal üzerine devlet kurmuş ve hala buranın esas sahibi olduğunu iddia eden bir ideolojinin, ırkçılığı yüceltip kutsaması dışında bir çaresi yoktur (İsrail, Güney Afrika, ABD vb.lerinde olduğu gibi). Kemalistler bu çerçevede tarihi, mantık sınırlarını bile zorlayacak bir biçimde yeniden yazdılar.

Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi (1931) ile neredeyse tüm dünya halkları, Türk kabul ediliyordu. Roma, Yunan, Hintli ve Mısırlıların bile içinde yer aldığı bu teori ile Türkler, dünyanın en güçlü ırkı ilan edilmişti. Bu ideoloji, Moğol ve Hun akınlarının, dönemin dünyasının nüfusunun onda birini katletmesi ve yüzlerce şehri yıkmasını, yücelik olarak yorumlamış ve sahiplenmiştir. Böylece “Bir Türk dünyaya bedeldir” lafzı hâkim oldu. Hatta Türk’üm demek mutluluk kaynağı olarak yutturuldu. Bu ırkçı zihniyet M. Kemal’i peygamber ilan etmeyi de ihmal etmedi. A. Gündüz, 1934’te yazdığı şiirde:

“Atatürk tapkınıyız

Her şey odur

Her yerde o var

Her gökte o eser…”

Diyordu. K. Kamu ise bir şiirinde:

“Ne örümcek ne yosun

Ne mucize ne efsun

Kâbe Arabın olsun

Bize Çankaya yeter” demişti. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 435)

Bu tür şiirlerden yüzlercesi daha yayınlanmıştır.

Din, -Marks’ın deyimiyle-, insanın, kendisini bir aracı eliyle tanımlamasıdır. TC devleti yeni “aracı” olarak kendisini ilan etti ve dayattı. Bu devletin adına da “laik devlet” dedi. Marks, “İnsan devlet aracılığıyla kendisini ateist ilan etse, yani devleti ateist ilan etse de kendisi hala dinsel önyargılı kalır; çünkü kendi kendisini dolambaçlı bir yoldan, ancak aracı eliyle tanır. Din, insanı dolambaçlı yoldan tanımanın ta kendisidir. Bir aracı eliyle.” demiştir. (Faik Bulut, Ordu ve Din)

Osmanlı’da kendisini teokratik devletle ifade eden kitlelerin, TC’de, laik devletle ifade etmeleri isteniyordu ki sömürüyü sürdürebilsinler. İnsanın, doğa ve topluma yabancılaşmasının devam etmesi, büyütülmesi, laik devletle sürdürülmüştür. Bu yabancılaşma, doğallığında, laiklik ve uygulamalarının-yaşam tarzının kutsanmasını zorunlu kılar. Çünkü her sömürücü sistem, nesnellikten uzaklaştıkça, kendini yüceltir ve kutsar. Bu kutsama kitlelerde dogma haline geldikçe sistemin ömrü uzun olur. Laikliğin yeni bir din ve ideolojik yaklaşım getirilmesi için toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz etmesi gerekiyordu. Tabandan bir değişim dayatılmadığı için bu tavandan yapılmalıydı! Kemalistler, böylece, laikliği tepeden yaydılar.

3.       Laikliğin TC’de Algılanışı ve Hâkim Sınıflar Arasındaki Dalaşta Rolü

TC Anayasasının (1982), 2. maddesinde, devletin esasları arasında, laiklik de sayılıyor: “…demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniliyor. Madde 10 ise “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir” diyor. TC’nin “özgürlükler”le dolu anayasasının 24. maddesinde ise “Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denmektedir. Bunların yanında, başlangıç kısmında, net bir şekilde “din ve devlet işleri ayrıştırılıyor”. Bu kısımda “…laiklik ilkesinin gereği, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı…” belirtiliyor. Böylece TC’nin, anayasal düzlemde din ve laikliği tanımlaması genel olarak ortaya çıkıyor.

Laikliğe son biçimini verenlerden biri 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası (AFC) olmuştur. 1981’de Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılan “Askerin Din Bilgisi” kitabı, tamamen, Kemalizm’in, İslam’a aykırı olmadığını, tersine onu yücelttiğini kanıtlamaya ayrılmıştır. Kitap M. Kemal’in dindarlığından ve İslam’ı yüceltmesinden başlayarak, tüm Kemalist ilkelerin, İslam’ın özüne uygun olduğunu: bunların bazılarının ise İslam’ın emri olduğunu iddia etmektedir. Cumhuriyetin İslam’ın özünde yer aldığı tezini, şura anlayışı ile temellendiriyor. Esasta Şiilerin savunduğu bu yönetim biçimi, bugün ancak İran’daki gibi bir cumhuriyet sunabiliyor.

Kitap bununla yetinmeyerek, bu temelde laikliğini de İslam’ın temellerinden biri olarak yutturmaya çalışıyor. Dayanak olarak da İslam peygamberine ait olduğu söylenen “Bana dünya işlerini sormayın; siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz” hadisi gösteriliyor. Ayrıca “Laiklik, İslam’ın da esasında vardı. Peygamberimiz, ilim Müslüman malıdır, onu nerede bulursanız alınız demiştir. Bu da Müslümanların ilim ve tefekkürde bir takım dini kaidelere bağlı olmadığını göstermektedir” deniyor. Evet! Görmek isteneni gösterdiği muhakkak! Çünkü kitabın yazarı, cumhuriyet rejimini de peygamber emri olarak görüyor.

Askerin Din Bilgisi kitabı, laikliğin dinsizlik olmadığını sık sık vurguluyor. Bu vurgunun sıklığı, şeriatçıların laikliği, din dışı görmelerinin ürünüdür. Bu vurguyu desteklemek için kitabın birçok yerinde, altı ilkenin İslam’la bağdaştığı kanıtlanmaya çalışılıyor. Kitap, şehitlik ve devlet için ölmenin (tabi TC için!) İslam’ın temellerinden biri olduğunu söylüyor. Milliyetçilik ve ırkçılığı da bu temelde İslam’ın kılıfına sokarak meşrulaştırıyor. Kitap kısaca, “Kemalizm, İslam’ın Türk yorumudur.” demeye getiriyor. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 32)

Ordunun bu içerikteki laiklik ve İslam tanımı, hem orduda hem de hâkim sınıfların en güçlüsü konumunda olan Kemalistlerde hala geçerlidir. Ancak laikliğin bu son versiyonu, laikliğin kemikleşmiş tanımını yadsımıyor; tersine onun temeli üzerinde biçim alıyor. Laiklik, F. Rıfkı Atay’a göre, Türklüğü, akıl hürriyetine kavuşturmak, dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vermektir. Atay, laikliğin dini cahillerin elinden, ehil ellere vererek yücelttiğini de belirtiyor. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 32)

Yine has Kemalistlerden olan M. Esad Bozkurt, laikliği yüceltiyor: “Din ile devlet işleri ayrılmadığı sürece, din, devlete emirler verecek ve zalim iktidar sahipleri, dini bir tahakküm aracı olarak kullanacaktır.” ( Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 422). Her iki Kemalist kadro da, M. Kemal’i “melek ve deha” olarak görmekte, zalimliği, cumhuriyetin bekası için yapılan katliamlarla bağdaştırmaktadır. Bu kadroların laiklik tanımı ve bu temeldeki tarih anlayışı günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Laikliğe “küresel ve evrensel” bir içerik veren Yargıtay Başsavcısı A. Yalçınkaya’ya göre laiklik, “İnsanı kul olmaktan çıkarıp, birey haline getiren; bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanakları veren bir ilkedir; uygar bir yaşam biçimidir; toplumun düşünsel ve örgütsel evriminin son aşamasıdır” (Sabah, 09.06.2008). AKP’ye kapatma davasını da açan Yalçınkaya, tanımında, “laiklik, uygar bir yaşam biçimidir” derken, elbette batının, çürümüş-asalak uygarlığını kastetmektedir.

