1.
Dinin tanımlanmasında idealist kampın yaklaşımları
Dinin
tanımlanması, sınıf savaşımına karşı tutumla dolaysız ilgilidir. Sınıf
savaşımını reddeden bir anlayışın, din tanımı da elbette bu temelde olacaktır.
Bu açıdan dinin tanımı ve eleştirisi, idealizmle materyalizm arasındaki temel
sorunlardan birisini oluşturur. Bu karşıtlığın temelinde, ruhun mu (bilincin
mi) maddeyi, maddenin mi ruhu (bilinci) yarattığı sorusu yer alır.
Bu sorunun
cevabı, bilincin, maddi yaşamdan bağımsız olarak (ruh şeklinde) var olup
olamayacağını ve doğanın nesnel gerçekliğinin bilinçten bağımsız var olup
olmayacağını da cevaplar. Böylece bu felsefi çatışma, sınıf savaşımının
merkezinde yer alır. Çünkü her sınıf, kendi felsefesi temeline göre bir dünya
görüşü (ideoloji) savunur ve siyasal-sosyal yaşamı bu temelde biçimlendirmeye
çalışır.
Dinin
tanımı, karşıt sınıflardan ara sınıf ve tabakalara/disiplinlere kadar
çeşitlilik gösterebilmektedir. Ancak, son tahlilde idealizm ile materyalizme
tekabül eder.
Din, Arapça
bir kelime olup, bağlanmak anlamına gelir. Dinin, Latince karşılığı da aynı
anlama, bağlanmak anlamına gelmektedir. Ana Britannica Ansiklopedisinde din,
“insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini
oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kalıpları, tapınma
biçimleri ve kurumsal…” (Hümanite, Sayı:4, Sf: 52, 2004) şeklinde, yani
biçimsel olarak ifade edilmektedir. Bu tanımda sadece görüngüler yer aldığı
için, dinin özüne ilişkin bir veri çıkarmak mümkün olmamaktadır.
Üç büyük
Sami dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) tanımına göre din,
“yaratıcının, vahiy aracılığı ile (kutsal kitaplarda somutlaşan) gönderdiği
kurallar bütünü; hukuktur”. Sami dinler, nesnel (gerçek) bilginin kaynağı
olarak vahiyi (ilahi emir-kural) görürler. Kutsal kitaplar vasıtasıyla yazılı
hale getirilen bu vahiyler, dünya ve ahiret (öte dünya) yaşamını düzenleyen
kurallar bütünüdür. Din, bu kuralların ve bu kurallara göre belirlenen yaşam
tarzının ismidir. Bu tanıma göre, vahiy dogmadır; mutlaktır ve değiştirilemez.
Ayrıca evrenseldir; yani tüm zamanlarda geçerlidir, doğrudur.
Simgesel
antropolojinin temsilcilerinden olan C. Geertz’e göre din, bir simgeler
sistemidir. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 118, Özgür Üniversite Kitaplığı)
Simgecilik, sembolizm anlamına gelir ve özü gereği gizemciliği-mistisizmi
doğurur. Dinin, sembollerle ifadesi, biçimsel olarak anlaşılmasına katkı
sunabilirken, onu, maddi olan veya olmayan her biçime sokabilecek bir mutlaklık
verir. Dolayısıyla dinin, semboller sistemi olarak tanımlanması ideolojik özden
kopuk bir yaklaşımı doğurur.
Batınilerin
(içsel, tevil yorum yapan) din tanımı, evren-tanrı özdeşliğinde (vahdet-i
vücud, evrenin birliği) insanın, tanrı-evrenle bütünleşmesi sürecini kapsar.
Din, bu süreçteki ruhsal arınmayı temsilen yapılması gereken davranışlar ve
düşünce biçimine verilen addır. Vahiycilere karşıt bir tanrı anlayışını savunan
Batıniciler (tasavvufçular, sufiler…), evrenin ve doğanın bilinilebilirliğini
ve bilinmesi gerektiğini savunur. Bu bilgilenme, tanrı ile özdeşleşmek için
zorunludur. Bu yönüyle, özü idealist kalsa da, vahiycilere göre aklı çok daha
fazla önde tutarlar ve materyalizme daha yakın dururlar.
Feuerbach’ın
din tanımı anılmaya değerdir; onun din tanımı metafizik materyalisttir. Feuerbach,
doğanın bilinebilirliğini ve insanın, doğanın dolaysız bir parçası olduğunu
savunur. Ama insanın dinsel özünün yürek-sevgi olduğunu kabul eder. İnsan
bilincini ve dinsel inancını, toplumsallığından sıyırıp dini, birey ile tanrı
arasındaki sevgi ilişkisine indirger. Marks, “Feuerbach, dinsel özü, insanın
özünde çözümlüyor. Ama insanın özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir
soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür”
(Marks-Engels, Din Üzerine, Sf: 71, İnter Yayınları) demiştir. İnsanların dini
de tıpkı bilinçleri gibi toplumsallığın ürünüdür.
Hegel ise,
Feuerbach’ın aksine, diyalektik idealisttir. Dünyayı ve devleti, mutlak ruhun
(tanrının) bir yaratısı olarak gören Hegel devleti, “mutlak ruhun cisimleşmiş
hali” olarak görür. Dolayısıyla toplumsal yaşamın tüm sosyal-siyasal
alanlarının devlete tabi olmasını zorunlu görür. Din de, haliyle idealist bir
temelde, bu alan içerinde yer alır.
Psikanalizi,
cinsellik temelinde kuran S. Freud’un din tanımı da anılmaya değerdir. Freud,
ilk din olan totemciliğin (animizm, canlandırıcılık) ortaya çıkışını Oidipus’la
açıklar. Yani kız çocukların babaya, erkek çocukların anneye cinsel ilgi
duymasını, din kuramının temeline koyar. Totemciliği, bu duyguya (Oidipus)
sahip çocuğun çaresizliği ile güçlü baba ilişkisinin belirlediği bir kültür
olarak tanımlar. (Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Sf: 21, Remzi Kitap).
Freud, materyalist olma iddiasına rağmen, dini, maddi özünden/kökeninden
kopararak, duygular ilişkisine indirgemiştir.
Yukarıda
sıraladığımız çeşitli din tanımlarında, insanın, toplumsallığının rolü
yadsınmaktadır. Bu tanımlar, insanın doğayla olan çelişmesini, dinin çıkış
noktası olarak ele almamaktadır. Devamında, doğayı dinsel olarak kavrayan
insanın, aynı kavrayışı, toplumsallık ve toplumsal egemenlik güçleri ile
özdeşleştirmesini de kavrayamıyor-göremiyorlar. Böylece, dinsel düşüncenin
kökeninin, insanın, doğa ve toplumla olan çelişmelerinin, ters bir bilinçle
algılanmasının ürünü olduğunu da kavrayamıyorlar.
Doğru
kavrayışa ulaşmak için, öncelikle dinin nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekir.
2.
Dinin ortaya çıkışı
Dinsel
düşünce, henüz ağaçlarda veya mağaralarda yaşayan insanın, zihinsel evriminde
bir devrim niteliğinde ortaya çıkmıştır. Soyut düşüncenin, dolayısıyla, zekânın/aklın
ilk ürünlerinden olan bu düşünce tarzı, insanın doğayla olan çelişmesinin ürünü
olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra toplumsal çelişmelerle birlikte gelişmiş ve
sınıf savaşımına paralel biçimler almıştır. Engels, “Din henüz ağaçlarda
yaşadıkları çok eski çağlarda insanların kendi doğalarına ve kendilerini
kuşatan dış dünyaya ilişkin en ilkel yargılarla dolu tasarımlardan doğmuştur”
(Marks-Engels, age, Sf: 61) şeklinde belirleme yapmıştır. İlk insanlar doğa
karşısında güçsüzdü; çaresizdi. İlk dinsel düşünce, bu nedenle, doğanın fiziki
güçlerine tapınma şeklinde olmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 21)
İnsanlar
düşlerindeki görüntüleri, doğa güçlerinin muazzam büyüklüğü ile birleştirerek
ruh kavramına ulaştılar. Engels, “Bugün bile (19. yy –bn) vahşilerde ve aşağı
barbarlarda, düşlerinde görünen insan biçimlerinin, bir an kendi bedenlerinden
ayrılmış bulunan ruhlar oldukları yolundaki anlayış hüküm sürmektedir”
(Marks-Engels, age, Sf: 22) demiştir. Böylece kendilerini yönettiklerine
inandıkları ruhu, doğayla özdeşleştirdiler.
Ölüm
bilincine varan insan, doğa güçlerinin ölmeyeceğini düşünmeye başlar. Böylece
ölümsüz ruh fikri ortaya çıkmıştır. Ölümsüz ruh fikri, beraberinde tanrıları
doğurmuştur. Her doğa olayını, bir tanrının yönettiğine inanılmaya başlandı.
Doğa güçlerinin birbiriyle uyumu ve çatışması (fırtına, yangın, vb.) tanrılar
arasında da bir hukuk olduğu fikrini doğurmuştur. Bu dönemlerde kendisini hala
doğayla özdeş gören insan, en büyük ve en güçlü tanrıları dişi (tanrıça) olarak
tahayyül (hayal) ediyordu.
İnsanların
düşlerinde gördükleri insan biçimleri dışında, beyinde bir fikrin oluşması da,
ruh fikrinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Lenin, bunu şöyle açıklıyor;
“(M)asa, masa ideası (fikri –bn); dünya, dünya ideası tanrı insan bilgisinin
ikileşmesi ve idealizmin olabilirliği, daha ilk basit soyutlamanın içinde
bulunmaktadır.” (Aktaran, Teori ve Politika, Sayı:17, Sf: 7) Kavramların,
nesnel dünyadan bağımsız olarak evrende var olabildikleri-oldukları fikri
(idealizm), ilk insanlarda aydınlanma çağına kadar hâkimdi.
Platon (MÖ
477-342) bu fikri sistemli hale getirmiştir. Platon, gerçek evrenin-doğanın,
idealardan oluştuğunu, maddi dünyanın ise bunun bir yansıması olduğunu
savunmuştur. Realizm (kavramların gerçekte var olduğunu savunan akım) akımı, G.
Berkeley’in (1685-1753) elinde öznelleşerek, “algılanan şey, gerçektir” şekline
dönüştürüldü; ki bu da öznel idealizmdir. Kavramların-fikirlerin insan ruhunun,
ruhun ise mutlak ruhun (tanrı) bir ürünü olduğu şeklindeki yanılsama, tüm ruhçu
ve tanrıcı öğretilere temel oluşturmuştur.
İlk
toplumsal işbölümünün gelişmesi de dinsel düşünceyi geliştirmiştir. Tarımcılar
ile göçebe-avcı topluluklarının ayrışması, üretim ve nüfusun gelişmesine
paralel gerçekleşmiştir. Bu dönem, üretim için gökyüzünün ve iklimsel
değişimlerin sistemli gözlemlenmesi zorunluluğunu getirmiştir. Güneşin ve
yıldızların konumlarıyla, bitki ve hayvanların üremesi-büyümesi arasıda kurulan
ilişki canlılığı, yıldızlar ile güneşin yönettiği fikrine götürmüştür. İlk
olarak 15 bin yıl önce Mısır’da, yıldızlara tapınmayı doğuran bu fikir, daha
güçlü tanrıların var olduğu fikrini doğurmuştur.
Sınıfların
ortaya çıkmasıyla birlikte, karşıtlık fikri de gelişmiştir. Kıyaslama yeteneği
artan insan, zıtlıklarla dolu bir toplumsallık fikri geliştirmiştir. Önce
doğanın egemenliğine inanan insan, sınıflar ve devletle birlikte, toplumsal
egemenlik araçlarını ve fikirlerini, doğa egemenliği ile özdeşleştirir. Böylece
devlet, dinsel düşünceyle özdeş bir şekilde, doğa güçlerinin bir yansıması
olarak görülür.
Bu sürece
kadar, hukuk ve ahlak çelişmesi de dine biçim verir. Sürüden kopan insan,
toplumsallığın iç çelişmesinin ürünü olarak, insanlar arasındaki ilişkileri
kurallara bağlar; yani ahlak ortaya çıkar. Her ahlak, kendi sınırları içinde
geçerli olan bir hukuk yaratır. Doğal ahlakın, doğal hukuku belirlemesi, ilkel
topluluklarda geçerliydi. Ahlakın korunması, topluluğun varlık koşullarından
olduğu için hukuk katı uygulanır.
Hukuk,
yeni biçimlere bu nedenle direniş ve dogmalaşma eğilimi taşır. Bu çelişme,
sınıflı toplumlarda, egemen sınıf hukukunun, toplumsal ahlak üzerine baskı
uygulaması ile tersinden işler; hukuk, ahlakın bir ürünü olarak biçimlenirken,
devletli toplumda, devletin ahlakı toplumun hukuku üzerine baskı kurar ve
böylece doğal etkileşim bozulur. Tanrı ile devletin-kralın özdeşleşmesi, bu
çelişmeyi tamamen dinsel biçime sokar. Egemen sınıf, sömürüsünün devamını
sağlayacak hukuku, topluma dayatır.
Bu
toplumsal olgu, sınıf savaşımının gelişmesi ile uzlaşmaz hale gelir. Sınıflı
toplumların temel çelişmesine göre, özü değişmeden, farklı biçimlere girer.
Ezilenler, artık ezenlerin sömürüsünü ve hukukunu kaldıramayacak hale gelince,
isyan ederler ve yeni toplumsal biçime uygun ahlak ve hukuk yaratırlar. Ancak
yeni biçim, sınıflı bir toplum olduğu sürece, ahlak ile hukuk arasındaki
çelişme uzlaşmaz hale gelmeye zorunludur. Bu uzlaşmazlık ancak, sınıfsız bir
toplumda yok olabilir.
Bu
çelişme, kapitalist topluma kadar, ezilenlerin isyanlarının, genelde, yeni
mezhep veya din yaratmasına neden olmuştur. Din ile devletin özdeşliği, hâkim
hukuku, devletin hukuku olmasını sağlıyordu. Bu nedenle yeni bir hukuk ancak
isyanla kurulabilirdi. Bu durum, din ve mezheplerin çeşitlenmesi ve
gelişmesinde belirleyici bir öneme sahiptir.
Fransız
düşünür H. Bergson (1859-1941), dinsel düşüncenin kökenlerinden biri olarak,
ölüm bilincini koyar. Hayvanlar öleceğini bilmez, insan, bu bilince sahip olan
tek canlıdır. Ancak insan sürekli olarak öleceğini düşünerek yaşayamaz.
Tersine, insan bu düşünceyi sürekli unutmaya çalışır. Eğer böyle olmasaydı,
insan kendi yaşamına bir anlam katamayacaktır. Böylece insanın ölümsüzlüğü ve
öbür dünya fikri doğmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 26).
Bergson’un
bu fikrini biraz açarsak, dinsel düşüncenin çıkışından sonraki sürecin gelişimini
daha geniş kavrayabiliriz. Evren ve dünya içinde, çok küçük ve güçsüz olan ilk
insanın, kendini anlamlandırması, dinsel olmak zorundaydı. Birçok güçsüz
insanın kendini abartması ve övmesinde olduğu gibi (bir savunma mekanizması
olarak, bilinci; gerçekliği tersten işletmenin ürünüdür bu) ilk insanlar da,
evren ve doğa karşısındaki güçsüzlüklerini, ters bilinçle örtmeye çalıştılar.
İnsan, ilk önce ampirik (deneysel) gözlem ve kıyaslamalar ile, doğada fiziki
olarak en güçsüz (uzuvlarıyla uyumsuz) oluşunu, aklı ile örttü. Çevresine
uzuvlarıyla uyum göstermeyen tek canlı olan insan, aklını yetiştirmek
zorundaydı.
Böylece,
ilk insanın doğa karşısındaki zayıflığı aynı zamanda onun en güçlü yanını
oluşturmaya başladı. Doğa ile çelişmesi sonucu, ölümsüz ruh ve mutlak ruh
(tanrı) kavramına ulaşan insan, kendisini, bu mutlak ruhun bir parçası olarak
görmeye başlar. Böylece, doğa karşısında kendini güçlü hissetmeye başlar. Diğer
yandan, kendini her güçsüz hissettiğinde sığınacak, büyük-mutlak bir gücün
varlığını bilmek-hissetmek, kendisini güvende hissettirir. (Ki bu duygu
günümüzde de yaygındır).
Bu güven,
daha sonra Tanrı ile özdeşleşen devlete duyulmaya başlanır. Devleti, böylece,
evrenin merkezine koyar. Devlet güçlendikçe, insan kendisini de evrenin
merkezine koyarak, evrenin kendisi için –tanrı tarafından- yaratıldığını
düşünmeye başlar. Kurulan ilk imparatorlukların tümünde, imparator-kral,
dünyanın ve kâinatın efendisi sıfatını taşır. Bu efendi, tanrı ile özdeşleşmiş
veya en azından onun temsilcisidir. Toplum, böylece, cisimleştirdiği
tanrıya-imparatora tapınırcasına bir ilişki ile bağlanır.
Tek
tanrılı dinlere ulaşılmasıyla birlikte, insanın evrendeki merkezi rolü
genişler. Böylece insanın ters bilinci, doğadan daha fazla kopar; ona daha
fazla yabancılaşır. Bu yabancılaşma, meta mübadelesi ve sınıf mücadelesinin
gelişmesiyle birlikte büyür. İnsan, kendini, doğa ve toplumun bir ürünü olarak
görmek yerine, bir aracı (devlet) kullanarak tanımlar. Tanrı ile özdeşleşen
devlet, insanın kendini tanımlamasında temel araç haline gelir. Nasıl ki meta
mübadelesinin gelişmesiyle, insanın değeri, ters bilinçle, metanınki ile
özdeşleşmişse insan ürünü olan devlet ve tanrı da insanın değerini ve yaşamının
anlamını belirlemeye başlar.
Tek
tanrılı dinler, ters bilinci, en üst aşamaya vardırır. İnsan, yaşamın anlamını
bu sınırlar içine hapsettikçe, dinsel düşünce daha fazla dogmalaşır ve
katılaşır. Bu alanın dışına çıkmak, kâfirlik-sapkınlık olarak görülür ve egemen
hukuk bunu ölümle cezalandırır. Doğal hukukun son kırıntıları da bu sürekli
baskı altında kalır.
Dinin
ortaya çıkışı, doğa ile çelişmeler de başlamış sonra buna toplumsal çelişmeler
eklenmiştir. Böylece ilk dinlerin gelişiminin temel çıkış noktası, insanın doğa
ve toplumla olan çelişmelerin ürünü olarak gelişmiştir. Sınıf savaşımının
gelişimine paralel, dinin yeni biçimleri, doğadan koparak, bu savaşımın
sınırları içinde var olabilmiştir.
3.
Dinin eleştirisi
Marks’ın
dini tanımı, bize en geniş bakış açısının özünü sunar:
“Dine
karşı eleştirinin temeli şudur; Dini insan yaratır; insanı, din yaratmaz. Ve
din ya henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş insanın özsaygısı ve öz
duygusudur. Fakat insan, soyut, dünyanın dışına çömelmiş oturan bir varlık
değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum
tersine bir dünya bilinci olan dini yaratır. Çünkü onlar ters bir dünyadır.
Din, bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, popüler biçimdeki mantığı,
manevi öz savunması, coşkunluğu, ahlaki anlayışı, resmi tamamlayıcısı, evrensel
avuntu ve haklılık temelidir. İnsanın özünün, hayalde gerçekleşmesidir; çünkü
insanın özü somut bir gerçekliğe sahip değildir. O halde dine karşı mücadele
dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu o dünyaya karşı mücadeledir.
Dini
sefalet, hem gerçek sefaletin ifadesi, hem de gerçek sefalete karşı bir
protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir
dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu olduğu gibi. Din, halkın
afyonudur. Halkın hayali mutluluğu olarak, dinin kaldırılması, onun gerçek
mutluluğunun talebidir. Onun durumu hakkındaki hayallerden vazgeçme talebi,
hayale ihtiyaç duyan bir durumdan vazgeçme talebidir. Yani dinin eleştirisi,
özünde, halesi din olan yakınma duvarının (çileli dünyanın) eleştirisidir.”
(Marks-Engels, age, Sf: 86-87)
Din
hakkındaki temel dogmatik yaklaşım, Marks’ın bu pasajındaki üç kelimeyi (Din,
halkın afyonudur) alarak diğerlerinin anlamını gölgede bırakır. Böylece dine
tek yanlı yaklaşır. Bu üç kelime tek başına kullanıldığında, Marks’ın din
eleştirisi de kötürümleştirilmekte, işlevsizleştirilmekte ve buna paralel
dogmatik anlayışlar oluşmaktadır.
Marks,
dinin bu tanımından ve eleştirisinden hareketle, tarihin ilk görevinin,
dünyanın kutsallığı altındaki nesnelliği bulmak olduğunu belirtmiştir. “Bu da
ilk önce tarihin hizmetindeki felsefenin görevidir. Cennet eleştirisi böylece,
dünyanın eleştirisine, teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine, dinin
eleştirisi hukukun eleştirisine dönüşür.” (Marks-Engels, age, Sf: 87) Demek ki,
Marksistler insanlığın üzerindeki kutsal örtüyü kaldırmakla mükelleftir. Bunu
yapabilmek için, dine yaklaşımda berrak bir bilimsel bakışa ihtiyaç vardır.
Bunun içinse, dine yaklaşımdaki bazı hataların irdelenmesi faydalı olacaktır.
Dinin
eleştirisinin temelinde yer alan felsefenin, ilk inceleme alanlarından birisi,
bilginin kaynağıdır. Madde-ruh (bilinç) önceliğine göre açıklanan bu kaynak,
dünyanın-doğanın nasıl algılandığı ile dolaysız olarak bağıntılıdır. Dünyayı
hem yorumlayan hem de değiştirme cüreti gösteren devrimcilerin, nesnel
olabilmesi hayati önem taşır. Dinsel düşüncenin yarattığı kutsallığın ardındaki
sınıf savaşımını tüm yönleriyle kavrayabilmek, felsefe sayesinde gerçekleşir.
Bu açıdan, bilginin kaynağı sorunu temeldir.
İdealist
kampın akıl tanımı, bize, bilincin nasıl bir kutsal örtü ile örtüldüğünü
sunması bakımından öğreticidir. Anaksagoras’a göre akıl; “maddeleri yavaş yavaş
kaostan çekip çıkaran sonsuz sayıdaki birleştirme gücüyle oluşmuştur”.
İdealizmin babası Platon’a göre akıl, “bağımsız ve kendi başına etken bir
güçtür.” Batınilere ve Hegel’e göre akıl, “evrensel aklın (mutlak
aklın-tanrının) bir parçasıdır.” Konuya farklı bir uçtan yaklaşan Freud’a göre
akıl, “bastırılmış ve yüksek amaçlarla çevrilmiş cinsel içgüdünün (libido) üst
yapısıdır.” (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 19) İslami bir dergi olan Umran’da
akıl, inancın altında sayılmaktadır.
Dergi,
aklı esas alan aydınlanmaya şu eleştiriyi getiriyor. “Aklı putlaştıran
aydınlanma, dünyayı dinden bağımsızlaştırınca, dünya, her türlü barbarlığın
dünyası haline geldi. Aklı putlaştıran aydınlanmacı kuramlar/kavramlar her
türlü anlam yapılarını/sistemlerini, onların ilgisini ve yönelimini inkar
noktasına gelmiştir.” (Umran, Sayı:164, Sf: 48, Nisan 2008) Aynı dergide,
bilginin kaynağı, “Allah’la kayıtsız şartsız teslim olmuş bir müminin referans
noktası vahiy olmak zorundadır” (Umran, ags, Sf:68) şeklinde ifade edilmiştir.
Bu temel yaklaşım diğer vahiyci dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık) Ortodoks
yorumda da aynıdır.
Bu
tanımlardan hiçbirisinin dünya üzerindeki kutsal örtüyü kaldıramayacağı
aşikârdır. Bu tanımlar ruhun (bilincin) maddeden önce geldiğinden hareketle,
bilginin nesnel kaynaklarını yadsımaktadır. Mao, bilginin kaynağını üretim,
bilimsel deney ve sınıf savaşımı şeklinde özetler. Dolayısıyla aklı da, nesnellikten
yola çıkarak, algısal bilginin ussal bilgiye, ussal bilginin daha geniş bir
algısal bilgiye, genişleyen helezonik bir biçimde ulaşmasının ürünü olarak
görür. Diyalektik materyalist bilgi teorisi, idealist kampın tersine, doğa ve
toplum yasalarının bilinebilirliğini, değiştirilebilirliğini ve bilincimizden
bağımsız olarak var olduklarını söyler. Dolayısıyla dinsel düşünceyi tahlilde,
temel yaklaşımlarımız, diyalektik materyalist bilgi teorisi üzerinde
yükselmelidir.
Günümüzde
postmodern çevrelerin de savunduğu bilinmezcilik, bilimsellik kılıfı altında
yapılmaktadır. Postmodernistler, vahiycilerle benzer biçimde, bilgimizin
sınırlılığı ile sonsuzluk arasındaki çelişmeyi, bilinemezcilik olarak
yorumluyorlar. Vahiyciler, bu anlayış ile Tanrının bilinemeyeceğini, aklın buna
yetmeyeceğini iddia eder. Ehl-i Sünnet’in büyük İslam âlimleri arasında saydığı
Gazali, “Diyebilirim ki, Tanrısallık özelliğini (özünü) ancak tanrı ya da bir
benzeri ve eşi olan bilir. Ancak onun eşi ve benzeri olmadığına göre, ondan
başkası bilemez” (Bilim ve Gelecek, Sayı:11, Sf: 42, 2005) demektedir.
Bu anlayış
tüm vahiyci-tanrıcı dinlerle, öz olarak aynıdır. Tanrısız dinlerde ise (Budizm,
Jainizm…) evrenin özünün olmadığı şeklinde bir temel üzerinde, nesnel bilginin
olamayacağı savunulur. Postmodernistler ise nesnel (gerçek) bilginin
“göreceliliğini mutlaklaştırarak” bilinemezciliğe (agnostisizm) varır. Böylece
görelilik ile mutlaklık arasındaki bağı kopartarak “mutlaklığın, zaten
göreliliğin toplamı olduğunu” yadsır. Bu anlayış, toplum, sınıf, sınıf
savaşımı, yasa, ulus vb. tüm bütünsellikleri ve evrensel doğruları yadsır,
inkâr eder.
Postmodernist
D. Graeker, “Bütünlükler her zaman hayal ürününün köleleridir. Uluslar,
toplumlar, ideolojiler, kapalı sistemler… bunların hiçbiri gerçekte mevcut
değil. Gerçeklik her zaman bunlardan sonsuz kez daha karmaşıktır” (Birikim,
Sayı: 205-206, Sf: 73, 2006) demektedir. Ampirikler de nesnel bilginin sadece
deneysel bilgi olduğunu, ötesinin bilinemez olduğunu savunur. Gerek
postmodernistler, gerek ampirikçiler, gerekse vahiyciler, aynı kulvarda
yürüyerek, sınıf savaşımını inkâr eder ve toplumsal yasaların olmadığını iddia
ederler.
Dinin
idealizmle özdeş tutulması, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, dinsel
biçimli olmayan idealizmin envai biçiminin görülmesine engel olur. Yani kutsal
örtü taşımayan, ama aynı kulvarda yol alan idealist akımlara karşı mücadeleyi
zorlaştırır. Din ile idealizmin ayrıştırılması, devletin dinden bağımsızlaştığı
burjuva toplumlarda daha fazla önem taşımaktadır.
Kapitalizm
öncesi toplum biçimlerinde, dinin felsefe ile özdeş halde olmasından dolayı,
din ile idealizmin özdeş görülmesine neden olmuştur. Ancak din, idealizm olmadan var olamazken; idealizm dinden bağımsız olarak
var olabilir. Yani idealizm, dini de kapsayacak kadar geniştir ve dinsel
düşünce –idealizmin kendisi değil- bir parçasıdır.
Bu temel yaklaşım üzerinde, dinin teolojiye (ilahiyat, tanrı kuramı
bilgisi) indirgenmesinin yanlışlığı da aşikârdır. Teolojiyi idealizm ve dinle
eş tutan burjuva dar kafalılar (ve bazı toy gençlerimiz) Tanrı inancının yok
olmasıyla, materyalist olunabileceğine ve dinsel düşüncenin yok olabileceğine
–yürekten! – inanırlar. Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm gibi tanrısız dinlerin,
dünya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturdukları hatırlanırsa, bu iddianın
anlamsızlığı açığa çabuk çıkacaktır. Asya’nın büyük bir kısmında hâkim olan bu
dinlerin kutsal örtüleri, tanrılı dinlerinkinden nitelik olarak değil, nicelik
ve biçim olarak ayrılır.
Gerek tanrılı, gerek çok tanrılı gerekse tanrısız dinlere sahip toplumlarda
ve devletlerde, dinsel düşüncenin özünün ve biçimlerinin kavranamaması, sınıf
savaşımı yerine, din-kültür savaşımı anlayışını doğurur. Dinsel düşüncenin
özünün, insanın kendini tanımlamasında bir aracı kullanması olduğunu ve doğa
ile toplumsal gerçekliğin tersine çevrilmesi olduğunu hatırlarsak, tanrı
fikrinin, dinsel düşüncenin –kendisi değil- sadece bir parçası (önemli olsa
da!) olduğu anlaşılabilir.
Teolojinin sınırları, dinsel felsefeye göre daha dardır; onun bir
parçasıdır. Din felsefesi, tanrının varlığının kanıtlanması dâhil, evren ile
dünyanın ve insanın anlamının (özünün) yorumlanmasını içine alır. Bu yönüyle,
ideolojinin tüm alanlarını biçimlendirir. Teoloji ise, zaferi ispatlanmış
olarak kabul edilen tanrının, sıfatları ve vahiyleri ile ilgilenir. Vahiyi
dünyevileştirir, hukuka dönüştürür…
Tanrısız dinlerde teolojinin işlevini, ahlak felsefesi ve ruhçuluk yerine
getirir. Tanrısız dini benimseyen toplumlarda hukuk, ahlak felsefesi temelinde
şekillenir. Ahlak ise, devletin ahlakı ile özdeş olduğundan, normlarını
–esasta- devletten alır. Böylece ahlak felsefesi ile siyaset özdeşleşir.
Ruhçuluk da bu özdeşliğin “çimentosu” işlevini görür. Her iki biçimde de din,
teolojiyi ve ahlak felsefesini (ve ruhçuluğu) kapsar. Dinin, bunlardan herhangi
birine indirgenmesi, dar bir yaklaşım doğuracağından dolayı, dinin, evrensel
niteliğinin görülmesini engelleyecektir.
Din,
tarihte tüm ideolojilerin kendisini ifade etme biçimi olmuştur. Hem ezenler hem
de ezilenler kapitalist topluma kadar kendilerini-ideolojilerini dini
biçimlerle tanımlamışlardır. Hangi dinin, nasıl bir yorumla (içtihatla), hangi
sınıflarla özdeşleştiğinin ayrımının yapılamaması, dinin örttüğü sınıf
savaşımının algılanmasını zorlaştıracak veya imkânsız hale getirecektir. Bu da
dinin homojen olarak algılanmasını ve ideoloji ile siyaset arasındaki ayrımın
muğlâklaşmasını sağlar. Böylece, emperyalizm ile yarı-sömürgeler arasındaki
çelişmenin, Hıristiyanlık-Müslümanlık çatışması, doğu-batı ayrımı veya
“ilerici-gerici” ayrımı şeklinde tanımlanmasını getirebilecektir.
Günümüzde
oryantalistlerin (şarkiyatçılar, doğu bilimcileri) ve emperyalistlerin
kullandığı bu homojenleştirme ve indirgeme ile sınıf savaşımının bittiği,
yerine “medeniyetler savaşımının” esas hale geldiği manipülasyonu geniş
kitlelere taşınabilmektedirler. Sınıf savaşımının olmadığı var sayılan bu
dünyada, emperyalistler rahatlıkla sömürülerini yapma ve kültürlerini yayabilme
zeminine kavuşmaktadırlar.
İdeoloji,
bu tür yaklaşımlarda, sınıfsal özden koparıldığı için, emperyalizmin
“medeniyetler çatışması” tezi, demokrat çevrelerde bile yankı bulabilmekte; bu
da “terörizm” argümanından etkilenmeyi de beraberinde getirmektedir.
Emperyalizme karşı savaşan dini örgütlerin, bazı demokrat çevrelerce de
“terörist” olarak görülmesi bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir.
İdeolojik
öz ile politik duruşun ayrıştırılamaması, günümüzde Filistin direnişine
önderlik eden Hamas’a demokrat çevrelerce desteği zayıflatmaktadır. Hamas’ın
ideolojik olarak gerici olması, ulusal-demokratik taleplerinin de gerici olduğu
anlamına gelmez. Tarihte kapitalist topluma kadar, neredeyse tüm isyanlar, dini
biçimlerde ortaya çıkmıştır. Bir dinin, aynı süreçte, egemenlerce sömürü aracı,
ezilenlerce isyan aracı olarak kullanıldığına sayısız kez tanık oluyoruz.
Hamas,
İslamiyet’in Hanbelî Mezhebi-Vahhabi tarikatı yorumunu (içtihadını) direniş
teorisi haline getirerek, Siyonizm’e ve emperyalizme karşı bir silah olarak
kullanırken; aynı silahı S. Arabistan (ve diğer Körfez devletleri) kitlelerini
uyuşturarak, emperyalizmin sadık işbirlikçisi olarak kullanıyorlar. Dolayısıyla
dinin yarattığı kutsal örtünün altını görememek sınıf savaşımının seyrini de
görememek anlamına geleceğinden, çoğu zaman, emperyalizme objektif olarak
destek olmaya da götürebilecektir.
Siyasetle
ideolojiyi özdeşleştirenlerin, Türkiye ayağındakilerinden bazılarının, mezhep
ayrımını sınıfsal özle karıştırdığına tanık oluyoruz. Alevileri sosyalizmle eş
tutan bu çevreler, “Alevilik özünde sosyalizmdir” veya “Alevi-sosyalizm
ittifakı kaçınılmazdır” diyebilmektedirler. (Faik Bulut, Alisiz Alevilik, Sf:
29). Aynı çevrelerin, tüm Sünnileri, Sünniliğin devletin resmi dini olması
dolayısıyla, gerici olarak yaftalamaları da az görülen bir durum değildir. Bu
anlayış sahipleri, ekonomik temelli bir sınıfsal ayrıma gitmek yerine,
burjuvazinin sıkça yaptığı gibi kitleleri dinsel olarak bölmektedirler.