Son aşama derken de, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine tapındığını göstermektedir. Liberalizm ile emperyalizmi, tarihin ve insanlığın en son aşaması olarak gören (“ama 2008’de artık bundan şüphe duyduğunu söylüyor!”) Fukuyama, liberal demokrasinin kurumlarının da ötesinin olamayacağını iddia etmiştir. Başsavcı Yalçınkaya da, “TC demokrasisi ve bu demokrasinin temel bir ilkesi laikliğin” tarihin son aşaması olduğunu ve ötesinin (şeriat veya sosyalizm) olamayacağını, “tarihsel bir ilke” olarak koyuyor.

AKP ve Ilımlı İslam’ı savunan-yenilikçi-kesimler, Yargıtay’ın ve Kemalistlerin laiklik tanımını “otoriter” olarak değerlendiriyor. AKP’nin sözcüsü Y. Şafak gazetesinde, Kemalistlere bu yönlü sürekli eleştiri getiriliyor. Bu eleştirileri getirenlerden birisi olan Murat Aksoy, Y. Şafak’taki yazısında “otoriter laiklik, sekülerleşmeye engeldir” diyor. Aksoy, laikliği, “Din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin var olan tüm dinlere eşit uzaklıkta olması ve farklı dinsel duyarlılıkların kamusal alanda kendilerini ifade edebilmelerinin yasal güvencesinin sağlanması” olarak tanımlıyor. (Yeni Şafak, 13.06.2008) AKP’nin de savunduğu bu laiklik tanımı, İslami kesimlerin, devletin içine yani “kamusal alana” genişçe girebilme hayaliyle oluşturulmuştur.

Böylece laiklik tanımı, hâkim sınıfların iktidar dalaşında merkezi bir role sahip olmaktadır. Ki laikliğin bu merkezi rolü yeni değildir; cumhuriyetle yaşıttır. 1940’lara kadar koyu bir faşizm uygulayan TC 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası değişen emperyalistler arası dengeler sonucu, Alman emperyalizminin güdümünden, ABD emperyalizminin güdümüne geçmiştir. Bu önemli değişiklik, SSCB’nin savaştan galip çıkmasıyla birlikte, TC’yi bazı değişimleri yapmaya zorunlu kalmıştı.

Demokrasiye geçiş adı altında tek partili sistemden çok partili sisteme geçildi. ABD, kitlelerin gözünde fazlasıyla teşhir olmuş CHP yerine Demokrat Parti’yi (DP) destekledi. DP halkın dini duygularını kullanarak kitle desteğini artırdı. Ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlaması, dini okulların açılması ve din dersinin zorunlu olarak, eğitim müfredatına konulması vb. uygulamalar ile CHP’ye olan tepkiyi iyi kullanan DP, o zamana kadarki en büyük emperyalist talanı başarıyla gizleyebilmiştir.

DP, TC’yi NATO’ya sokmuş, ABD’nin çıkarları için Kore’ye asker göndermiş ve emperyalist sermayenin ülkeye girişini rahatlatacak yasalar çıkarmıştı. Emperyalizmin, ileri bir karakoluna dönüşen TC, kitleleri din ve demokrasi retoriği ile uyuşturmuştur. Eski gücüne kavuşmak isteyen CHP, DP’ye karşı “laiklik, modernlik, ilericilik vb.” retoriklerini kullanarak 1960’ta darbe yapmıştır. Bu darbe, Kemalistlerce hala “ilerici” olarak savunulmaktadır. Ancak bu darbe faşizmi derinleştirmiştir. MGK’yı kurarak, askerin siyasete müdahalesini aleni hale getirmiş ve dini bir sömürü, baskı aracı olarak kullanırken laikliği de aynı temelde kullanmaya devam etmiştir.

1970’lere gelindiğinde dünyada geniş çaplı işçi ve öğrenci hareketleri ortaya çıkmıştı. Bu süreç sosyalizm ve silahlı mücadelelerin en itibar gördüğü dönemlerden birisidir. Emperyalistler bu dalgayı kırmak için, faşist örgütlenmelerle beraber dini de yaygın olarak kullandılar. Mezhep çatışmalarını körükleyerek veya üreterek halkları dini temelde böldüler. Dinci legal ve illegal örgütlenmeler aracılığı ile komünistlere, devrimcilere saldırılmasını sağladılar. Bu süreci (kontra eylemleriyle beraber) AFC için bahane olarak kullanan ordu, “anarşi ile terörü bitirmek için darbe yaptı.”

70’lerde, iktidarda olan Kemalistlere karşı, Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi’nde kümelenen ve İslami motifleri daha fazla öne çıkaran kesimler, tekrar, “İslam’ın özüne dönüş”, “laiklik dinsizliktir” vb. suni tartışmaları gündeme getirdiler. Halk hareketlerinin yükselmesi dolayısıyla devlet, dinci örgütlenmelere geniş olanak yaratmıştı. İktidarı ele geçirmek isteyen bu kesimler de Sünni kesime yaslanarak kitle desteklerini artırmak istediler. Bunun için en kısa ve etkili yol iktidardakilerin “dinden çıktığını” ilan etmekti.

Ancak AFC, dinin devlet dışı çıkışına izin vermedi. 24 Ocak Kararları denen neoliberal politikaları hayata geçirmek için darbe yapan AFC, sol hareketlere balyoz indirirken, devletin içinde dini örgütlenmelerin-tarikatların etkisinin artmasını sağladı. Din dersini zorunlu hale getiren ve İmam Hatip Okullarının sayısını artıran AFC, tarikatların legal alanda genişlemesini sağlayarak, hem neoliberal politikalara olan tepkiyi nötralize etmeyi hem de dinin kendi kontrolünden çıkmamasını sağlamaya çalıştı.

Aynı politikayı ANAP sürdürdü. Başbakan T. Özal, Cumhuriyet tarihinde ilk kez tarikat şeyhlerini başbakanlıkta ağırladı. Kardeşi de bir Nakşibendî olan T. Özal, tarikatların burjuva siyasal partiler içinde kümelenmesini sağladı. ANAP diğer taraftan ise AFC’nin başlattığı Alevi köylere cami yaptırma vb. asimilasyon politikalarına hız verdi. Halk hareketlerinin ve sosyalist hareketlerin büyümesini sadece demir yumrukla engelleyemeyeceğini iyi bilen TC. bu konuda dini en geniş şekilde kullanmıştır. Tüm bunları yaparken de “laik, demokratik hukuk devleti” retoriğini de ağzından düşürmemiştir. TC bu sayede 1987-89 sürecine kadar, -tabiri caizse- dikensiz bir gül bahçesi yaratmış ve neo-liberal politikaların hâkim hale gelmesini sağlamıştır.

TC, 90’lı yıllara gelindiğinde, tarikatların legal olanaklarını genişletmiştir. Bunda en büyük etken, güçlenen Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni (KUH) bastırmak için dini etkin olarak kullanma isteğiydi. TC, Türkiye Kürdistanı’nda legal dini örgütlenmeleri yaymakla kalmamış, Hizbullah gibi dini kılıflı kontra örgütlerle Kürt ulusunun bağımsız mücadelesini bastırmaya çalışmıştır. Kürt illerinde Refah Partisi’nin örgütlenmesi sağlanarak, KUH’u hem legal hem de illegal yollarla bastırmaya çalışmıştır.

90’lar, Avrupalı emperyalistlere yaslanan ve “Yeşil Sermaye” diye isimlendirilen kesimlerin görece güçlendiği bir dönem olmuştur. MÜSİAD (Müstakil İş Adamları Derneği), İslami söylemleri önde tutan bir burjuva kliğidir. İktidardaki ABD yanlısı Kemalistleri, zayıflatmanın en kestirme ve en etkili yolu, kitlelerin dini duygularını kullanmaktı. Refah Partisi’nin temsilciliğini yaptığı bu kesimler, Kemalizm’in ilkelerini dinsizlikle suçlayarak, kitle tabanlarını güçlendirmeye çalıştı. Alevi kesimlere de hitap etmeyi ihmal etmeyen Refah Partisi, bu sayede tabanını genişletmişti.

Devletin, bir süreliğine bu kesimin güçlenmesine izin vermesi, çıkarları gereği olmuştur. Refah Partisi sadece Kürtlerin bastırılması ve asimile edilmesi için kullanılmıyordu; aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin aleniyete kavuşturulması için de kullanıldı. 1991’de İsrail’le diplomatik ilişkiler geliştirilmişti. Ancak, askeri ve ticaret işbirliğinin aleni biçimde yapılması Refah-Yol hükümeti döneminde gerçekleşmiş; bu süreçte İsrail’le 6 antlaşma imzalanmıştı. 27 Aralık 2008’de Gazze’yi bombalayan pilotlar, Refah Partisi döneminde imzalanan askeri işbirliği antlaşması sonucu olarak Konya’da eğitim görmeye ve tatbikat yapmaya başlamıştı ki hala buna devam edildiği Genelkurmayca da açıklanmıştı.

Refah Partisi, uzun süre laikliğe saldırmış; ancak “iktidarın kanlı mı kansız mı alınacağı” sorusunu sorana kadar dokunulmamıştı. 28 Şubat 1997’de uşak medyanın “postmodern darbe” olarak isimlendirdiği müdahale ile Refah Partisi hükümetten uzaklaştırılmış, birçok dini kurum kontrol altına alınarak din tekrar devlet sınırları içinde hapsolmuştu. TC’nin bu operasyonun meşruluğu için kullandığı temel argüman “laikliğin korunması”ydı. Kendisini “laikliğin yılmaz bekçisi” ilan eden ordu, demokratik olduğunu iddia eden bir devlette en güçlü söz sahibi olabilmekteydi…

2000’lere gelindiğinde ABD’nin Ortadoğu’daki açılımına uygun bir parti olan AKP yaratılmıştı. ABD’nin “Ilımlı İslam Projesi’nin ürünü olarak çıkan AKP’ye hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da halkları manipüle etme, direnişleri teslim alma misyonu verilmişti. Kendisini “muhafazakâr demokrat” ilan eden AKP, neo-liberal politikaların zirveye taşınmasıyla yetinmemiş, cumhuriyet tarihindeki en büyük emperyalist sermaye girişini (ve talanını!) sağlamıştır.

AKP, ayrıca radikal İslamcı kesimlerin zayıflatılmasında, etkin bir aktör olduğu gibi, Irak işgali dolayısıyla İslami kesimlerin tepkilerini nötralize etmiş ve TC-İsrail ilişkilerini en üst düzeye taşımıştır. Sırf AKP döneminde İsrail’le 60’a yakın ikili antlaşma imzalanmıştır. AKP, Kafkaslar ve Ortadoğu’da da ABD dışişleri bakanlığının aktif bir üyesi gibi çalışarak, başta Filistinliler olmak üzere, halkların manipüle edilmesinde ve ABD’nin politikalarının yaşama geçirilmesinde etkili bir rol üstlenmiştir.

ABD’nin Türkiye için planladığı yeni değişimler, ırkçı bir zihniyeti ve merkezi bir devlet geleneğini bırakmak istemeyen Kemalist kesimlerce hoş karşılanmadı. Ancak, TC’nin ABD’ye göbekten bağımlı olması dolayısıyla daha fazla kırıntı koparma telaşına düştüler. Bunun ilk adımı olarak da AKP’nin zayıflatılması işine giriştiler. Böylece 2000’lerin başında AKP’yi ve Erdoğan’ı yere göğe sığdıramayan uşak medya, bu sefer AKP’yi “laiklik düşmanı, şeriatçı, gerici ve takiyyeci” ilan etti. CHP, TÜSİAD ve ordunun da elbirliği ettiği bu zayıflatma politikası AKP’yi kapatma davası ile uyarmaya kadar vardı. Ancak ABD’nin politikaları için AKP’ye ihtiyaç vardı ve bu yüzden (öncelikle ordu olmak üzere) AKP ile uzlaşmaya varıldı.

60’lardan 2000’lere kadar olan tüm iktidar mücadelelerinin merkezinde din ve laikliğin bulunması, hâkim sınıfların karakteri ve yaslandığı tabanla ilintilidir. Hâkim sınıfların dini, ırkı yoktur; tek amaçları sömürüyü yoğunlaştırarak daha fazla güçlenmektir. Bu hem işbirlikçi sınıflar hem de emperyalistler için geçerliliği sayısız kez kanıtlamış mutlak bir doğrudur. Türk hâkim sınıfları da bir gerçeklikten bağımsız değildir. S. Yerasimos’un çok doğru biçimde belirlediği gibi, ekonomik vesayet arttıkça reform palavraları artmıştır. Osmanlı’dan beri değişmeyen bu gerçekliğe, bu tür dönemlerde dinin ve laiklik anlayışının da aynı yoğunlukla ve aynı amaçla kullanıldığını eklemek gerekmektedir.

TC, iddia ettiği gibi hiçbir zaman din ile devleti ayrıştırmamış; tersine günümüze kadar dini yoğun ve geniş bir şekilde kullanmıştır. Tüm din ve milliyetleri kanun önünde eşit tuttuğunu iddia eden TC’nin, alevi ve Kürt katliamları ile yaptıkları, kendisini yalanlamaktadır. Hiçbir gayri-müslim devletin veya ordunun başına gelmediği gibi hiçbir Kürt (veya başka milletten biri), kimliğini inkâr edip Türklüğü övmeden başa gelememiş, devletin içinde konumlanamamıştır. TC, din ve laikliği, kitleleri uyuşturmak, bilinçlerini dumura uğratmak ve peşine sürüklemek için kullanmıştır. Kullanmaya da devam edecektir.

4.       Laik TC’nin Ilımlı İslamı

Ilımlı İslam Projesi, 1990’larda, sınıf savaşımını inkâr temelinde oluşturulan “medeniyetler çatışmasının” bir ürünüdür. Amacı, radikal İslam’ın ve gelenekçilerin, “modern-laik” yani ehlileştirilmiş hale getirilmesidir. Tıpkı uşak AKP’de olduğu gibi, dini radikalleştirmeyen “din ve vicdan özgürlüğü” sınırları içinde tutan, yani dini “siyasallaştırmayan” dindarlar yaratılmak istenmektedir.

AKP bu konuda epey yol kat etmiştir. 2004 yılında Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktif bir elemanı olacağını ilan eden AKP, bu uşaklığından dolayı batı medyasından da övgüler almaktadır. Amerikan, Newsweek Dergisi, “İslam’ın Yeni Vizyonu Türkiye’de” başlığıyla verdiği haberde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, “zararlı, yanlış” hadisleri ayıklama faaliyetini, “Entelektüel ve teolojik olarak en iddialı çalışmalardan bir kısmı, merkezi Ankara’da bulunan bir grup tarafından yapılıyor” şeklinde vermiştir. Devamında “Ne Bin Ladin, ne de ondan önceki gelenekçilerin vizyonu olmayan, İslam’ın yeni vizyonu şekilleniyor” demiştir. Dergi, R. T. Erdoğan ve AKP’yi de överek örnek göstermiştir. (Cumhuriyet, 02.06.2008)

TC, diyanet kurumu aracılığıyla yaptığı bu çalışmada, radikallere teorik (teolojik) temel oluşturan hadisleri ayıklarken, Alevileri de Sünniliğe ve devlete yakınlaştırma çabasındadır. AKP’nin “Alevi açılımı” da bu hedefin bir ayağıdır. F. Gülen’in, Alevileri ve Aleviliği öven açıklamalarının aynı sürece denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. TC AKP aracılığıyla hem dinin sınırlarını yeniden biçimlendirerek Ilımlı İslam’a uygun hale getirmekte, hem de asimilasyon için zeminini genişletmektedir.

Diyanet İşleri Başkanı A. Bardakçıoğlu, hadis ayıklamanın bir reform olmadığını; çünkü İslam’ın reforma ihtiyacı olmadığını belirtse de, sadece kendini ve şürekâsını ikna edebilmektedir. Bu çalışmalara paralel, F. Gülen’in ABD ve AB tarafından tanıtılma çabaları da Ilımlı İslam’ı yayma çabalarının ürünüdür. “Moderniteyi İslamla buluşturan insan” sıfatı ile anılan F. Gülen, şiddete ve silahlı mücadelelere karşı oluşuyla da bilinir. Uysal Müslümanlar yaratmakta oldukça etkili olan F. Gülen hareketi, Orta Asya’da İslam’ı en fazla yayan hareketlerden biri olması dolayısıyla Rusya’da yasaklanmıştır.