Stalin, ilerici-gerici kitle tanımının temelini ekonomik olarak koyar.
Zincirlerinden ve canlarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sanayi
proletaryasının en ileri kesim olduğunu vurgular. Stalin, sanayi
proletaryasından sonraki ileri sınıfları yedek sanayi ordusu, yoksul köylüler…
şeklinde değerlendirirken de dini-kültürü vs. değil, sınıfsal özü temel
almıştır.
Halk tanımı sınıflara göre yapılır. Bu sınıflar devrimden çıkarı olandan
olmayana doğru ileri-geri sıfatı alır. Siyasal ilerilik ile ekonomik temelli
ilerilik, her zaman birbirine paralel gelişmez. Sanayi proletaryasının bazı
kesimlerinin faşist örgütlenmelerde yer alması veya orta köylünün, bazı yerlerde
silahlı mücadeleyi desteklemesi vb. durumlar ekonomik çıkarlar ile siyasal
tercihler arasındaki ayrımın tahlilini gerektirir; devrimden çıkarın
muğlâklaştırılmasını değil. Bu nedenlerle ideolojik, siyasal ve ekonomik olarak
tahlillerin, birbirleriyle bağları kopartılmadan ayrıştırılması, kitlelerin
dine göre değil de, sınıflara göre algılanıp tahlil edilmesini doğuracaktır.
Lenin,
dinin, politik yönü ile ideolojik-felsefi yönünün ayrı tutulması gerektiğine
özel vurgu yapar. Din, onu yaratan ve sürdüren sömürü sistemi yok olmadan,
tükenmeyecektir. Lenin, bu nedenle, dine karşı ideolojik-felsefi mücadeleyi
elden bırakmadan, dindar kitlelerin politik-ekonomik düzlemde örgütlenmesi
gerektiğine vurgu yapar.
Dinin
eleştirisi, elbette buraya kadar saydıklarımızdan ibaret değildir. Ancak, dine
yaklaşımdaki temel noktalarda berraklık sağlandığı sürece, dinin daha geniş
eleştirisi de bilimsel temellere oturabilecektir. Kavramların ve çelişmenin
sınırlarını, nesnel gerçekliğin yansıması olarak, diğer kavram ve çelişmelerle
bağını yeterince kuramamak, bizleri, eksik-yanlış bir düşünüşe; bu da
yanlış-yetersiz politika üretmeye götürebilecektir.
Bu
nedenle, dinin eleştirisi, sınıf savaşımının kopmaz bir parçası olarak ele
alınmak zorundadır.
1.
İlkel komünal toplumda din
Dinin
ortaya çıkışını anlatırken, kısmen, ilkel toplumda dini anlatmış olduk. İlkel
toplulukların ilk ve en yaygın dini olan totemizmin (animizm) en belirgin ve
ayırt edici özelliği insanın, kendisini hala doğanın dolaysız bir parçası
olduğu bilincinin ürünü olmasıdır. Totem, doğadaki bir canlıyı, genelde güçlü
bir hayvanı temsil eder.
Çevresinde
en güçlü görülen hayvan, o bölgenin hâkimi ve koruyucusu olarak algılandığı
için ona ölümsüzlük ithaf edilir. Totem, ayrıca soyun başlangıcı olarak kabul
edilir. Yani, timsah totemine tapınan bir kabile onun soyundan geldiğine inanır
ve onun temel özelliklerini kendinde cisimleştirmeye çalışır. Günümüzde
Amazonlar, Orta Afrika, Endonezya ve Polinezya’da hala tapınılan totemcilik,
sınıfsız ilkel toplulukların dini olma özelliği ile öne çıkmaktadır.
İlk
insanların temel çelişmesi sınırlar arası çelişmeler olmadığı için, doğa ile
olan çelişmelerdi esasta. Doğa karşısında hala çok güçsüz olan insan, kendini
doğanın dolaysız bir parçası olarak gördüğü için, toplumsal ilişkileri-ahlakı
da bu temelde şekilleniyordu. Yakın zamana kadar Kızılderililer ve hala diğer
bölgelerdeki yerliler, boşuna gereksiz yere (veya zevk için!) bir ağacı kesmez
veya bir hayvanı öldürmezler.
İlkel
toplum, üretim ile tüketim arasındaki ilişkide doğayı esas aldığı için herhangi
bir tüketim çılgınlığının yaşanması mümkün değildir. Haliyle lüks tüketimin de
ancak ilkel toplumun ilerleyen süreçlerinde görüldüğü bu sistemde, psikolojik
bunalımlar, depresyon, delilik, stres gibi sınıflı toplumların ürünü olan
hastalıklar görülmez ki bu gerçeklik günümüz yerlilerinin çoğunda geçerliliğini
korumaktadır.
İlkel
toplum, sınıflara dayanmadığı için, diğer topluluklara da, doğadaki hiyerarşi
temelinde yaklaşır. Kabileler arası ilişki, birbirlerinin yaşam alanlarına
saygı duyulduğu sürece, doğadaki her canlının yaşam hakkı olduğu ilkesine göre
belirlenir. İlk köleci-şehir devletlerin kurulduğu ve çok tanrılı dinlere
geçildiği dönemlerde de uzun süre etkisini sürdüren bu anlayış, sınıfların ve
devletin gelişmesiyle birlikte yok olmuştur.
İlkel
kabileler, henüz doğayı tamamen dinsel algıladıklarından dolayı, kendi
aralarındaki ilişkiler ile kabileler arası ilişkileri de dinsel biçimde
tanımlıyorlardı. Bu dini biçimin, yani totemciliğin çok tanrılı dinlere yol
açması, doğa hakkındaki bilgilerin artması sonucu oluşmuştur. Üretim ve nüfusun
artması, doğaya daha fazla hâkimiyeti zorunlu kıldığından dolayı, doğa
hâkimiyeti artmış ve böylece çok tanrılı dinlere geçiş yaşanmıştır.
İlkel
toplumda, esas mülkiyet biçimi komünaldır. Özel mülkiyetin gelişmesi, ilk
toplumsal işbölümünden sonra gerçekleşmiştir. Göçebe-avcı toplulukları,
özlerini, 15.-16. yüzyıllara kadar esasta korumuşlardı. Oysa tarım toplulukları
yerleşik hayatın geliştirilmesini sağladı. Toprağa bağlılık, mülkiyeti,
zilyetlikten özel mülkiyete dönüştürdü. Daha fazla toprak için savaşlar başladı
vb. Tüm bu gelişmeler totemciliğin yok olmasını zorunlu kılıyordu. Çünkü özel
mülkiyetin zımni kabulü bile, gücün öne çıkmasına yeterdir. Daha fazla güç,
daha fazla mülkiyetin ürünü olabilir. Dolayısıyla bu bilinç ve istekler, doğaya
daha fazla yabancılaşarak, savaş tanrılarını yarattılar.
Dinin ilk
evrimi incelendiğinde, dinin doğa ve toplumsal ilişkilerin dolaysız bir
yansıması ve kılıfı olduğu rahatlıkla anlaşılır. Komünal mülkiyet henüz doğanın
bir parçası olan insanın, dini kurallara bağladığı bir toplumsallık ürünüydü.
Totemcilik, tamamen komünal mülkiyetin temelinde biçim alıyordu. Doğayı
kendisine referans alan bu inanış ancak özel mülkiyetin ortaya açıklaması ile yıkılmaya
başlamıştır. Dinler, özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte, insanın, doğanın
bir parçası olduğu gerçeğini, tersten yorumlamaya başladılar ve sonunda insanı
evrenin merkezine koydular.
İlkel
toplumun dini inanışlarının incelenmesi bizlere, dinin, mülkiyet, sınıf ve
devletle ilişkilerinin temelini vermesi açısından önem arz eder. Çok tanrılı
dinlerin köleci toplumda yaygınlaşmasını ve tek tanrılı dinlere evrilmesini,
ancak, bu çıkış noktasından yola çıktığımızda nesnel olarak kavrayabiliriz.
2.
Köleci toplumda din ve devlet
Köleci
toplum, ilk sınıflı ve devletli toplumdur; dinin devletle, tanrının krallarla
özdeşleştiği ve kaynağını doğa yerine toplumsal yasalardan almaya başladığı bir
toplum biçimidir. Devletin ortaya çıkışına dair arkeolojik ve antropolojik
çalışmalar çok fazla ilerlemiş olmasına rağmen devletin tanımı hala ideolojiler
arası çatışmaların merkezinde yer alır. Bu nedenle devletin tanımını yapmak,
dinin niteliğinin bilimsel içeriğini anlayabilmek açısından zorunluluktur. Bu
nedenle öncelikle, sınıflı toplumlar tarihinin en güçlü aracı olan devletin ne
olduğuna bakalım.
Devletin
tanımı, egemen sınıflarca genelde “toplumsal bir uzlaşma ve güvenlik aracı”
olduğu şeklindedir. Weber’e göre devlet, “organları aracılığıyla, meşru güç
kullanımını talep eden varlıktır. Yasamayla değiştirilmeye açık, yönetsel ve
meşru bir düzendir.” (Hukuk ve Adalet, Sayı: 3, Sf: 25, 2004) Burjuva bakış
açısının bir ürünü olan bu tanım, devletin “bir sınıfın başka sınıfları
tahakküm aracı” olduğunu yadsır.
Gramsci, devleti,
“onayla desteklenmiş güç kullanımı” ) Hukuk ve Adalet, ags, 3, Sf: 26) olarak
tanımlar. Devletin, siyasal zor veya şiddet aracına indirgenmesi Blanquistler,
Narodnikler, Fokocular ve Anarşistler tarafından da yapılmaktadır. Bay Dühring
de aynı yaklaşım içindedir ve Engels, Anti-Dühring’de, devletin zor aygıtına
indirgenmesinin yanlışlığına yanıt olarak, göçebe devletlerin, siyasal zorun en
ihtişamlısına sahipken, gelişen ev sanayisi karşısında yok olmalarını örnek
verir. Yine benzer şekilde, kapitalizmin şafağında, siyasal zoru elinde
bulunduran aristokrasinin, ekonomik gücü-zoru elinde bulunduran burjuvazinin
karşısındaki yenilgisini de örnek verir. (Engels, Anti-Dühring, “Zor” Bölümü,
Sol Yayınları)
Zoru,
şiddete indirgeyen anlayışların, sınıf savaşımını da zora-şiddete indirgemesi
kaçınılmazdır. Zor, devletin en temel aracıdır; ayrıca en güçlü yanıdır. Ancak
zor, tarihte her zaman bir araç olarak bulunmuştur ve üretim ilişkilerine göre
biçim almıştır. Devletin varlığının ilk koşulu, zor değildir; ideolojik
meşruluktur. Bu gerçekliği, devletin “bir sınıfın başka sınıflar üzerindeki
tahakküm aracı” olduğu gerçeği ile birlikte temel çıkış noktamız yapmazsak
dinin, devletle özdeşleşmesini kavrayamayız.
Devlet,
toplumun, dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarlarını savunmak üzere kurduğu
bir organizmadır. Ancak devlet, daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız
hale getirir ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu
sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı sürece, bu bağımsızlığı
daha da büyük olur.(Engels, Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sf: 59, Sol
Yayınları )
Devlet,
toplumsal işbölümünün gelişmesi ve sınıfların ortaya çıkmasından sonra var
olmuştur. Bu süreç bir yandan üretimin arttığı, özel mülkiyet ve meta
üretiminin –güdük de olsa- başladığı bir süreçtir. Yanı sıra anaerkilliğin güç
kaybedip, yerini ataerkil topluma bıraktığı bir süreçtir. Doğa güçlerinin
egemenliği altına giren insan-toplum, toplumsal egemenlik araçlarının da
himayesine girerek bunları doğa güçleriyle özdeşleştirir.
Doğa
egemenliğine girmiş olan insan, bunu dinsel olarak yorumluyordu. Ona göre,
doğanın kanunlarını yürüten bu üstün güçlere karşı çıkmak imkânsızdı. Bu
bilinç, toplumsal kanunların da bu doğa güçleri tarafından yönetildiği
bilincini doğurdu. Aşk tanrısı (Eros), savaş tanrısı (Ares), güzellik-cinsellik
tanrıçası (Afrodit, İştar), erdem tanrıçası (Athena), adalet tanrıçası vb.
ilah-ilaheler tamamen toplumsal ilişkileri düzenleyen tanrılardır. Bu tanrılar,
güneş, toprak, şimşek vb. tanrılarıyla eşit statüde doğa ve topluma
egemendiler.
Çok
tanrılı dinlerin ilk oluşmaya başladığı dönemlerde insan, kendisini doğanın
dolaysız bir parçası olarak gördüğü için toplumu da aynı şekilde
değerlendirmiştir. Böylece doğanın egemenlik güçleri ile toplumdaki egemenlik
güçleri özdeşleşmiştir. Bu özdeşlik, devlet ile dinin özdeşliğini sağlamıştır.
Bu özdeşlikte, devlet dine biçim verdikçe, dinsel düşünce de doğadan kaynağını
iyice kopararak, devletin ve sınıf savaşımının sınırlarına hapsolmuştur.
Budizm’in
kurucusu Gautama’nın günümüze ulaşan eserlerinde (parçalarında) kral, halkın
hizmetçisi olarak tanımlanır. Şehir devletlerin yeni oluşmaya başladığı
(Hindistan’da) dönemde yaşayan Gautama, kralların nasıl hizmetçilikten
despotluğa ulaştıklarını anlatır. Parçaların birinde bilge, kralın karşısına
çıkarak “sen, bizlerin sınırlarını korumak ve anlaşmazlıklarını çözmek için bir
hakemsin. Bize hizmetle mükellefsin. Ve senin payın altıda birdir” demiş ve
despotluğa son vermesini istemiştir. (Budizm ve Felsefe, Toplumsal Dönüşüm
Yayınları).
Kral ve
devlet oluşumunun Ortadoğu ve Avrupa’da da benzer biçimde ortaya çıktığını
görebiliriz. Hakemlikten despotluğa evrilen kral, elbette yaslandığı sınıflarla
birlikte, egemenliğini sürdürecek araçlara ihtiyaç duyacaktır. Devleti kendi
tekeline alarak, toplumdan iyice bağımsızlaşan egemen sınıf, bunu dini
biçimlerde yorumlamayı ihmal edemezdi.
Devletle
özdeşleşen din, devletin başını (kralı) da kutsamıştır ki başka türlüsünü
düşünmek, dinsel düşüncenin egemen olduğu bir çağda olanaksızdı. Tanrı ile
devletin özdeşleşmesi, doğallığında tanrı ile kralın özdeşleşmesini de
doğurmuştur. Böylece devlet “tanrının cisimleşmiş hali”ne dönüşür.
Toplumsal
işbölümünün gelişkinliği hiyerarşinin meşruluğunu sağlamıştı. Buna doğadaki
hiyerarşi de yardımcı oluyordu; güneyin, her türlü doğa gücü karşısında en
üstün kabul edilmesi gibi. Ataerkil toplumun, gücü her zaman önde tutan
zihniyeti, bu hiyerarşinin ve sınıfların varlığının meşruluğunu artırmıştır.
İnsanlar, gücünden korktukları doğa güçlerini devletle özdeşleştirince hem
devletin hem de sınıfların varlığı, dinsel bir meşruluğa sahip olmuştur.
“Tanrının
üst akıl (mutlak akıl) sahibi oluşu, alt aklın varlığını zorunlu kılar.” (Doğu
Batı, Sayı: 8, Sf: 30) Bu durum, kendisini alt-eksik akıl olarak gören
toplumun-insanın, üst akıl sahibi –tanrı temsilcisi- devlete biatını
kolaylaştırır. Böylece devlet meşru görünür. Devlet, tahakküm aracı olduğu
halde, bu meşruluk sayesinde gelişmeye devam eder. Bu gelişim içinde –tanrı ile
özdeşleştiğinden dolayı, güçlendikçe tanrılar da güçlenmeye başlar. Totemcilik
(animizm) zamanında, dar (lokal) bir bölgeye hâkim olduklarına inanılan
tanrıların etki alanları da böylece genişletilir. Devletin yayılmasına tekabül
eden bu sınırlar, ters bir bilinçle, dinsel olarak açıklanır. Devletle dinin
özdeşleşmeye başladığı dönemlerden itibaren, tanrı-kralların veya
rahip-kralların ortaya çıktığını görürüz.
a) Tanrı
ile kralların özdeşleşmesi
Sümerleri
anlatan Gılgamış Destanı, bize kralların tanrılaşmasına dair ilk yazılı (ve
mitolojik) belgeyi sunar. Devleti güçlendirmiş olan kral Gılgamış, en yakın
dostu Enkidu’nun ölümünden sonra, kendi ölümüne ağlamaya başlar. Her şey
güllük-gülistanlık iken ölüm duygusunu derinden hissetmek, Gılgamış’ı eleme
boğar. Bu yüzden, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Şehir devletlerin
güçlenmeye ve yayılmaya başladığı bir dönemde yaşayan Gılgamış, nihayet
ölümsüzlüğü bulur. Tanrı-kral kavramının ilk mitolojik yorumu bu şekildedir. Bu
mitolojik örtüyü kaldırdığımızda, dönemin devletinin, sınırlarını aşması ve
güçlenmesi, kralların da –tanrılar gibi- güçlü ve ölümsüz olma arzularına tanık
oluruz.
Aynı
destanda, kadın egemenliğinin son kalıntılarına da rastlıyoruz. Tanrıça İştar
(Yunanistan’da Afrodit), iktidarı kaybetmiş; ama hala güçlüdür. Hem Ur’da hem
de komşu şehir devletlerinde, tapınakları sayesinde iktidarda ve sosyal yaşamda
etkili olabilmektedir. Bu dönemin mitolojisi, erkeği tanrılaştırıp övdüğü halde
kadını da över. Çok tanrılı dinlerin ve ataerkil zihniyetin hâkim olduğu bu dönemde,
en güçlü tanrılar “erkek”leştirilmiş; ancak, anaerkilliğin kalıntıları da
etkilerini korumuştur.
Sümerlerin
devamı olarak kurulan I. Babil İmparatorluğunun mitolojisinde ise kadın, tüm
kötülüklerin kaynağı olarak görülmeye ve aşağılanmaya başlamıştır. Sümerlerde,
erkek tanrıların erkek krallara dönüşme süreci, Babil döneminde, anaerkilliğin
iktidardaki tüm etkinliğini kaybetmesine evrilir. Anaerkillikten ataerkilliğe
geçişin tamamlanmasının mitolojik örtüsünü kaldırınca, bu dönemde, ilk
imparatorlukların dönemi olduğunu ve tanrı ile kralın özdeşleşmesini tamamlayıp
yayıldığını görürüz.
Mitolojiyi,
kutsallığından sıyırdığımızda ortaya ekonomik-siyasal-kültürel mücadeleler
tarihi çıkmaktadır. Tanrının cisimleşen hali olan devlet, Öcalan’ın
benzetmesiyle daha iyi tanımlanabilir. “Tanrı, devlet otoritesi; melekler
memurlar; peygamberler ve baş melekler ise bakanlıklar ile üst bürokrasiyi
oluşturmaktadır”. (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, Sf: 48) Kral ya tanrı
olarak ya da tanrının baş temsilcisi olarak devletin başındadır.
Tanrı hem
güvenin hem de korkunun somutlaştığı bir olgudur. Bunlar, devletle doğrudan
özdeşleşir. Toplum, devletten korktuğu gibi ona güvenir; en azından sınıf
çelişmeleri keskinleşmeden önce güvenir. Bu güvenin zedelenip korkunun iyice
büyümesi durumunda isyanlar artar. Bu da, devletin zor aygıtını daimi kılmasını
zorunlu hale getirir. Sınıf karşıtlığına dayanan devlet, toplumdan
bağımsızlaştıkça, zor aygıtını da güçlendirmek zorunda kalır.
Diğer
taraftan da meşruluğunu sağlamak için, dinini yaymaya çalışır. Dinini yaymak ve
hâkim hale getirmek için gerekirse zor kullanmaktan çekinmez; çünkü din en
temel meşruluk aracıdır. Bu durum, tarih boyunca, devletler arasındaki
savaşların neden din savaşları olarak görülebildiğini de açıklar. Din ile
devletin özdeşliği, devletin kendi dinini korumasını ve yaymasını zorunlu
kılmıştır. Kitlelerin savaştırılması açısından da tanrılık fikri başat rol
oynar. Tanrılarına kurban sunan kitlelerin, tanrı için savaşması –kendini
kurban etmesi- çoğu dinde zorunludur.
Dünyanın
en büyük imparatorlukları ya tanrı ya da tanrı temsilcisidir. Mısır krallarının
tanrısal ismi Horus’tur ve öte dünyada tanrı Osiris’e dönüşür; yani her iki
dünyanın da efendisidir. (Suat Parlar, Ortadoğu “Vaat Edilmiş Topraklar”, Sf:
27) Bu yüzden krallar ölünce, öte dünyada kendilerine hizmet etmeye devam
etmesi için tüm maiyetini de öldürüp kralla birlikte gömerlerdi. Firavun, Güneş
Tanrısı Ra’nın oğlu sıfatıyla mühür basardı. Sultan hem şahlar şahı, hem de
hakan anlamına gelir; yani dünyanın efendiliğini tanrısal güçle sağlayan kişi
oluyordu.
Osmanlının
başına geçen üçüncü yönetici olan I. Murat, kendisinden önceki gazi unvanının
yerine “Hüdavendigar”; yani “Tanrıdan güç alan” sıfatını kullanmaya başlar. Bu,
devletin güçlenmesine paralel, tanrısal güçlerin de arttığına dair tipik
inanışın bir örneğidir. Çin’de hanlar, kainatın hükümdarıdır. Japon imparatoru
Mikado güneş tanrısının başrahibidir. (Ramazan Yazçiçek, Milli Din Arayışı Ve
Türk Müslümanlığı, Sf: 43, Ekin Yayınları) Güney Arabistan’da kurulan Sebe
devletinin kralları da başrahipti. Greklerde (Yunan) kral, baş tanrı Zeus’un
temsilcisidir. Nemrut ise ünlü bir tanrı kraldır…
Tanrı kral
olgusunun sadece antikçağa ve çok tanrılı dinler dönemine ait olduğunu sanmak
hata olur. Çünkü tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu feodal toplumda ve
sonrasında da günümüze kadar, tanrı kral özdeşliği, değişik biçimlerde etkisini
sürdürmüştür. Bu süreçlerde, krallar, tanrı ismini kullanmasalar da tanrının
temsilcisi sıfatıyla tanrı kralların niteliğine sahip olmuşlardır.
Hıristiyanlık
resmi din olduktan sonra Katolik kilisesinin önderi olan Papa, kendisini
tanrının temsilcisi ilan etmiştir. Skolâstik dönemin Avrupa’sında Katolik
kilisesi, tanrı krallığı ile yeryüzü krallığı ayrımı yapıyordu. Tanrının krallığının
tezahürü olarak, yeryüzü krallığının temsilcisi ise Papa idi. Hıristiyanlık
Avrupa’sında kapitalizm döneminde de bu temsilcilik –etkisi ve biçimi değişse
de- devam etmiştir. Daha çok ideolojik anlam taşıyan bu temsilcilikler
İngiltere kraliçesinin, Protestan-Anglikan kilisesinin temsilcisi olması vb.
şeklindedir.
İslam
dünyasında durum farklı değildir. İslam peygamberi Muhammed, Allahın temsilcisi
olarak devletin başındaydı. Kuran’da “Muhakkak ki sana biat edenler ancak
Allaha biat etmektedir.” (Kur’an, Fetih Suresi, 10. Ayet. Tüm Yazı Boyunca
Kur’an’ın, Suudi Arabistan Krallığı, Medine-i Mürevvere, Kral Fahd Kur’an’ı
Kerim Baskı Kurumunun 1987 Baskısı Esas Alınmıştır.) denmektedir. Bu ayet,
hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek biçimde peygamberin iktidarını, tanrıyla
özdeşleştirmektedir. Peygamber sonrası dönemde de gerek halifelik gerekse
hanedan halifelik döneminde bu nitelik değişmemiştir. Halifeler “Allahın en
sevdiği kulu!” olarak iktidardadır ve iktidarı tanrı adına ellerinde
tutuyorlardı. Birçok ehlisünnet âlimi, halife (veya imamın) hiçbir koşulda
azledilemeyeceğini savunur. Halife Osman’ın dediği gibi “Allahın verdiği
makamı, kendi elimle bırakmam” (Muhammed Amara, Mutezile ve Devrim, Ekin
Yayınları) anlayışı hâkimdi.
Osmanlı
devletinde de durum değişmemiştir. Fatih Sultan Mehmet, kulluk sistemini
getirerek bu özdeşliği geliştirdi. İslam’da tüm mülk (devlet, toprak) Allaha ve
dolayısıyla temsilcisine aittir. Bu bile tanrı kral özdeşliğini fiili olarak
yaşatırken, Sultan Mehmet’in kulluk sistemini getirmesi ve 1517’de halifeliğin
Osmanlı sultanlarına geçmesi (geçirilmesi) ile tanrı krallık özdeşliği güç
kazanmıştır.
Tanrı
kralların ibadethaneleri-tapınakları, tanrının evi olmaktan çıkarıp,
güç-ihtişam gösterisine dönüştürmeleri, tanrının yeryüzünde
cisimleştirilmesinin ürünüdür. Tanrının simgesi olan tapınak, cami, sinagog,
kilise gibi ibadethaneler yapılar, tarih boyunca devletin ihtişamını göstermek
için kullanılmıştır. İlk kiliseler, ilk camiler, ilk sinagoglar ve ilk
tapınaklar sade ve mütevazı yapılar iken devletin elinde bu yapılar büyük ve
görkemli binalara dönüştürüldü.
İktidar,
işgal ettiği bölgelere ve özellikle başkentlere, gücünü sembolize eden dev
ibadethaneler yaptırmıştır. İslam devleti Kudüs’ü ele geçirince, altın kubbeli
cami yaptırmıştı. Bu yalnızca güç gösterisi değil, kendi dininin-tanrısının
gücünü (yani kendi devletinin gücünü) göstermesi dinini yayması ve diğer
dinlere baskı yapması anlamına da geliyordu. (A. Haurani, Arap Halkları Tarihi,
Sf: 52, İletişim Yayınları). Budizm ve Hinduizm’de de aynı yaklaşım mevcuttu;
tanrıların veya Buda (Gautama)’nın dev-altın heykelleri devletin gücünün
ispatıydı.
Tanrı
krallar en ihtişamlı dönemlerini köleci toplumda yaşamıştır. Çok tanrılı
dinlerle özdeşleşen tanrı krallar devletin güçlenmesine paralel dinin etkisinin
güçlenmesinin en çarpıcı örneklerinden birini verirler. Çok tanrılı dinlerin
evrimini incelediğimizde aynı zamanda devletin evrimini incelemek zorunda
kalırız. Böylece, devlet ve sınıf mücadelesinin sınırlarına hapsolan dinin, neden
biçim değiştirdiğini de daha geniş görebiliriz.
b) Çok
tanrılı dinlerin ve köleci devletin evrimi
Çok
tanrılı dinler, site (şehir) devletlerine en uygun dini sunuyordu. Gerek
Sümerlerde gerekse Greklerde (Yunan) şehir devletler (site) hâkimdi. Her site
devletin, egemenlik alanını tanımlamak için, birer tanrılarının olması, merkezi
bir devletin olmayışının ürünüdür. Kölelik sistemi her iki bölgede de hâkimdi;
bu durum, entelektüel zeminin gelişmesi için zemin yaratmıştı. Bu da çok
tanrılı dinlerin hukukunun, dinsel felsefe ile iç içe geçmesini sağlayarak, bu
devletlerin güçlenmesinde ve ömürlerinin uzamasında etkili olmuştur.
Ancak site
devletlerinin ömrünün çok da uzun olması beklenemez. Kaynak ile nüfus
sonrasındaki çelişme ona üretim aracının (toprak) taşınamaz ve artırılamaz
niteliğine sahip oluşu dolayısıyla giderek keskinleşir. Bu durum, şehir
devletini yayılmaya zorlar. Sınıf çelişmelerinin de keskinleşmesi bu
zorunluluğu artırır.
Sümerlerde
kıt olan kereste, baharat, çeşitli madenler ilk önce doğu Akdeniz ile İndus
uygarlıklarından (Hindistan) sağlanıyordu. Ancak bu da yetmez olunca, Sümerler,
çevrelerindeki şehir devletlerini ele geçirerek devletin sınırlarını
genişlettiler. Bu süreç, mitolojide tanrıların güçlenip dünyanın
efendisi-hâkimi olmaya başladıkları bir süreç olarak geçer. Yani ilk
imparatorlukların kurulmaya başladığı süreçtir. Bu süreçte tek tanrı (mutlak
tanrı) fikri henüz gelişmemişti. Ancak imparatorlukların tek devlet altında
dünyayı ele geçirme emelleri, tek tanrılı dinler için zemin hazırlamıştır.
Devletin
genişlemesi, daha etkin ideolojik araçları zorunlu kılıyordu. Devletin
genişlemesi, sömürünün de yoğunlaşıp genişlemesi anlamına geliyordu. En
basitinden ordunun güçlenmesi için daha etkin ideolojik araçlar şarttı. Ordu fetihlerin
(işgallerin) temel aracıydı. Bu nedenle olmazsa olmazların başında geliyordu.
Ordunun güçlendirilmesi; devlet ile kitleler arasındaki çelişkileri
keskinleştiriyordu. Yeni toprakların ele geçirilmesiyle de dar (lokal) bir
alanda hakimiyet kuran tanrı fikri yetmez oldu. Böylece üretimin genişlemesi,
sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve devletin yayılması zorunlulukları
birleşerek, tek devlet ve tek tanrı fikrinin oluşmasını sağlamıştır.
Tek tanrı
fikrine, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin ve bilgisinin artması bir
entelektüel zemin hazırlamıştır. MÖ 2000’li yıllarda ilk imparatorluklar
kurulduğunda Mısır ve Sümerler matematik ve astronomide oldukça gelişkindi.
Yıldızların konumu ve yılın süresi hesaplanabiliyordu. Şu anda kullandığımız
haftalara bölünmüş güneş yılı takvimi, Mısırlıların keşfidir. Mısırlılar,
matematik ve mühendislikteki gelişkinlikleri sayesinde dev yapıtlar inşa
edebiliyorlardı. Nil, Mezopotamya ve İndus havzalarında inşa edilen dev sulama
kanalları bir mühendislik harikası olarak, doğanın sırlarının keşfedilmesi ve
–sel gibi- doğal afetlerin kontrol altında tutulmaya başlanmasının ürünüdür.
Demir
çağının başlamasından sonra (MÖ 1000-900, Mezopotamya) başta askeri teknikler
olmak üzere, zanaat, ticaret ve tarımda önemli değişimler yaşanmıştır.
İnsanların dev deniz araçları yapabilmesi, ticaretin genişlemesini sağladığı
gibi kültürlerin kaynaşmasını ve bilginin hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu
entelektüel birikim, insanı, lokal yaşam alanından çıkarıp, kendisinin evrenin
bir parçası olduğu fikrine götürdü. Zaten evren fikri-algısı, tek başına, tek
tanrı fikri için geniş bir zemin sunuyorken, mevcut entelektüel birikim, sınıf
mücadelesi ile birleşerek tek tanrı fikrini yaratmıştır.
Tek tanrı
fikrini ilk olarak Tevrat’ta görüyoruz. Peygamber İbrahim (tahminen MÖ
1700’ler) tek tanrı fikrini ortaya atmıştır. Ancak mitolojiyi değil arkeolojiyi
ve antropolojiyi esas alırsak, ilk tek tanrı fikrini Mısır’da buluruz. Mısır,
Sümerlerde olduğu gibi, çok tanrılı dine sahipti. Bu durum ülke içindeki
birliği tehlikeye sokuyordu. Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır’ın birleştirilmesi,
bu riski artırmıştı. Thakae’li IV. Amanotep, bu duruma son vermek için, MÖ 14.
yüzyılda, Thabne’yi başkan yapar ve bu şehrin tanrısı Amon’u tek tanrı ilan
ederek, diğer tanrılara tapınmayı yasaklar. Bazı kasabaların bile ayrı bir
tanrısının bulunduğu Mısır’da bu kolay olmadı. Amon, güçlü Ra’nın gücünü
kıramadı ve iki tanrı birleştirildi. Adına Amon-Ra dendi. (Orhan Hançerlioğlu,
age)
Böylece
Mısır’da ilk tek tanrı deneyimi yaşanmış oldu. Devletle dinin özdeşleşmesi
sonucu, devletin ve hâkim sınıfların zenginleşme hayalleri, kendisini başka bir
hayalle, yani tanrılar vasıtasıyla gerçekleştiriyordu. Mısır’dan sonraki
–bilinen- ilk tek tanrılı devlet deneyimi, MÖ 1030’da kurulan İsrail
krallığıdır. İlk peygamber krallara sahip olan bu devlet, çok tanrılı dinlerden
tek tanrılı dinlere geçişte önemli bir aşamadır. Bu krallık sayesinde Yahudilik
mitolojisi ve tek tanrılı din fikri tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya
yayılmıştır.
Çok tanrılı
dinlerin sonunu hazırlayan en büyük siyasal ve kültürel dönemin, Helenistik
dönem olduğunu söylemek yanlış olmaz. MÖ 4. yy-1. yy arasında yaşanan bu 300
yıllık dönemi Makedonyalı İskender başlatmıştır. İskender, Yunanistan’dan
(Grek) Hindistan’a (İndus), güneyde Afrika’ya kadar olan geniş bir bölgede,
dinlerin-tanrıların, kültürlerin-entelektüel birikim ve ekonomik biçimlerin
yaygınlaşıp kaynaşmasına vesile olmuştur. Bu da zengin bir birikim yaratmıştır.
Çok tanrılı dinlerin sonbaharını yaşadığı bu dönem, tarihin en büyük ve en
güçlü köleci devletlerinden birinin, Roma’nın kurulmasıyla sona erer.
Roma,
çoklu etnik ve dini topluluklara sahipti. Ayrıca köleci devletin en fazla
olgunlaştığı ve klasik hale geldiği bir devlettir. Haliyle köle ile efendiler
arasındaki çelişmenin de en fazla keskin olduğu bir ülkeydi. Bu sınıfsal
çelişmelerin olgunlaşması, Helenistik dönemle birlikte gelişen
entelektüel-kültürel zemin üzerinde tek tanrılı din olan Hıristiyanlığın ortaya
çıkmasını sağlamıştır.