Laik TC, İspanya ile birlikte başını çektiği “medeniyetler ittifakı” hareketinin, “medeniyetler çatışması” tezi çerçevesinde, din merkezli olarak faaliyet yürütmesi ve emperyalizmin ideolojik saldırılarına zemin hazırlanması için aktif olarak çalışmaktadır. Dini siyasete alet etmediklerini iddia eden TC erkânı ve AKP, Ortadoğu’da Müslüman kimliği kullanarak, direnen halklara teslimiyeti vaaz etmektedir. “Medeniyetler İttifakı” ile de, emperyalizme karşı tepkilerin nötralize edilmesi, batı-burjuva kültürünün yaygınlaştırılması ve laiklerin dini olarak bölünmüşlükleri pekiştirilmeye çalışılmaktadır.

TC, laikliği kapitalist-emperyalist devletlerde olduğu gibi, hem dini daha geniş ve etkin olarak kullanabilme hem de sınıf savaşımını örtmenin bir aracı olarak kullanmaktadır. Bunu, cumhuriyet tarihi boyunca yapmıştır.

F. PROLETARYA PARTİSİ’NİN LAİKLİK VE DİNE YAKLAŞIMI

İşbölümünün gelişmesi ve buna paralel kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması sürecinden bugüne, şu veya bu biçimde insanların yaşamında motif ve ritüellerde (davranış kalıplarında) din olgusu var olmuştur. Asırlardır din olgusu tartışılmaktadır; günümüzde hala tartışmalara konu olmaktadır. Bizler de sürecin özellikleri ile birlikte MLM bakış açısıyla bu konuyu incelemeye çalıştık.

Din değişik dönemlerde çeşitli özgünlüğü ile tartışma gündemine gelmiştir; hatta yeniden ve yeniden keşfedilmiştir. Post-modernizmin yeni din ve yeni ruhçuluk “keşifleri”, radikal-gelenekçi kesimlerin dini yeniden kalıba sokmaları veya ılımlı hale getirilen dinler ile bu “keşiflerin” alanı genişlemiştir. Bizim bu konuyu tekrar ve geniş bir şekilde gündemimize almamızı gerektiren ise; birincisi sosyalizmin geçici yenilgisinin geniş halk kitlelerine yansıması olan sosyal emperyalist Rusya’nın ve buna bağlı modern revizyonist iktidarların yıkılması süreci ile başlayan tasfiyeciliğin bir dizi sapmayı ortaya çıkarmasıdır.

Bu süreçle birlikte, amiyane tabirle, her taraf yeşillenmiş, hatta morlaşmıştır. Bundan dolayı dine, MLM bakışı sunmak bir kez daha gerekli olmuştur. İkincisi ise 1839’dan günümüze, Türk hâkim sınıflarının kendi içlerinde yaşadığı çatışmayı, halka “ilerici-gerici”, “dinci-laik” gibi, gerçek olmayan biçimde yansıtmalarıdır. Bununla birlikte de açlığın, sefaletin, yoksulluğun, sömürünün üstünün örtülmesi de başarı ile yapılmaktadır. Ne yazık ki bazı devrimci demokrat çevreler de şu veya bu şekilde buna alet olmaktadır.

Gelinen süreçte bu iki nedenden dolayı dini MLM bakışı ile tekrar incelemeye ve Proletarya Partisi’nin bu konudaki tavrını ortaya koymaya ihtiyaç hissedilmiştir.

Laiklik Tartışmalarına Proletarya Partisi’nin Yaklaşımı

Tüm kavramların ilk kavramsallaştırılmaları ve sonradan farklılaşmaları tarihsel ve toplumsal koşullara paralel olur. 1789 Fransız Burjuva Demokratik Devrimi ile laiklik kavramlaştırılmıştır. Burjuvazi aristokrasiye karşı savaşırken, halk kesimlerini de bayrağı altında toplamıştır. O tarihsel süreçte burjuvazi devrimciydi. Toplumun gelişmesinin önündeki çürümüş sistem yıkılıyordu; bu süreçte, devrimin teorisi ve felsefesi de yapılmıştır. Ne zaman ki burjuvazi aristokrasiyi alt etti, feodalizmi yıktı; işler değişti. Burjuvazi iktidara oturduktan sonra, artık iktidarını güçlendirme ve sağlamlaştırmaya çalıştı.

Yeni laiklik, aristokrasinin yıkılması için aristokrasi ile ittifak içinde olan kiliseyi de karşısına almaya zorunluydu. Başka türlü emekçi halkın desteği alınamazdı. Devletle dinin özdeşliğine son verildi; hepsi bu kadardı. Bundan ilerisi burjuvazi için de tehlikeliydi. Burjuvazi bu durumu algılamada gecikmedi. 1848 Alman Burjuva Demokratik Devriminde bu durum yaşanmadı; çünkü tarih sahnesinde açık bir şekilde proletarya, yerini almıştı. Dolayısıyla Prusya devrimi, burjuvazinin aristokrasiyle ittifakıyla yukarıdan aşağıya doğru oluşmuştur. Yani burjuvazi için artık tehlike proletaryadır. Fransız devriminin halkçılığı vardır, proletarya bağımsız talepleri doğrultusunda harekete geçememiş, burjuvaziyle birlikte hareket etmiştir.

Ama Almanya’da durum aynı olmamıştır. Laiklik, Fransız Burjuva Demokratik Devriminin ürünüdür ve burjuvazinin iktidarı alana kadar kullandığı argümandır. Laikliğin kavramsallaştırılması da tarihsel süreçle evrimleşmiştir. Devrimci burjuvazinin laiklik tanımı: “Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.” Din, bu dünyadan geçici bir dönem bile olsa sürülmüştür. Hâkim yönetici burjuvazinin tanımı hemen değişmiş ve “din ile devlet işlerinin ayrılması” şekline evrilmiştir. Yani kovulan din, tekrar içeri alınmıştır. Devlet “laik” olmalıdır; ama halka din lazımdır! Günümüzde ise bunların hepsi aşılmış, “devlet, dinlere eşit uzaklıktadır ve din ile vicdan özgürlüğü esastır” şeklini almıştır. Burjuvazinin yönetimdeki ihtiyaçlarına paralel şekil almıştır, laiklik. Yani, her dönem burjuvazinin iktidarını güçlendirme aracı olmuştur.

Laiklik, burjuvaziye ait bir kavramdır; Fransa’da devrimin ilk yılları haricinde burjuvazinin din karşısındaki gerçek tavrını gizleme argümanı olmuştur. Dine karşı olmak, yalnızca dini yabancılaşmaya karşı olmakla çözülecek bir sorun değildir. Ekonomik yabancılaşmaya temel olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile çözülecek olan bir sorundur. Bu hedefle birlikte dini yabancılaşmaya karşı olmak bir anlam taşımamaktadır. Bu olmadığı sürece tek yanlı ve ikiyüzlüce bir söylemdir. Zaten öyle olduğunda, laiklik diye kavramsallaştırmaya ihtiyaç olmayacaktır.

Burjuvazi iktidarı aldıktan sonra dinin kurumsal olarak devletle iç içe olma durumuna son vermiştir. Teokratik devlet son bulmuştur. Ama sınıf niteliği kaynaklı dini direkt karşısına almamıştır; kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği sınırlarda hareket etmesini sağlamıştır. Zaten sermaye, birikimini artırmak için meta üretimini artırıp, tüketimi körükler. İktisadi bir yabancılaşma tüm toplumu sarar. Böylesi bir ortamda, bireyin iç dünyasını oluşturan dini yabancılaşma da körüklenir. En azından körüklenmesinin zemini genişler.

Sermayesine sermaye katmak için bu durumu burjuvazi kullanır. Ama gerçek yüzünü laiklik ile gizleyerek. Yani burjuva demokratik devrimlerden sonra da din hâkim sınıfların çıkarına hizmet etmeye devam etmiştir. Üretim ilişkilerinden kaynaklı burjuvazi ikiyüzlü bir sınıftır. İktidarı alana kadar devrim talepleri dillendirilirken iktidarı aldıktan sonra her şeyi sermayesini genişletmek için yeniden düzenlenmiştir.