Yahudiliğin
devamı ve “tamircisi” olarak ortaya çıkan Peygamber İsa, geniş köle kitlesi ile
yoksulları çevresine toplamakta pek zorlanmadı. “Yahudi gelenekleri ile Yunan
–özellikle Stoacı- felsefenin kaynaşmasını kendine temel alan” Hıristiyanlık,
“o ana kadarki dünya düzenini tersyüz etmesi ve zenginlerin, güç sahiplerinin
ayrıcalıklarını aşağılaması ve bununla birlikte bütün dünyevi zevklerin
aşağılanması ile şehvetin köreltilmesinin öngörülmesi” (Engels-Marks, age, Sf:
232) şeklinde bir özelliğe sahipti.
Roma, işgalci ve haraççı bir devletti. Kendisine bağımlı kıldığı ülkelere
görece özerklik vererek ömrünü uzatmayı başarmıştır. Ancak devletin varlık
koşullarından birisi olan merkeziyetçilik kendini dayattıkça, Roma kendi
hukukunu ve ahlakını özel hukuklara dayatmak zorunda kalıyordu. Bu da toplumsal
çelişmeleri keskinleştiriyordu. Yanı sıra, göçebe kabilelerin kuzeyden,
Afrikalıların güneyden, İranlıların ise doğudan sık sık saldırması, daimi ve
güçlü bir orduyu zorunlu kılıyordu ki bu da sömürünün yoğunlaştırılması anlamına
geliyordu. Bunlar dışında, Roma’nın hiçbir zaman iç iktidar dalaşından
sıyrılamadığını da eklemek gerekir. Tüm bunlar çürüyen ve temelleri sarsılan
bir imparatorluk yaratmıştı.
Roma’nın bu niteliği-çürümüşlüğü, toplumsal bir değişimi zorunlu kılıyordu.
Bu yeni toplumsal sistem için gereken ekonomik, siyasal ve kültürel zemin
olgunlaşmıştı. Bu devrim, dönemin dinsel düşüncesi dolayısıyla kutsal bir örtü
altında; yani Hıristiyanlık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Roma, üç yüz
yüzyıldan fazla bu değişime direndi. Ancak sonunda, Hıristiyanlığı,
parçalanmakta olan imparatorluğu ayakta tutabilme ümidiyle, resmi din olarak
kabul etti. Roma devleti ile özdeşleşen Hıristiyanlık, çok tanrılı dinlerin
hukukunun yerine, tek tanrılı dinin hukukunu hâkim hale getirdi.
Bu, Roma’yı parçalanmaktan kurtaramadı; Roma ikiye bölündü. Batı Roma bir
süre sonra parçalandı. Doğu Roma (Bizans) ise feodalizmin temsilcilerinden biri
olarak gelişmeye devam etti. Doğu Roma, Hıristiyanlığın dünyadaki “ilk temsilci
devleti” olmuştur. Roma’nın bölünmesi, antik çağın sonu, ortaçağın ve feodal
toplumun başlangıcı olarak kabul edilir. Bu dönem, ayrıca tek tanrılı dinlerin
dünyanın çoğunda hâkim olmaya başladığı sürecin başını ifade eder.
Köleci toplumda, çok tanrılı dinlerin uzun süre yaşayabilmesi, tamamen
kendi özgüllüğünün ürünüdür. Köle sahipleri ile köleler arasındaki çelişmenin,
temel çelişme olduğu bu toplum biçimi 3 bin yıldan fazla sürmüştür. Bu kadar
uzun bir süre ayakta kalması, kesinlikle, salt devlet zoru ile mümkün
olmamıştır. En başta kölelerin, kölelik bilinci olmaksızın bu sistem de var
olamazdı. Köleler, ancak yaşam koşulları dayanılamayacak noktaya geldiği zaman
isyan etmişlerdir. Köleler o noktaya gelene kadar, kölelik bilincini sağlayan
en önemli etken din olmuştur.
Din, sadece devleti meşrulaştırmakla kalmamış, köleliliği de
meşrulaştırmıştır. Dinin en önemli etken olduğu meşrulaştırma olmaksızın
devletin var olması düşünülemezdi. Tek yanlı bir şekilde kökleri ve köleliliği,
efendilerin yarattığı anlayışı doğru değildir; daha doğrusu madalyonun bir
yüzüdür diğer yüzü ise kölelerin de efendiler yarattığıdır. Bu iki olgu
birbirinden koparılamaz. Bunu yaratan (her iki sınıf için de) en önemli etken
din olmuştur. Bunun kavranması, devleti, salt zor aracına indirgeyerek, dinin devletle
özdeşleşmesinin ve yarattığı ideolojik meşruluğun kavranmasını da
engelleyecektir. Dolayısıyla sınıf savaşımının çok yönlü kavranmasının da önüne
geçerek günümüzün de dar-sığ yorumlanmasını beraberinde getirecektir.
Köleci toplumun incelenmesi, bize devlet ve sınıf mücadelesinin sınırları
içinde hapsolan dinin evrimin görülmesini ve dolayısıyla dini biçimli sınıf
mücadelelerinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Dinin, ne olduğu ve nasıl
biçimler alabildiği kavranmaksızın günümüzdeki dinin etkisinin nesnel ve çok
yönlü anlaşılabilmesi zordur.
c- Tanrısız dinlerin devletle özdeşleşmesi
Hindistan’da kölecilik ve devletleşme esasta MÖ 1500’lü yıllarda başladıysa
da Hindistan’da hiçbir zaman klasik bir köleci devlet kurulmamıştır. Üretim
esasta küçük köylülere veya komünal köylere dayanmakta; köleler, genellikle
esasta tapınak, yol, sulama kanalı gibi büyük binaların yapımı ile ev işlerinde
kullanılmaktaydı. Benzer sosyo-ekonomik yapı Çin’in birçok bölgesi için de
geçerliydi. Her iki coğrafyada da üretimin genelde zor doğa koşulları altında
yapılması dine özgün biçimler vermiştir. Nüfusun kalabalık ve iç içe oluşu da
bunu artırmaktadır.
Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm en yaygın olan tanrısız dinlerdir. Bu üç
dinde bir tanrı yoktur; yaratılış ve ahiret inancı da yoktur. Dolayısıyla
cennet-cehennem, şeytan melek vb. inancı da yoktur. Jainizm’in kurucusu
Mahavira’ya göre, yoktan var oluş düşüncesi saçmadır. Budizm’in kurucusu
Gautama’ya göre, evren ve öz yoktur; sadece oluş ve akış vardır. Konfiçyonizmin
kurucusu Kong-Fu Tse’ye göre ölümden sonra yaşamın varlığı kesin olarak
bilinemez; bu yüzden de ölümden sonrasını araştırmamak en iyisidir.
Her üç dinin kurucusu da, peygamberlik iddiasında bulunmamış, kendilerini
ilahlaştırmamış ve her üçü de sade ve kıt kanaat bir yaşamı öğütlemiştir. Her üç din
de, erdemi ve ahlakı öğretilerinin merkezine alır. Jainizm ve Budizm,
insanların tam eşitliğini savunur; prensler ile köylüler arasında bile ayrım
yapmazlar. Konfiçyonizmde ise en iyi değerli insan bilge insandır; Sokrates
gibi erdeme, ancak bilgi ile ulaşılabileceğine inanılır. (Orhan Hançerlioğlu,
age, Sf: 45-47)
Görüldüğü
gibi her üç dinde de sınıf savaşımını veya toplumsal hiyerarşiyi kutsayan bir
şey yok. Buna rağmen özellikle Budizm, uzun yıllar boyunca sınıflı devletin
toplumun dinsel-kutsal örtüsünü oluşturmuştur. Dinsel düşüncenin ve sınıf
savaşımının özü kavrandığında, paradoks gibi görünen bu durum açıklığa kavuşur.
Dinsel düşünce, sosyo-ekonomik gelişmelerle birlikte doğa ve insan arasında
çelişmenin ürünüyse, öncelikle bunları incelemek gerekir. Böylece hangi
bilincin, hangi çelişmenin ürünü olarak yaşandığını ve nasıl bir dinsel örtüye
büründüğünü daha iyi anlayabiliriz.
Her üç
dinin ortaya çıktığı dönemlerde (MÖ 6. yy) Hindistan ve Çin’de komünal mülkiyet
hâkimdi. Zor doğa koşulları altında, kalabalık bir nüfusla üretim yapılıyordu.
Köy komünlerinin yaygın olduğu bu dönemde, “birey, ancak böyle bir topluluğun
–sözcük ya da mecazi anlamda- üyesi olduğu sürece kendisini bir mülk sahibi ya
da zilyedi (geçici olarak verilen ve miras hakkı bulunmayan mülkiyet biçimi
–bn)” sayar. (Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 63, Sol
Yayınları)
Sulama
sistemleri, köy komünleri için hayati öneme sahipti. Bu yüzden sulama
kanallarını inşa edenler ve yönetenler, alt topluluklara karşı bir üstünlük
kazanmıştır. Böylece despot bir yönetimin ekonomik temelleri oluşturulmuş oldu.
Kapalı bir ekonomik sistem yaratan bu üretim tarzı, değişime en dirençli olan
sistemdi. “Bu, onun dayandığı temel ilkeden, yani bireyin topluluktan bağımsız
olamayışından, üretim devresinin kendi kendine yeterli oluşundan, tarımla el
zanaatlarının birliğinden vb. ileri gelir.” (Marks, age, Sf: 76)
Köy
komünlerinin, komünal mülkiyete dayanması, nüfusun kalabalık ve iç içe olması
(Cermen tipinin aksine) ve zor doğa koşulları ahlakı biçimlendirerek çilecilik
ve kıt kanaatçiliğin gelişmesini sağlamıştır. Ahlaksal açıdan en büyük erdem,
iyi ahlak sahibi olmaktır. Bugün bile bu ülkelerde (Asya’da) çalışmak ve sade
yaşam ibadet sayılmaktadır. Bu ahlakın yarattığı hukuk, iyi-kötü ayrımına
dayanır ve referans (çıkış) noktası komündür; kolektiftir. Doğa ve doğa
egemenliğinin dinsel yorumu, burada, komünün işleyişi ve varlık koşulları ile
özdeşleşir. Devletleştikten sonra, devletin varlığı, komünün varlık koşullarından
biri haline gelir. Böylece, ahlaka dayalı bu tanrısız dinsel öğreti, devletle
özdeşleşir.
Doğaya
iyice yabancılaşan tek tanrılı dinlerin aksine, burada, doğa hala dinsel
düşünceye biçim vermeye devam etmiştir. Bu durum, sınıf savaşımının ve çelişkilerinin
gelişkin olmamasından kaynaklanır. Kalabalık ve iç içe olan nüfusun varlığıyla
birlikte bu durum, toplumsal ilişkileri, doğaya uyumlu bir iyi ahlak temelinde
yükseltmeyi zorunlu kılmıştır. Komünün birliği ve varlığı buna bağlıdır. Bu,
özel ahlakı (örfi ahlak) yaratır ve komünün ömrünü uzatır. Devletin buna göre
biçim alması, genel bir hukuk yaratır. Devlet özel (örfi) hukuku kendi hukukuna
uyarlayarak ideolojik temellerini oluşturur.
Bu açıdan,
bahsi geçen üç dinin öğretisinin temelinde erdem ve iyi ahlakın bulunması
anlaşılabilir. Bu tür toplumlarda bilgeler ve atalar kutsal sayılır. Her üç din
de bilgiye ve ataya saygıyı ilk koşul sayar. Bu durum, karşıt sınıflara dayanan
bir zihniyet yaratmasa da hiyerarşinin temellerinden birini oluşturur. Özellikle
Konfiçyonizmde baba ve ataya saygı devlet sahiplerini de kapsar. Böylece bu
din, devlete en yakın olma özelliğine sahip olmuş ve uzun yıllar devletle
özdeşleşmiştir.
Komün
halindeki toplulukların, üretim için sulama kanallarına olan ihtiyacı, bu kanalları
elinde bulunduranlara karşı bir ekonomik bağımlılık yaratmıştır. Kafa ile kol
emeğinin ilk ayrışma örneklerinden biri olan bu durum, devlet organının
oluşmasını sağlamış ve komünlerin varlıklarını devletle ifadelendirmesini
beraberinde getirmiştir. Diğer topluluklara karşı bir güvenlik aracı ve sulama
kanallarının koruyucusu-düzenleyicisi olarak görülen devletin, komünlerle
bütünleşmesi zor olmamıştır. Bu organ-devlet, hâkimiyetini dinsel biçimde
meşrulaştırdığından dolayı komünlerin dini devletle özdeşleşmiştir. Bu da
sınıfların kabulünü ve meşruluğunu sağlamıştır.
Bu üç
dinin öğretilerinin merkezinde yer alan reenkarnasyon (ruh göçü) inancı
devletin hukuku ve ideolojisi ile birleşince iyi ile kötünün doğru ile yanlışın
ahlaksal referansı devletin ahlakı olmuştur. Böylece devletin ahlakının
meşruiyeti, daha geniş bir kutsal örtünün altına girer. Budizmin kurucusu,
Hinduizme tepki olarak ruh göçünü inkâr eder. Ancak, bilinç-akıl, bir oluş ve
sonsuz döngüdeki bir akış olarak görüldüğü için, ismen reddedilen ruh göçü,
başka isimde yaşam bulmuştur. Zaten daha sonraları onlarca mezhebe bölünen
Budizm’in birçok mezhebi ruh göçünü açıktan savunmaya başlamıştır.
Ruh göçü,
insan ruhunun, sonsuz sayıda, bedenden bedene geçtiği inancıdır. Her insanın
yaşadığı dönemde yaptığı iyilik ve kötülüklere göre bir sonraki bedeninin
biçimi ve sosyal durumu belirlenir. Çok iyilik yapanların zengin ve iyi insan
bedenine; çok kötülük yapanlarınsa çeşitli hayvan bedenlerine veya yoksul insan
bedenine tekrar geleceğine inanılır. Bu inanç, devletsiz toplumda iyi-kötü,
doğru-yanlış ayrımının (normlarının) komüne göre belirlenmesini sağlarken,
devletli toplumda esas referans, devlet ahlak ve hukuku olmaya başlar. Böylece
en büyük kötülük (yanlışlık-günah) tanrılı dinlerde olduğu gibi “devlete karşı
çıkmak” olmaya başlar ve cezası tek tanrılı dinlerdeki gibi ölümdür.
Bunlara
ataerkil zihniyetin etkisi eklendiğinde tanrısız dinlerin devletle
özdeşleşmesinin niteliği ayrıntılandırılabilir. Ataerkil zihniyet güce tapar.
Doğa güçlerinin karşısındaki acizliğin ürünü olan bu bilinç, şiddeti de kutsar.
Güce tapınma, gücü şiddetle özdeşleştirme, şan ve şerefin güç ile bu (bahsi
geçen güç ile) tanımlanması gibi özelliklere sahip olan bu zihniyet tüm
bunları, en büyük güç sayılan devletle özdeşleştirir. Böylece ataerkil zihniyet
dinsel olmayan kılıflarla da devleti meşrulaştırır. Bu meşruluk dinin, devletle
özdeşleşmesini hızlandırır.
Anlaşılacağı
üzere tanrısız da olsa, devletle bütünleşen-özdeşleşen din, devlet
ideolojisinin ve hukukunun kutsal örtüsü haline gelir. Asya devletleri
geliştikçe bu kutsal örtü de genişlemiştir. Yeni biçimler aldıkça, dogmalığı ve
katılığı artmıştır. Ki bir süre sonra, devletle özdeşleşen bu dinler,
kurucularının öğretisinden çok farklı biçimlere evrilmişlerdir. Bu evrim içinde
her üç din (öğreti) iyice fetişleştirilmiş ve kurucularının heykelleri, tapınma
nesnesi haline getirilmiştir. Özellikle Gautama’nın (Buda) 5-6 metreye varan
altın heykelleri, bu heykellerin sergilendiği dev ve ihtişamlı tapınaklar, devlet
tarafından yaptırılmıştır. (Zaten halkların buna gücü yetmez; ihtiyaç da
hissetmez!) Böylece soyut fikirler cisimleştirilerek, etkileri artırılmıştır.
Tapınak ve
heykeller ilahlaştırılınca, sadece bir ahlak öğretisi olarak ortaya çıkan bu üç
dinin özünden geriye fazla bir şey kalmaz. Kurucuların ilahlaştırılması,
devletle özdeşleşen bu dinlerin ruhban sınıfı yaratmalarını sağlamıştır. Bu
ruhban sınıfı, sosyal ve siyasal yaşamda başat bir rol oynamıştır. Bu ruhban
sınıfı ve ilahlaştırma-fetişleştirme, devletle bu dinlerin özdeşleşmesini
derinleştirmiştir. Çünkü tapınak ve heykellerin ihtişamı devlete aittir; onun
gücünün simgesidir. Devlet, bu tapınak ve heykellerin kutsallığının tezahürü ve
koruyucusu olarak görüldüğü için, bu semboller, devletle özdeşleşir. Devletin
varlığı bunlara, bunların varlığı da devlete bağlıymış gibi görülür.
Böylece,
sınıf karşıtlığı ve görünümüne sahip olmayan bir öğretinin bile, nasıl tanrılı
dinler gibi devletle özdeşleşebildiğini ve kutsal örtüler yaratabildiğini
görmüş olduk. Marks’ın deyimiyle “din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından
başka bir şey değildir.” (Marks, age, Sf:170)
3.
Feodal toplumda din ve devlet
a) Hıristiyanlık Avrupa’sında din ve devlet
Feodal devlet, köleci devlete göre daha yetkindir. Kölelerin verimsiz işgücü
yerine, serfler üretimin esasını gerçekleştirir. Toprağın temel üretim aracı
olmaya devam ettiği feodal toplumda köylü ve serflerin varlığı feodal devletin
varlık koşulunu oluşturduğu için sistem esasta serfleri toprağa bağlayacak bir
hukuku esas almıştır. Bu hukukun biçimi elbette önceki toplum biçimi gibi
dinseldir. Feodal devletin güçlenmesine paralel, kilise de güçlenmiştir.
Kilise, ekonomik olarak basit bir feodal beyin statüsünde iken, güçlendikçe
iktidarda da fazla söz sahibi olmuştur.
Kilisenin (Katolik kilisesi) önderi Papa, kendini “tanrının temsilcisi”
ilan ederek, Avrupa’daki Hıristiyan kralları etkisi altına almıştır. Krallar
bir yandan iktidarlarının devamı için kiliseye muhtaç olurken diğer yandan da
onun üzerinde hâkimiyet kurmak için çalıştılar. Kilise (ruhban sınıfı) ile
aristokrasi arasındaki mücadele ve birlik, çeşitli biçimlere girerek kapitalist
sistemin hâkimiyetine kadar sürmüştür.
Skolastik dönemin (5. yy-17. yy) büyük bir kısmına yön veren Augustina,
insanın-toplumun ve devletin, tamamen kilisenin yönetiminde olması gerektiğini
savunuyordu. İnanç ve iradeyi, akıldan üstün tutuyor; maddenin var olmadığını
ve ruhun mutlak olduğunu savunuyordu. Tanrı hukukunun tek ve mutlak hukuk
olması gerektiğini savunan Augustina, yeryüzü krallığı ile tanrı krallığı
arasında ayrım yapan kişidir. Bu ayrım, yaklaşık 13. yüzyıla kadar kilisede
hâkim olmuştur. Ortaçağın karanlık ve zorba yanının kutsal örtüsü esasta
Augustina tarafından şekillendirilmiştir. Bu dinsel öğreti sayesinde, kilise
yüzyıllar boyunca hanedanları yönetebilmiş veya en azından ortak olmuştur; öyle
ki kilise birçok hanedan veya feodal beyden daha güçlü hale gelmiştir.
Kilise, mülk edinme ve elde tutma biçimi dolayısıyla aristokrasi ile
çatıştığı kadar uzlaşmak da zorundaydı. Yanı sıra, devletin (ve sömürüsünün,
zenginliğin, gücün…) bekası için, aristokrasinin ordusunun varlığı zorunluydu.
Devletin varlığının dinsel olarak algılanmasıyla birlikte kilise ile
aristokrasi arasındaki rekabet geçici, uzlaşı ise esas olmuştur.
Feodal devletin başında olan aristokrasi, niteliği gereği dini
dışlayamazdı. Yönetmek için olduğu kadar, meşruluk için de dine ve kiliseye
ihtiyacı vardı. Çatışmalı duruma rağmen kilise ile her zaman uzlaşmak
zorundaydı. Avrupa’da köylü ayaklanmaları başladıktan sonra bu uzlaşmalar
artmıştır. Din, devletle özdeş olduğundan dolayı aristokrasi bu uzlaşıyı daimi
kılmak zorunda kalıyordu.
Feodal devletin gelişmesi, üretim araçları ve üretim ilişkilerinin de
gelişmesini beraberinde getirdi. Sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi, meta
üretiminin gelişmesi ve artması gibi etkenler, yeni fikirlerin doğmasına neden
oluyordu. Bu sürece ilk tepkilerden biri, kiliseden, artık kitleleri yönetmekte
zorlanan ruhban sınıfından gelmiştir. Böylece dinsel boyunduruğun
gevşetilmesini sağlayan Thomas Aquinas’ın fikirleri aydınlanma çağına kadar
hâkim olmuştur.
T.Aquinas, Augustina’nın tanrısını kısmen yere indirdi. Aristo’yu
Hıristiyanlıkla birleştirerek yeni biçimler verdi. Önceki dönemin
(Augustina’nın) tersine, maddenin varlığını kabul etti. Aristo’nun 4 temel
nedenini olduğu gibi Hıristiyanlık felsefesi ile kaynaştırdı. Akıl’ın iman ve
iradenin tamamlayıcısı olduğunu savundu. Kilise (Tanrı) hukuku ile toplum
hukukunun birleştirilmesi gerektiğini ve insanın, toplumsal bir varlık olduğunu
savundu. Devlet ve kiliseyi bir bütünün iki parçası olarak gördü. Böylece
dünyevi yaşama ve akla bir adım yaklaşmış oldu. ( Felsefe Tarihi, Sf: 150-200,
Üniversite Kitap Yayınları) Ortaçağın son dönemlerine hâkim olan bu öğreti,
Rönesans’ın baskısı ve meta üretiminin gelişmesinin ürünü olarak, dinin
yenilenme ihtiyacından doğmuştur.
Kilise ile aristokrasi, hiçbir zaman İslam devletindeki gibi bir özdeşliğe
sahip olamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri Avrupa feodal üretim tarzı ve
devletinin özgüllüğüdür. Avrupa’da doğudaki gibi güçlü ve merkezi bir devlet
hiçbir zaman kurulamadı. Avrupa devletleri en güçlü oldukları zamanlarda bile
iktidarı yerel feodaller (aristokratlar) ile paylaşmak zorundaydılar. Bunun
nedeni, öncelikle kölecilikten çıkmış güney Avrupa ile ilkel göçebe-kabile
sisteminden feodalizme geçiş yapmış olan kuzey Avrupalıların kaynaşmış
olmasıydı. Özgürlüğüne düşkün olan kabileler yeni devletler içindeki özgürlük
alanlarını alabildiğince geniş tutmaya çalıştılar; bunun için de çatışmayı göze
aldılar. Diğer bir nedense feodallerin klasik biçimiyle evrildiği yerin Roma
olmasıydı.
Bu biçimiyle gelişen feodalizmde, ülkelerin toprakları, aristokrasi
arasında paylaştırılır. Bu toprak sahiplerinin çatışması geçici değildir. Çünkü
her toprak sahibi (aristokrat) aynı zamanda güç anlamına gelen, ana üretim
aracı toprağa (ve üzerindeki köylüye) sahip olmak için alanını genişletmek
zorundaydı. Bu çelişki feodal beyi hem içten (sınıf çelişmeleri ile) hem dıştan
(işgaller ile) güçsüz kılar. Dolayısıyla bu tarz siyasal-ekonomik ilişkilerin
olduğu bir yerde doğu devletleri gibi, merkezileşme yaşanmaz. Merkeziyetçiliği
en fazla sağlayabilen devlet olan Doğu Roma bile, merkeziyetçiliği, Avrupa’da
feodalizmin gelişmesiyle birlikte zayıflamış ve iktidarı yerel feodallerle
paylaşma zorunda kalmıştır.
İktidarın dağınıklığı, kilisenin gücünün dağınık olmasına neden oluyordu.
Gerek aristokrasinin gerekse ruhban sınıfının iktidar dalaşı yüzünden birçok
mezhep ve tarikat doğmuştu. Ezilenlerin de kendisini dinsel ifade etmesinden
dolayı mezhep ve tarikat sayısı yüzleri bulmuştu. Her yerel iktidar, ancak
dinsel sapkınlık yolu ile kendini –dinsel olarak- üstün göstermeye çalışıyordu.
Bunun yanında her aristokrat mutlaka belli bir sayıda ruhbanı kendisine çekmek
zorundaydı.
Bunun
sonucu olarak dinin ve iktidarın merkezinin neresi olacağı tartışmaları
(dalaşı) Hıristiyanlığı iki büyük kampa; Katolik ve Ortodoks mezheplerine
ayırdı. Daha sonra, Katolik kilisesine karşı çıkanlar Protestan mezhebi adıyla
Hıristiyanlığı esnettiler ve kendi iktidar alanlarını oluşturdular.
Protestanlık, yükselmekte olan burjuvazinin dini haline gelerek kitlelerle
bağını oluşturmada önemli bir araç olmuştur.
Feodal
Avrupa’da devlet merkezileştikçe kilisenin merkeziyetçiliği de artmıştır.
Kilise, en küçük yerleşim birimlerine dahi kiliseler inşa ederek aristokrasinin
askeri ve siyasal etkisinin az olduğu bölgelerde bile ideolojik hâkimiyetini
kurabiliyordu. Bu şekilde en geniş kitleye tanrı sürekli hatırlatılmaktadır.
Yapılan düzenli ayinlerle, tanrı ve temsilcisi devlet sürekli kutsanır. Bu
sayede, toprak sahibi kilise “tanrının adına” sömürüsünü iyice yayma ve
yoğunlaştırma zeminine genişçe sahip olmaktadır. Bu arada, devletin ilgili
birim veya yerel iktidarla kopmaz bir bağ içine girerek sınırlarını alabildiğine
genişletir.
Feodalizm
döneminde devlet ile kilisenin gelişip güçlenmesi birbirine kopmaz bağlarla
bağlıdır, aynı kulvarda, iç içe gerçekleşmiştir. Din ve devletin özdeşliği
dinin devlete bağlı olarak felsefi ve siyasal gelişimini sağlar. Devletin ve
sınıf mücadelesinin sınırları içine hapsolan din, her bölgeye göre özgül
biçimler alır; ama sınıflı toplumlar tarihinde bu sınırların dışına
çıkmamıştır. Bunu farklı bir biçimde gelişen İslamiyet ve Ortadoğu örneğinde de
görebiliriz.
b) İslam
dünyasında din ve devlet
Avrupa, 4.
yy’dan sonra feodalizme geçiş yaparken Arap yarımadasının orta ve güneyinde
hala kabile sistemi hâkimdi. Çoğunlukla çölde yaşayan bedevilerin esas geçim
kaynağı hayvancılık ve ticaretti. Coğrafi koşulların üretime olan olumsuz etkisi,
bedevilerin binlerce yıl boyunca hiçbir devletin hâkimiyetine girmemelerini
sağlamıştı. Bu nedenle, kabile sistemi de uzun yıllar boyunca varlığını
sürdürmüştü.
Batı-kuzeybatısında
Doğu Roma (Bizans), doğu-kuzeydoğusunda Sasani (İran) imparatorlukları bulunan
Arap Yarımadası, bu iki devletin çatışmalarının merkezindeydi. Arap Yarımadası,
dönemin en büyük ticaret yollarının üzerindeydi. Kuzeyinden İpek Yolu, batı ve
güney tarafından Kızıldeniz ticaret yolu geçiyordu. Doğu Roma, Hindistan’a
ticaretinde, bedevilerle işbirliği yapmak zorunda kalıyordu. Sasani devleti ise
Doğu Roma’yı zayıflatmak için bedevilerle işbirliği yapıyordu. Bedeviler, bu
rekabetten faydalanıp zenginleşiyor hem de sınırlardaki askeri etkinliklerini
artırabiliyorlardı.
Engels,
Araplar özgülünden yola çıkarak şu genellemeyi yapıyor: “Gerçekte toprakta özel
mülkiyetin yokluğu, tüm doğunun anahtarıdır. Siyasal ve dinsel tarihinin özü
buradadır.” (Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 142) Arap kentler
ticaret merkezi olmalarına rağmen, sayıları azdı ve gelişkin bir devlet
mekanizması yoktu. En güçlü şehir olan Mekke bile, Kureyş kabile federasyonu
ile yönetiliyordu. İlkel bir devlet aygıtını andıran ancak keskin sınıf
karşıtlığından ziyade, kabile şeflerinin uzlaşma aracı olan bir mekanizmaydı.
Özel
mülkiyet ve kişisel servet biriktirme, varlığını korusa da esasta komünal
mülkiyet hâkimdi. Dolayısıyla kültürel ve siyasal ilişkilerde kabile ahlakı
geçerliydi. Ataerkil zihniyet temelinde biçim alan bu ahlak, kabile içi ve
kabileler arası hukuku belirliyordu. Çok tanrılı dinlerin hâkimiyeti söz
konusuydu. Bu din, kabile ahlakı ve hukuku ile özdeşleşmişti. Hemen her
kabilenin bir tanrısı bulunabiliyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlığın yayıldığı
bu coğrafyada, çok tanrılı dinin uzun yıllar varlığını sürdürebilmesi, kabile
sisteminin kendine yeterliliği ve coğrafi koşulların avantajı sayesinde,
değişime ve dış etkileşimlere uzun yıllar direnebilmesinden kaynaklanmıştır.
Ancak 4.
yy’da Akdeniz havzasında başlayan büyük ekonomik bunalım, 6. yy’a kadar sürdü.
Bu büyük bunalım sonucu Roma’nın Hindistan’la olan ticareti daraldı; bazı
dönemler tamamen kesildi. Arap Yarımadası’nı da etkileyen bu ekonomik kriz,
Arap kabilelerinin zayıflamasına neden oldu. Ehli Sünnetin “cahiliyet dönemi”
dediği bu süreçte, kabileler arası çatışmalar arttı. Yağmanın, baskınların
erdem sayıldığı bu kabile sisteminde, kıt kaynaklar ve dış kaynakların azlığı
gibi nedenler çatışmaların yoğunluğunun 6. yy’ın sonlarına kadar sürmesine
neden olmuştur. Bu süreçte zaten zayıf olan tarım ve zanaatçılık iyice dumura
uğradı. Dolayısıyla toplumsal bir değişim kendini iyice hissettirmişti.
Arap
Yarımadası’ndaki Mezopotamya, Doğu Akdeniz, Mekke, Medine, Taif ve Aden gibi
önemli ticaret merkezleri, Helenistik dönem ve sonrasında Hıristiyanlığın
yayılması ile birlikte, eski dünyanın kültürünü özümlemişti. Bu kaynaşma,
zengin bir kültür birikimi yaratarak, İslam’ın felsefi ve teolojik zeminini
hazırlamıştır. İsa’nın, Musa’nın halefi olarak ortaya çıkması gibi, Muhammed de
İsa’nın halefi olarak ortaya çıkmış ve bir toplumsal devrimin öncüsü olmuştur.
İslam, Hıristiyanlığın tersine, başından beri devletle özdeş bir şekilde
gelişti. Devlet ve İslam birbirini geliştirmeye başladılar…
Bu
özdeşliğin, devletin kuruluşuyla birlikte gelişmesi bölgenin özgüllüğünün
ürünüdür. Henüz bir devlete sahip olmayan kabilelerde, komünal mülkiyet hâkimdi
ve her kabile, kendi bölgesinde iktidardı. Köleler bu kabilelerde var olmasına
rağmen, üretimin temel unsuru değillerdi. Üretim, hayvancılık ve kısmen de zanaat
ağırlıklıydı. Tarım esasta kuzeyde (Mezopotamya) ve güneyde (Yemen) yaygındı;
ama köleler burada da tarımsal üretimin temeli değildi. Köleler daha çok
tapınak, sulama kanalları gibi büyük yapıların inşaatında ve ev hizmetinde
kullanılıyordu. İslam devleti bu temeller üzerinde şekillenmişti.
İlk ve
temel sorun ise dağınık kabilelerin birleştirilmesi olmuştur. Özgürlüğüne
düşkün ve savaş-baskın kültürüne aşina olan kabileler ancak güçlü bir dinin
yardımıyla birleştirilebilmiştir. Merkezi ve güçlü bir yönetimin bulunmadığı bu
coğrafyada Peygamber Muhammed, Allah’ın birliğini, Peygamber İsa’dan yüzlerce
kez daha fazla vurgulamış, ön planda tutmuş ve İslam’ın temeli haline
getirmiştir. İsa’nın esas yoğunluğu tanrının birliği (yani devletin birliği)
değildi; çünkü birliği sağlayan öyle veya böyle (!) bir devlet Roma devleti
vardı. İsa’nın esas çalışması kendi meşrutiyetini sağlamaktı; bu onun için ilk
koşuldu. Bu yüzden kendisini tanrının oğlu olarak görmeye başladı. Böylece,
kitlelerin üzerindeki etkisini artırarak onları Roma’ya karşı
birleştirebilmişti.
Oysa
Muhammed, dağınık ve henüz devlet oluşturamamış olan kabileleri tek bir yönetim
altında toplamak zorundaydı. Bu kabilelerin birleştirilmesi ancak güçlü ve
merkezi bir devletle mümkün olabilirdi. Muhammed, kendisini İsa’dan farklı ve
ileri gördüğü için, bu farklılık üzerinden etkinlik kurabilirdi. Dolayısıyla
tanrının oğlu değil, sıradan bir insan olması gerektiğine inanmıştır. Böylece
soyun çok önemsendiği bir ortamda, tanrının tek temsilcisi olarak tarafsız
görünebilme zeminini yaratmış oldu. Yeni devletin varlığı, kabilelerin
birliğine bağlı olduğu için ve yeni bir toplumsal sistemi ancak böylesi bir
devletin yaratabileceğini düşündüğü için, Muhammed tanrının birliğini sürekli
ön planda tutmuştur.
Birliğin
sağlanabilmesinin temel koşullarından birisi, kabilecilik zihniyeti ve
kültürünü kırmak, en azından zayıflatmaktı. Bu nedenle Muhammed, eşitlik ve din
kardeşliği söylemlerini esas aldı ve kabileciliği zayıflattı. Biçimsel de olsa
bir birlik sağlayarak devleti kurdu. Bu devletin birliği –Roma devletinin
tersine- tanrının birliğine dolaysız olarak bağlıydı; bu nedenle, bu inanç
İslam’ın temellerinden, siyasal yaşamın ise merkezi unsurlarından biri haline
gelmiştir. Böylece İslam ve Arap-İslam devleti aynı süreçte ve aynı noktadan
çıkarak özdeşleşti. Hıristiyanlıktan farklı olarak bu özdeşleşme, ruhban sınıfı
ile iktidardaki sınıfları da özdeş hale getirdi.
Gerek
peygamber gerek halifeler gerekse hanedan halifeler, hem dini hem de siyasi
liderlerdi. Şehrin yönetimleri de kırsalın yönetimi de kadı-şeyhler
aracılığıyla hem siyasi hem dini otorite olan bu sınıf tarafından
yönetilmiştir. Bu özdeşlik teolojik olarak da temellendirilmişti. Kuran’da
“peygambere itaat Allah’a itaattir” denmiş ve bu itaat farklı ayetlerle değişik
biçimlerde vurgulanmıştı. Peygamberden sonra ise devletin başına itaat, aynı
özle ele alınmıştır. Halife hem tanrının temsilcisi hem de peygamberin soyunun
ve dinsel özünün devamı olarak görülürdü. Osmanlıya kadar iktidardaki tüm
halifeler peygamber soyundan gelmiştir (veya öyle olduklarını iddia
etmişlerdir). Kısacası İslam devletinde, hiçbir zaman “Sezar’ın hakkı Sezar’a
verilmemiştir.”
İslam-Arap
devleti, peygamber ve ilk dört halife zamanında (632-661), henüz yeterince
güçlenmemiş ve merkezileşmemişti. Bu dönemlerde devlet, öncekinden daha ileri
düzeyde bir kabile şefleri birliğinin mekanizması olmuştu. Şura denen bu
sistem, görece merkeziyetçiliği sağlasa da, esasta, hiçbir kabilenin
hanedanlaşarak kendi başına iktidarı alabilecek güce sahip olmamasından
doğmuştur. Kabile şeflerinin uzlaşmasının devamı, devletin birliği için
zorunluydu. Bu yüzden tanrının birliği bu dönemde “baş çelişme” olmaya devam
etti.
Hanedan
yönetimine geçildiği, MS 661 yılında, iktidara geçen Emeviler, halifelik sistemini
sürdürmüştür. Önceki dönemden farklı olarak, ırk unsuru öne çıkarılmıştır.
Devletin iyice merkezileştiği ve kişisel servet birikiminin, hanedanlar
yaratmaya başladığı bu süreçte, hanedanın meşruluk temellerinden birinin
ırkçılık olması, Ortadoğu ve İslam-Arap devletine özgü bir durum değildi.
Emevilerin
(ve sonrasında Abbasilerin), kendilerini “Allah’ın en sevdiği kulları” olarak
ilan etmesi, kendini tanrının temsilcisi olarak gören tüm iktidarların temel
düşünüş biçimidir. Bu meşrulaştırma biçimi (her yerde olduğu gibi) halkların
asimilasyonunu temel alır ve diğer ırklara/milletlere baskı uygular.
Emevilerin, Müslüman olmayan kitleler yanında Arap olmayanlara da baskı
yapmaya, onları aşağılamaya başlaması esasta, bu yaklaşımın ürünü olarak ortaya
çıkmıştır.
Emeviler,
sınıfsal çelişkilerin gelişmesi sonucu, devleti daha fazla askerileştirmiş ve
merkezileştirmişlerdir. Dolayısıyla despotlukları da aynı paralelde
gelişmiştir. İslam’a da buna göre biçim vermeyi ihmal etmemişler ve kendi
iktidarlarını meşrulaştıran ve kutsayan İslam yorumu (içtihat) dışındakileri
baskı altına almışlardır. Sadece devlete ve Emevilere en fazla muhalif olan
Şiiler değil, diğer Sünni mezheplere benzer baskıyı uygulamışlar ve İslam’ı,
isyancı halk teorisinin kılıfı yapan emekçi kitleleri ise sık sık
katletmişlerdir. Abbasiler döneminde ise, Emevileri aratacak biçimde, bu baskı
sürmüştür.
Din ile
devletin özdeşliği ve dini düşüncenin tüm toplumda hâkim oluşu ile dinin sınıf
mücadelesi sınırları içinde yeni biçimler alabilmesi olgusu birleşince, tüm
iktidar dalaşları ve halk isyanlarının dini biçimlerde gerçekleşmesi ve
İslam’ın yeni içtihat ve mezheplerini (tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi) yaratması
kaçınılmaz olmuştur.
İslam
devleti, içteki ayaklanmalarla, Selçukluların işgaline kadar uğraşmış ve
sonrasında Moğollar tarafından yıkılmış ve parçalanmıştır. Sonradan “İslam’ın
kılıcı” Osmanlılar olmuştur ve Ortadoğu’nun büyük bir kısmına hâkim
olmuşlardır.
c)
Hindistan örneği: Hinduizm
Çok
tanrılı bir din örneği olan Hinduizm’in, Hindistan’daki devletle nasıl ve neden
özdeşleşebildiğine kısaca da olsa değinmek, konuyu ve feodal toplumu, farklı
yönlerden kavramak açısından faydalı olacaktır. Hindistan’da, Aryanlar MÖ
1500’lerde, kuzeyden gelip devlet kurmuş olsalar da, bu devlet ve sahip olduğu
ekonomik sistem 19. yy’a kadar köklü bir değişim yaşamamıştır. Bu nedenle onu
bu bölüm içerisinde işlemeyi uygun gördük.
Kuzeyden
gelerek Hindistan’ı işgal eden Aryanlar için Hinduizm ideal bir dindi.
Hinduizm, en üstte din adamları Brahmanların en altta ise –insan yerine bile
konmayan- Dalitlerin bulunduğu bir kast sistemine sahipti. Bu dinsel örtü
altına sokulan sınıf farklılıkları çok katı bir biçimde belirlenmişti. Sami
dinlere göre çok daha bağnaz ve katı olan Hinduizm’de, sınıf/kast geçişleri ve
kastlar arası evlilik yasaktı. En üst kast olan Brahmanlar hem dini hem de
siyasi otoriteyi oluşturuyordu. İşgal üzerine kurulan hemen her devletin
dininin daha bağnaz olması veya ırkçılığın çok fazla ön planda olması (veya
ikisinin birden olması), evrensel olsa gerek.
Hindistan’ın
zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, (dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi)
katı bir inanç sisteminin kabulünü kolaylaştırıyordu. Köy komünlerine dayanan
ekonomik sistem ve ulaşımın zorluğu nedeniyle komünler arası iletişimin az
olması, çok tanrılı dinin, uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmesine ve yeni
biçimlerinin meşru görülmesine neden olmuştur. Bu özellikler ile Aryanların
zora dayanan yönetimleri sayesinde Hinduizm’in hâkim olması uzun sürmemiştir.
İktidar ve
üretim için gerekli sulama kanallarını elinde bulunduran üst kastlar, bunu dini
biçimde kutsayarak alt kastları baskı altında tutabilmiştir. Hinduizm’in bu
baskısı ve etkisi Hindistan’da yaklaşık olarak bin yıl yaşayan Budizm’in,
neredeyse tamamen Hindistan’dan silinmesini sağlamıştır (Doğu-Batı, Sayı: 30,
Sf: 110). Hinduizm’in bu etkisi, 19. yy’a kadar yoğun olarak sürmüştür.
Günümüzde bile Hindistan’daki hâkim sınıf partilerinin çoğu kast sistemini
savunmakta ve böylece Hinduizm hala, iktidarın temel ideolojik araçlarından
biri olma özelliğini korumaktadır.
4.
Kapitalist toplumda din ve devlet
Kapitalizmde,
devlet ile din özdeşliğinin ortadan kalkması ve siyasetin teolojiden
bağımsızlaşması, burjuva devletin dinsiz olduğu anlamına mı geliyor? Ya da
gerçekten seküler (dünyevi) olup, dinden elini-eteğini çekti mi? Bu sorulara
kısaca hayır demek, bilinçlerimizi yeterince aydınlatmayacaktır. Bu nedenle din
ile devlet özdeşliğinin neden kalktığını ve dinin, kapitalizmde neden hala
etkisini sürdürdüğünü farklı açılardan inceleyelim. Böylece, laiklik ve
sekülerliği “kutsayan” burjuvazinin ikiyüzlülüğü de açığa çıkacaktır.
Devlet ile
dinin bağımsızlaşması, ayrışması, kapitalist sistemin özüyle, iç çelişmesiyle
dolaysız bağlantılıdır. Kapitalizm, toplumu bencil bireylere bölen, atomize
eden ve bireylerin birbirini, yaşam koşulları açısından araç olarak görmesini
sağlayan bir sistemdir. Komünal mülkiyetin düşmanı olan kapitalizm, bu nedenle,
bireyciliği (bencillik değil, toplumculuk yerine bireyi esas alan bireyciliği)
kutsar.
Feodal
sistemin çürümüşlüğü, onun bağrında ortaya çıkan burjuva unsurların
güçlenmesini sağlar. Ücretli bir sınıfın, yani artı-değer sömürüsünün baş
“mağdurunun” serbest (özgür) olması gerekiyordu. Çünkü sermaye ancak bu
özgürlük ve bunun sayesinde emek gücünün de metaya dönüşmesi ile büyüyebilir.
Hukuki ve fiili olarak feodal beye ait olan serflerin, genişleyen ve
toplumsallaşmasını doruğuna çıkaran meta üretiminde yerini alabilmeleri için
–feodal beyden ve sisteminden- özgürleşmeleri gerekiyordu. Burjuvazinin
aristokrasiye karşı savaşımının temellerinden birisi buydu. “Özgürlük, eşitlik,
kardeşlik” şiarı, serflerin, özgürleşip emek gücü metalaşan proletaryaya
dönüşmesine kadar en yaygın olan şiardı.
Meta
üretiminin toplumsallaşması, üretim sürecinin ayrışmasını sağlamıştır. Meta
üretimindeki işbölümünün giderek daha fazla atomize edilmesi, özgür bireylerin
varlığını zorunlu kılıyordu. Bu özgürlük için önce, herkes “eşit” olmalıydı.
Eski toplumun bağrında, burjuva yaşamın unsurları (mülkiyet biçimi, üretim, aile
vb.), toplumsal bir ayrışmayı zaten yaratmıştı. Bunlar, eski toplumun özel
toplulukları olarak varlığını sürdürüyordu. Bu özel toplulukların devletle
ilişkisi, esasta teolojik değil, siyasaldı. Bu siyasal ilişki, burjuva devletin
varlığı ile birlikte hâkim hale gelmiştir. Böylece din, devletten ayrılmıştır.
Bazı
entelektüel çevrelerin iddia ettiği gibi salt, akılcı düşünce, dinsel düşünceyi
yendiği için bu ayrışım gerçekleşmemiştir. Ki, aklın ve bilimsel düşüncenin
hâkim hale gelişi, kapitalizmin hâkim hale gelmesinin ürünüdür ve tersi, yani
biri diğerinden bağımsız olarak var olmamıştır. Rönesans ve aydınlanma
dönemleri, kapitalizmin entelektüel zeminini hazırlamıştır, ekonomik zeminini
değil.
Liberal
burjuvazi, kapitalist devrimin, ekonomik özünden çok, düşünsel özünü öne
çıkartır; böylece ters bir bilinçle, önce liberal fikirlerin var olup, sonra
liberal ekonomiyi yarattığını iddia eder. Elbette Marksizm, mekanik tarzda,
önce ekonomi inşa oldu ondan sonra fikirsel dünya oluştu diye bir
anlayışa-darlığa sahip değildir. Marksizm, ekonomik temelin, düşün dünyasını ve
entelektüel birikimi geliştirdiğini esas alır; ama aynı zamanda bunların da
ekonomik temeli geliştirdiğini ve birbirini etkileyerek geliştiklerini kabul
eder. Sadece birini esas alıp (ve diğerini yadsıyıp) mutlaklaştırmaz.
Burjuva
toplum, bireyi hem üretim hem de tüketim için merkezine alıp kutsamak
zorundaydı. Meta üretiminin yaygınlaşması ve yoğunlaşması, tüketim toplumunu da
kapitalizmin temellerinden biri haline getirmiştir. Komünal mülkiyet yerine
özel mülkiyetin esas alınması, ihtiyaçların ötesinde bir tüketim alışkanlığı
yaratır. Bu alışkanlığı korumak ve yaymak, kapitalizmin varlık koşullarından
biri haline gelir. Bireyin, özgürce tüketebilmesi için özgür olması gerekiyordu
ki öyle oldu. Birey, varlık koşulu olarak toplumu-topluluğu görmeyi bırakır;
böylece diğer bireyler, birer araç gibi gözükür. Bireyin devletle ilişkisi,
teolojik devletin aksine topluluk aracılığı ve dini biçimlerle değil, doğrudan
ve siyasal bir ilişki (vatandaşlık ilişkisi) haline gelmiştir.
Bu ilişki
içinde, bireyin dindarlığı ile siyasal kimliği ayrışmıştır. Dindar insanla
vatandaş arasındaki fark, tüccar ile vatandaş, gündelikçi ile vatandaş, toprak
sahibi ile vatandaş, yaşayan bireyle vatandaş arasındaki farktır. Dindar
insanın siyasi insanla çelişkisi, vatandaşla siyasal devletin
çelişkisidir. (Marks, Din Üzerine, Sf: 58) Birey, artık burjuva toplumun
temeli “doğal nesnesidir” ve “burjuva toplumun, herkesin herkese karşı
savaşımının ruhu haline gelmiştir.” (Marks, age, Sf: 59) Birey, artık devletle
kendisi arasında dolaysız bir hukuka bağlıdır; artık kendisini siyasal devletle
ifade eder, topluluk aracılığı ile değil. “Burjuva birey için devlet, ruhçular
için dünyanın karşısında yer alan cennet gibidir.” (Marks, age, Sf: 57) Birey,
kendisinin varlık koşulu ve tanımlama aracı olarak devleti görür.
Burjuva
devlet, atomize olmuş burjuva toplumla, siyasal ilişkisini sürdürürken, dini de
bireycileştirir. Dini, özgürlükler alanına sokarak, inanç ve vicdan özgürlüğü
haline getirir. Böylece bireyin dindarlığı ile vatandaşlığı arasında bir
çelişme ortaya çıkar. Siyasal devlet, bu çelişki temelinde dinlerin
serbestliğini (en azından hukuki olarak!) kabul eder. Burjuva devlette, nasıl
ki seçimler için mülkiyetin varlığı koşulu kaldırılınca, özel mülkiyet ortadan
kalkmadıysa, devletin dinden ayrılması da ne dini ne de dindarları ortadan
kaldırmıştır.
Bu din
özgürlüğü, nasıl bir niteliğe sahiptir? İnsan hakları bildirgesinde (1791),
“özgürlük, başkalarına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir” deniyor.
Burjuvazinin özgürlüğü, bencil bireyin başkalarının mülkiyetini esas alarak
zarar vermemesiyle sınırlamaktadır. Çünkü burjuva toplumda vatandaşın en temel
hakkı, mülkiyet hakkıdır. Özel mülkiyet kutsaldır. Aynı bildirgede, mülkiyet hakkı
“kendi mallarından keyfince yararlanma hakkıdır” şeklinde tanımlanıyor (Marks,
age, Sf: 69).
Dolayısıyla
özgürlük –Marks’ın deyimiyle- “tarla sınırına konan çitler gibi bireylerin
ayrışmasının adıdır.” ( Marks, age, Sf: 70) Burjuvazi, böylece özgürlüğü
ayrışmaya indirgiyor. Çünkü başkasına “zarar vermeme”nin sınırı özel
mülkiyettir ve dolayısıyla bireyler arasında kalın sınırlar çizilir. Kolektif
ruh tamamen inkâr edilir. Bireyin topluma tabi olması gerekirken, toplum,
bireyin çıkarlarına tabi olur. Birey, kendini toplum veya toplulukla ifade edip
anlamlandıramadığı için, gerçeklikten koparak, özgürlükler alanını suni
yaratımlarla genişletmeye çalışır. Bu çaba, ufak bir metaya sahip olmayı bile
özgürlük olarak algılayabilecek düzeye gelir.
Komünal
yaşamdan uzaklaşıldığı sürece, sınırsız tüketmek de özgürlükler alanına girer.
Bu anlayış toplumda egemen hale geldiğinde bireyler arasındaki sınırlar da
iyice genişler. Herkes sınırsız tüketemeyeceği için sınıf çatışmaları
keskinleşir. Bu nedenle burjuva toplumda, bireyler arası sınırlar ancak polis
ve diğer güvenlik birimleri aracılığıyla korunabilir. Komünal topluluklarda
polis vb. yoktur; çünkü bireyin varlık koşulu topluluktur, komündür.
Bu temel,
bireyin düşün ve pratik dünyasını komüne göre biçimlendirdiği için özgürlüğün
başladığı yer ile bittiği yer yine komünün varlığıdır. Oysa bireyin diğer
bireyler için araç haline geldiği burjuva toplumda, birey özünden
(toplumsallığından) iyice koparılıp ayakları boşlukta olan bir bireye
dönüşmüştür. Birey bu durumda daima korunmaya ihtiyaç duyar. Özgürlükler alanı
ise devletin çizdiği sınırlar içinde hapsolduğu için din de bu sınırlar içinde
var olabilir.
Bu
bağlamda, siyasal devlet ile din ilişkisinin eleştirisi nasıl olmalıdır
sorusuna Marks şöyle yanıt verir: “Eğer tam siyasi özgürlükler ülkesinde bile
(Kuzey Amerika devletlerini kastediyor –bn) dinin yalnız var olmakla kalmayıp
hatta canlı ve kudretli yaşadığını görürsek, bu, dinin varlığının devletin
tamamlanmasına (evrimine –bn) aykırı olduğunu tanıtlar. Fakat dinin varlığı bir
kusurun varlığı olduğu için, bu kusurun kaynağı ancak bizzat devletin özünde
aranabilir. Din, bizim için artık dünyevi sınırlılığın temeli değil, görüngüsü
olur. Bu yüzden özgür vatandaşların dini önyargılarını, onların dünyevi önyargılarıyla
açıklarız. Onların dünyevi sınırlılıklarını kaldırmak için, dini dar
görüşlülüklerini kaldırmalarını iddia etmeyiz. Dünyevi sorunları, teolojik
sorunlara dönüştürmeyiz. Teolojik sorunları, dünyevi sorunlara dönüştürürüz…
Siyasi özgürlüğün dinle ilişkisi sorunu, bizim için siyasi özgürlüğün, insan
özgürlüğüyle ilişkisi sorunu haline gelir.” (Marks, age, Sf: 53)
Burjuva
devlet, egemenlik araçlarını çeşitlendirmiştir: Ulus, milliyetçilik, demokrasi,
insan hakları vb. Bunların yanında din de bir egemenlik aracıdır. Devlet, dinle
özdeşleşmeden, ama tüm din ve mezheplerle siyasal ilişkisini –araç temelinde-
sürdürür. Ama nihayetinde, bir dine yaslanır. Çünkü kitleyi yönetebilmenin en
etkin araçlarından birisi dindir; yani her egemen sınıf bir kitle tabanına yaslanmak
zorunda olduğu için ve bu yaslanmanın en geniş zeminlerinden birini din
oluşturduğu için burjuvazi, “din”siz yapamaz.
Burjuva
devlet, dini ideolojik manipülasyon ve meşruluk için olduğu kadar, siyasal bir
araç olarak da kullanır. Diğer din ve mezheplere de aynı temelde yaklaşır.
Burjuvazi, din ve vicdan özgürlüğünü bir egemenlik aracı olarak kullanırken,
diğer yandan da dinler-mezhepler arası çelişkileri artırmak ve sınıf
çelişmelerinin üzerini örtmek için kullanmaktadır. Böylece birçok yönden kazançlı
çıkmaktadır. Kapitalizmin anayurdu Avrupa’da din ile devlet ilişkisine, sırf
anayasal düzlemde göz attığımızda bile, “din ve vicdan özgürlüğü” ile
laiklik-sekülerliğin ne anlama geldiği daha rahat görülecektir.
Katolik
nüfusun yoğun olduğu Portekiz’de anayasanın 45. maddesinde “Devlet, tanrıya ve
insanlara karşı olan sorumluluklarının bilincindedir” deniyor. 46. maddesinde
ise “Katoliklik, Portekiz milletinin geleneksel dini olarak kabul edilir”
denmektedir. İtalyan anayasasının 7. maddesinde “Devlet ve Katolik Kilisesinin
münasebetleri Laterano Antlaşması ile belirlenmiştir” denmekte ve resmi din
Katoliklik olarak kabul edilmektedir. İspanya anayasasının 1. maddesinde “Ülke
kanunlarının ilham kaynağı… doğru inancı olan Roma Katolik Kilisesi doktrinine
göre tanrının kurallarına saygı göstermenin bir şeref olarak görüldüğü…”
belirtiliyor.
Protestan
nüfusun yoğun olduğu İzlanda’da anayasanın 62. maddesi, Finlandiya’da 83.
maddesi, Danimarka’da ise 4. maddesinde “Lutherci-Evangelist Hıristiyanlık
(Protestanlık –bn) devletin resmi dinidir” denmektedir. Ortodoks Hıristiyan
nüfusun yoğun olduğu Yunanistan anayasasının 3. maddesinde “Egemen din
Ortodoksluktur” deniyor. Laikliği anayasasına almış, nadir ülkelerden biri olan
Fransa’da resmi din tanımı-kabulü yoktur ama Fransız öğrencilerin 1/7’si kilise
okullarında eğitim görmekte ve Fransa devleti bu kiliseye maddi yardım
yapmaktadır. (Teori-Politika, ags, Sf: 157-161)
Tüm bu
örnekler yetmezse günümüz Avrupa’sında Hıristiyan Sosyal Demokratların
güçlenişini ve iktidara gelişlerini (Almanya’daki gibi) hatırlatmak gerekir. AB
Parlamentosunda Polonya, İspanya, İtalya ve Almanya Hıristiyan Demokratlarının
AB’nin bir Hıristiyan kulübü olması için yaptıkları çalışmaları da
örneklemeliyiz. Günümüzde batıda, yani laikliğin, sekülerliğin, din ve vicdan
özgürlüğünün anavatanında, dini hareketler etkisini artırıyor. Devlet ile
dinin, “bağımsızlaştığı” batıda, hukukun (evrensel hukuk denen şey!) bazı
uygulamaları bile tanrı kutsaması altında yapılıyor: Mahkeme salonunda kutsal
kitaba el basılması, evliliklerin rahiplerce kutsanması-onaylanması gibi.
“Özgürlükler
ülkesi” ABD’de Demokrat Parti adayı Obama, Müslüman olmadığını kanıtlamak için
takla üzerine takla atmak zorunda kalmıştı. “Özgürlükler ve fırsatlar ülkesi”
ABD’de, bugüne kadar bir kadın, bir siyah veya bir Latin başkan olmadığı gibi,
hiçbir Müslüman da başkan olmamıştır. Bir Budist, Hindu, Bahaî vb.nin de olma
şansı yoktur. Yani “özgürlükler ve fırsatlar” resmi dine mensuplar içindir;
bunlar içerisinde de burjuva katmanlara öncelik verilmesi “normal”
sayılmaktadır.
Avrupa
devletleri ve ordularının başkanları da Hıristiyan olur. İngiltere’de sadece
Hıristiyan olmak yetmez, Protestan da olmak gerekir; yani sekülerliğin
temsilcisi İngiltere’de Protestanlık belirleyici oluyor.
Ortadoğu’da
kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan İsrail’de fiili olarak Yahudi şeriatı
uygulanmakta; Yahudi olmayanlar devlet ve ordunun başına geçememektedir.
Türkiye’de laikliği anayasasına almış bir ülkede, “Diyanet İşleri Başkanlığı”
bulunur ve bu başkanlık, devletin resmi dini olan Hanefi-Sünni mezhebinden
oluşturulur ki bu uygulama cumhuriyet tarihi boyunca geçerli olmuştur.
Tüm bu
örnekleri artırmak mümkündür. Bu uygulamalar “ilerici, uygar, akılcı-bilimsel,
seküler, laik, özgürlükçü vs. vs.” retoriğini yüceltenlerce yaşama
geçirilmektedir. Haliyle kapitalizmde de din, etkisini koruduğu gibi gelişmeye
de devam ediyor. Burjuvazi sömürüyü yoğunlaştırdıkça hem kendisi hem de
kitleler dine daha fazla sarılıyor. Bunun en çarpıcı örneklerini emperyalizmin
gelişme sürecinde de görebiliriz.
Emperyalizm
de, tarih sahnesine çıktığından beri, dini, temel bir ideolojik-siyasal saldırı
aracı olarak kullanmıştır. İngiltere ile Fransa, Ortadoğu’yu işgal etmeleri
sonrasında bölge halklarını, esasta dini kullanarak böldüler. Bu iki devlet,
“böl-parçala-yönet” siyasetinin merkezine dini koymuştur. Fransa, Lübnan’da
mezhep ve din ayrımına dayalı olan ikrarcılık sistemini anayasa hale
getirmiştir.
Böylece
din savaşlarının, sınıf mücadelesini, fiili ve hukuki olarak örtmesinin
zeminini alabildiğine genişletmiştir. Fransa, ayrıca Anadolu ve Suriye’de,
Hıristiyan nüfusa yaslanarak, gücünü pekiştirmeye, varlığını meşrulaştırmaya
çalışmış ve bu yüzden de birçok kez Müslüman-Hıristiyan çatışması yaratmıştır.
Alevi ve Sünniler arasındaki çelişkileri de kullanarak, kitleleri bölmüş ve
küçük –uydu- devletleri din-mezhep temelli kurmuştur.
İngiltere,
Arap Yarımadası’nın sınırlarını, din temelli yeniden çizmiştir. Peygamber
soyundan gelen Haşimi kabilesinin Hicaz’daki etkisini kırarak Suud kabilesine
S. Arabistan’ı kurdurmuştur. Suudlar İslam’ın en bağnaz yorumlarından biri olan
Vahhabi tarikatına mensuptur ki bu ülkede resmi dini hala bu tarikat
belirliyor. İngiltere, Haşimilere Ürdün’ü kurdurmuş ve Irak ile Suriye’de kral
olmalarını sağlamıştır. Böylece peygamber soyunun kitleler üzerindeki etkisini
en üst düzeyde kullanmıştır. İngiltere Arap Yarımadası’nda dini otorite olan
Haşimiler ve Suudları kullanarak cihad (kutsal savaş) ilan edilmesini de
önlemiş oldu.
Anadolu’da hem sultan hem halife olan devlet yöneticisi, İngiltere’nin
elindeydi. Bu haliyle de cihadın önlenmesi ve Anadolu halklarının, İngiltere ve
diğer emperyalistlere karşı mücadelesinin kırılmasında –etkili bir şekilde-
kullanılmıştır. Halifeyi bir süre kullanan İngiltere, emperyalistler arası
dengelerin bir zorunluluğu olarak, Kemalistleri ve onların cumhuriyet rejimini
desteklemeye başlar. Bir yandan Anadolu’da “laiklik ve sekülerlik” retoriğini
propaganda ederken, aynı süreçte, Anadolu’nun hemen güneyinde bağnaz İslam’ı ve
despot rejimleri savunmaktaydı.
İngiltere, Filistin topraklarında uydu bir devlet kurmak için Yahudi gücünü
fiili ve hukuki olarak (Belfour Deklarasyonu) desteklemiştir. Dolayısıyla
İsrail’in, işgal üzerine toprak kurmasında belirleyici bir rol oynamıştır.
İngiltere, bu amacına ulaşmak için 1936-1939 yıllarında, Yahudi çetelere karşı
ayaklanan Filistinlilerden 20 binini katletmekten çekinmemiştir. ( Filistin
“Devrim Sürüyor”, Anka Yayınları) Yine İngiltere, Ortadoğu’daki etkinliğini
artırmak için Mısır’daki Hıristiyanlara (Kıptiler) yaslanmış ve Asurilerin
“himayecisi” olmuştur.
Bunun sonucu olarak Asurîlere (Süryani, Nesturiler ve Keldaniler) devlet
sözü vermiş ve özellikle Kürtlerle çatışmalarına neden olarak binlerce
Asuri’nin katledilmesine neden olmuştur. Gerek İngiltere gerek Fransa, bölge
halklarının mücadelesine karşı dini etkin olarak kullanmış, fetvalar
aracılığıyla teslimiyet ve pasifizm yaratmaya çalışmıştır. Günümüzdeki Ortadoğu
haritası bu iki devletin dini esas alan suni sınırları belirlemesi sonucu
oluşmuştur.
Emperyalizmin, II. Paylaşım Savaşı sonrası, sosyalizme karşı kullandığı en
etkin araçlardan birisi yine din olmuştur. ABD, SSCB’yi “yeşil kuşak” projesi
ile çevrelemiş ve İslami kesimlerin komünizmi “şeytan” ilan etmesini sağlamıştı.
CIA, Katolik kilisesi ve Anglikan Protestan kilisesi ile ilişkilerini
geliştirerek komünizmi karalama kampanyasında dinin etkisini
merkezileştirmiştir.
Emperyalizmin 90’lardaki temel ideolojik siyasal saldırı aracı olan “Yeni
Dünya Düzeni (YDD)” ve “küreselleşme” argümanlarında da dine, merkezi bir rol
vermiştir. Sınıfların inkârı, “medeniyetler çatışması” tezi temelinde
yansıtılarak, esas çatışma alanları dinsel olarak gösterilmiştir.
Bu paralelde geliştirilen “Ilımlı İslam Projesi” ile İslam’ın
“ehlileştirilerek” geniş bir bölgede hâkimiyetin artırılması hedeflenmiştir.
ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) meşrulaştırma çabasında da dini motifleri
ön planda tutmuştur. Ne G.W. Bush’un BOP’u “haçlı seferi” olarak ilan etmesi,
Kudüs’ü “Tanrının krallığı” olarak görmesi ne de yeni-muhafazakârların
(neo-con) ırkçı ve evangelist olması tesadüf ya da gaftır.
ABD, Irak’ta Sünnilere karşı Şiileri kullanırken Lübnan’da ise Şiilere
karşı Sünnileri kullanmaktadır. Çin’de ve Çin’e bağımlı olan Mynmar’da (Burma)
ise Budizm’i etkinlik aracı olarak kullanmaktadır. Budistlerin bu bölgelerde
azınlık oluşu ve baskı görmesini “sahiplenerek” bu kesimlerin “himayecisi”
rolüne bürünmüştür. Budistlerin ruhani lideri Dalay Lama’ya kol-kanat gererek,
Beyaz Saray’da 3 kez “şeref madalyası” veren de yine ABD’dir.
ABD, tüm bunları esasta “din ve vicdan özgürlüğü” retoriği ile yapmaktadır.
ABD’nin kurduğu “Din Hürriyeti Komitesi (1980)” 1990’larda faaliyetlerini
yoğunlaştırmıştır. Bu komite kendisini resmi olarak 1997’de ilan etmiştir.
Komitenin varlık nedeni “Din ve Vicdan Hürriyetini tüm dünyada hâkim kılmak”
olarak lanse edilmektedir. ABD, bu “hürriyetlerle” halkları atomize ederken,
rakip devletleri elini zayıflatmak için etkin bir araca sahip olmaktadır.
ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi ile olan dalaşında da dine önemli bir
rol vermiştir. Katolik kilisesi, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak için,
Müslümanlara prim veren “çocukların arafatta kalması” anlayışını değiştirerek,
artık “ölen çocukların da cennete gideceğini” müjdelemiştir. Katolik kilisesi,
2000 yıllık dini bir kuralı-inancı, sırf Müslümanları daha fazla etkilemek
uğruna değiştirmiştir. Ki değişimler bununla da sınırlı kalmamıştır. Katolik
kilisesi, Ortodoks kilisesi ile birleşmek için “tanrının temsilciliği”nden
istifa etmiştir. ABD emperyalizmi, bölünmüş durumdaki Ortodoks kiliselerini,
Rusya’nın güdümünden çıkarmak için, Katolik Kilisesi ile birleştirmeye
çalışmaktadır. Papanın tanrının temsilcisi olmaktan vazgeçmesinin esas nedeni
budur.
“Özgürlükler ülkesi-seküler” ABD’nin başkanı G. W. Bush, BOP’u “haçlı
seferleri” olarak ilan etmekle kalmamış, BOP’un “tanrısal bir görev” olduğunu
da söylemiştir. Eylül 2002’de Beyaz Saray tarafından yayımlanan Ulusal Güvenlik
Stratejisini oluşturan Bush, “İnsanlık bugün düşmanlarını da özgür kılacak
zaferi sağlayacak olan fırsatı avucunun içinde tutmaktadır. ABD, kendisine
bahşedilen bu görevi yerine getirme sorumluluğundan gurur duymaktadır… İnsanlık
onuru, vicdanı ve ibadet özgürlüğünü daha ileri götürmeye kararlıyız” demiştir.
( Cumhuriyet Strateji, 16.06.2008) Bush, Irak işgalini bile, “Tanrının rüyasına
girerek emrettiğini” söylemiştir. ABD, bir taraftan akıl-bilim retoriği
yaparken diğer taraftan, liberalizmin temel ilkelerinden biri olan “din ve
vicdan özgürlüğü” ile dini, hegemonya politikalarının merkezinde tutmakta ve
sömürüsünü yoğunlaştırabilmektedir.
Rusya da ABD’den aşağı kalmayan bir şekilde, dini hegemonya stratejisi için
kullanmaktadır. Ortodoks Hıristiyan nüfusun genel nüfusa oranının % 86 olduğu
Rusya’da, Moskova Kilisesi dini otoritedir. Balkanlar ve Doğu Avrupa’da da
hâkim olan bu dini, Rusya etkinlik aracı olarak yüzlerce yıl kullanmış,
kullanmaya da devam etmektedir. ABD’nin Rusya’yı sıkıştırmak ve Balkanlar ile
Doğu Avrupa’da etkinliğini artırmak için, Katolik Kilisesi, Anglikan Kilisesi
ile Fener Rum Ortodoks Kilisesi (İstanbul) arasındaki “Kutsal ittifak” esasta
Rusya’yı hedeflemekte ve bu sayede kitlelerin manipülasyonu sağlanmaya
çalışılmaktadır.