Laikliğin, burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü gizleyen, sermayesini genişletmeye yarayan bir araçtan öte anlamı yoktur. Bu durum burjuva demokratik devrimini yapmış ülkelerde de aynıdır, feodal, yarı-feodal ülkelerde de aynı işleve sahiptir. Feodal, yarı-feodal ülkelerin burjuvazisi güçsüzlüğü kaynaklı dini daha açık bir şekilde halkı kandırmada kullanır. Dolayısıyla dini argümanların devletin çeşitli kurumlarında ve burjuva-feodal politika alanında sıkça kullanıldığını görürüz. Ama oynadığı fonksiyon, kapitalist-emperyalist ülkelerde de aynıdır; feodal-yarı-feodal ülkelerde de aynıdır.

Dinin varlığını sürdürmesini sağlayan koşullara karşı mücadele aynı zamanda, dinin sönümlenmesine karşı bir mücadeledir. Bu mücadele olmayınca ne “din ile dünya işlerinin ayrılmasının” bir anlamı vardır; ne “dinle devlet işlerinin ayrılmasının”, ne de “dinlere eşit mesafede olmanın”. Bu söylemler, en iyi durumda bile iyi niyet beyan etmeden öte anlam taşımamaktadır. Ekonomi yasaları karşısında iyi niyet beyan etmenin de hiçbir önemi yoktur.

Söylemde ne denirse densin, sermaye karşısında güçsüzleşen insan, bu güçsüzlüğünü daha fazla dini argümanlara sarılarak ortaya koyar. Burjuvazi de iktidarını güçlendirmek için boyun eğmeyi, sabrı, bu durumun kader olduğunu vaaz eder. Bundan hareketle din, kurumları ve söylemleri ile burjuva-feodal sınıfın hizmetindedir. Bu gerçeklikte, dinle devlet işlerinin sözde ayrılmasının da bir anlamı kalmamıştır.

Laikliği savunmanın, halkı laik düzen için mücadeleye çağırmanın, halkı burjuvazinin bayrağı altına toplamaktan öte bir anlamı yoktur. Tarihsel süreç içinde kilisenin kurallarının devlete doğrudan egemen olması durumunda feodalizmin yıkılması için geçici bir süre anlamlı niteliğe sahip olan laiklik, emperyalizm ve proleter devrimler çağınca gerici bir nitelik kazanmıştır. Laiklik, gelinen süreçte bazı çevrelerce, gerçek ve sahte şekilde ayrıştırılmaktadır. Bu da burjuvazinin değişik tarihsel süreçlerde yaptığı tanımlamalar referans alınarak yapılmaktadır. O tarihsel süreçler geçmiştir. Tüm insani yabancılaşmalara yol açan ekonomik yabancılaşmayı, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak olan proletarya, tarihteki yerini almıştır. Laikliğin, “gerçeği”, sahtesinin anlamı kalmamıştır.

“Gerçek laiklik”, laikliğin günümüzde burjuvazice genel kabul edilen tanıma göre devletin hiçbir şekilde dine müdahale etmemesi şeklinde anlaşılmaktadır. Devletin ekonomiye müdahale etmeyeceği, etmediği ne kadar gerçekçi ise dine müdahale etmemesi de o kadar gerçekçidir. Eğer dini sadece vicdanlara, ibadethanelere hapsetmek mümkün olsaydı; eğer devletin varlığı bir sınıfın tahakkümüne dolayısıyla manipülasyona dayanmasaydı ve eğer dinin kutsal örtüsü kaldırılınca siyaset ve sınıf savaşımı ortaya çıkmasaydı, elbette “gerçek laiklik” bir hayal ürünü olmaktan çıkabilirdi.

Laiklik de din gibi sınıf savaşımını, devletin özünü örten ve manipüle eden bir niteliğe sahiptir. Laiklik, yaşam tarzlarını moderniteye göre düzenleyince her şeyin çözüleceğinin propagandasını yapmaktadır. Burada “ufak bir ayrıntı” atlanıyor. Yaşam tarzlarını var olan ekonomik şartlarda nasıl düzenleyeceğimiz bir tarafa, düzenleyince de ekonomik sömürü ortadan kalkmıyor; tersine, ekonomik sömürüyü gizliyor.

Ekonomik ilişkilere göre şekillenen yaşam tarzı laiklerce tersten yorumlanıp yaşam tarzının insanın ekonomik durumunu ve ilişkisini değiştirecekmiş gibi yanılsama yaratılıyor. “Gerçek laiklik” anlayışı devletin bilimsel tahlilini yok sayan bir anlayışın ürünüdür. Laikliğin tarihsel gelişim sürecini ve bilimsel devlet tahlilini yok sayarak yapılan laiklik teorileri -gerçeği ve sahtesiyle-, halka başka bir şekilde sömürüye boyun eğmeyi kabullendirmenin teorisidir.

Burjuva devletin din işlerine karışmaması, doğası gereği, terstir; imkânsızdır. Vicdanların bile metalaştırılıp, alınıp satıldığı bir sistemde devletin dine karışmayacağı, dinle devlet işlerinin ayrışacağını söylemek ya sistemi tanımamak ya da halkı kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Kapitalistin, asılacağı ipi bile sattığı, ağacı satamazsa, gölgesini satmaya çalıştığı bir sistemde, dinin de metalaştırılmadığına kim inandırabilir bizi!… O zaman laikliğin ne anlama geldiği daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor. Laiklik de sermaye birikimini sağlayan, yardım eden araçlardan biridir.

Bu coğrafyada hâkim sistem, sermaye birikimini artırmak ve halkı yönetmek için hem laikliği hem de dini çok iyi bir şekilde kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. İki argümanın kullanılmasında, sistemin özünü halkın gözünden gizlenmesi ve halkın sistem içinde tutulması başarı ile yapılmıştır. Halkın bir kesimi şeriat vaadiyle kaldırılıp gerçek sistem halkın gözünden gizlenmiş, diğer bir kesimi ise şeriata karşı laiklik söylemi ile sisteme, başarı ile yedeklenmiştir. Bu süreç, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlamış ve bugün AKP-CHP burjuva kliklerince devam ettirilmiştir.

Üretim ilişkilerindeki yerlerine göre sınıfların ilericiliği gericiliği belirlenir. Bundan ayrı olarak, ekonomik ilişkilerin belirleyici olmasına karşın, insanların bilinçlenme-farkında olma durumları önemlidir. Halkın ilericiliğinin de gericiliğinin de ideolojik ve politik olarak ayrıştırılması gerekmektedir. İdeolojik konumlanış politik konumlanışla her zaman çakışmamaktadır. Bundan da öte ilericiliğin ve gericiliğin, bir yaşam tarzı ile örtüşmesi de olmamaktadır. Baskı ve sömürüye uğrayan insanların ve buna karşın mücadele eden insanların giyim-kuşamının bir önemi yoktur.

Elbette dünyayı yorumlama şekline göre bir giyim ve yaşam tarzı olabilir. Ama onlar sömürüye uğrayanları ve sömürenleri ayırmada bir kıstas olamaz. Bugün, Afganistan, Irak ve Filistin’de, katliama uğrayan halkın yaşam tarzının ne önemi vardır? Katliamcıların yaşam tarzının bir önemi olmadığı gibi… Onun için halkın giyim-kuşamının önemi yoktur; önemli olan sömürüye karşı konumlanmaktır. Bundan dolayı halkın giyim-kuşamıyla uğraşılması ve uğraştırılmasında bizler taraf değilizdir. Elbette biz bir taraf, bu sistemin karşı tarafıyız. Bu bağlamda olmak üzere dinin de laikliğin de karşısındayız.

Bu tartışmalara dâhil olmayı, sınıf mücadelesini yükseltmek için yapılacaklara yoğunlaşmak olarak kavramalıyız. Sömürünün nedenlerini ve bu bağlamda sömürücü sınıfların ikiyüzlülüğünü tüm konularda olduğu gibi bu iki konu özgülünde de teşhirini yaparak, halka gerçek kurtuluşlarının, burjuvazinin bir kliğinin peşine takılarak değil, Proletarya Partisi saflarında örgütlenerek olacağının propagandasını yapmalıyız. Bunun devamında, örgütleme çalışmalarına hız vermeliyiz. Komprador burjuvazinin halkı, “laik-şeriatçı” diye kamplaştırmasının karşısına, ezenler-ezilenler, sömürülenler-sömürücüler, hâkim sınıflar-işçi ve emekçiler şeklindeki gerçek ayrışımı göstermeliyiz.

Bütün bunlarla birlikte baskı ve sömürüye uğrayan emekçi Sünni halkımızın mücadelesinin de yanında oluruz; emekçi Alevi halkımızın da. Emekçi Alevi halkımızın, tarihsel süreç içinde Osmanlı’dan günümüze hâkim sınıflar tarafından katliamdan geçirilmesi ve sonra da ikiyüzlü bir şekilde laiklik şemsiyesi altında düzen içine çekilmesi çabalarının teşhirini yaparız. Emekçilerin dini inançlar ve mezhepleri laiklere ve şeriatçılara, dincilere ve dinsizlere bölünmesinin ancak hâkim sınıfların çıkarına hizmet ettiğinin propagandasını yaparız. Sünni halkımıza da dini inançlarına devletin nasıl müdahale ettiğini; imamları, hocaların maaşını devletin vermesinin arkasında dine devletin müdahalesinin yattığının teşhirini yaparız. Devletin isteği dışına çıkılınca yasak ve baskının nasıl geldiğinin teşhirini yaparız.

Proletarya Partisi’nin Dine Yaklaşımı

“Din halkın afyonudur”. Marks’ın bu veciz sözü MLM’nin dine yaklaşımının köşe taşıdır. MLM, günümüzde burjuvazinin, gerici özüne uygun olarak, dinleri ve dini örgütlenmeleri kendi çıkarı için kullandığını ortaya koyar. Komünistler, bütün dünya görüşlerini bilimsel sosyalizm üzerine, yani MLM üzerine inşa ederler. MLM’nin felsefi temellerini diyalektik materyalizm oluşturur. Materyalizm kesinlikle ateisttir ve her türden dine karşı, ideolojik ve felsefi açıdan, mutlak düşmandır. Yine komünistler, Marks’ın şu belirlemesini referans alır: “Din, aile, devlet, hukuk, bilim, sanat vb. sadece tikel üretim tarzlarıdır; genel yasaya uyarlar. İnsan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetten olumlu şekilde aşılması, böylece, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması demektir, yani insanın, dinden, aileden, devletten vb. kendi insani, yani toplumsal var oluş tarzına dönmesi demektir. Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanında, insanın iç hayatındadır; oysa iktisadi yabancılaşma gerçek hayattaki yabancılaşmadır.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, Sf: 112)

Yani temel sorun, ekonomik yabancılaşmaya son verilerek çözülecektir. Bu da ancak özel mülkiyete ve insanın emeğine yabancılaşmasına son verilerek mümkün olacaktır. Esas kavranması gereken halka da burasıdır. Bundan dolayı dine karşı mücadeleyi gündemin başına almak doğru değildir. Öylesi bir durumda dinin varlığını sürdürme ve gerçek sömürünün kaynaklarına karşı mücadele silikleşir. Yine Marks’ın dediği gibi “Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen, insanın olumlu bir şekilde kendi bilincine varışıdır ve aynı şekilde gerçek hayat insanın, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığıyla, komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (K. Marks, age, Sf: 123)

Yeni kurulacak toplum ateizm aracılığı ile kurulmayacaktır. Toplum, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile kurulacaktır ki bu ateizmi de içinde barındırır. Bundan dolayı diyalektik materyalizm, dine karşı mücadeleyi soyut ve teorik olarak her zaman aynı kalan bir propaganda şeklinde değil, günlük yaşamda olan ve her şeyden önce kitleleri en iyi eğiten, somut bir temelde, sınıf mücadelesi temelinde alır. KP’nin görüşleri MLM bilimsel dünya görüşüdür. Bu yüzden zorunlu olarak dini karanlığın gerçek tarihi köklerinin açığa kavuşturulmasını bir görev bilir. Bu kapsamda araştırma ve incelemeler yapar, yayın organlarında buna yer verir.

Proletarya Partisi için din, özel bir sorun değildir. Proletarya Partisi işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf bilinçli, ileri savaşçıların birliğidir. Böyle bir birlik, cehalet ve dini imanın dogmaları karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini karanlığa karşı, düşünsel ve teorik silahlarla, basınımızla, sözümüzle mücadele etmek için dini kurumların-kuruluşların devletten tamamen ayrılmasını isteriz. Buna karşı yürütülen mücadelenin, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu ve devrim sorunu olduğunun bilinciyle hareket ederiz. Proletarya Partisi başka şeylerin yanı sıra işçi ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu, insanlığın kurtuluşu için kurulmuştur. Buna işçilerin ve emekçi halkımızın dini uyuşturulmasından kurtulması mücadelesi de dâhildir. Proletarya Partisi için dinle mücadele özel bir sorun değildir.

Din ve dinlerin tutarsızlığı ile mücadele, komünistler için kaçınılmaz bir görevdir. Ama bu, asla din sorununun, kesinlikle hak etmediği birinci sıraya oturtulmasını gerektirmez. Politik önemini yitirmiş daha gerilerde yer alacak bir sorun için güçlerin ve enerjinin bölünüp çarçur edilmesi doğru olmaz. Proletarya Partisi için esas görev, dine karşı savaş örgütlemek değil, onun sönümlenmesini getirecek olan devrim için sabırla, proletaryayı-emekçi halkı aydınlatmak ve örgütlemek için çalışmaktır.

Materyalistlerin dine karşı mücadele yürütmelerinin gerçekliği ortadadır; fakat bu mücadelenin nasıl olacağı tarihsel ve toplumsal koşullarda şekillenir. İlk önce kitlelere dini inancın ve dinin kökenlerinin diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışla anlatmakla başlanmalıdır. Dine karşı mücadele, dinin sosyal kökenlerini ortadan kaldıracak olan Proletarya Partisi’nin somut pratiği ile bağlantılandırılmalı, sadece doğruların söylenmesinden ibaret olmamalıdır.

Sisteme karşı mücadeleyi örgütlemek halkın sömürücüler karşısında kendini güçsüz görüp çaresizleşmesine karşı vurulan en büyük darbe olacaktır. Korku ve çaresizlik dini yaratır; varlığını sürdürmesini sağlar. O zaman sistemin çaresizliğe sürüklediği, sömürdüğü, ezdiği ve kendisine bağımlı kıldığı kitlelere, dinin bu zeminine-köküne, bütün biçimleriyle sermayenin egemenliğine karşı birleşik, örgütlü, planlı, bilinçli bir şekilde mücadele etmeyi örgütlemedikçe, broşürlerin, nutukların ve söylemlerin anlamı yoktur.

Yani ateist propaganda, KP’nin temel görevine sömürülen kitlenin, sömürücülere karşı yürüttükleri sınıf mücadelesine tabi edilmek zorundadır. Türkiye özgülünde halk savaşı mücadelesine tabi edilmelidir. Bir görev için örgütleme yaparken ateizm propagandası değil, inançlı olan ve olmayan işçilerin greve katılımını örgütlemek önemlidir. Öyle bir durumda işçileri inanan ve inanmayan diye ayırmak, din adamlarının ve kapitalistlerin çıkarına hizmet eder. Onların istedikleri de böyle bir ortamın yaratılmasıdır. Köylülük içinde yürütülen mücadelede de durum aynıdır. Önemli olan köylülüğü örgütleyip sisteme karşı savaştırabilmektir.

Somut olarak bir gerilla birliğinin, bir köye gittiğinde köylülerden ilk isteği düşmanla işbirliği yapmamaları, ihbarcı olmamalarıdır. İnanç, ilk başta gerillanın gündeminde değildir. Gerillanın görevi halkı aydınlatıp yürütülen savaşa katılmalarını sağlamak; inanç farklılığından dolayı, düşmanın ajanlaştırma, işbirlikçileştirmesinin önüne geçebilmektir. Bu bağlamda böyle bir köyde ilk başta salt ateist propaganda gereksiz ve zararlıdır. Bu geri kitleleri ürküteceği için değil, var olan burjuva feodal toplum koşullarında Müslüman köylüler için, çıplak ateist propagandadan daha olumlu olan, komünizme ve ateizme götürecek olan sınıf mücadelesinin gerçek ilerlemesi, ilerletilmesi olacağı gerçeğinden kaynaklanır.