ABD, bu çabaları sonucu, Ortodoks nüfusun yoğun olduğu Yunanistan (% 98),
Bulgaristan (% 82) ve Romanya’yı (% 87) hegemonyası altına almayı başarmıştır.
Böylece Ortodoks kiliselerin bölünmüşlüğünü de derinleştirmiş olmaktadır. Rusya
buna karşılık, “kutsal ittifakı” yıkmayı ve Ortodoks nüfusu, Moskova kilisesi etrafında-merkezinde
toplamaya çalışmaktadır. Fener Rum Patrikhanesinin himayesine girmek isteyen
Ukrayna Ortodoks Kilisesini tehdit etmesi, F. Rum Patriği Barthelemaos’un
Ukrayna ziyaretini engellemeye çalışması vb. çabalar Rusya’nın dini daha etkin
kullanma çabalarıdır.
Rusya, bunlarla yetinmeyerek Ortadoğu’da etkinliğini artırmak için de dini
kullanmaktadır. İran ve Suriye ile Ortadoğu’da etkinlik kurmaya çalıştığından
dolayı ülkesindeki Müslümanlara yaklaşımı da bu yönleriyle ılımlı hale
gelmiştir. Ancak Rusya, ABD’nin ılımlı İslam projesinin bir ayağı olan F.
Gülen’in okullarını, Rusya çapında yasaklamayı ihmal etmemiştir. Rusya, ABD
kadar etkin ve geniş olmasa da (ki bu koşullar ve güç dengesinden kaynaklıdır)
dini, hegemonyası için etkin olarak kullanmaya çalışmaktadır. Özellikle Putin
Rusya’sı, bu yolda çok mesafe kat etmiştir.
Burjuva devlet, insanlık tarihinde hem ekonomik hem de düşünsel olarak bir
devrimi işaret eder, zorunlu kılar. Ancak, burjuvazi sömürü üzerine var olur.
Bu sömürü, devletin ve hâkim sınıfların meşru görülmesini zorunlu kılar. Bu
meşruiyet doğal yollardan sağlanamayacağı için, ideolojik manipülasyon temel
egemenlik aracı haline gelir. Böylece burjuvazi başlattığı devrimi geri
çevirmeye, en azından hızını kesmeye başlar; böylece gerici bir nitelik
kazanır.
Karşı devrime geçen burjuvazinin yönetmek için kullandığı en etkin
araçlardan birisi dindir. Dinin yaygınlığı ve etki gücü bunu zorunlu kılar.
Dinin, bireylerin vicdan özgürlüğü olarak sunulması, burjuvaziye daha geniş bir
hareket alanı yaratır. Teolojik devlet, özü gereği ancak bir dine-mezhebe
yaslanabilirken, burjuvazinin böyle bir zorunluluğu yoktur. İşgal ettiği,
sömürdüğü her ülkenin, özgüllüğüne göre bir dini veya mezhebi “din ve vicdan
özgürlüğü” adı altında destekleyebilir veya “terörizm” adı altında ona karşı
savaşabilir. Teokratik devlette (te=tanrı, krasi=yönetim) dini yoğunluğu ve
baskısı daha fazla iken, burjuva devlette ise yoğunluğu daha azdır; ama
etkinlik alanı daha geniştir. Din, burjuvazinin elinde bir “hamura” dönüşerek
yeni biçimlere daha rahat girebilmektedir.
Kapitalizmin az-görece geliştiği yarı-sömürgelerde din ile devlet özdeşliği
tam olarak kalkmaz. S. Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, Ürdün, İran bunların
tipik örnekleridir. Bu özdeşlik hem devlet erkânında hem de kitlelerde
kısmen korunur. Dolayısıyla iç içe girmiş olan ekonomik ilişkiler, dinsel
düşünce ile bilimsel düşüncenin de iç içe olmasını sağlar. Bilimsel düşünce
yaygındır; ama teolojinin gölgesi altındadır. Yeni teknolojiler veya üretim
araçları da ancak teoloji ile uyuşturularak kullanılır. Bu tür devletlerde,
siyasal ilişkilerde din hala belirleyici rol oynar. Ülke hukuku, dini
kurallarla medeni kuralları iç içe geçirir. Devletin, kitle üzerindeki en büyük
egemenlik aracı din olmaya devam eder.
Türkiye
ise kendi özgüllüğüne sahiptir. Batı ile Doğu kültürleri arasında sıkışan
Türkiye Batı kültürünü en fazla benimseyen ülkelerden birisidir. Türkiye’de ne
devlet ne de kitleler, batıdaki gibi bir siyasal yaşamı oturtamamıştır. İşçi
sınıfının bile kendisini dinsel kimliği ile ifade edebilmesi, “dinci”
sendikaların varlığı bunlara birer örnektir. Laikliği anayasasına almış olan ve
onu devletin temellerinden biri haline getiren Türkiye’nin “Diyanet İşleri
Başkanlığı”na sahip olması bu özgül siyasal yapıdan kaynaklanır. Bundan dolayı
Türkiye’de siyasal mücadeleler ile dini görünümlü mücadeleler iç içe geçmiştir.
TC’de
gelişkin bir burjuvazi olmadığından ve feodal kültürün yoğun etkisinden dolayı,
din de etkin bir konuma sahiptir. TC egemen sınıfları dini, batı burjuvazisi
gibi esnek ve geniş bir alanda kullanabilecek düzeyde olmadığından (ve bu
koşullara sahip olmadığından dolayı) dini, teokratik devletleri andırabilecek
biçimde kullandığı olmuştur. Meşruiyeti için dine zorunlu olarak ihtiyaç duyan
Türk egemen sınıfları, mozaik yapısı olan Anadolu kitlelerini asimile etmek
için yıllardır baskı uygulamışlardır. Bu nedenlerden dolayı Türkiye’de dinin
etkisinin, dogmatizme düşülmeden incelenmesi ayrı bir önem arz etmektedir.
Burjuva
toplumlarda ve yarı-sömürgelerin bazılarında, dine tamamen karşı olan, ona
karşı cepheden tavır alan radikal burjuva kesimler de bulunmaktadır. Ancak
bunlar hiçbir zaman çoğunluğu oluşturmamıştır. Radikal burjuva ateizminin baş
temsilcisi olan jakobenler bile (Fransa’da) kiliseyi ancak birkaç yıl
yasaklayabilmiştir. Emperyalizm çağına girilmesiyle birlikte bu kesim, hiçbir
zaman çoğunluğu oluşturamamış ve iktidara gelememiştir.
Burjuva
devlet, sömürü üzerine var olmak zorundadır; bu onun varlık koşuludur.
Dolayısıyla burjuvazi var olduğu sürece etkili bir manipüle aracı olan dini
kullanmaktan geri durmayacaktır. Kapitalizme, 90’lı yıllarla birlikte yeni
biçimler vermeye çalışan ve bu vahşi sistemi “insancıl” hale getirmeye çalışan
bazı çevreler, dinler arası diyalogun ve uzlaşının olabileceğine inanıyor. Oysa
her dinsel biçim, siyasal ve ideolojik temelin bir tezahürüdür.
Nasıl ki
burjuvazi ile proletarya uzlaşamazsa, her biri dünyaya egemen olma iddiasında
bulunan dinlerin de uzlaşması mümkün değildir. Geçici olarak yaratılan
uzlaşılar, saygı temeline dayanan bir yaşam tarzını benimseyen kitlelerce
olanaklı olabilmektedir. Ama sınıf çelişkisinin keskinleştiği her yerde dini
çelişmelerin de keskinleşmesi Marksizm’in bir öngörüsü veya tahmini değildir;
tarihin ve günümüz siyasal gelişmelerinin sayısız kez kanıtladığı bir
gerçekliktir.
5-
Sosyalizmde din ve devlet
Marks’ın
şu sözleri sosyalizmi özlü biçimde ifade etmektedir: “İnsanın ve doğanın gerçek
var oluşu pratik duyusal ve algılanabilir olduğuna göre –insan, insan için
doğanın varlığı ve doğa, insan için insanın varlığı olduğuna göre- dışlanmış
bir varlık, doğanın ve insanın üzerinde bir varlık sorunu –doğanın ve insanın
önemsizliğini kabul etmeyi, ima eden bir sorun- pratikte olanaksızlaşmıştır. Bu
önemsizliğin yadsınması olarak tanrıtanımazlık, artık bir anlam taşımamaktadır;
çünkü tanrıtanımazlık tanrının olumsuzlanmasıdır ve insanın var oluşunu bu
olumsuzlama yoluyla ortaya koymaktır; ama sosyalizm olarak sosyalizmin böyle
bir aracılığa gereksinimi yoktur. Sosyalizm, öz olarak insanın ve doğanın
pratik ve kuramsal duyusal bilincinden kalkarak yola çıkar. Sosyalizm artık
dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen insanın olumlu
şekilde kendi bilincine varışıdır ve yine aynı şekilde gerçek hayat insanının
özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile, komünizm aracılığıyla
meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (Marks, 1844 El Yazmaları, Sf: 123)
1917 Ekim
Devrimi ile 1949 Çin Devrimi, bizlere, çeşitli din ve ırktan insanların, ortak
ekonomik çıkarları için bir araya gelerek yeni bir ülke yeni bir yaşam kurmanın
en güzel örneklerini vermişlerdir. İnsanlar geleceğe umutla ve güvenle bakmaya
başladıkları-başlayabildikleri sürece dinin etkisi azalır. Dinin yok olmasının
esası, eğitim değil, bu ekonomik temeldir. Bu da ancak, sınıfları ortadan
kaldırmayı hedefleyen bir ekonomik sistemle mümkün olabilir.
Din, tarih
boyunca, kitlelerin sınıfsal çıkarlarını, özlemlerini, duygularını ifade etme
aracı-biçimi olmuştur. Ekonomik sömürü, sefalet ne kadar yoğunlaşırsa din de
öylesine güçlü olmuştur. Egemen sömürücü sınıfların, dini etkin olarak
kullanabilmelerinin bir nedeni de budur. Sosyalizmde bu neden ortadan kalktığı
sürece dine ihtiyaç da azalır. Kitleler, kendilerini tanımlamak için bir
aracıya ihtiyaç duymaz, tıpkı bir hayal dünyasına ihtiyaç duymayacakları gibi.
Sosyalist
devlet, siyasal devletin tamamlanması-evrimi sürecinin bir aşaması olarak dinle
bağını tamamen koparır. Dini, özel bir mesele olarak ele alan sosyalist devlet,
ateist ile dindar kişi arasında ayrım yapmaz. Böylece, kitleler, ekonomik
çıkarları temelinde kültürel bir kaynaşma zeminine, gerçek anlamda, sahip olur.
Sosyalizmin dine yaklaşımının esasta bu şekilde olması veya bunun güzel
örneklerinin yaşanması hiç hata yapılmadığı anlamına gelmez. Gerek SSCB’de gerekse
de Çin’de, burjuva radikalizmini savunanlar tarafından birçok hata yapılmıştır.
SSCB’de,
bazı bölgelerde Kur’an yasaklanmış, Müslümanlara zorla domuz eti yedirilmeye
çalışılmıştır. Çin’de ise Tibet başta olmak üzere, Budistlere baskı
uygulanmıştır. Her iki hatalı yaklaşım da Parti içindeki burjuva ateizmini
savunanlarca gerçekleştirilmiştir. SBKP’de dine karşı iki farklı yaklaşım
bulunuyordu. Bir uçta, yanlışı savunan, dinin gerici olduğunu ve dine karşı
mücadelenin parti programına konularak, radikal bir çizgide ele alınmasını
savunanlar vardır. Diğer uçta ise doğru temelde, Lenin’in de aralarında
bulunduğu uçta, dine karşı mücadelenin, esas çizgisinin, ekonomik siyasal
mücadeleler temelinde yükselecek bir ideolojik-siyasal mücadele ile ve dinin
sönümlenerek yok olmasını hedefleyecek biçimde ele alınmasını savunanlar vardı.
(Lenin, Din Üzerine)
Bu tür
hataları geçmişe dönemeyeceğimiz için düzeltemeyiz. Ama ders çıkartıp, ilerde
aynısının tekrarlanmamasını sağlayabiliriz. İnsanlık tarihi kadar yaşı olan dinin,
yeterince kavranamaması, diğer ideolojik hastalıklarla birleşince önemli
hatalara yol açabilmektedir. Dinin özünün, doğa ve topluma yabancılaşma olduğu
temel alınırsa, sosyalizmde de bu yabancılaşma kalktığı sürece dinin yok
olabileceğini de rahatlıkla görürüz. Dine karşı cepheden mücadele etmek,
baskıyı doğuracaktır ve sosyalistleri de yıllardır uğruna mücadele ettikleri
şeyin zıddına çevirecektir. Dolayısıyla din gibi hassas bir konuda netleşmek
gerek günümüz mücadeleleri gerekse sosyalizm için zorunluluktur.
1.
Tanrılı dinlerin ve Teokratik Devletin Bazı Kutsal
Örtüleri
Kutsal
örtülerin bazılarını açıklamaya başlamadan önce, teokratik devletin temel
özelliklerini vurgulamak, hem din-devlet özdeşliğini hem de kapitalist devletle
teokratik devlet arasındaki temel farklardan bazılarını görmüş oluyoruz.
Teokratik
devlet (Tanrının kurallarıyla yönetilen devlet), burjuva devlet gibi bireyi
muhatap almaz. Birey devlet ilişkisinin siyasal düzlemde gelişebileceği bir
üretim-meta sistemi yoktur. Devlet, toplumla ve topluluklarla (din, mezhep veya
etnisiteye bölünmüş topluluklarla) ilişkiler üzerinden siyaset yapar. Birey,
kendisini ifade ettiği ve bağımlı olduğu topluluk aracılığı ile devletle
ilişkilenir. Bu özellik, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerde, Avrupa
feodalizminden daha yoğun ve katı yaşanır. Üretim birimleri, çoğunlukla dinsel
birimleri de oluşturur. Topluluklar, devletle, birim olarak ilişkilenir. Bu
durum, komünal mülkiyetin esas oluşundan kaynaklanır.
Komünal
mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı olarak Avrupa feodalizminde, yerel
iktidarların varlığı, toplulukların ilişkisinde ikili bir nitelik yaratır; hem
yerel (esasta yerel) hem de devlet iktidarı ile ilişkilenirler. Özü değişmese
de komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı biçimlerde sınıf
çatışmaları yaratır.
Tek
tanrılı dinin hâkim olduğu Avrupa’da, muhalefet genelde yeni din yaratmaktan
ziyade, var olanın farklı içtihadına (yorum) dayanan mezhep sapkınlıkları
şeklinde oluşmuştur. Benzer durum, İslam coğrafyasında da geçerli olmuştur.
Oysa çok tanrılı dinlerin hâkim olduğu Hindistan’da bu durum, genelde, yeni
tanrıların yaratılması biçiminde gerçekleşmiştir. Hindistan’daki benzer durum
Hıristiyanlık öncesindeki Ortadoğu’da da benzer şekilde yaşanmıştır.
Dinin
devletle özdeşleşmesi, devletin siyasetini de dinle özdeşleştirir. Bu durum,
toplumun veya toplulukların egemenlik altında tutulmasının temel biçiminin din
olmasını ve siyasal ilişkilerin de dinler veya mezhepler arası ilişki gibi
görünmesini sağlar. Bu durum ayrıca -burjuva devletin aksine- dinin, devletin
bir aracı olarak değil; dolaysızca ideolojinin kendisi gibi görünmesini sağlar.
Teokratik devlete sahip toplumlarda, din ile felsefenin de özdeşleşmesinin esas
nedeni budur. Böylece teokratik devletin ideolojik biçimi, siyasal biçimi ile
uyumlu ve birbirini besleyecek biçimde gelişimlerini sürdürür.
İlişkinin
bu niteliği, sınıf savaşımını ve sınıf karşıtlığının algılanmasını engeller.
İlişkiler ideolojik ve siyasal düzlemde din ilişkisi olarak algılanır. Daha alt
düzeyde ise kültürler çatışması olarak yansır. En kaba haliyle bile ortada
duran, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen çelişmeleri bile sınıfsal değil, dinsel
olarak algılanır. Teokratik devletin dinsel örtüsü dolayısıyla, sınıf
savaşımının bilimsel olarak kavranabilmesi, ancak kapitalizmde mümkün
olabilmiştir. Kapitalizmin, bilimsel düşünüş çağına ait olmasından öte, devlet
hukukunun, bireyi esas almasından dolayı teokratik örtünün kalkması ve birey
ile devlet ilişkisinin siyasal düzleme taşınması bu kavrayışı sağlamıştır. Din,
kapitalizmde de etkisini sürdürür ama bir araç olarak.
Her iki
devlet biçiminde, dinin yarattığı kutsal örtüler, bir yaşam tarzı ve ideolojik
bakış açısı sunar. Burada sıralayacağımız kutsal örtüler, teokratik devletin
kutsal örtüleridir. Ama dinin etkisinin kapitalizmde de sürdürmesi dolayısıyla,
bu kutsal örtüler, biraz biçim değiştirse de, burjuva toplumlarda da varlığını
sürdürür.
Kulluk ve
Biat Kültürü
Kulluk
kültürü, ilk dinlerden sonra ortaya çıkmış, ataerkil zihniyetin ve çok tanrılı
dinlerin gelişmesiyle birlikte hâkim hale gelmiştir. Olgunluk çağına ise, tek
tanrılı dinler zamanında girmiştir. Kul, insanın tanrı karşısındaki konumunun
adıdır. İnsan, tanrılara tapınmaya başladıktan sonra, kendisini tanrıya
koşulsuz teslim etmiş ve buna da kulluk denmiştir. Doğa güçleri karşısındaki
çaresizliğin bir ürünü olarak başlayan kulluk, devletin, din ve tanrı ile
özdeşleşmesiyle birlikte, toplumla ilişkisinin temelini oluşturmuştur.
Devlet
egemenlik ve sömürü üzerine var olur. Bu da toplumun, devleti meşru görmesini
ve ona biatını (itaatini) zorunlu kılar. Zaten, güçlü (devlet) ile güçsüz
(insan) arasındaki ilişkide, güçsüz olan, güçlüye tapındığı sürece ortaya
kulluk inancı çıkmaktadır. Kulluk inancının büyüklüğü, devletin gücünü etkiler.
Bu nedenle bu inancın geliştirilmesi, her sömürücü sınıfın daimi
politikalarındandır. Kulluk, biat etmeyi yani bağlı-sadık kalmayı, emir
ve kurallara koşulsuz uymayı zorunlu kılar. Gerek çok tanrılı dinler, gerekse
tek tanrılı dinlerde, tanrılar (devlet) her zaman ilk koşul olarak kullarına
(topluma), biatı zorunlu kılar.
Çok
tanrılı dinlerde, henüz devletler yeni gelişmişken, her toplum-topluluk sadece
bir tanrıya biat ederdi. Ama diğer tanrılara da, genelde, saygı duyarlardı.
Doğada her canlının bir yaşam alanı olduğu (ve olması gerektiği) bilinci,
toplum ve devletin de böylesi bir alana sahip olması gerektiği bilincini
doğurdu. Babil’in yaratılış efsanesinde, Güneş Tanrısı Mardak, Deniz Tanrısı
Tramat ile dövüşür ve kazanır. Sonra denizlere sınır çeker. Karalarda da her
kabileye bir sınır çizer. Bu mitoloji herkesin yaşam alanına saygıyı ve zorunlu
uymayı mitolojik olarak betimler.
Başka
toplumlarla yaşamsal çıkar savaşı olmadığı sürece onlarla iyi geçinmek, doğal
yaşamdan dinsel yaşama geçen bir bilinçtir. Bu yüzden diğer tanrılara da saygı
gösterilirdi. Ancak devletin gelişmesi ve imparatorlukların ortaya çıkmasına
paralel, tanrı-krallar kendilerini dünyanın efendisi ilan ettiler; haliyle
diğer tanrıları küçümsemeye, aşağılamaya başladılar. Devletin sınırları geliştikçe
biat edenlerin ve etmesi gerekenlerin sayısı artıyordu. Bu durum kulluk
kurumunun genişletilmesi ve geliştirilmesini zorunlu kılıyordu. Tek tanrılı
dinler bunu sağlamıştır.
Tüm Sami
dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de mutlak itaat ve biat ilk koşuldur.
İslam’ın kelime anlamı “teslim olmak”tır; yani tanrıya koşulsuz teslim olmak
demektir. Müslim’in (Müslüman) ise, “teslim olmuş kişi” anlamına gelir. Teslim
olmadan biatın gerçekleşmesi olanaksızdır. Bu teslimiyet ve biat, Tanrı adına
devlete geçer. Devlet, sınıflı toplumun ürünü olduğu ve tahakküme dayandığı
için, bu biatı korkuyu kadim kılmadan yaşatamaz. Kuran’da, “Ey iman edenler!
Eğer Allah’tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış
verir. Saçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir”
(Kur’an, Enfal Suresi 29. Ayet) denmektedir.
Kuran’da
korkunun sembolü olan cehennem azabı da birçok ayette geçer (Kur’an, İbrahim
16,17/Kehf-19/Mülk-6,8,11/Müdessir-26-31 Ayetleri). Korku, kulluk kavramının
temellerinden birisidir. Bu korkuyu tanrının temsilcisi devlet, her daim
hissettirir. Kulluğun temellerinden birisi de ödüldür. Ancak devlet her bireyi
ödüllendirirse varlık temelini yitirir. Bu nedenle ödülü, öbür dünyaya havale
eder. Korku ve ödül, devletin (tanrının) belirlediği normlar-kıstaslara göre
belirlenmiştir. Böylece bunlar devlet hukuku ve ahlaklarının koruyucusu rolünü
oynarlar. Bu kültür tanrısız ve tanrılı tüm dinlerde aynı öze sahiptir.
Kulluk
zihniyeti, sadece tanrı (devlet) ile kul (toplum) arasında sınırlı kalmaz.
Devlet, ideolojisini yaşamın tüm alanlarına yaydığı için, kulluk da tüm
toplumsal hiyerarşide yaşam bulur ve hâkim olur.
Dini
eğitim alan müritler (öğrenci, öğrenen) mürşide (öğreten, bilen) kulluk
zihniyeti ile bağlıdır. Şeyhe mutlak itaat ilk koşuldur. Din eğitimi, teokratik
devletlerde, mutlak şekilde şeyhlere (mürşitlere, bilgelere) verilmiştir.
“Şeyhi olmayanın, şeyhi şeytan olur” inancı, İslam’ın ehl-i sünnet kesiminde
olduğu kadar, İslam’ı farklı yorumlayan Batıni (tasavvufi) kesimlerde de
hâkimdir. Böylece biat, toplumun şekillenmesinde en önemli kurum olan eğitimde
de hâkim kılınır. Günümüzde de öğretmene “saygının” çerçevesinin biatla
örülmesi dikkat çekicidir.
Kulluk,
toplumun çekirdeği olan ailede de, aynı katılıkla, yaşam bulur. Baba, “aile
reisi” olarak küçük devlet ve küçük tanrıdır. Devlet-tanrı ideolojisi, baba
tarafından aile efradına uygulatıldığı için baba, ayrıca küçük despottur.
Ataerkil toplumların hemen hepsinde, devlete olduğu kadar, baba-ataya da mutlak
itaat-biat şarttır. Babanın eşleri, çoğu bölgede ona “efendi, bey…” diye hitap
eder. Devlet ve Tanrı, zaten, en büyük babalardır: Devlet baba, Tanrı baba
gibi. (Baba ile gücün özdeşliği, mafya “baba”sında da görülebilir) Aile, devlet
hukukunun-ideolojisinin indirgendiği en küçük toplumsal birimdir. Bu birimlerin
birliği, devleti güçlü kılar. Bu açıdan kulluk, biat ve mutlak itaat, bu tür
toplumlarda, bireyden devlete kadar, tüm kılcal damarlarda yaşar.
Kast
sisteminin görüldüğü Hinduizm’de kulluk, farklı bir biçim olarak, kastlar arası
itaati de kapsar. Diğer birçok dinin aksine, insanların eşitliğini reddeden
Hinduizm, en alt kastı (Dalitler) insan yerine bile koymaz. İrsi farklılıkların
ön planda olduğu bu dinsel öğretinin kulluk öğretisi, din ile etnisitenin (ırkın,
milletin) iç içe girmiş biçimine göre şekillenir. Alt kastlar, hem tanrıya
yakınlık hem de irsi (kan, ten rengi vs.) olarak aşağıda görülür. Kast
sisteminin bu inancı, kulluğu çift dikişle sağlamlaştırır.
Teokratik
devletlerin yerine, burjuva devletlerin gelmesi, kulluk sisteminin sadece
biçimini değiştirmiştir. Kulluk zihniyeti, bir yandan birlerce yıllık özünü
korurken, diğer yandan da yeni tanrıya biat, hemen yaşam bulur. Yeni güç ve
tanrı, paradır. Marks, “Pratik ihtiyaç, bencillik burjuva toplumun ilkesidir ve
burjuva toplum, siyasi devleti tam olarak kendi içinden doğurduğu anda bu ilke
hemen öne çıkar. Pratik, ihtiyacın ve özel çıkarın tanrısı ise paradır”
demiştir (Marks, Din Üzerine, Sf: 82).
Dolayısıyla
kulluk edilecek araç da para sahibidir. Para sahibi (kapitalist), kendisini
doğa ve toplumdan iyice yabancılaştırıp üstünde durur. Tanrısal güç, paranın
gücü oranındadır. Para, sahibine “itibar” kazandırır. Yeni Tanrı önünde,
el-pençe dururlar; genç kızlar kurban olarak sunulur. Tanrının bir dediği iki
edilmez. Ters bilinçle, işçilerin Tanrıyı yarattığı-büyüttüğü görülmez; görülen
şey Tanrının kullarına iş ve ekmek verdiğidir; yani onlara hayat vermektedir.
Tanrı, yeni ruhlar-kullar yarattıkça güçlenmeye devam eder. Böylece sürüp giden
bu ilişki “modern-uygar” bir dünyada ve “bilim çağında” gerçekleşir.
Günah ve
Şeytan
Dinsel
düşünceyle örülen toplumsal ilişkiler, birer dogma olarak katı bir hukuk
oluştururlar. Bu hukuk, sömürü üzerinde şekillendiğinden dolayı, birilerinin
karşı çıkması kaçınılmazdır. Devlet, bu muhalefetin önünü kesmek için, Tanrının
korkunç yüzünü sürekli gösterir. Bu da, günah olgusunun, dinsel örtüsünün
temellerinden biri haline gelmesini sağlar.
Devlet,
birliğe ihtiyaç duyar. Bunu da Tanrı ile sağladığından dolayı, en büyük günah Tanrıya
(yani devlete) karşı çıkmak ve onu inkar etmektir. Hemen hemen, devletle
özdeşleşen tüm dinlerde, tanrıya, dine ve devlete karşı çıkmanın cezası
ölümdür. Bu, Sümerlerde de Yunanlılarda da, feodal Avrupa’da da… geçerliydi. Bu
nedenle, devlete(tanrıya) karşı çıkanlar, çoğunlukla ya yeni bir tanrı bulmak
zorundaydı ya da Tanrı tanımını değiştirmek.
Din ile
devletin özdeşleştiği tüm toplumlarda, katı dogmalar “bir mantık birliği ve
bütünlüğü” (B. Russel, Bilim ve Din, Sf:13) oluşturur. Bu nedenle, tanrıya
karşı çıkmak dolaysız olarak devlete karşı çıkmak anlamına geldiği için (ve
tersi de geçerli olduğu için) herhangi bir dogmaya karşı çıkmak da aynı anlama
gelecektir. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’nun dinsizlikle suçlanması
bunun örneğidir. Bundan dolayı devlet, günah olgusunu da çok sıkı işletir ve
katı kurallara bağlar.
Devlet,
hukukunu meşru kıldığı ölçüde yaşar. Sürekli zor kullanarak toplum uzun süre
yönetilemez, sömürülemez. Devlet, her bireyin başına bir asker de dikemez. Bu
yüzden “ideolojisinin yeniden üretimini hâkim kılarken” (L. Althusser, İdeoloji
Ve Devletin İdeolojik Aygıtları) diğer yandan da korkuyu sürekli diri tutarak,
insanların günah işlemesini yani hukuka aykırı davranmamalarını sağlamaya
çalışır.
Korku
dışında, öbür dünyaya havale edilen ödüllerin cazibesi de günah işlememeyi
sağlar. Devlet sahipleri, günahlarının kefaletini bu dünyada öderken, toplumun
özlemlerini öte dünyaya öderler. Böylece acıları da katlanılabilecek bir hale
sokmuş olur. İnsanlar, acı çektiği ölçüde büyük bir güce ihtiyaç duyarlar. Öbür
dünyayı da yöneten mutlak güç, insana, acılara-sefalete kendisi için
katlanılması koşuluyla, cennet ve sonsuzluk vaaz eder. Öbür dünya, böylece
günah işlenmesini engelleyen -hayali- bir araç haline gelir.
Günah
kavramı, devletten önce ve devletten bağımsız bir şekilde ortaya çıkmıştır.
İlkel topluluklarda, ahlak kurallarına uyulması bilinci zımni ve fiili olarak
yaşam bulur. Ahlakın yarattığı bu kurallar bütünü (hukuk) toplumun bekası için
kutsanır. Böylece bu hukuk dışına çıkmak günah sayılır.
Devlet, bu
ilkel günah kavramını genelleştirip kendi hukukunun bir parçası haline getirir.
Böylece, insanların gözünde zaten meşru olan bu olguyu sahiplenip; yeni
biçimler verir ve esas normlarını kendisine (kendi hukukuna) göre belirler.
Hıristiyanlıkta
(Katolik ve Ortodoks mezheplerinde) tüm insanlar, günahkâr olarak kabul edilir.
Âdem ile Havva’nın (Adam ile Eva) işlediği “ilk günah” (yasak meyveyi yemek),
soy ile tüm insanlığa geçmiştir. Böylece insanın birincil görevi-amacı, kendisini
Tanrıya adayarak günahlarının kefaletini ödemektir. Böylece, günahkâr doğduğuna
inanan kul, uysal, çileci ve ses çıkarmayan birine dönüşür. Bu sayede devlet,
bütün mallarına el koyacak kadar tam tasarruf sahibi “otorite” konumundadır.
Çünkü günahlarının bedelini ödediğine inanıyordur. Bu şekilde koca bir toplum
-gerçek anlamda-uyuşturulur.
Buna
rağmen, Hıristiyanlıkta, “ufak günah” işleyenlerin, kilisede “günah çıkartarak”
affedilmesi sağlanır. Bu sayede tanrının “güzel ve affedici” gücü gösterilmiş
olur. Günahın yaşanması tamamen engellenemeyeceği için (çünkü günahlar tatlı
olur!), devlet hukukunu zedelemeyecek günahlar çabucak (şipşak!) affedilir.
Böylece korku ve sevgi bir arada yaşatılır. “Affetmek büyüklük” olduğundan
dolayı, affeden de bu sayede yücelir. Korkunun esas kalması koşulu ile sevgi de
bu tür biçimlerle diri tutulur.
İslamiyet’te
ilk günah yoktur. “Her koyun kendi bacağından asılır”. Camiye gidip “günah
çıkartmak” da yoktur. Ancak Kuran’ın okunması, İhlâs süresinin bin kez
okunması, zikir, tövbe vb. uygulamalar, kilisedeki günah çıkartmanın benzer
işlevini görür. Diğer Sami dinlerde olduğu gibi İslam’da da en büyük günahkâr,
kâfirdir. Kâfir, en dar anlamı ile Allah’ın dinini inkâr edendir.
Kuran’da,
“senin dinin sana benim dinim bana” ( Kur’an, Kafirun-6) ve “dinde zorlama
yoktur” (Kur’an, Bakara-256) dendiği halde, kâfirlik başka ayetlerde (Kur’an,
Al-imran, Bakara, Nisa, Maide, İbrahim, Nahi, Lokman, Fatır ve Hucunt Sureleri)
sınırsız ve muğlâk biçimde geniş tutulur. Allah’a karşı çıkmak, devlete isyan
etmek, peygamber ve sahabesi gibi yaşamamak, takva sahibi (dini bütün) olmamak,
vb. ehl-i sünnet tarafından, genelde, kâfirlik olarak kabul edilir.
Bazı
âlimler bunları esnetse de, hepsi, Müslüman kanı dökeni de (en azından teorik
ve lâfzî olarak) kâfir sayar. Kâfirlerin katli caizdir (meşru, uygun). Kuran’da
kâfirleri öldürenlere, dünyada ganimet, öbür dünyada cennet, vaat edilir:
“Allah, şüphesiz Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlere
mallarını, Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak cennete
karşılık satın almıştır.” (Kur’an, Tevbe-111) Ganimeti devlet, cenneti Allah
vermektedir. Böylece kâfirlere (devlet düşmanlarına) karşı, maddi ve manevi
bütünlük sağlanmış olur. Devlete karşı çıkmak kâfirlik sayıldığı için tüm isyanlar,
“kâfirlik, sapkınlık” olarak damgalanmıştır.
Burjuva
devlet, bencilliği ve bireyciliği kutsayarak, dini devletten bağımsızlaştırır;
ama teokratik devletin günah kavramını dışlamaz. Bu olguyu, kendi hukuku ve
ahlakına göre ayarlar. Burjuvazinin yeni mezhebi (Protestanlık, Calvinizm) ilk
günahı kaldırmıştı. Katolik kilisesinin günah saydığı faizi de caiz saymıştır.
İslamiyet’le aynı şey. Faiz yerine “kâr payı” ifadesi getirilerek yapılmıştır;
böylece günah ortadan kalkmıştır! Burjuvazi, en büyük günahı, özel mülkiyete
karşı çıkmak olarak kabul eder. Bu yüzden, tanrısı para olan burjuvazinin
gözünde, en büyük günahkâr ve kâfirler komünistlerdir.
Şeytan
olgusu, günah mekanizmasının tamamlayıcısı rolüne sahiptir. Şeytan kavramı
günahla özdeşleşir. Sami dinlerde en büyük günahların kaynağı şeytandır.
(İblis). Tanrıya karşı çıkarak ilk insan (Âdem’in) önünde eğilmeyen şeytan,
insanlığın en büyük düşmanı ilan edilir. Şeytan, intikam almak için Havva’yı
(ilk kadını) kullanarak Âdem’e günah işletir ve cennetten kovulmalarını sağlar.
Böylece
insanla şeytan arasındaki ezeli mücadelenin mitolojik örgüsü günümüze kadar,
geliştirilerek getirilmiştir. Devlet, tanrı ile özdeşleştiğinden dolayı,
devletin (tanrının) karşıtları da şeytanla özdeşleştirilmiştir. Tanrı ve devlet
hukukuna karşı çıkmak, şeytanın işi olarak görülür. Böylece, dinsel örgü,
birbirini besleyecek biçimde örülür.
Sami
dinlerde günahkârları-kâfirleri şeytanın yönettiğine (“dürttüğüne”) inanılır.
Bu inanış bir yandan devletin meşruluğunu sağlarken öte yandan, devletin
güvenliğini de sağlar. Şeytan, Tanrının korkunç yüzü dışındaki en büyük
korkudur. Tanrı, sevgi ile korkunun bileşimi iken, şeytan, sadece korku ile
özdeşleştirilmiştir. Devlet ile tanrı özdeşliği ikili bir duyguyu (sevgi ve
korku) zorunlu kılarken, devlet karşıtlığı en büyük günah sayıldığı için,
şeytan sadece korkuyu temsil eder. Böylece günah, esasta şeytanla
ilişkilendirilmiş olur. Bu ilişki, devletin korkunç yüzünün arka planda
kalmasına da yardımcı olur. Şeytandan (ve cehennem azabından) korkmak, büyük
bir güce sığınmayı gerektirir. Bu güç tanrı ve temsilcisi devlettir.
Cennet ve
Cehennem
Öbür dünya
kavramı-inancı, tanrı fikriyle birlikte doğmuştur. Ölümsüz olan tanrıların bir
mekânı olmalıydı. Bu mekân da öte dünyadır; ruhlar âlemidir. Karşıtların insan
beyninde gelişmesiyle birlikte, öte dünya da bir karşıtlık olarak zihinlerde
oluşur. Tanrıların kurallarına uymak, öte dünyadaki konumu-yeri belirler. Tanrı
ile özdeşleşen devlet, hukukunun normları ile öte dünyanın tapusunu belirlemeye
başlar. Devlet toplumdan bağımsızlaştıkça, toplumun cennet hayali, acılarının
ve özlemlerinin tezahürü olmaya başlar.
Gılgamış
destanında, erkek insana biat etmeyen ilk kadına (Lilith), cehenneme gidecek
ruhları taşıma cezası verilir. Yahudilerin kutsal kitabında yer alan Lilith,
ilk erkek insan gibi balçıktan yaratılmış ve ona ruh üflenmiştir. Lilith’in,
ilk erkek insana biat etmesi (ona karşı isyan etmemesi ve kendini onunla eşit
görmesi) mitolojisi, çıkış olarak, kadının egemenliğini kaybettiği ve erkekle
bu uğurda savaştığı bir döneme aittir. Lilith’in cezalandırılması sonrası ilk
erkeğin kaburgasından yeni bir kadın yaratılır ve erkekten aşağı olan bu kadın
“erkek”e biat eder. (Kadın egemenliğinin sonu!) Mitolojide, cennette yaşayan bu
ikili, ilk günahla birlikte yeryüzüne kovulur.
Gılgamış
destanında, İblisin kadın kılığında dolaşmaya başlaması, tümü ataerkil
zihniyetli olan Sami dinlerde de kabul gördü. Cennet-cehennem, şeytan, günah
kavramları ile kadının bastırılması da dinsel örtü altına girdi.
Cennet-cehennem kavramı, olgunluk çağına, tek tanrılı dinler zamanında ulaştı.
Bu dinsel örtünün çıkışı Sümerlerde başlasa da, yaratılış efsanesi ile
birlikte, çeşitli biçimler altında (Sami dinlerce benimsenerek) günümüze kadar
gelmiştir.
Cehennemin,
ateşle özdeşleştirilmesi, ilk insanın, ateşe yaklaşımından kaynaklanmıştır.
Yıldırım ve büyük yangınların her şeyi yutması, küle çevirmesi, insanların
ateşi kutsamalarına neden olmuştur. Ateş, kapitalist sisteme kadar, açık veya
zımni olarak kutsal ve mistik sayılmıştır. Bu yüzden ateş korkusu ve mistisizmi
cehennemle özdeşleştirilmiştir; öyle ki maddi olmadığına inanılan ruhu bile
eritebileceğine, ona acı çektirebileceğine inanılmıştır.
Cehennemin
bekçisi ve efendisi şeytan ve zebanidir. Şeytan, günahların nedeni ve kaynağı
olduğuna göre günahkârın öte dünyadaki yeri cehennem olmalıydı. Bu korku ile
devlet hukuku (yani tanrı) korunur. “Çıtanın yüksek tutulması”, insanlar da,
çektikleri acılar karşısında psikolojik rahatlama yaratır.
Cennet ise
insanın maddi dünyada özlemini çektiği her şeyin var olduğu bir yerdir.
Hayallerdeki maddi dünya, olduğu gibi cennetle özdeşleşir. Bu yüzden
Eskimoların cenneti, sıcak bir yerdir. Ekvatordakilerin ise soğuk ve bol suyu
olan bir yerdir. Çöllerin bol olduğu, yiyeceklerin ise kıt olduğu Ortadoğu’nun
cenneti ise her türlü meyveyi (özellikle hurma), süt ve şarap akan ırmakları,
altın ve gümüş kapları barındıran, yeşillikli (bol ağaçlı) bir yerdir (Kur’an,
İnsan, Vakıa, Mutaffifin, Tur Sureleri). Ruhani bir dünyada, maddi ürünler
sınırsız olarak bulunuyor! Bu bir çelişki değil; bir özlem, bir hayal, bir
ütopyadır.
Devlet
hukukunda yasaklanmış her şey, cennette serbesttir. Ataerkil zihniyetin olduğu
gibi yansıtıldığı rahatça görülür (Bilim ve Gelecek, Sayı: 5, 2004). Erkeklere
sayısız huri ve sonsuz erkeklik gücü verilir! Kadına ise yine kocasına eş olmak
düşer. Erkeklere ve kadınlara hizmet etmesi için Gılmanlar (gürbüz oğlanlar)
verilir (Kur’an, İnsan, Vakıa Sureleri). Bu, köleciliğin yansımasıdır.
Hurilerin de cariyelerin yerini aldığı düşünülürse, cennetin, ataerkil
zihniyetin tezahürü olduğu daha net görülür.
Cennet,
maddi dünyanın acılarına katlanmanın ödülü olarak sunulur. Sömürüye, baskıya,
sefalete vb. her türlü acıya katlanılması için psikolojik rahatlama ve dayanma
gücü verir. Diğer yandan da “bütün alçaklıkların giderilmesi cennete havale
edilir ve böylece bu alçaklıkların yeryüzünde sürmesi haklılık kazanır.”
(Marks, age, Sf: 129). Cennet, “ruhsuz dünyaya ruh katar”, özlem ve umut yayar;
teselli eder. Bu şekilde tüm alacaklılar “Tanrıya havale edilir.”
Cenneti
gökte değil de yerde arayan Batınicilerin (tasavvufçular) yorumu dikkate
değerdir. Hıristiyanlığın Batıni yorumunu yapan T. Münzer; İslamiyeti Batıni
yorumlayan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik Örgütü), resmi (Ortodoks) dinin, birçok
temelini inkâr ettikleri gibi cennetin de gökte değil, yerde olduğunu
savunuyorlardı. Tanrı ile evreni-doğayı özdeşleştirdiklerinden dolayı, cennetin
yeryüzünde olduğuna ve ancak zorba sistemlere karşı savaşılarak
yaratılabileceğine inanıyorlardı. Bu cennet tanımı her iki hareketin, radikal
devrimci duruşuyla bağıntılıdır. Cennet ve cehennemin etkisi, günümüzde de
etkisini koruyor. Bu etki, dinin gücüne bağlı olarak varlığını sürdürmektedir.
Ve hala alçaklıkların “Tanrıya havale edilmesi” işlevini yerine getirmektedir.
Kader
Kader
inancı, ölümsüz ruhların, insan aklının üstünde bir akla (mutlak akıla) sahip
olduğu bilinciyle birlikte doğmuştur. Gılgamış destanında tanrıların, “can
sıkıntılarını gidermek için” insanı yarattığı söylenir. Çok tanrılı dinlerin de
aynı özle paylaştığı bu inanışa göre tanrılar, insanın yaşamına müdahale etmeye
başlar ve bazılarınınkini tamamen belirler; buna kader denmiştir.
Tek
tanrılı dinlerde ise kader inancı, sınırsız bir şekilde geniş tutulmuştur. Her
şeye gücü yeten, her şeyi bilen, duyan Tanrı, insanın her davranışını ve
duygusunu da bilir; ancak ona seçme hakkı verir. Tanrının her şeyi bilmesi
(yani kaderinin zaten belli olması) ile insana seçme hakkı verilmesi arasındaki
bağın tutarsız-anlamsız oluşu, kader inancının önünde engel değildir; etkisini
azaltmaz. Ancak, kutsal kitapların içtihadında farklılıklar yaratır.
İradeciler-imancılar, tüm davranışların tanrı tarafından belirlendiğine inanır.
Skolâstik çağa damgasını vuran Augustina, ehl-i sünnetten El Eşari, İbn Hanbeli
vb.leri bunu savunur. Aquines ile İslam’ın Mutez ile Maturidi Okulu ile
Batıniciler ise kaderde insanın söz sahibi olduğuna inanır ve aklı öne
çıkartırlar.
Hangi
biçimde olursa olsun kader inancı, devletle özdeşleşmiş dinsel düşünceyi tamamlayıcı
bir rol oynar. İnsanın dünyada çektiği acıların ödülünün cennet olacağını
bilmesi yetmez olunca, kader inancı bu boşluğu doldurur; böylece devlet,
tanrısal egemenliğini her yandan sağlama alır.
Devlet,
ilkel kader anlayışını kendi hukukuna uydurur ve biçim verir. Bir süre sonra,
devlet-toplum ilişkisi, tamamen kader olarak algılanmaya başlanır. İnsan, bu
kadere karşı çıkacak gücü olmadığını düşünür. Doğa güçlerinin devletle
özdeşleşmesi sonucu, insan, devlet karşısındaki çaresizliğini, güçsüzlüğünü de
kader olarak sineye çeker. Bu algının büyüklüğü devletin bekası için önemlidir;
bu yüzden bu inancın büyümesini sağlamaya çalışır.
İnsanın
çaresizliği azaldıkça, kader inancı zayıflar; insan kendi kaderini belirleme
cüreti gösterir. Batıni hareketlerin radikal devrimci duruşu kader inancını
zayıflatmıştır. İşçi sınıfı da, aynı cüretle, kendi kaderini belirlemek üzere
siyasal örgütsel mücadeleye girmiştir; böylece tarihi boyunca, kendi kaderini
belirleyerek, bu kutsal örtüyü yırtmıştır.
2.
Tanrısız Dinlerin Bazı Kutsal Örtüleri
Tanrısız
dinlerin özdeşleştiği devletin niteliği ile bu tür din ve devlet özdeşliğinin
niteliğinin değişmediğini belirtmiştik. Dinin, coğrafi koşullar ve
sosyo-ekonomik yapıya göre nasıl biçimler alabildiğini ve farklılaştığını ancak
özünü aynen koruduğunu görebilmek için tanrısız dinlerin kutsal örtüler bize
güzel örnekler sunmaktadır.
Tanrısız
dinler, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ve despot rejimlerin var olduğu
bölgelerde ortaya çıkıştır. Kapitalizmin gelişine kadar da bu bölgelerde
varlığını sürdürmüş ve kapitalist ilişkilerle iç içe geçmişlerdir. Dolayısıyla,
komünal mülkiyetin hâkimiyeti, özel mülkiyetin hâkimiyetinin bulunduğu
bölgelere göre farklı kutsal örtü biçimleri yaratan en temel özelliktir.
İnceleyeceğimiz
tanrısız dinler olan Budizm ve Jainizm Hindistan’da Konfiçyonizm ise Çin’de
ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise Asya’nın büyük bölümüne dağılmışlardır. Bu
dinlerin ortaya çıkış dönemlerindeki mülkiyet ilişkileri ile devlet yapısını,
kısaca da olsa, önceki bölümlerde açıklamıştık. Burada, Konfiçyonizmin, 2 bin
yıl önce birliğini sağlayabilmiş olan Çin devleti ile özdeşleştiğini
hatırlatmak gerek.
Konfiçyonizmin,
devlet sahiplerini, ataları ve bilgileri öne çıkaran özelliği ile Çin devletine
daha uygun bir din olmuştur. Özü değişmemekle birlikte, diğer tanrılı dinler ve
tanrısız dinlerden farklı kutsal örtüler yarattığı aşikârdır. Ancak konumuzu
dağıtmamak adına, Konfiçyonizmin, Budizm ve Jainizm’le ortaklaştığı kutsal
örtüleri ele alarak bu üç dinin kutsal örtülerinden bazılarını ortak
işleyeceğiz.
Kulluk ve
Biat
Kulluk ve
biat kültürü tanrısız dinlerde aynı özle ortaya çıkmış, ancak despotik
rejimlerin varlığı dolayısıyla tek tanrılı dinlerinkine göre çoğunlukla daha
katı ve ağır yaşanmıştır. Bu farklılık, özel mülkiyetin fazla gelişmediği İslam
devletinde de benzer özellik taşır. Özel mülkiyetin, sınırlı da olsa var oluşu
iktidarın merkezileşmesini, dolayısıyla devletin gücünün dağınık olmasını
doğurur. Bu kulluk ve biat kültüründe gedikler açar. Özellikle Avrupa feodalizminde,
yerel iktidarlar ile görece özgür küçük köylülerin var olabilmesi bu gediklerin
daha büyük olmasını sağlamıştır. Oysa doğu toplumlarında, mesela Hindistan’da,
19. yy.a kadar, kapalı bir ekonomiye ve despot hükümdarlara sahip olduğu için
kulluk ve biat kültürü çok fazla değişime uğramamıştır.
Tanrısız
dinler, bir tanrı veya temsilcisine biatı önkoşul görmediğinden dolayı, kulluk,
güç ilişkileri temelinde, doğa egemenliği altındaki güçsüz insanın, güçlü
devlete biat etmesi sonucu yaygınlaşır. Bilge ve din adamlarının, ayrı bir
sınıf ve tabaka oluşturması, kulluk ve biat kültürünün yaygınlaşmasını
kolaylaştırır. Bilge ile din adamlarının çoğunlukla özdeşleştiği bu dinlerde,
İslam veya Hıristiyanlıkta olduğu dini otoriteyi bu kesimler oluşturur; eğitim
de bunların elindedir. Buna, ataerkil zihniyetin hâkimiyetinin, ailede de
varlığını sürdürmesi eklenince kulluk kültürü böylece toplumun tüm kılcal
damarlarına nüfuz eder.
Reenkarnasyon
(Ruh Göçü) İnancı
Ruh
göçünü, önceki bölümlerde kısaca açıklamıştık. Burada kısaca açıp, tanrılı
dinlerin kutsal örtüleri ile benzeşmelerine vurgu yapmakla yetineceğiz.
Ruh göçü,
tanrılı dinlerdeki cennet ve cehennemin yarattığı korku-ödül duygusunu yaşatır.
Cennet, ödül ve acılara-sefalete katlanma aracı iken, cehennem de devlet
(tanrı) hukukuna uymamanın yaratacağı ceza ve bedelleri temsil eder. Ruh
göçünde ise bir sonraki bedenin içinde yaşanabilecekler, ödül ve cezayı aynı
özle içerir. Böylece, ruh göçü inancı da devlet hukukunu korumanın temel
aracı-kutsal örtüsü haline gelir. Ruh göçü inancı, doğru ile yanlışın iyi ile
kötünün referanslarının esasını devlet hukukundan aldığı için, devleti koruyan
bir kutsal örtüdür.
İblisler,
daha sonradan bahsi geçen tanrısız dinlere girdiyse de, tanrılı dinlerdeki
şeytanın işlevini görmeye başlamıştır. Sömürünün olduğu her yerden kitlelere
korkunun sürekli hissettirilmesi gerekir. Bu nedenle bu tür korkular dini
olarak pompalanır. Tanrısız dinlerin, sınıf savaşımının gelişkin olmadığı
yerlerde, doğadan etkilenmeye devam ettiğini belirtmiştik. Ruh göçü inancı,
evrenin birliği inancının da etkisi ile bedenler arası geçişi hayvan ve insan
bedenleri arasında özdeşlik kurarak yapar. Bu, dinin sınırlarının sadece devlet
ve sınıf savaşımı içine hapsolmadığının göstergelerinden birisidir.
Çilecilik
ve Kader
Doğu
toplumlarının karakteristik bir özelliği çileciliğin çok yaygın olmasıdır. Zor
doğa koşulları ve kıt kaynakların yarattığı çilecilik, tanrısız dinlerde
öğretinin merkezinde yer alır.
Devlet,
artık ürüne el koyabilmek ve sömürüyü yoğunlaştırabilmek için (zaten dar olan
üretimi genişletemediğinden dolayı) kitlelerin daha azla geçimini sağlamasına
çalışır. Dolayısıyla zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, despot iktidarın
zulmü ile çileciliği bir yaşam tarzı haline getirir. Devlet de, özdeşleştiği
din sayesinde, bu yaşam tarzını över ve yaygınlaştırır. Devletin sahipleri
ihtişam ve lüks içinde yaşarken, tebaasına çileciliği öğütler. Çilecilik, en
büyük erdemler arasında yer aldığı için devletin, kitleler üzerindeki etkisi
genişler.
Bu inanış,
İslam’da derviş; Hindistan’da Hint Fakiri, Budizm-Jainizm ve Konfiçyonizmde
rahiplerce sembolize edilir. Anadolu’da diğer adıyla fakir, çileci demektir.
Günümüzde yoksul anlamında kullanılan fakirler ile rahipler her dönem kutsal
sayılmış ve iktidarların bile onlara dokunması yasaklanmıştır. Bir despot bile
bir fakiri veya rahibi öldürmeye çoğunlukla cesaret edemezdi. Günümüzde bazı
bölgelerde hala, fakirlerin giydiği hırka veya entari bile kutsal sayılır ve
ele-yüze sürülerek şifa dilenir.
Bundan
dolayı çilecilik, sefalete katlanmayı erdem haline getirmiş ve devletin ömrünü
uzatmıştır. Devlet için gereken uysallık, çilecilikle geniş oranda sağlanır.
Mevlevi tarikatı, birçok tarikatın aksine, devlete karşı çıkmamayı, öğretisinde
açıkça savunarak çileciliği, daha aleni biçimde devlete tabi kılmıştır. Ve
bunun “ödülü” olarak Mevleviler de, Osmanlı yıkılana kadar saray erkânı ile
yakın ilişkiler içinde olmuşlardır. Mevlevilik, tanrılı bir dinin ürünü de
olsa, çok bilinen olması ve tanrısız dinlerin çileciliği ile özdeş olması
dolayısıyla çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
Çilecilik,
aynı zamanda kader inancını da besler. Çünkü “katlanmak” erdem sayıldığı için
bunun insanın bir kaderi olarak algılanması kaçınılmaz olmaktadır. Böylece
kadere katlanmak da büyük bir erdem sayılmaktadır.
Kader,
tanrılı dinlerde, tanrının ve tanrıların seçtiği yaşam tarzıdır ve katlanılması
farzdır. Tanrısız dinlerde ise evrenin birliği dolayısıyla ruhların sonsuz
sayıda ama bir denge içinde hareket etmesi kader inancını da bu denge ve döngü
temelinde var eder. Seçme hakkı tek tanrılı dinlere göre oldukça fazla olsa da
bu denge, devletin varlığı ile özdeşleştiği durumlarda, kaderin sınırları da
sınıf savaşımı içine hapsolur. Çilecilik ile de beslenen kader inancı, var olan
sistemi meşrulaştırmak için kullanılan en etkin kutsal örtülerden biri haline
gelir.
Kıt
Kanaatçilik ve Çalışmanın İbadet Sayılması
Çileciliği
yaratan koşullar, kıt kanaatçi bir yaşamı da doğurur ve çileciliğin kutsanması
ile kıt kanaatçilik de kutsanır. Çoğu Asya halkının, çok az yiyecekle günlerce
geçinebildiğini hepimiz duymuşuzdur. Elbette bunda doğa koşulları ve kıt
kaynakların belirleyici bir rolü vardır. Devlet ise bunun devamını ve
geliştirilmesini sağlamaya çalışır. Devlet, daha fazla artık ürün gasp
edebilmek için, kitlelere az vermesi gerekir. Tüm kitleyi çileci yapamayacağı
için kıt kanaatçiliği, din yardımıyla kutsar ve böylece sömürüsünü
yoğunlaştırma zemini yaratır.
Devlet,
aynı nedenden dolayı çalışmayı da kutsal sayar. Zor doğa koşulları ancak çok
yoğun emek ile üretimi zorunlu kılıyor. Buna rağmen artık ürün az olabiliyor.
Dolayısıyla artık ürünün miktarının artmasının temel yollarından birisi
kitleleri daha fazla çalıştırmaktır. Bu nedenle, çalışmak bahsi geçen dinlerde
ibadet olarak görülmüş ve devlet tarafından günümüze kadar muhafaza edilmiştir.
Çalışmanın
ibadet sayılması, çok çalışmanın yarattığı tepkileri de yok eder veya en
azından nötralize eder. Bu yüzden, bu tür toplumlarda, isyanlar çok sık
görülmemiştir. İsyanlar, ancak açlık veya işgal gibi durumlarda patlak
vermiştir. Yani son noktaya gelmeden, isyan etmek, din tarafından
engellenmektedir.
Kutsal
örtünün elemanları bunlarla sınırlı değildir elbette. Buraya kadar
saydıklarımız en yaygın ve en etkili alanlardır. Bunlar, dinsel düşüncenin, toplumun
tüm kılcal damarlarına nasıl nüfuz edebildiğinin çarpıcı örnekleridir. Kutsal
örtüleri, “boş, hurafe” veya bazı aydınlanmacılar gibi “Ortaçağ kalıntısı” gibi
saymak hatalı bir yaklaşımdır. Her “hurafe” ve her dini biçim, bir
sosyal-siyasal öze sahiptir. “Bilim, görüngülerin ardındakini ve özünü ortaya
çıkarmaksa” (Engels) ve siyasetimiz bilim temelinde yükselecekse, bu
“hurafe”lere de diyalektik materyalist temelde yaklaşmak zorundayız.
Önceki
bölümlerde, devletin ideolojisi ve siyasetinin dinle özdeşleşmesine ağırlık
verdik. Bu bölümde ise ezilenlerin ve burjuvazinin dini nasıl bir teoriye
dönüştürdüğüne ağırlık vereceğiz.
Hıristiyanlık Dünyasında Sosyal Mücadeleler
Hıristiyanlığın
ortaya çıkış koşullarını önceki bölümlerde anlatmıştık. Engels, “İlk
Hıristiyanlık tarihi, modern işçi hareketiyle ilginç benzerlikler gösterir:
Tıpkı onun gibi, Hıristiyanlık da, köken itibariyle ezilenlerin hareketleridir;
ilk olarak kölelerin ve azad edilenlerin, yoksulların ve haktan yoksunların,
Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da parçalanmış halkların dini
olarak ortaya çıktı. Her ikisi de, işçi sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da,
kölelikten ve sefaletten gelecek bir kurtuluşu vaaz eder; Hıristiyanlık, bu
kurtuluşu ölümden sonra öbür dünyadaki yaşamı cennete; sosyalizm ise bu
dünyaya, toplumun dönüştürülmesine yerleştirir.” şeklinde belirleme yapmıştır
(Engels, Din Üzerine, Sf: 323).
İlk
Hıristiyanlar katledildiler ve baskılara maruz kaldılar. Ama kokuşmuş Roma
düzeni, ezilenlerin isyanını bastıramadı ve Hıristiyanlık gelişmeye devam etti.
Dinsel düşünce bu kez, ezilenlerin kılıcı olmuştur. Hıristiyanlık, Roma’nın
resmi dini olur olmaz, devletle özdeşleşti. Avrupa’yı saran köylü ayaklanmaları
dönemine (14. ve 16. yy.lar) kadar, feodal devletin çürümüşlüğü ile özdeş hale
geldi. Ancak bu dönemle birlikte, tekrar devrimci-isyancı hareketlerin
ideolojisiyle özdeşleşti.
Katolik
kilisesi, Avrupa’nın büyük çoğunluğuna hâkimdi. Hem toprak sahibi hem de ruhban
sınıfı olarak kitleleri sömürüyordu. Cennete gitme belgesi (tapusu!) satışından
elde edilen varlıklar, kilisenin önemli gelir kalemlerindendi. Dinin mecbur
kılınan Pazar ayinlerine girmeleri için bile kitlelerden para alınıyordu.
Kilise neredeyse tüm ibadetleri paralı hale getiriyordu. Kilisenin bu
çürümüşlüğü, açlık-yoksulluk içinde kıvranan kitlelerde büyük ve geniş tepkiler
yaratıyordu.
Kilisenin
otoritesi dolayısıyla, gerek kentsoyluların gerekse köylülerin ayaklanmaları,
mezhep sapkınlığı olarak ortaya çıkıyordu. “Sapkınlıklar kısmen, ataerkil Alp
çobanlarının üzerlerine varan feodalizme tepkisinin (Woldocular); kısmen
feodalizmi aşmış şehirlerin ona karşı muhalefetinin (Albilişler, Brescialılar,
Arnold vb.); kısmen de düpedüz köylü ayaklanmalarının (J. Ball, Macaristanlı
Usta vb.) ifadesiydi” (Engels, age, Sf: 139).
Kilisenin
dogmaları-teolojisi, feodal iktidarın tüm siyasetini yönlendirebiliyordu.
Papanın dışında hiç kimse İncil’i yorumlama ve değiştirme yetkisine sahip
değildi. İktidara ve kiliseye karşı çıkanlar, hemen engizisyon mahkemelerinde
cadı veya şeytan ilan edilip diri diri yakılıyordu. Vergilerin ve baskıların
ağırlığından dolayı açlıktan ölümler yaşanıyordu. Bunlara salgın hastalıklar da
eklenince sefalet alabildiğine geniş ve derin gerçekleşiyordu. Kitleler bu
durumu dinsel yorumluyorlardı. Dolayısıyla tepkileri de dinsel biçimliydi.
14.
yy.da başlayan köylü ayaklanmaları içinde Tabolurlar gibi cumhuriyetçi
hareketler olduğu gibi, Thomas Münzer gibi radikal devrimci-eşitlikçi
hareketler de vardı. Münzer, reformcu M. Luther ile aynı dönemde (16. yy.)
yaşamıştı. Münzer, Luther’den farklı olarak, halkı ve prensleri, kiliseye karşı
silahlı mücadeleye çağırmıştır. Münzer, Hıristiyanlığın temellerine tümden
saldırmış ve ona yeni biçimler vermiştir.
Kutsal
ruhu (tanrıyı) akılla birleştiren Münzer’e göre cennet, bu yaşamda
kurulmalıydı. Öbür dünya kavramına karşı çıkan Münzer, tanrı-evren özdeşliğini
(vahdet-i vücud) savundu. Böylece her insan, Tanrının bir parçası olarak
eşitleniyordu. Maddeciliğe yaklaşan bu teoloji, Hıristiyanlığın Batıni yorumu
ile onu isyanın ve eşitlikçi bir toplumun teorik temeli haline getirmiştir.
Yeni
toplumun, ancak silahlı halk ayaklanması ile mümkün olabileceğini savunan
Münzer’in, Luther’le yolları bu yüzden ayrılmıştı. Luther’le kilisenin
çürümüşlüğüne karşı ortak mücadele etmesi kısa sürdü ve radikalleşerek köylü
ayaklanmasının genişlemesini sağladı.
Münzer’in
dışındaki diğer ayaklanmalar da dini biçimliydi. Burjuvazinin feodallere karşı
savaşının biçimi de dini olmuştur. Luther’in başlattığı Protestanlık, bu
savaşımın reformcu kanadını oluştururken, Calvinizm ise radikal kanadını
oluşturmuştur. Calvin, Hıristiyanlığa yeni biçim vererek onu mücadele teorisine
dönüştürmüştür. Hıristiyanlığın feodal sistemi kutsayan tüm yorumlarını inkâr
ederek, liberalizmi yücelten yorumlar geliştirmiştir. İngiltere’de başlayan
Calvinist ayaklanma köylük bölgelere de sıçradı ve Hollanda, İngiltere ve
İskoçya’da cumhuriyetler veya meşruti monarşiler kurulmasını sağladı.
Luther
de, Roma Katolik Kilisesinin Hıristiyanlığını farklı temelde yorumlayarak,
kentsoyluların mücadelesine uygun hale getirdi. İncil’i ilk defa Almancaya
çevirerek (ve ilk defa Latinceden başka bir dile çevirerek), Papa’nın etkisini
yerle bir etti. Papalık, kokuşmuşluğundan dolayı sürekli Tanrı korkusunu
hissettirirken, Luther ise bunun zıddını, yani Tanrı sevgisini hissettiriyordu
ve dinin eşitlikçi öğretisini öne çıkarıyordu. Bu temelde Papa’nın
kokuşmuşluğunu teşhir etti. Eserleri geniş kitlelerce benimsendi. Kitapları
yakıldı ama halkın desteği devam etti. Fikirler yayılmıştı bir kere! Geniş bir
köylü desteği alan Luther, halkın silaha başvurması üzerine onlara sırt
çevirdi. Şiddete karşı olduğunu her fırsatta ifade eden Luther kentsoyluydu ve
prenslerle uzlaştı.
Gerek
Calvinciler gerekse Protestanlar, iktidar olana kadar, en geniş kitle desteğini
köylülerden almalarına rağmen, kısa bir süre sonra onlara sırt çevirdiler. Her
iki hareket, Hıristiyanlığı, feodal zorbalara ve kiliseye karşı bir mücadele
teorisine dönüştürdükleri halde, bu devrimci ve reformcu biçimleri karşı-devrimin
hizmetine soktular. Köylüler ve proletaryaya karşı bu yeni dinleri bir
manipülasyon ve egemenlik aracına dönüştürdüler. Burjuva devlet geliştikçe yeni
dinlerin yorumu da gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir.
İslam Dünyasında Siyasal Mücadeleler
İslamiyet,
kabile toplumundan feodal topluma geçişin, yeni toplumsal bir devrimin, dinsel
ifadesi olmuştur. Ancak, devletle, çıkış noktasından itibaren özdeşleştiği
için, devletin elinde despotluğun da ifadesi olmuştur.
İslam’ın
eşitlik söylemine rağmen henüz ilk yıllarda devlet sahipleri, kişisel
servetlerini büyük ölçüde artırmıştı. 3. Halife olan Osman zamanında ise
hanedanlığın ilk adımları atılmış; Osman, yakın çevresini, akrabalarını
iktidarda konumlandırmıştı. Sebecilerin, iktidarda hak talep eden ayaklanmaları
sayılmazsa, ilk ayaklanma, çöl yaşamını ve göçebeliği terk etmeyen Haricilerin,
devletin bir avuç insanla özdeşleşmesine ve servet birikimine karşı
başlatılmıştı. Hariciler, Kuran’ın zahiri (dışsal, görünen, açık) yorumunu
mekanik bir şekilde yapıp, göçebe yaşamlarına uydurdular ve iktidardakileri
kâfir olmakla suçladılar. İlk hanedanlıklarla (M.S. 661) birlikte halk
ayaklanmalarının ardı arkası kesilmemiştir.
Halk
ayaklanmalarının büyük çoğunluğu, İslam’ın Batıni (içsel, tevil, gizli, mecazi)
yorumuna dayanan mezhepsel sapkınlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Batıni
hareketler, homojen (aynı özelliklere sahip) bir öğreti değildir. Ancak genel
hatlarıyla bir bütünlük oluşturur. Tanrı, kozmik evrendir; insan ise mikro
evrendir. Tanrı, resmi İslam’ın aksine, evrenle özdeştir; evreni aşkın
değildir. İnsan, evren-tanrı birliğinin bir tezahürü ve parçasıdır. Mevlana’nın
“Hiçbir şey görmedim ki, Tanrıyı onda görmemiş olayım” (Aktaran,
Teori-Politika, Sayı: 45, Sf: 123) sözü bunu özetliyor. Hallac-ı Mansur “Enel Hak
(Ben Tanrıyım)”, Yunus Emre ise “Bir ben var benden içeri” diyerek bu özelliği
ifade etmişlerdir.
Bu
tanrı anlayışı ile T. Münzer’in tanrı anlayışı arasındaki benzerlik dikkat
çekicidir. Vahdet-i Vücud (Tek Vücud, Evrenin Birliği) denen bu inanış, Budizm,
Jainizm ve Konfiçyonizm gibi dinlerde, farklı söylemlerle ve tanrısız olarak
bulunur; aynı öze sahiptir. Tanrısız dinler, doğanın, evrenin ve maddenin bir
bütün ve bağıntılı olduğuna inanırlar; insan da bunun bir parçasıdır.
Batıni
hareketlerin en radikallerinden biri olan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik)
Fırkası, birçok eşitlikçi cumhuriyet kurmuş olan İsmaililerin, teorik-siyasi
kanadını oluşturmuştur. Bu hareket, İslam’ın zahiri yorumunu inkâr ederek,
peygamber ve halifeleri sahtekârlıkla suçlamıştı. İnsanların eşitliğine inanan
bu hareket geniş bir coğrafyada (Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, İran, Suriye)
eşitlikçi-ortakçı devletler kurmuş; bunlardan bazıları 100 yılı aşkın
yaşamıştır.
Bu
hareket, eşitsizliğin kaynağı olarak şeriat sistemini görüyordu. Birilerinin
servet biriktirirken, birilerinin yoksulluktan ve yoksunluktan kırılmasını
ilahi adalete aykırı buluyorlardı. “Mal, mülk, toprak Allah’a aitse ve insanlar
da eşit yaratılmışsa, mülkler de insanlara eşit biçimde dağıtılmalı”,
diyorlardı. Bu dinsel yorum, sisteme karşı radikal bir duruş yaratmıştır.
Cennet ve cehennemi inkâr eden bu anlayış, cenneti dünyada kurmayı amaçlamıştı.