Dine karşı mücadelede iki uç sapma vardır; birincisi somut durumdan kopuk, sistemle bağını kopararak, dinin gelişim zeminini yok sayan sol oportünist yaklaşımdır. Yani ateizm propagandasını birincil plana alan yaklaşımdır. Bu daha çok devrimci mücadelenin kabarma koşullarında ortaya çıkar. Türkiye özgülünde 1980 öncesi süreçte açıkta görülmüştür. Bazı devrimciler, kendilerini ilk başta sömürüye karşı olmakla değil, ateist olarak ifade etmiştir.

İkinci sapma ise, dinle mücadeleyi bilinmeze bırakan, “yaşa, yaşat” şeklinde yansıyan, sözde kimseyi dıştalamak/ürkütmek istemeyen, küçük hesaplar yapan, liberal aydın tavrı, yani sağ oportünist yaklaşımdır. Bu ikinci sapma daha çok, günümüzde olduğu gibi, devrimci mücadelenin gerilediği, yenilgi aldığı dönemlerde görülür. MLM’ler bu iki yaklaşımın da sınıf mücadelesi için tehlikelerine işaret eder. Bu sapmalara düşmemeleri için saflarını ve devrimci kitleyi uyarır, geri kitlelerde, dinle ilgili sorunlarda bilinçli ve ilkeli bir tutum geliştirirler. Dinin, bilimsel olarak araştırılması için ilgi uyandırmaya çalışırlar.

KP, işçi sınıfının ve emekçi halkın en ileri unsurlarını üye yapmak için çalışır. Bunların dine inanıp inanmamaları kıstas değildir. İstenen, KP’nin programatik görüşleri doğrultusunda, tüzük hükümlerine uygun mücadele etmesidir. Bu anlamı ile dine inanıp inanmamak, üye olmak için kıstas olmasa bile, bir dizi tüzük hükmü ile çelişen bir durum, eşyanın doğası gereği olur. Örneğin KP’nin tüzüğünün, üyelerin görevi bölümündeki şu istemlerle çatışır; “MLM’yi eylem kılavuzu olarak kavramak”, “MLM karşıtı tüm düşünce ve akımlara karşı mücadelede uyanık, kararlı ve amansız olmak…”, “Burjuva-feodal değer yargılarına karşı mücadele etmek” vs.

Kişi bunları samimi bir şekilde kabul ediyorsa, üye olmada problem yoktur; gerisi program ve tüzük görüşleri doğrultusunda eğitebilmekten geçer. Bunu başardığımızda problem ortadan kalkar. Parti içinde programa karşı aktif mücadele edilip hizip örgütlenmeyeceğine göre KP için bu kapsamda dini inançların önemi yoktur. Önemli olan programatik görüşler doğrultusunda savaşmasıdır. Diyalektik materyalizmi, kişinin, inancı ile bütünleştirmesi, birleştirmesi, kişi açısından başlı başına bir problem olduğu aşikârdır.

Tanrı düşüncesi, tarihi olarak günümüzde, her şeyden önce gerek dışsal doğanın, gerekse sınıfsal baskıların yol açtığı, “bilinçlilik alanında, insanın iç hayatında” yaşanan yabancılaşmadır. Bu durumun boğucu etkisi insanın ezilmişliğinin ürünü ve onu geliştiren, sınıf mücadelesini uyuşturan komplike bir düşüncedir.

Burjuvazi tarih sahnesine çıktığı zamanki devrimciliğini yitirmiştir. Devletle dini kurumlar neredeyse iç içe girmiş durumdadır. Emperyalist-kapitalist, feodal, yarı-feodal tüm ülkeler için durum aynıdır. Tüm burjuva devletlerde ve TC’de hâkim sınıfların çıkarları dini kurum ve kuruluşları tarafından propaganda edilmektedir. Emperyalistler arası çelişmelerde bile dini kurumlar etkin olarak kullanılmaktadır. Ortodoks kilisenin merkezinin neresi olacağı, Katoliklerle Ortodokslar arasındaki mücadele, İslam Kalkınma Örgütü’nün başına kimin geçeceği vb. hepsi, devletler arası çıkar çatışmasına göre şekil almaktadır. Bazı dini cemaatler dini görünüm altında ilgili ülkenin nüfuz alanını genişletmek için çalışmaktadır. Fethullah Gülen cemaatinin, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda misyonerlik faaliyeti yapması en iyi örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’de “laik” devletin diyanet işleri fetvaları, MGK’nın kararları doğrultusunda hazırlanmaktadır. Özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, ulusal kurtuluş hareketine karşı Genelkurmayın bildirileri gibi fetvalar hazırlanarak nereden yönetildiği açığa çıkmaktadır. Burjuva-feodal sistemin ikiyüzlülüğü, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yürütülen haklı savaşla ortaya çıkmıştır. Dincisi de laikçisi de tek hedef için birleşmiştir. Sözde en laik kurum olarak gösterilen Genelkurmay ile AKP’nin ittifakı bir tarafa, Genelkurmayın Hizbullah’la işbirliği, bunların ne yaman laik olduğunu ortaya koymaktadır. CHP’nin Alevi halkı kandırmak için aslan kesilmesi ancak Sivas’a kadar geçerlidir; oradan ötede kedi olmakta, ikiz kardeşi AKP ile kol kola girmektedir.

İşçi sınıfı içerisinde dini söylemlerle, sınıfı bölen, sömürüye boyun eğmesi için uyuşturan dini söylemli sendikanın varlığı da ortadadır. Sarı sendikalar gibi bu sendikanın da kime hizmet ettiğinin, işçi sınıfına ve emekçi halkımıza anlatılması, komünistlerin görevidir.

“Modern demokrasi” olarak gösterilen “din işleri ile devlet işlerinin ayrıştırılması” veya devletin tüm dinlere karşı eşit olduğu söylemi, burjuvazinin halkı kandırmak için söylediği içi boş laflardır. Pratik yaşamda hiçbir anlamı yoktur. Bugün dini cemaatlerin dini faaliyetler dışında her şeyi yaptığı, sistemin hangi legal ve illegal kurumu tarafından yönetildikleri bilinemez olgular değildir. Harun Yahya diye ortalıkta dolaşan şarlatanın paraları nereden aldığı bilinmez değildir. Bütün bunlar kitlelere teşhir edilmelidir. İlk hedefe, dini görünümleri değil, fonksiyonları koyulmalıdır. Bu kapsamda yürütülecek çalışmalarda bağımsız dürüst bilim adamlarının yaptığı çalışmalar, incelenmeli, halka önerilmeli ve yayınlanmalıdır.

Komünistler halka uygulanan her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele eder. Din konusunda da her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele ederler. Alevilikle kurulan ilişki bu temeldeki inançlara karşı uygulanan baskıya karşıdır. Komünistler, şeriatçı-laik ekseninde burjuva klikler arasında yürütülen mücadelede de halkı peşlerine takmak için, özelikle “devletin” bölünmez bütünlüğü eksenli, “tek dil, tek millet, tek din” söylemleri kapsamında yürütülen anti-demokratik uygulamalara karşı mücadele etmeli; bu mücadeleyi genel mücadelenin bir parçası olarak ele almalıdır. Bu kapsamda teşhirler yapılmalı; bu mücadele için örgütlenmeler oluşturulmalıdır.

Din adına yapılan baskıların çözümü laiklerden; laiklerce yapılan baskının çözümü dini kılıklı kliklerden beklenmektedir, onlar bu süreci yönetmektedir. Sorunların yaratıcısı olan bu iki burjuva klik, halkı suni gündemlerle uğraştırıp, onlara sözde çözümler sunarak halkı kolayca yönlendirebilmektedir. Bunların demokratlığı sahte ve ikiyüzlüdür; ikisinin ortak amacı, sömürünün artırılması, sermaye birikiminin devamının sağlanması, emperyalist talanın ve sistemin devamıdır. İşçiler ve emekçi halkımız gerçek sorunlar etrafında örgütlenmedikçe halkımız bu iki kliğin insafına terk edilmiş olacaktır. Halkın laik-şeriatçı olarak bölünmesinin bir amacı da faşist diktatörlüğün halkın gözünde sınıflar üstü görünmesini sağlamaktır.

Kürtlere sınıf bilinci taşındığı oranda burjuvazinin manipülasyonları kırılacaktır. Geçmişte de Osmanlı’nın torunları provokasyon yaparak Alevi-Sünni çatışması yaratmış, sınıf mücadelesini yolundan saptırarak, halkın katılımını engellemiştir. Bugün de benzeri bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Çeşitli farklılıklar kaşınarak halk, burjuvazinin bayrağı altına toplanmak istenmektedir. Komünist ve devrimcilerin yetersizliğinde bunu sorunsuz yaptıkları söylenebilir. Bu kapsamda yapılan bir dizi kıyım ve katliamın Özel Hareket Dairesi’nin planları dâhilinde hayata geçtiği, bugün teşhir olmuş durumdadır. Geçmişte Alevi ve Sünni halkımızın birbirine karşı düşman edilmek için Ecevit ve Türkeş’in yaptığını, bugün, Erdoğan ve Baykal benzer bir konuda yapmaktadır.

Şundan kuşku olmasın ki AKP ne kadar dinci ise CHP de o kadar dincidir; CHP ne kadar Kemalist ise AKP de o kadar Kemalist’tir. Kemalizm de, din de, laiklik de burjuvazinin çeşitli dönemlerdeki çıkarlarına göre yeniden tanımlanıp piyasaya sürülmektedir. Özü, hâkim sınıfların çıkarları ve halkın yönetilmesi için konjonktürel durumda gerekli olanların iyi tespit edilip burjuva politikalarca yeniden biçime sokulmasıdır. Dikkat edersek, Fethullahçılarda dini ritüeller, Müslüman yaşamı yeniden biçimlendirilirken, Kemalizm de laikler tarafından tekrar tanımlanıp üretilmeye çalışılmaktadır.

Devrimci-demokratik çevrelerin bile “gerçek laiklik elden gidiyor”, “şurada içki yasaklanıyor”, “burada bu oluyor…” gibi söylemlerin peşinden gitmeleri sürecin doğru tarzda kavranmadığının göstergesidir. Önemli olan bu iki burjuva kliğin işçi sınıfı ve emekçilerin sorunları ile Kürt ulusal sorunu karşısında ortaya koymuş oldukları tavırdır.

Din ve laiklik konusunda komünistlerin yaklaşımı bu temeldedir. Bu kapsamda, diğer bir sorun da dünyada ve coğrafyamızda din mahreçli/kaynaklı gelişen, gelişecek olan hareketlere tavrın ne olacağıdır. Dine karşı tavrımızla din mahreçli olarak mücadele yürüten örgütlere ilişkin tavırlar birebir aynı olmaz. Öncelikle din mahreçli örgütlerin; siyasi talepleri, sisteme karşı duruşları, devrimcilere ve komünistlere karşı tavırları, genel amaçları incelenerek karar verilir.

Dini ideoloji ile her koşulda mücadele yürütmekle yükümlüdür komünistler. Ama ideolojik tavırla politik tavır her zaman birebir aynı olmaz. İdeolojik tavrımızın politik alana birebir indirgenmesi doğru değildir. Tarihsel süreç incelendiğinde komünistlerin bu konuyu ayrıştırdığı görülecektir. Dini bir sistem kurmak isteyen hareketlerle, dini referanslarla hareket edip esas mücadelesi farklı olan hareketler de vardır. Bunlar da ayrıştırılmak zorundadır.

Somut olarak T. Kürdistanı’nda ulusal taleplerle ortaya çıkan, önderliğini dini bir cemaatin şeyhinin yaptığı ve adını da ondan aldığı Şeyh Sait İsyanı vardır. Öncelikle bu hareket, şeriat düzeni getirmek için ayaklanmamıştır. Bu yönlü söylemler TC’nin ulusal talepli ayaklanmanın özünü gizlemek için uydurulan yalanlardır. Bu konuda Kaypakkaya yoldaşın tavrı açık ve nettir. Kaypakkaya’nın ardılları için bu referans olmak zorundadır. Yine Lenin’in Afgan Emiri’ne ilişkin tavrının hatırlanmasında fayda vardır.

Haklı bir taleple, baskıya karşı olan ulusal talepler, sömürüye karşı olmak gibi ortaya çıkmış hareketler, komünistlerce desteklenir. Komünistler Şeyh Sait İsyanı’na feodal beylerin ayaklanması olarak bakmaz. Ulusal baskıya karşı ulusal istemlerle harekete geçmiş bir isyan olarak bakar. Bu temelde de emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı bir harekettir. Günümüzde Lübnan Hizbullah’ı ve Filistin’de Hamas ulusal mücadele yürüten dini temelli örgütlerdir. Bunların yürüttüğü mücadele haklı bir mücadeledir. Nesnel olarak emperyalizme darbe vurduğu için desteklenmelidir. Komünistler için kriter emperyalizme objektif olarak darbe vurmasıdır. Bu desteğimiz, onların ideolojik ve politik niteliklerini bilmediğimiz, onları eleştirmediğimiz (ve eleştirmeyeceğimiz) anlamına gelmez.

Dini örgütler, anti-kapitalist değildir. Özlerinden dolayı da olamazlar. Bundan dolayı belirli tarihsel koşullarda emperyalizme darbe vurmalarına rağmen son tahlil, emperyalist-kapitalizmle uzlaşmalarını beraberinde getirir. Ama politika verili koşullar içinde yapılır. Yani bugün var olan duruma göre politika belirlenir, ama ideolojik tavır elbette bu şekilde olmaz. Bu gerçeklikle baktığımızda Hizbullah’ın da Hamas’ın da bağımsızlık kazanamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz; ama bugünkü, emperyalizme karşı duruşları önemlidir.

Günümüzde Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’de, emperyalizme karşı savaşan dini mahreçli hareketler vardır. Bunları özel olarak incelemeye ihtiyaç vardır. Bunların yanında emperyalizm güdümlü olduğu muhtemel olan El-Kaide’den bahsetmekte fayda vardır. Bu örgütü anlamak için daha kapsamlı incelemeye ihtiyaç olmakla beraber, eylem çizgisinin halka dönük olduğu, emperyalizme meşrutiyet kazandıracak tarzda olduğu açıktır. Dolayısıyla bu örgütün desteklenmeyeceğini söyleyebiliriz.

Türkiye’de de İslami mahreçli hareketlerin neredeyse tamamı ya fiili olarak ya da politik olarak TC’ye bağlı veya TC’nin çıkarları paralelinde çalışmaktadır. Hizbullah ve İBDA-C en bilinenleridir. Özce, komünistler dine karşı ideolojik mücadeleyi, doğası kaynaklı her koşulda yürütür. Din eksenli hareketleri ise somut koşullardaki belli kriterlerle değerlendirir.

G.SONUÇ

Yoksulluk ve işsizliğin arttığı bir süreçte halkın daha fazla dine sarılması ve bunun tersi bir gelişme olarak da şeriat korkusu temelinde laik söylemlerin artması, bu durumun burjuva kliklerce bilinçli olarak körüklenmesi, sınıf mücadelesinin de ivmesinin yetersiz oluşu, halkın sınıf bilincini engelleyen güncel olgulardır. Bu konudaki diyalektik materyalizm tahlili, güncel gelişmelerle birlikte değerlendirip güncel politikalar etkin kılınmaktadır. Tüm çalışmalarımızda din ve laikliğin etkilerini, oluşturulacak politikalarımızı da göz önünde bulundurmalıyız.

Hâkim sınıfların kendilerini yeniden üretimi, ekonomik olduğu kadar, ideolojik olarak da mümkün olmasa, sistem yaşayamaz. Bu bağlamda, din ve laiklik, burjuva-feodal sistemin ideolojik olarak yeniden üretmesinde iki önemli araçtır. Dolayısıyla sistemi krize sokmak, var olan krizi derinleştirecek bir yolda, bu iki aracı ellerinden almaktan geçer. Kitlelerin bilinçlendirilmesi ve sınıf mücadelesine aktif katılımların sağlanması zorunludur. Din ve laiklik konusunda, komünistlerin teorik berraklığa sahip olmaları, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesinde önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)