İhvan-ül
Safa ile birlikte hemen hemen tüm Batıni hareketlerin savunduğu ortak bir
inanış da mehdiliktir. Hıristiyanlıkta Mesih olarak geçen bu inanışta, ölen
liderlerin, bir gün tekrar dünyaya gelip adalet, hak ve eşitlik doğuracağına
inanılır. Ruh göçü ile geri gelecek olan bu lidere mehdi denmektedir. Hem
Emeviler (M.S. 661-750) hem de Abbasiler dönemindeki (M.S. 750-1250) neredeyse
tüm halk ayaklanmalarında mehdilik inancı başat bir rol oynamıştır.
Ezilenlerin, ideolojik özlemlerinin ve taleplerinin bir sembolü olan mehdilik
inancı, savaşların ve savaşçı ruhun da temel unsurlarından biri olmuştur.
Ehl-i
Sünnetin Tanrı inancı, evreni aşkındır; tanrı evrenin dışında ve üstündedir,
onunla özdeş değildir. Bu tanrı inancı, hukukun katı dogmalarla örülmesinde
kullanılmıştır. Gücü sonsuz olan bu tanrının kuralları açıktır ve dolayısıyla
değiştirilemez. Oysa Batınilerin tanrısı mistiktir ve yeryüzüne inerek onunla
özdeşleşmiştir. Bu içtihat(yorum) dinin, yeni ve farklı yorumlarına açık kapı
bırakarak, kolayca devrimci bir tarza dönüşebilmiştir. Özellikle tanrı-evren
özdeşliği, insanların eşitliğini mutlak kılıyordu. Bu da devrimci bir teorinin
en sağlam yanını oluşturuyordu. Dolayısıyla tanrının nasıl
kavrandığı-yorumlandığı, bizleri teolojinin maddi gerçekliğine götürmektedir.
Batıni
öğretiler, Selçuklu ve Osmanlı döneminde de aynı sosyal-siyasal etkiyi
yaratmıştır. Babailerin Selçuklulara, Şeyh Bedreddin’in Osmanlı’ya karşı
ayaklanması, Batıni bir mücadele teorisi temelinde gerçekleşmiştir.
Osmanlı’daki birçok ayaklanma, Batıni sapkınlık biçimde gerçekleşmiştir.
İslam-Arap
devletinin, kendi içindeki iktidar mücadelesi de, elbette, dini biçimliydi.
İktidardaki ile büyük ayrışma Şia-Sünni şeklinde olmuştur. Batıni hareketlerin
büyük bir kısmı Şii’nin içinden çıkmıştı. Ancak, İsmaililer başta olmak üzere
birçok Batıni hareket, Şianın devletle daima iç içe olmasından dolayı kendisini
itina ile bu kesimden ayırmış; ismini dahi kullanmamıştır.
12
imamcı Şianın, iktidara karşı muhalefeti, Batınilerin isyanlarıyla birlikte,
uzlaşıya dönüşmüştür. İran Şiasının Buveyhi kabilesi 10. yy.da Bağdat’ı işgal
eder ve Halifeliği ele geçirir. Böylece Şia ilk kez iktidara gelir. Ancak
ezilenleri temsil etmeyen Buveyhiler, Şiiliği çabucak devletle
özdeşleştirdiler. Abbasi halifesini azletmeyip onu kukla gibi kullandılar.
Selçuklular Bağdat’ı işgal edene kadar da, iktidarı fiili olarak ellerinde
tuttular. Ezilenlerin ideolojik biçimi olarak çıkış yapan birçok kola ayrılmış
ve birçoğu 12 imamcı Şia gibi devletçi bir karaktere dönüşmüştür. Günümüzde de
12 imamcı Şiilik, İran’ın resmi dini durumundadır.
Abbasiler,
ezilenlerin fikirleri ve tepkilerini kullanarak iktidara geldiler. Emevilere
karşı Şianın yanında göründüler. “Ehl-i Beyt’in intikamı” sloganını iktidarı
ele geçirmek için temel slogan haline getirdiler. Batıni hareketlerden
Hürremdinci Ebu Müslim ile ittifaka girecek Emevileri devirdiler. Ancak iktidara
gelir gelmez, ehli beytin davasını, Şii öğretiyi bir kenara bırakıp, ehl-i
sünnetin ideolojisine ve şeriata sarıldılar. Ebu Müslim’i de hile ile
katlettiler.
Abbasiler,
tüm Batıni hareketlere, özellikle İsmaililere karşı büyük bir kıyım
başlattılar. Kölelikten sağlanan gelirleri, devletin en önemli gelir
kalemlerinden biri haline getirdiler. Ancak baskı ve katliamlar, ayaklanmaların
bastırılmasını sağlayamadı. Köleler, Hürremdinciler, İsmaililer (Karmatiler,
Fatımiler, Nizariler) çeşitli zamanlarda eşitlikçi-ortakçı cumhuriyetler
kurarak, Abbasilerin yıkılmasının esas nedeni oldular. Selçukluların işgali ve
Moğolların son fiskeyi vurması, çürümüş bir devletin yıkılmasında tali bir rol
oynamıştır.
Ehl-i
Sünnetin içindeki iktidar mücadelesi esasta içtihat (Kuran ve hukukun yorumu)
temelli oluyordu. Ehl-i sünnetin büyük bir kısmı Kuran’ın zahiri yorumu ile
peygamberin hadislerini birleştirerek bir hukuk(fıkıh) oluşturuyordu. Kuran’ın
sadece âlimlerce yorumlanabileceği inancı, aynı özle, Hıristiyanlıkta İncil
için, Yahudilikte Tevrat ve Talmud için geçerliydi. Böylece, hâkim sınıfla
özdeşleşen ruhban sınıfı, dogmaların (devlet hukukunun) değiştirilmesine
yönelik her girişimi kâfirlik, sapkınlık olarak damgalıyordu ve cezasını ölüm
olarak kesiyordu.
Bu
durum, sistemin ömrünü uzatsa da nihayetinde çürümüşlüğü uzun süre örtemiyordu.
Bundan dolayı iktidar sahipleri arasında da savaşım yaşanıyor ve farklı
mezhepler doğuyordu. Farklı içtihat ile İslam’da 250 civarı mezhep oluşmuştur
(Hümanite, Sayı: 4, Sf: 110). Tüm bu ayrılıklar dini biçimli siyasal
mücadelelerdir. Mısırlı İslam profesörü Muhammed Amara bile bu ayrılıkları
nesnel olarak yorumluyor: “Siyaset ve özellikle imamet, İslam’da ayrılık
kıvılcımını ilk üreten etkenler olmuştur” (M. Amara, age, Sf: 59).
İslam’ın
Ortadoğu’daki etkisi, 20. yy.da halkçı ve anti-emperyalist mücadeleleri de
biçimlendirmiştir. İslam’ın Sünni yorumu, Celaleddin Afgani’de olduğu gibi,
anti-emperyalist mücadelenin temeli olarak biçimlendirilmiştir. Benzer şekilde
Sudan, Hindistan ve Mısır’daki ilk ulusal mücadeleler, İslam’ın Sünni yorumu
esas alınarak gerçekleştirilmiştir. Arap milliyetçiliğine de biçim veren İslam,
yeni koşullara ve sınıf mücadelesinin özgünlüğüne göre yeni biçimler alırken,
aynı süreçte gerici ve işbirlikçi iktidarların da resmi ideolojisini
oluşturuyordu.
İslam,
Marksizm ile de harmanlanmıştır. Sultan Galiyev, İslam’ın sınıfsız bir dini
öğretiye sahip olduğunu ve bu nedenle, komünizme en yakın din olduğunu
savunmuştur. 3. Enternasyonale ve Bakü Kurultayı’na da (1920) katılan Galiyev,
“Müslüman Komünistler Birliği” kurulmasını önermiştir. Yarı-sömürge halklarının
büyük çoğunluğunun, ezildikleri ve sömürüldükleri için proleter olduklarını
savunan Galiyev, emperyalizme karşı bu halkların enternasyonal birliğini kurmaya
çalışmıştır. Galiyev’in bu fikirleri birçok örgütün doğmasına vesile olmuş ve
etkisi 1940’lara kadar sürmüştür.
Günümüzde
de Filistin, Lübnan, Afganistan ve Irak’ta emperyalizme ve Siyonizme karşı
mücadeleler radikal İslamcı hareketlerce yapılmaktadır. Kimisi Şii, kimisi
Sünni olan bu örgütler, İslam’ı zalime karşı mücadelede esas almaktadır.
Gerek
Hıristiyanlık gerek Yahudilik, gerekse de İslamiyet, kutsal kitaplarının, tüm
zamanlara hitap ettiğini savunur. Gerçekten de, muğlâklıklar ve esnek bir zaman
ifadesi ile yazılmış kutsal kitapları, öyle görmek isteyenlerce, rahatlıkla
evrensel nitelikli olarak algılanabilmektedir. Öyle olmasaydı bile teolojik
düşünüş, bu vahiyleri sürece uyarlamakta zorlanmazdı. Dogmalar, akılla ve
bilimle sınanma ihtiyacı hissetmezler; mutlak ve evrenseldirler. Bu da
kabullenişi kolaylaştırır.
Kutsal
kitaplarda, insanların eşitliğine ve eşitsizliğine, savaşa ve barışa, aklın
önemine ve önemsizliğine vb. dair birçok vahiy bulunur. Bu durum, ideolojiye
göre bir içtihadın mutlaklaştırılabilmesine olanak verir. Böylece her ideoloji,
sınıfsal karakterine göre bir dine ama aynı kutsal kitaba sahip olur. Sınıf
mücadelelerinin, dini biçimler altında gerçekleşmesi, onun özünü karartmaz.
Kutsal örtünün kaldırılması ile bu öz, rahatlıkla açığa çıkar.
Hindistan’da Siyasal Mücadeleler
Hinduizmin,
ırkçılık ve dini birleştiren bir temelde, kast sistemine dayandığını
belirtmiştik. Onun bu niteliği yüzyıllar boyunca, köklü ve değişime uğramadan
kalmasında etkili olmuştur. Hindistan’da Hinduizme yönelik ilk reform hareketi,
ancak 19. yy.da Roja Ram Mohan Roy tarafından gerçekleştirilmiştir.
Mohar
Roy, safiliği (kocası ölen kadının, kocasıyla birlikte diri diri yakılması) ve
çocuk evliliğini kaldırmayı, kast sistemini ise yumuşatmayı amaçlayan bir reform
hareketi başlatmıştır. Bir Brahman olan M. Roy, en alt kast olan dalitlerle
ilgilenmemiştir. (Doğu-Batı, Sayı: 30, Sf: 103) Esasta, dünyada kapitalizmin
gelişmesine paralel yayılan, “uygarlık” akımına ayak uydurmak istemiştir.
Hindistan ve Hinduizmi yeniçağa uydurmaya çalışmıştır. Bu hareket, dinsel
reformların da, dinsel devrimler gibi, sosyo-ekonomik koşulların ürünü olduğuna
dair tipik bir örnektir.
Hindistan’da
dikkate değer bir mücadele örneği de Budizm’in yeni bir yorumu (yeni bir mezhep
haline getirilerek) ezilenlerin teorisine dönüştürülmesidir. Budizmin yeni
yorumu “Dalitizm” haline getirilmiştir. Hindistan tarihi ve ekonomisi hakkında
uzman olan Dr. Babasaheb Ambedkar, Hindistan’da Budizmi bin yıl sonra tekrar
canlandırmış ve Dalitlerin kast sisteminden kurtuluşu için mücadele teorisine
dönüşmesini sağlamıştı. Ambedkar, Hindistan’da -bin yıl sonraki- ilk Budist
tapınağı 1954 yılında açar. (Doğu-Batı, ags, Sf: 112)
Esas
amacı dalitleri kast sisteminden kurtarmak olan Ambedkar, Budizmin eşitlikçi öğretisini
ön planda tutarak, bu temelde bir örgütlenmeye girişmiştir. 1956’da, sırf
Nagpur şehrinde, 2 milyon dalit Budizm’e toplu geçiş yapmıştır. (Doğu-Batı,
ags, Sf: 114) Ambedkar, kast sistemini meşrulaştırması dolayısıyla
reenkarnasyon inancını reddetmiştir; Budizmin yeni bir mezhebi olarak tanrısız
ve reenkarnasyonsuz bir dinsel öğreti sunmuştur.
Aklı
ön planda tutan bu öğreti, esasta burjuva liberalizmine odaklanmıştır. Mustafa
Kemal hayranı olan Ambedkar’ın amacı, cumhuriyet sistemi altında, vatandaşlık
bağları ile var olan bir toplum yaratmaktı. Bu mücadelesi sonunda dalitlerin,
devletin her kurumunda ve seçimlerde özel kotalara sahip olmasını
sağlayabilmiştir. Hindistan’da 1950’lerde komünist hareketin zayıf olduğunu
hatırlarsak, ezilenlerin neden böyle bir dini benimsedikleri daha net
anlaşılabilir.
Devletle Özdeşleşememiş Bazı Dinlerin Uzlaştırıcı Nitelikleri
Dinin
girdiği biçimleri daha geniş görebilmek için devletle özdeşleşememiş ama dinler
arası savaşları bitirmeyi ve bazı dinlerin sentezini yapmayı hedefleyen birkaç
dine kısaca değinmekte fayda vardır.
Manizm,
Mezopotamya’da M.S. 3. yy.da ortaya çıkmıştır. Mani, yaşadığı Güney
Mezopotamya’da yaygın olan Zerdüştlüğü, batıda etkili olan Hıristiyanlık ve
doğuda etkili olan Budizm ile kaynaştırmıştır. Evreni, aydınlık ve karanlık
zıtlığı üzerine tasavvur eden Mani, iyinin aydınlığı, kötünün karanlığı
doğurduğunu savunuyordu. Böylece sosyal yaşamın normları, iyi ve kötü üzerinde
temelleniyordu. Mani, bir süre Sasani İmparatoru tarafından himaye edildiyse de
ruhban sınıfının dini haline gelmiş Zerdüştlüğü inkâr ettiği dolayısıyla, bu
sınıfın hışmına uğramıştır. Zerdüşt rahipler Mani’yi hile ile gözden düşürüp
idam edilmesini sağlamıştır. Ancak Manicilik bin yıl kadar yaşamıştı.
(Ayrıntılı Bilgi İçin, Amin Maulf, Işık Bahçeleri)
Manizm,
vahdeti vücudu değişik biçimlerde savunmuş ve insanların eşitliğini sürekli ön
planda tutmuştu. Yanı sıra dinlerin sentezine karşı muhalefet ve baskı, her
zaman daha fazla olmuştur. Çünkü diğer dinlerle, çıkarları temelinde siyasal
bir ilişki kuran devlet, bu ilişkinin bozulmasını istemez. Dinlerin sentezi,
devletin dinini değiştirmeye veya etki alanını daraltmaya zorlar, bu da
devletin (ve tanrının) gücünün bölünmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Manizm hem
Sasani devletinden hem de komşu devletlerden baskı görmüştür.
Çişti
Tarikatı, 16.yy.da Hinduizm ile İslamiyeti sentezleyerek yeni bir din ortaya
çıkarmıştır. Adını Afganistan’daki Çişt şehrinden olan bu yeni din, yüzyıllar
boyunca süren (en azından her kurban bayramında) Hindu Müslüman çatışmasına son
vermek istemiştir. (Doğu-Batı, ags, Sf: 100) Hinduların tanrı saydığı (ve
kutsadığı) ineğin, Müslümanlarca kurban edilmesi yüzünden bile günümüze kadar
çatışmalar yaşanmıştır. Ekber Şah’ın (Ehl-i sünnetin lanetlediği şah) kısa bir
süre destek verdiği bu din kısa zamanda Şah’la birlikte katliamlara maruz
kalır. Dinler arası çatışmaları bitirmeyi öğretisinin merkezine koyan bu din,
birçok İslam ansiklopedisinde zındıklık, kafirlik vb. olarak geçer.
Kast
sistemine bir tepki olarak ortaya çıkan Sihizm, Pencap’ta Sri Guru Manak
(1469-1539) tarafından başlatılmıştır. Manak, tanrının birliğini savunur ve
kast sistemini reddeder. Puta tapınıcılığı da reddeden Manak, tüm dinlerin aynı
ve tek gerçeği öğrettiğini savunur. Bu gerçek, tanrının koruyuculuğu ve
insanların kardeşliğidir. Bu görüşler Hinduizmi temel alan devletin hışmını
çekmeye yetmiştir ve Sihilere karşı katliamlar başlatmıştır. Sihiler, 16.
yy.dan beri bağımsızlık mücadelesi vermektedirler. (Birgün, 22.06.2008)
Bahailik
de evrensel din olma iddiasıyla çıkmıştır. 19. yy.da, İranlı Muhammed Bop
tarafından, Kudüs’te kuruldu. Kuruluşundan hemen sonra ikiye bölündü ve öğreti
Bahailik ve Ezelilik adını aldı. Bahailik, tüm dinlerin sentezini yaratmaya
çalışmıştır. Bu dinde, din adamları ve dinsel tören yoktur. Dünyada tek devlet,
tek dil ve tek din olması gerektiğini savunmuştur. Tüm ülke-devlet sınırlarının
kaldırılması gerektiğini savunan Bahailik sevgi ve kardeşlik temalarını
öğretisinin merkezine koyar. (Faik Bulut, Ordu ve Din, Sf: 419, Tüm Zamanlar
Yayınları) Hal böyle olunca sadece bir devletin değil tüm devletlerin baş
düşmanları arasında yer almaktadır.
Bu
dört örnekte de görüldüğü gibi dinsel düşüncenin hâkim olduğu zamanlarda ve
bölgelerde sosyal-siyasal sorunların çözümü de dinsel biçimli olmaktadır. Dinin
kutsal örtüsünün kaldırılması ile rahatlıkla görülebilecek sınıf çatışması,
dinlere yeni biçimler vermektedir.
Din, Irkçılık ve Milliyetçilik
Irkçılığın
sınıflı ve devletli toplumların bir inancı olduğunu söylersek, aşırı bir
genelleme yapmış olmayız. Çünkü kendisini doğayla özdeş tutan ilk insanların,
toplumsal sistemi eşitlik temelindedir. Günümüzde yaşayan ilkel kabilelerin
ırkçı olmamasını buna örnek gösterebiliriz.
İlk
sınıflı toplumlarda güce tapan ataerkil zihniyet, devletle; devlet de dinle
özdeşleşmiştir. Gücün her şey demek olduğu bu zihniyette, hâkim sınıfın tanrı
ile özdeşleşmiş olması bile, tanrı-kral ve soyunun, üstün-ırk (soy) sahibi
olduğunu düşünmeye yetmektedir. Tanrılara ibadetlerde uygulanan davranış kalıpları
(ritüeller), aynı şekilde krala da uygulanır. Secde etmek, tahttan aşağı bir
yerde durmak, sırtını dönmemek, gözlerinin içine bakmamak, yüceltici ifadelerle
hitap etmek vb. uygulamalar hem tanrılara hem de krallara uygulanırdı.
Böylece
“soy”lu kral ve ailesi ile “soy”suz toplum, “tanrı tarafından” kan ve ten
cinsine göre ayrıştırılmış olur. Firavunların, kendilerini Tanrının (Ra’nın)
oğlu olarak görmeleri, ölümsüz olduklarına inanmaları ve sadece kız
kardeşleriyle evlenmeleri, tanrı soyundan geldiklerine olan inançlarından
kaynaklanmaktadır. Bu tür bir üstün ırk inancı, tamamen kutsal örtü altında
yaşam bulur.
Tek
tanrılı dinler ve feodalizm döneminde de bu durum sadece biçim değiştirmiştir.
Hıristiyanlık âleminde, her devlet, tanrının en çok kendilerini kayırdığını
savunmuştur. Mülk sahibi olmak tek başına “soy”lu olmaya yetebiliyorken,
tanrının temsilcisi sıfatı bu “üstünlüğü” artırmaktadır. Bir taraftan ortak
soydan (Âdem’le Havva’dan) gelindiği kabul edilirken diğer taraftan
“soy”lu-“soy”suz ayrımı yapılması, birilerinin kendisini en üstte görmesi,
ancak Tanrı’nın eşitsizliği savunduğu ve güç sahibini kayırdığına inanması (ve
kitleyi inandırması) ile mümkündür. Kilisenin hem kendisini hem de
aristokrasiyi “Tanrının en sevdiği-kayırdığı!- kulları” olarak ilan etmesi bunu
mümkün kılmıştır.
Avrupa’da
sömürgecilik çağında, soylulukla beraber “üstün-beyaz ırk” inancı da rağbet
görmeye başlamıştır. Çünkü “ilkel, barbar, vahşi-ve beyaz tenli
olmayan-kabileler”in toprakları işgal edilmeye (fetih diyenler de oluyor!)
başlanmıştı ve bunu meşru görmenin en kestirme yolu ırkçılık olmuştur. 1512
yılına kadar, yerliler, Âdem-Havva soyundan kabul edilmiyor; yani hayvan
sayılıyorlardı. ( Bilim-Sanat, Sayı: 10, Sf: 26) Papa 2. Paul -1512’de-
yerlileri Âdem’in soyuna dâhil ettiyse de, bu, yerlilerin asimile edilmesi
politikalarının ürünü olmaktan öteye gitmedi.
Kapitalist
sistemde de devam eden bu inanış, Tanrının seçilmiş kulları olarak beyaz
tenlileri görüyordu. Beyaz Tanrı, beyaz insanların, kızıl ve siyah derilileri
katletmelerini vaaz ediyor ve karşılığında cennet öneriyordu. Tanrının (beyaz
tenli tanrının) dünyanın yönetimini beyaz tenlilere bırakması “takdir-i ilahi”
olarak görülüyordu. Böylece diğer tüm ırklar aşağı görülüyordu. Bu ırkçılık
temelinde milyonlarca Afrikalı ve Kızılderili katledilmiştir. Beyaz adam, ancak
bu katliamlardan sonra “özgürlükler ve fırsatlar ülkesini” kurabilmiştir.
İslam
dini de eşitlikçi söylemlere sahip olmasına rağmen, ırkçılığın kılıfı olmuştur.
İslam peygamberi “Ne Arabın Arap olmaya, ne Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü
vardır” demiştir. Ayrıca “Irkçılık için ölen bizden değildir” demiştir. (R.
Yazçiçek, age, Sf: 23) Ancak, aynı peygamber, üyesi olduğu Kureyş kabilesi için
özel tanımlar da kullanmıştır: “İmamlar Kureyştendir” ( R. Yazçiçek, age, Sf:
33) Yani tüm yöneticilerin-iktidarın Kureyş’ten olması uygundur demiş ve bunu
pratikte uygulamıştır. Bu uygulama 1250 yılında son Kureyşli hanedan (ve İslam
devleti) yıkılana kadar sürmüştür. Hicaz bölgesinin yönetimi ise Osmanlı yıkılana
kadar peygamber soyundan gelenlerce (Şerifler, Kureyşliler) yönetilmiş ve
Mekke’nin hac gelirlerinin esasına el koymuşlardır.
İslam
peygamberi, ilk zamanlarında geniş bir birliğe ihtiyaç duyduğundan dolayı,
eşitlik söylemlerini sürekli ön planda tutmuştur. İlk dört halife de bu
söylemleri aynı şekilde kullandılar. Ancak Emeviler, hanedanından başlayarak,
Arap ırkçılığı hâkim olmaya başladı. Emeviler “Allah, Âdemoğullarından Arapları
seçti”, “Kim Arapları severse Allah’ı sever” vb. söylemleri yaydılar. (R.
Yazçiçek, age, Sf: 32) Mevali denen Arap olmayan Müslümanlar ile
gayri-Müslimlere karşı açıktan ırkçı uygulamalara başladılar. Mevali Müslüman
olduğu halde, Araplardan kız alamaz oldu; devlet kurumlarından dışlandı ve
mahkemelerdeki şahitliği bile Araplardan aşağı sayılmaya başlandı. Abbasiler de
Emevilerden aşağı kalmayan bir biçimde Arap ırkçılığını sürdürdüler.
Bu
süreç, aynı özle, Osmanlı’da da devam etti. Burada aktörler değişti ve
“Tanrının en sevdiği kulları” Türkler oldu. Osmanlı iktidarı, Emevi ve
Abbasiler gibi, gayrı Müslimlerden Cizye Vergisi (kelle vergisi) almaya,
kıyafetlerini ayrı tutmaya devam etmiştir. Tüm bu örneklerde görüldüğü gibi,
ırkçılık tamamen din örtüsü altında yaşam buluyor. Bunun temel nedeni,
ırkçılığın yerel, dinin ise evrensel bir niteliğe sahip olmasıdır. Irkçılık,
kendisini diğer insanlardan -herhangi bir mantık ve tutarlılık aramaksızın-
üstün görmektir. Irkçı, bunu kendisine ve başkalarına inandırabilmek için, en
büyük güç sayılan tanrıdan onay almalıdır. Güce tapan, gücün timsali sayılan,
ataerkil tanrının da her zaman buna onay vermesi sorun olmamıştır.
Irkçılık
emperyalizm çağında da dinsel örtüsünün altından çıkmamıştır. İngiltere, I.
Emperyalist Paylaşım Savaşını, tanrının krallığı (İngiltere) ile şeytan
(Almanya) arasındaki bir savaş olarak propaganda etmiştir. ABD, Kızılderilileri
tanrı adına katletmeye devam ediyordu. İsrail’de Yahudiler, tanrı tarafından
“seçilmiş” kavimdir. İsrail, tanrısından aldığı güçle Filistinlileri
katletmektedir. Güney Afrika’daki faşist-beyaz iktidar, siyahları “Tanrının
verdiği bir görev için” katletmiştir. Naziler, Tanrı tarafından korunan “saf
ırk”ın “saf”lığını sürdürmek için milyonlarca Yahudi’yi katletmiştir.
Naziler
Avrupa’da güçlenmeye devam ettiği gibi, ABD’de bir siyahînin başkan seçilmesi
ırkçılığı bitirmemiştir; bitiremez. 1960’lara kadar eşit yurttaşlık hakkı
olmayan, beyazlarla aynı okul veya lokantalara gidemeyen siyahlar, hala
ırkçılığın tehdidi altında yaşamaktadırlar. Türkiye “demokrasi, insan hakları
naraları” atarken hala Kürtleri aşağı görmeye ve onları katletmeye devam
ediyor… Bu örnekler artırılabilir. Emperyalizm “demokrasi, bilgi çağı, sınıfsız
toplumlar, sınırsız dünya…” retoriklerini dilinden düşürmezken dünyanın her
tarafında katliamlarına devam ediyor. Bunu katlettiği halkları ırsi olarak
aşağılamadan kendi kitlesine kabul ettirmesi zordur. Irkçılık üstün görme
olduğuna göre, emperyalizm var olduğu sürece ırkçılık sürecektir.
Emperyalizmin
ve faşizmin sırf kitlesini kandırmak için, üstün ırk söylemini kullandığı, yaydığı
anlayışı tek yanlı ve eksiktir. Emperyalistler, buna ilk önce kendileri
inanmaktadır. Belki de emperyalistlerin ve faşistlerin samimiyetinden şüphe
etmeyeceğimiz tek konu budur.
Irkçılığın
dinsel düşünceyle özdeşleşmesi, tıpkı, dinsel düşüncenin doğa ve toplum
yasalarından kopması gibidir. Irkçılık da, din gibi, kendisini doğa ve
toplumdan koparır; onlara yabancı kılar. Irk, dinden farklı olarak, bir yere
ait olma zorunluluğunun (aidiyetlik) temelinde yükselir. Hâkim sınıflar,
aidiyetliği manipüle eder ve “üstünlük”lerle dolu bir nitelik atfeder. Dinsel
düşünce ile örülen bu “nitelikler ve üstünlük” sayesinde “Tanrının en sevdiği
kulu” olunur; böylece “en saf, zeki, güçlü, medeni” vs. olunur.
Milliyetçilik
olgusu, ırkçılıktan farklıdır. Ulus devletle birlikte ortaya çıkan
milliyetçilik (ulusçuluk) kendini dinden soyutlamayı başaramamıştır.
Proletaryanın önderlik ettiği ulusal hareketlerin dışındaki tüm ulusal
mücadelelerin neredeyse tümü dini örtünün altına girmiştir. Burjuva
milliyetçiliği, dini bir araç olarak kullanmıştır. Teolojinin, siyasetin bir
aracına dönüştüğü kapitalizmden de başka bir yaklaşım da beklenemez.
Liberal
burjuvazi, akılcı-bilimsel söylemleri ön planda tutmasına rağmen, ulus inşa
ettiği ülkelerde, dini dışlamak yerine, onu ulusçuluğu hızlandırıcı bir araç
olarak kullanmıştır. Almanların uluslaşması, İncil’in Almancaya çevrilmesiyle
başlar; 1870’te Bismark’ın Tanrının emri ve inayetiyle Alman devletlerini
Prusya etrafında birleştirmesiyle doruğuna çıkar. İngiltere’de hâkim din olan Protestanlık
ile milliyetçilik birbirinden ayrılmaz. Protestan tanrı, tanrı krallığını
İngilizlere vermiştir. Benzer yaklaşımlar, burjuvazinin iktidara gelip
karşı-devrim saflarına geçtiği andan itibaren neredeyse tüm Avrupa çapında
farklı biçimlerde yaşanmıştır.
Sömürge
ve yarı-sömürgelerde milliyetçilik, temel unsurlardandır ve daima diridir.
Milliyetçi hareketlerin burjuva karakteri ve feodal nitelikleri, dinin,
milliyetçilik ile çeşitli biçimlerde bağ kurmasına neden olmuştur. IRA gibi
milliyetçi bir örgüt, Protestan İngiliz zorbalığına karşı, Katolik nüfusa
yaslanmıştır. Ortaçağın zorbalığının dini örtüsü Katoliklik, IRA’nın elinde,
anti-emperyalist bir mücadele aracına dönüşmüştür.
Cezayir
ve Mısır’da gelişen anti-emperyalist, ulusçu hareketler İslam’la
özdeşleşmiştir. Arap toplumunun ve Müslümanların bir ümmet (din kardeşliği)
oluşturduğu inancı ve ikisinin ayrılmazlığı, bu hareketlerin çıkış
noktalarından biridir. Arap milliyetçiliğini İslam’la özdeşleştiren Nasır,
Ortadoğu’nun en etkili milliyetçilik hareketini başlatmıştır. “Arap sosyalizmi”
tezi altında Baas Partisi kurulur ve bu parti Suriye, Irak ve Mısır’da iktidar
olur. Bu tez, İslam’ın sosyalist bir sistemi savunduğunu ancak Arapların
kendine özgü bir sosyalizmlerinin olması gerektiğini ve bunun da Araplıktan
ayrıştırılamayacak İslam’ın merkezinde olabileceğini savunmuştur. Milliyetçilik
de ırkçılık gibi lokal (yerel) bir etkiye sahiptir. Din kadar gücü yoktur. Bu
yüzden milliyetçilik de din örtüsü altına girer. Ortadoğu gibi dinsel
düşüncenin hala yaygın ve güçlü olduğu bir bölgede milliyetçiliğin dinden
etkilenmemesi beklenemez.
’90’larla
birlikte sosyalizmin itibar kaybetmesi, dini ve milliyetçi hareketleri
artırmıştır. Kitleler, aidiyetlik duygusunu, kendilerini ifade etme ve
tanımlama biçimlerini, din ve milliyetçilikte aramaya başlamışlardır. Açlık,
işsizlik, yoksulluk vb. dinsel düşünceyi, işgaller ise milliyetçiliği
büyütmüştür. Dünyada yaşanan mülteci dalgası, kapitalist ülkelerde ırkçı ve
milliyetçi eğilimleri artırmıştır. Kitleler kendilerini sosyal olarak din ve
millet ile tanımladıklarından ve bu ikisi her yerde, neredeyse iç içe girmiş
olduğundan dolayı, siyasal alanda da birbirlerini etkilemektedirler.
E-
TÜRKİYE VE TÜRKİYE KİRDİSTANI’NDA DİN
TC,
Osmanlı Devleti’nin devamıdır; Osmanlı’da yüzlerce yıllık devlet geleneği
geliştirilerek TC’ye geçmiştir. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasındaki din olgusu,
farklı biçimler alsa da cumhuriyetle başlatılamaz. TC’nin dini mirası da
Osmanlı’dan devralınan devlet geleneği içinden gelmiştir. Bu nedenle öncelikle
kısaca da olsa Osmanlı’nın dini yapısına ve TC’ye miras bıraktığı çelişmelere
bakmamız gerekir.
1.
Osmanlı Devleti’nde din
Osmanlı,
teokratik bir devletti. Osmanlı’nın hemen benimsediği Sünni İslam’da, tüm mülk
ve tebaa, Allah’a ve dolayısıyla onun temsilcisine aittir. Bu, merkezi bir
devlet için gerekli olan sosyal-siyasal zemini fazlasıyla sunuyordu.
Osmanlı’nın yeşerdiği topraklarda (ve hem doğusunda hem de batısında) özel
mülkiyet gelişkin değildi. Bu durum, İslam’ın yayılmasında önemli bir rol
oynamıştır; İslam’ın evrensel niteliği ile komünal mülkiyeti merkezileştiren
yapısı, Osmanlılar için ideal bir din olmasını sağlamıştır.
Osmanlı,
Selçuklular gibi, kuruluşundan yok olana kadar, Maturidi-Hanefi mezhebini esas
almıştır. Hanefilik, diğer ehli sünnet mezheplerden (Maliki, Hanbeli, Şafi)
farklı olarak, devlet alanı ile toplumsal alanı ayrıştırmaya özen gösteriyordu.
Aklı, diğerlerine göre daha fazla öne çıkaran Hanefiliğe biçim veren en önemli
isimlerden birisi olan Maturidi, Kuran’ın bazı hükümlerinin akla dayanarak
değiştirilebileceğini veya kaldırılabileceğini savunuyordu. Bu tez, İslam’ı
sürece ve farklı bölgelere uyarlamak açısından, teolojik bir zemin sunuyordu.
Maturidi, “akıl, Allah’ı bulur” diyerek, aklın, imanın (inancın) tamamlayıcısı
olduğunu iddia ediyordu. Maturidi’nin Halife Ömer’e dayandırdığı içtihat, şer’i
hukuk altında diğer dinlerle siyasal ilişkinin zeminini genişletmiştir. Şeriatı
toplumun uyması gereken geçici kurallar olarak yorumladığı için örfi hukuka da
(yerel, geleneksel hukuk) devlet hukuku (şer’i hukuk, şeriat) altında geniş bir
yer açmış oluyordu.
Anadolu
gibi mozaikler diyarı olan bir bölgede, örfi hukuku yadsımak Osmanlı’nın sonu
olurdu. Osmanlı, ilk kurulduğu dönemde tamamen göçebe-kabile tarzı
örgütlenmişti ki ilk iki yönetici gazi unvanıyla anılırdı. Osmanlı,
Hanefi-Sünni mezhebini hemen kabul ettiği halde, dinle özdeşleşmesi esasta I.
Murat zamanında başlar, Yıldırım Beyazıt’ın (4. yönetici), ulemayı devletin bir
parçası haline getirmesiyle hız kazanır. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise,
din-devlet özdeşleşmesi doruğa çıkar.
Sultan
Mehmet, kul sistemini getirdiği gibi (tüm tebaa sultanın kulu sayıldı),
devletin bekası için şehzadelerin (padişah çocuklarının) katlini caiz (meşru)
sayarak, bunu devlet politikası haline getirmiştir. Devletin merkezileşmesi ve
kurumlaşmasının doruğa çıktığı bu dönem, Osmanlı’nın genişlemeye ve güçlenmeye
devam ettiği bir dönemdi. Dolayısıyla merkezileşmeyi, devletin bekası için
zorunlu gören Sultan Mehmet, bu uğurda her şeyi serbest kılmıştır.
Dinle
özdeş haldeki Osmanlı Devleti, bekası için dinini yaymak zorundaydı. Ancak
Alevi nüfusun çokluğu ve bunlar üzerinde Şii Safavi Devletinin (İran) etkisi
dolayısıyla, bu politikada esnek olması gerekiyordu. Gayri-Müslim nüfusun da
çok oluşu ve bir türlü yerleşik hayatı geçirip düzenli vergi alamadığı
Türkmenlerin varlığı da, bu politikada esnek olmayı zorluyordu. Türkmenlerin
çoğunluğunun Alevi olması ve Osmanlı’nın ordusunun yaslandığı dinden-mezhepten
farklı bir mezhebe dayandırarak ordunun savaşçı yanını artırmak istemesi gibi
nedenlerden dolayı Bektaşiliği ordunun temel bir direği haline getirdi. Böylece
ordunun temel direklerinden biri olan devşirmelik için, Sünniliğe göre daha
esnek ve uygun mezhebe de dayanmış oldu. Osmanlı, esnek politikasının bir
devamı olarak da Sufi (Batıni) bir tarikat olan Mevlevileri de sarayla iç içe
geçirmiştir.
Ancak bu
politika tek yönlü bir seyir izleyememiştir; izleyemez de. Çünkü Sünni tabana
yaslanan Osmanlı, Aleviliğin anti-propagandasını yapmak ve kendi mezhebini
yaymak zorundaydı. Zaten, kendi mezhebini mutlak doğru görmesi ve göğe
çıkarması başlı başına diğer din ve mezhepleri küçümsemeyi doğurur. Diğer
yandan, Alevi kesimler genelde yoksul olduğu için, uzlaşılar da geçici
oluyordu. Bu nedenle, Alevilerin çoğunluğu, Osmanlı yıkılana kadar devletle
çatışma içinde olmuşlardır.
Osmanlı’da
mülkiyetin merkezi ve zilyet biçimi ruhban sınıfını, vakıflar yoluyla
zenginleşmek zorunda bırakmıştı. Ulema (din âlimleri) bu yolla, Osmanlı’da
ekonomik olarak en güçlü sınıflardan birini oluştururken, devlet-din özdeşliği
dolayısıyla en güçlü siyasal aktörlerden de birisiydi. Şeyh-ül İslam’ın
(İslam’ın bilgesi, din işleri başkanı) yetkisi ve etkisi padişahların kellesini
koparabiliyor veya sadrazamların azledilmesini sağlayabiliyordu. Vakıflar
aracılığıyla, hukuken mümkün olmayan miras hakkını, fiili olarak çocuklarına da
geçirtmeyi başaran ulema, mahalli idarenin de en güçlü aktörüydü.
Ulemanın
güçlenmesi, Osmanlı iktidarını yeni bir denge ile karşı karşıya getirmiştir.
Osmanlı iktidarı ulemayı dengelemek için yeniçeri ordusunu Bektaşiliğe
dayandırmakla yetinmemiş, onların yetkilerini kısıtlamaya yönelik birçok
uygulamayı yaşama geçirmeye çalışmıştır. Ancak, merkeziyetçilikten nemalanan
ulemayı zayıflatmak için yerel otoritelerin yetkilerini ve haklarını artırıp
iktidarı paylaştırmak gerekiyordu.
Dolayısıyla
merkeziyetçiliği esas alan Osmanlı’nın, dengeleri sürekli gözetmesi
gerekmiştir.
Osmanlı’da 16. yüzyıldan yıkılışına kadar halk ayaklanmaları yoğunluğunu
yitirmemiştir. 19. yüzyılda kapitalizmin girmesi ve Osmanlı’nın
yarı-sömürgeleştirilmesi, Osmanlı’daki dengeleri altüst etmiştir. 17. yüzyıldan
itibaren bozulmaya başlayan tımar sistemi ve dolayısıyla merkeziyetçilik, yerel
iktidarları güçlendirmiştir. Bunun ürünü olarak 17. yüzyılın sonunda,
mültezimlik (Sipahilerin yerine gelen ve vergi toplayan yerel iktidar)
getirilmiş ve 19.yy.da hâkim hale gelmiştir. Mültezimlerin, mülkiyeti,
zilyetlikten özel mülkiyete çevirmeleri ve miras hakkı da kazanmaları
merkeziyetçiliğe büyük darbe vurmuştur.
Osmanlı,
yerel iktidarlarla olan çelişmesini, 19. yy.da yeniçeri ordusunu ve ardından
mültezimliği kaldırarak kendi lehine çevirmeye çalıştı. Ancak mültezimliği iki
yıl sonra tekrar geri getirmek zorunda kaldı. Ulemaya yakınlaşan yeniçeri
ordusunu ise kaldırmayı başarmış ve yerine Nizam-ı Cedid ordusu kurmuştu (tabi
ki binlerce yeniçerinin öldürülmesi pahasına kurulmuştur!).
Yerel
iktidarlar, arkalarına yerel ulema, eşraf ve tüccarları alarak etkinlik alanını
geliştirmişlerdir. Bu da iktidarla olan çelişmelerini keskinleştirmişti.
Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı’ya hâkim olmasıyla birlikte bu çelişki daha da
keskinleşmiştir. Batı yanlısı Genç Osmanlılar ve halefi İttihat ve Terakki
Cemiyeti (İTC) merkeziyetçiliği ve Avrupalılar lehine düzenlemeleri
savunuyorlardı. Merkeziyetçilikten nemalanan bürokrasi kesiminin de bunlara
katılması ile birlikte yerel iktidarlar, merkezi iktidara ve İTC’ye savaş
açtılar. Yerel iktidarlar, hasımlarını “dinden çıkmakla ve gâvurlarla işbirliği
yapmakla” suçladılar. İTC ise moderniteyi savunarak, yerel iktidarların
“İslam’a dönüş” propagandalarını gericilik olarak damgaladı. Böylece, iktidar
dalaşı “ilerici-gerici”, “modern-şeriatçı” vb. ikiliklerle isimlendirmeye
başlandı.
İTC,
“özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı ile şeriata karşı çıkıp, anayasal
monarşi (meşruti monarşi) getirmek istiyordu. Yerel iktidarlar ise eskiye
dönüşü yani “İslam’a dönüşü” savunarak yer yer ayaklanıyordu. Bu çatışma,
sadece siyasal alanda değil, kılık kıyafete kadar her alana yansımıştı. 19. yy
boyunca daha sık yaşanan iktidar savaşları, saray entrikaları vb. dönemin bu
çelişmesinin ürünüdür.
Saltanat,
hem Türk burjuvazisi yaratmaya çalışan batı işbirlikçisi İTC ile hem de yerel
iktidarlarını genişletmek isteyen mültezim-ağa, ulema, esnaf ve tüccar gibi
kesimlerin baskısı altındaydı. Bunun yanında batılı kapitalist devletlerin de
baskısı her geçen gün daha fazla artıyordu. Saltanat, batının baskısı ile bazı
reformlar gerçekleştirdiyse de bunlar, ekonomik bağımlılığın kılıfı olmaktan
öteye gitmemiştir.
Stefanos
Yerasimos bu süreci şöyle değerlendiriyor: “Osmanlı imparatorluğundaki ıslahat
hareketlerinin evrimi, her aşamasında bu ülkedeki ekonomik sömürgeciliğin
evrimini yakından izler. 1839 Tanzimat Fermanı, nasıl 1838 Ticaret Antlaşmasının
arkasından gelmişse; 1858 yılında kabul edilecek olan Islahat Fermanı, 1854
yılındaki iflasın (Osmanlı devletinin mali iflası –bn) ardından gelecektir.
Çünkü ekonomik bağımlılığa doğru atılan her adım, batılı güçlerin reform
paravanası altında kendini açığa vuran vesayetin ağırlığını gitgide
duyuracaktır.” (Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye- 3. Cilt, Sf: 50, Belge
Yayınları)
Osmanlı
iktidarı dağılmakta olan imparatorluğu, “Osmanlıcılık” temelinde birleştirmek
istemişti. 19 yy.daki reformların bir amacı da buydu. Ümmetçilik temelinde tüm
Müslümanlara mülkiyet hakkı ve güvenliği verdi. Batının baskısıyla
gayri-Müslimlere de bu hakkı vermek zorunda kaldı. Osmanlıcılık girişimi, etkin
kimliğe değil de dini temele dayanan bir ulusçuluk girişimi olduğu için başarısız
oldu. Bunun yerine İTC’nin ırkçı temeldeki Turancılık anlayışı hâkim oldu.
İTC,
çevresine batıcı aydınları, subayları, Bektaşileri ve Ermenilerin de bir
kısmını alarak güçlenmişti. 1908’de meşruti monarşiyi kurmuş ve iktidarın esas
aktörü haline gelmişti. Ancak, yerel iktidarlar da bu süreçte güçlenmişti.
İTC’yi devirmek için 1909’da ayaklandılar. 31 Mart Vakası diye anılan bu
ayaklanma, şeriat istiyordu. Bu ayaklanma, teolojik-dinsel düşünüşün hâkim
olduğu bir dönemde eski güçlerini kaybetmek istemeyen güçlerin, doğallığında
eski dini sisteme (şeriata) dönme istemlerinin bir ifadesiydi. Çünkü meşruti
monarşi aracılığıyla İTC, bu kesimin ekonomik-siyasal gücünü kırmıştı.
Dolayısıyla iktidar dalaşı, “şeriatçı-modern” adı altında silahlı çatışma ve ayaklanmaya
dönüşmüştür.
İTC, bu
ayaklanmayı bastırarak iktidarda kaldı. Epey güçlenmesine rağmen ne saltanatı
kaldırdı ne de kaldırmayı düşündü. İTC, batılı tarzda bir burjuva ideoloji ve
kültürüne sahip olmadığı gibi, Anadolu’da tek başına iktidar olabilecek bir
kitle tabanından yoksundu. Bu nedenle Almanya’nın işbirlikçiliğini yaparak
gücünü korumaya çalışıyordu. Bu durum, muhafazakârların (şeriatçıların, yerel
iktidarların) İTC’ye yönelik propagandasında dini daha fazla öne çıkarma zemini
yaratıyordu. Ancak bu kesimler İTC’yi yıkamadı ve İTC 1918’e kadar iktidarda
kaldı.
1.Emperyalist
Paylaşım Savaşı, Osmanlı’nın fiili olarak parçalanmasını sağlamış ve ardından
TC’nin kuruluş süreci başlamıştır. Sultan-halife, bu süreçte İngilizlerin
kıblesi durumundadır. İngiltere halife ve Şeyhülislam aracılığı ile çıkarttığı
fetvalarla kendini meşrulaştırmaya ve cihadı engellemeye çalışmıştır. Ancak
daha sonra, emperyalistler arası dengeler sonucu Anadolu’da bir cumhuriyetin
kurulması kararlaştırıldı ve İngiltere ile öteki emperyalistler, Kemalistleri
desteklemeye başladılar.
Kemalistler,
dini kesimlerle uzlaşarak, sosyalistleri tasfiye ettiler. Daha sonra, iyice
güçlenince, 1922’de saltanatı, 1924’te de halifeliği kaldırdılar. Kemalistler,
1923’te Cumhuriyeti ilan etmelerine rağmen, ne sosyo-ekonomik yapı ne de
sınıflarda köklü bir değişim yaşanmıştı. Kemalistler geniş ittifak politikası
ile ne etnik ne dini kesimleri kendi taraflarına çekebildiler. Böylece ikiyüzlü
politikalarla muhaliflerini parça parça tasfiye ederek iktidarlarını
güçlendirdiler.
2.
TC’nin Kuruluşu ve Kemalizm’in İnşasında Din ve
Laikliğin Rolü
Osmanlı
İmparatorluğu, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda tamamen parçalanmıştı.
Emperyalistler, toprakları kendi aralarında paylaştırmıştı. Bu arada ekonomi felç
olmuştu. Zaten çok güdük olan kapitalist işletmelerin çoğu tahrip olmuştu.
Nüfusun büyük kısmını oluşturan kırsal kesim ise savaşlar yüzünden kırıma
uğramış ve tarımsal üretim iyice daralmıştı.
İTC’nin
devamı olan Kemalistler, kendilerini milat yaparak İTC’nin çizgisini bazı
farklarla devam ettirdiler. Dolayısıyla, Osmanlı’nın dinini, devlet geleneğini
devralan Kemalistler, Osmanlı zamanından kalan, “ilerici-gerici”, “modern
şeriatçı” ikiliği ile örtülmeye çalışılan iktidar dalaşının da mirasçısı oldular.
Bu
çelişmede, emperyalistler çıkarları gereği Kemalistlerin tarafını tuttu.
Rahatça at koşturabilecekleri ve uzlaşabilecekleri bir sistem olan cumhuriyeti
desteklediler. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’yu din temelinde bölüp yıkarken,
Anadolu’da “laiklik-sekülerlik” retoriğini yükseltmişti.
Osmanlı
teokratik bir devletti ve bu nedenle sınıfsal çelişmelerin dini biçimli olması
normaldi. Kemalistler de bu durumu kısa zamanda tersine çeviremeyeceklerinden
dolayı bu kulvarda politika ürettiler. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile meclis
açılışında, hilafet ve saltanata bağlılıklarını ifade ettiler. Selef
Kemalistlerin “ince politika” dediği bu ikiyüzlülük, Kemalistlerin güçlenmek
için dini çevreleri etkileme manevrasıydı. Kemalistler aynı oyunu komünistlere
de yaparak onları da tasfiye ettiler. Bunun için mecliste bir “komünist parti”
bile kurduran M. Kemal’in hasımlarını zayıflatarak yok etmesi, TC’nin merkezi
bir politikası olmuştur.
Kemalistler,
gerek sınıfsal yapıyı gerekse devlet geleneğini Osmanlı’dan devraldıkları için,
resmi dini değiştirmediler. Hanefilik, yüzyıllar boyunca devletle özdeş
kalmıştı. Alevilerin desteği nasıl olsa sağlanmış ve onlara şeriattan kurtulma
umudu aşılanmıştı. Bu nedenle, şeriat isteyenlerle, dindar-Sünni kitleleri
kontrol altında tutmak ve peşinde sürüklemenin en etkin yolu Hanefiliği
cumhuriyetle bağdaştırmaktı.
Kemalistler,
bu nedenle 1921’deki anayasaya “TC’nin Resmi Dini İslam’dır” maddesini
koymuştur. Ancak 1924 Anayasası’nda bu madde iptal edilerek, resmi din
belirtilmemiştir. Bu bir hata veya dalgınlık değildi; “köprüyü geçene kadar…”
politikasıdır. Sünni kesimin desteğine ihtiyaç duyan Kemalistler, birçok
uygulama ile bu desteği asgari oranda sağlamıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra
ise gerçek resmi din “laiklik” olmuş ve Hanefilik mezhebi ise bu gerçek resmi
dinle kaynaştırılmıştır. Öyle ki, yüzlerce yıldır padişahı ve feodal sistemi
kutsayan Hanefilik, artık, laiklik ve cumhuriyeti kutsamaya başlamıştı.
Kemalistler,
yeni bir dine ve rejime geçiş yaparken, sadece siyasal düzenlemelerle
yetinemezlerdi. Her şeyden önce, ideolojik meşruluk sağlamak zorundaydılar.
Tepeden de dayatılsa, sayısız katliama da yol açsa bunu yapmak zorundaydılar ve
yaptılar.
Kemalistlerin
öncelikleri arasında, Osmanlı’nın “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır”
teolojik söylemini değiştirmek vardı. Çünkü teokratik devlette, her şey-tüm
mülk, Allah’ın temsilcisi saltanatta toplanıyordu. Kemalistler, devlete sahip
olmak için bu temsilciyle birlikte, temsil edileni de devletten ayırmak ve
kendi ideolojik temsiliyetini hâkim kılmak zorundaydı. Böylece egemenlik
tanrıdan alınarak “millete verildi.” “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
şiarı, günümüze kadar TC’nin ideolojik söylemi olmuştur.
Millet,
egemenliğini temsilcisi aracılığı ile gerçekleştirir. Bu da meclis ve
devlettir. Hiçbir meclis, devlet dışında var olamayacağına göre, devletin
erkânı, meclis paravanı (“ahırı”) ile “temsiliyetini” yürütür. Böylece
egemenlik sahibi tanrıyı, saltanatın temsil etmesi gibi, tanrılaştırılan
milletin temsilcisi olarak da Kemalistler, devletin esas sahibi olmuştur.
“Köylü, milletin efendisi” olduğuna inanmaya çalışırken, Kemalistler de devleti
yeniden kurumsallaştırarak “temsilciliğini” sağlamlaştırmıştır.
Kemalistler,
egemenliğin millette olduğunu ısrarla geveleyerek, aynı zamanda, komünizme
karşı da bir tampon oluşturdular. Başlarda SBKP’den yardım almak için,
komünizme yakınmış gibi durup, Anadolu’daki devrimci örgütlerle ittifak
kurdular. Yeterince güçlenince de onları tasfiye ettiler, katlettiler. Kemalistlerin,
ikiyüzlü politikası cumhuriyetin kuruluşundan sonra da sürmüş ve SSCB’yi
ürkütmemeye dikkat edilmiştir.
Ancak,
komünizme karşı tampon oluşturmak için ideolojik manipülasyonların alanı
genişletilmiştir. Kemalistler, TC’nin zaten “sınıfsız-imtiyazsız bir toplum
oluşturduğu, egemenliğin millette olduğu vb.” argümanlarla komünizmin
Anadolu’ya gelmesine gerek olmadığının propagandasını yapmışlardır. “Kurtuluş
Savaşı”nın, dünyadaki ilk anti-emperyalist savaş olduğu manipülasyonu ile
geliştirilen bu argümanlar aracılığı ile kitlelerin bilinçleri dumura
uğratılabilmiştir.
Kemalistler,
bu yeni örtüyü tamamlamak için “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” söylemini,
ideolojik bir temel haline getirdiler. Osmanlı’da her şeyin hâkimi, her şeyi
bilen ve en hakiki mürşit olan Allah’tı. Kemalistler, temsilci ile temsil
edileni kaldırmak için, en hakiki mürşidi, ilim ilan etti. “Muasır
medeniyetleri yakalama”, “kalkınma, sanayileşme”, “ilerleme” vb. retorikleri,
ilimle ilişkilendirerek, onu yücelttiler. Böylece birçok kılığa girebilen
“ilim”, yeni devletin bekasının temellerinden biri haline gelmiştir. Bu ilim
Kemalistlerin elinde olduğuna göre, “en hakiki mürşit”, M. Kemal oluyordu ki bu
“kudretli”, tüm tarihi yeniden “değiştirip” kendini yüceltecek tarzda
yazabilmiştir.
Bu iki
slogan-söylem, tüm resmi daire ve okullarda hala yaygın olarak
kullanılmaktadır. Bu iki slogan, dinin devletten ayrılmasında başat rol
oynamıştır. Ancak bu yetersizdi. Bu nedenle laiklik daha geniş bir alanda hâkim
kılınmalıydı. Kitle desteği az olduğuna göre bu ancak tepeden baskı ile
yapılabilirdi; öyle de oldu. 1937’ye kadar, İstiklal Mahkemeleri ve diğer baskı
aygıtlarının da yardımıyla laiklik bir yaşam tarzı olarak dayatıldı.
1937’lerden sonra ise laiklik, anayasa ve Kemalizm’in temel bir ilkesi haline
getirilerek, devletin temel ilkelerinden biri olarak korundu.
Kemalistler,
saltanat ve hilafeti kaldırmakla, laikliği yaymak için geniş bir zemin yarattı.
Halifelik ile birlikte, hilafete bağlı olan şer’i vekilliği ve şer’i dairesi
kapatıldı. Ancak, dini merkezi bir kontrol altında yönlendirebilmek için
Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bu kurumun başı, her zaman Hanefi-Sünni
olmuştur. Bu kurum, laik olduğunu iddia eden TC’de, hala diğer din ve
mezheplerin vergileriyle nemalanmaktadır. 2003 yılında, 5 bakanlığın toplam
bütçesine sahip olan Diyanet İşleri Bakanlığı’nın 100 bin camide 115 bin
personeli bulunmaktadır. (Hümanite, Sayı: 4, Sf: 55)
Diyanet
kurumu, Kemalistlerce, “halkın din işlerini yönlendirmek ve dini ehil ellere
vermek olarak” sunuldu. Bu koca yalan, cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen
birçok ayaklanma ile bozulmuştur. Kemalistler hala, “laik-seküler” bir
devlette, böyle bir kurumun varlığını açıklamakta çekingen davranırlar.
TC,
diyanet kurumundan vazgeçemezdi. Çünkü dinin yoğun etkisinin bulunduğu
Anadolu’da dinsiz bir siyaset yürütemezdi. Diyanet aracılığı ile hem Sünnilere
ibadet hakkını garanti ediyor hem de Alevilerin şeriat korkusunu kendi lehine
kullanabiliyordu. Yanı sıra, eski gücüne kavuşmak isteyen muhafazakâr
sınıfların şeriat istemlerini, hukuki olarak olduğu kadar, ideolojik olarak da
bastırabiliyor ve dini yeni biçimler vererek devleti ele geçirmek isteyen diğer
sınıfların kitle tabanını zayıflatabiliyordu.
Dolayısıyla,
TC için laikliği hâkim kılmak ne kadar hayati bir önem taşıyorduysa, dine yeni
biçim vererek, onu, en geniş alanda kullanmak da aynı hayati öneme sahipti.
Gıdasını ve temelini halktan, halkın çıkarlarından almayan ve sömürücü-sınıflı
toplum ideolojisine sahip olan Kemalizm’in iktidarını sağlamlaştırabilmesi ancak
baskı-zor ve geniş-etkili bir manipülasyonla mümkün olabilirdi. Din ve laiklik
Kemalizm’e bunları sunabilmiştir; hem baskının meşru görünmesini ve sınıfsal
temelini örtmesini sağlamış hem de geniş-etkili manipülasyon ile kitleleri
peşine sürükleyebilmiştir.
Diyanetin
kurulmasını, 1925 yılında “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” kanunu izlemiştir.
Bu sayede kendi ideolojik manipülasyonuna daha geniş yer açan Kemalistler, bu
kanunu esasta muhaliflerine uygulamışlardır. Tekke ve zaviyeler,
ideolojik-siyasal-sosyal yaşamın merkezi durumundaydılar. Bir halk
muhalefetinin ilk geliştiği yerlerden biriydi. Dinsel muhalefetin en güçlü
olduğu yerlerde Kemalistler, cumhuriyeti kurmak için bir kısım feodal ve ulema
ile işbirliği yapmışlardı. Dini tekellerine almadıkları sürece bu işbirliği
bile kendi aleyhlerine dönebilirdi. Bu nedenle, diyanet kurumu ile dini kendi
tekellerine aldılar ve bunu diğer uygulamalarla güçlendirdiler.
TC, dini
(tam olmasa da) devletten ayrıştırdığı için, siyaseti de teolojiden ayrıştırmak
zorundaydı. Bunun için vatandaşlık bağını esas hale getirmeliydi. Laikliğin
yaşam bulma koşullarından birisi de buydu. Tekke ve zaviyeler ise buna engel
oluyordu. Yanı sıra milliyetçiliği ve ırkçılığı ön plana alan TC’nin bu dinsel
toplulukların gücünü kırması gerekiyordu. Böylece en kestirme yoldan bu dini
kurumlar kapatılmıştır.
Kemalistlerin,
laikliği üstten dayatma girişimlerine karşı elbette bir muhalefet gelişecekti.
Bunun önüne geçmek ve bastırmak için 1925 yılında, Takrir-i Sükûn Yasası’nı
çıkardılar. Cumhuriyetin kuruluşundan önce, güya, asker firarlarını önlemek
için kurulan İstiklal Mahkemelerini 1929’lara kadar toplumun sükûn etmesi için
kullandılar. Koyu bir faşizm uygulayan TC, ideolojisini yaymak için gerekli
nesnel zemini ancak zor ve baskı yoluyla sağlayabilmiştir.
Laikliği
bir yaşam tarzı haline getirebilmenin en büyük adımlarından birisi Medeni
Kanun’un kabul edilmesiydi. Bu kanun, hem şer’i hukuka (şeriat) hem de şer’i
yaşama büyük bir meydan okumaydı. Bu kanunla, insanların ilişki biçimleri
değiştirilmiştir. Bu kanunu şapka kanunu, miladi takvimin kabul edilmesi, resmi
tatilin Cuma’dan Pazar’a alınması, ağırlık ölçülerinin dahi batılılaştırılması
uygulamaları takip etmiştir. Böylece düşündükleri gibi yaşama olanağı
daraltılan kitleler, yaşadıkları gibi düşünmeye -kanunen- zorlanmış oldu. Bu
uygulamaların her biri topluma biçim veren uygulamalar bütününün birer
parçasıdır. Bu sayede Kemalist ideolojinin yayılması için daha geniş bir zemin
açılmış oldu.
Kemalizm,
bu uygulamalarını kalıcılaştırmak ve kurumsallaştırmak için, eğitimde birliği
(tevhid-i tedrisat) sağlamayı ihmal etmedi. Dini eğitim kurumlarını kapatan
Kemalistler eğitimi tekellerine alarak, ideolojilerini yayan bir merkez haline
getirdiler. Eğitimin tekele alınması, en ücra kırsal bölgelere bile Kemalist
ideolojinin yayılmasını sağladı.
Alfabenin,
Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrilmesi, eğitimde Kemalist ideolojiyi
milat almayı kolaylaştırmıştır. Bir yazarın deyimiyle “Bir halkın kütüphanesini
yaktılar”. Tarihi çarpıtarak kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yazan
Kemalistler, Osmanlı’yı inkâr temelinde, kendilerini yücelttiler. Kendilerini
milat yaparak, eskiye ait birçok şeyi lanetlediler. Bunun bir ürünü olarak bir
halkın tarihi-geçmişi ile olan bağına büyük bir darbe vurarak, kendi
ideolojilerinin yayılması için zemini genişlettiler.
1928’de
ilk Türkçe hutbenin okunması (Bursa Hutbesi), 1931’de ise ezanın Türkçe
okunmaya başlanması da bu zemini genişletmenin ve tepeden -baskı ile- bir Türk
ulusu yaratma çabasının ve Kemalist ideolojinin hâkim kılınması gayretlerinin
ürünleriydi.
Tarihte
hiçbir ırkçılık akımı dinin kutsal örtüsü altına girmeden yaşayamamıştır.
Kemalizm de ırkçı ideolojisini din ile kılıflandırmıştır. Bir ulus yaratmak
isteyen TC, etnik ve dini mozaikler diyarı olan Anadolu’da bunu ancak baskı-zor
ile yapabilirdi. Kemalistler milliyetçiliği ve ırkçılığı büyütmek ve kutsamak
zorundaydı. Orta Asya’dan gelip işgal üzerine devlet kurmuş ve hala buranın
esas sahibi olduğunu iddia eden bir ideolojinin, ırkçılığı yüceltip kutsaması
dışında bir çaresi yoktur (İsrail, Güney Afrika, ABD vb.lerinde olduğu gibi).
Kemalistler bu çerçevede tarihi, mantık sınırlarını bile zorlayacak bir biçimde
yeniden yazdılar.
Türk Tarih
Tezi ve Güneş Dil Teorisi (1931) ile neredeyse tüm dünya halkları, Türk kabul
ediliyordu. Roma, Yunan, Hintli ve Mısırlıların bile içinde yer aldığı bu teori
ile Türkler, dünyanın en güçlü ırkı ilan edilmişti. Bu ideoloji, Moğol ve Hun
akınlarının, dönemin dünyasının nüfusunun onda birini katletmesi ve yüzlerce
şehri yıkmasını, yücelik olarak yorumlamış ve sahiplenmiştir. Böylece “Bir Türk
dünyaya bedeldir” lafzı hâkim oldu. Hatta Türk’üm demek mutluluk kaynağı olarak
yutturuldu. Bu ırkçı zihniyet M. Kemal’i peygamber ilan etmeyi de ihmal etmedi.
A. Gündüz, 1934’te yazdığı şiirde:
“Atatürk
tapkınıyız
Her şey
odur
Her yerde
o var
Her gökte
o eser…”
Diyordu.
K. Kamu ise bir şiirinde:
“Ne
örümcek ne yosun
Ne mucize
ne efsun
Kâbe
Arabın olsun
Bize
Çankaya yeter” demişti. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 435)
Bu tür şiirlerden
yüzlercesi daha yayınlanmıştır.
Din,
-Marks’ın deyimiyle-, insanın, kendisini bir aracı eliyle tanımlamasıdır. TC
devleti yeni “aracı” olarak kendisini ilan etti ve dayattı. Bu devletin adına
da “laik devlet” dedi. Marks, “İnsan devlet aracılığıyla kendisini ateist ilan
etse, yani devleti ateist ilan etse de kendisi hala dinsel önyargılı kalır;
çünkü kendi kendisini dolambaçlı bir yoldan, ancak aracı eliyle tanır. Din,
insanı dolambaçlı yoldan tanımanın ta kendisidir. Bir aracı eliyle.” demiştir.
(Faik Bulut, Ordu ve Din)
Osmanlı’da
kendisini teokratik devletle ifade eden kitlelerin, TC’de, laik devletle ifade
etmeleri isteniyordu ki sömürüyü sürdürebilsinler. İnsanın, doğa ve topluma
yabancılaşmasının devam etmesi, büyütülmesi, laik devletle sürdürülmüştür. Bu
yabancılaşma, doğallığında, laiklik ve uygulamalarının-yaşam tarzının
kutsanmasını zorunlu kılar. Çünkü her sömürücü sistem, nesnellikten
uzaklaştıkça, kendini yüceltir ve kutsar. Bu kutsama kitlelerde dogma haline
geldikçe sistemin ömrü uzun olur. Laikliğin yeni bir din ve ideolojik yaklaşım
getirilmesi için toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz etmesi gerekiyordu.
Tabandan bir değişim dayatılmadığı için bu tavandan yapılmalıydı! Kemalistler,
böylece, laikliği tepeden yaydılar.
3.
Laikliğin TC’de Algılanışı ve Hâkim Sınıflar
Arasındaki Dalaşta Rolü
TC
Anayasasının (1982), 2. maddesinde, devletin esasları arasında, laiklik de
sayılıyor: “…demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniliyor. Madde
10 ise “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din,
mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir” diyor.
TC’nin “özgürlükler”le dolu anayasasının 24. maddesinde ise “Herkes vicdan,
dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denmektedir. Bunların yanında,
başlangıç kısmında, net bir şekilde “din ve devlet işleri ayrıştırılıyor”. Bu
kısımda “…laiklik ilkesinin gereği, kutsal din duygularının devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı…” belirtiliyor. Böylece TC’nin,
anayasal düzlemde din ve laikliği tanımlaması genel olarak ortaya çıkıyor.
Laikliğe
son biçimini verenlerden biri 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası (AFC) olmuştur.
1981’de Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılan “Askerin Din Bilgisi”
kitabı, tamamen, Kemalizm’in, İslam’a aykırı olmadığını, tersine onu
yücelttiğini kanıtlamaya ayrılmıştır. Kitap M. Kemal’in dindarlığından ve
İslam’ı yüceltmesinden başlayarak, tüm Kemalist ilkelerin, İslam’ın özüne uygun
olduğunu: bunların bazılarının ise İslam’ın emri olduğunu iddia etmektedir.
Cumhuriyetin İslam’ın özünde yer aldığı tezini, şura anlayışı ile
temellendiriyor. Esasta Şiilerin savunduğu bu yönetim biçimi, bugün ancak
İran’daki gibi bir cumhuriyet sunabiliyor.
Kitap
bununla yetinmeyerek, bu temelde laikliğini de İslam’ın temellerinden biri
olarak yutturmaya çalışıyor. Dayanak olarak da İslam peygamberine ait olduğu
söylenen “Bana dünya işlerini sormayın; siz dünya işlerini benden iyi
bilirsiniz” hadisi gösteriliyor. Ayrıca “Laiklik, İslam’ın da esasında vardı.
Peygamberimiz, ilim Müslüman malıdır, onu nerede bulursanız alınız demiştir. Bu
da Müslümanların ilim ve tefekkürde bir takım dini kaidelere bağlı olmadığını
göstermektedir” deniyor. Evet! Görmek isteneni gösterdiği muhakkak! Çünkü
kitabın yazarı, cumhuriyet rejimini de peygamber emri olarak görüyor.
Askerin
Din Bilgisi kitabı, laikliğin dinsizlik olmadığını sık sık vurguluyor. Bu
vurgunun sıklığı, şeriatçıların laikliği, din dışı görmelerinin ürünüdür. Bu
vurguyu desteklemek için kitabın birçok yerinde, altı ilkenin İslam’la
bağdaştığı kanıtlanmaya çalışılıyor. Kitap, şehitlik ve devlet için ölmenin
(tabi TC için!) İslam’ın temellerinden biri olduğunu söylüyor. Milliyetçilik ve
ırkçılığı da bu temelde İslam’ın kılıfına sokarak meşrulaştırıyor. Kitap
kısaca, “Kemalizm, İslam’ın Türk yorumudur.” demeye getiriyor. (Resmi İdeoloji
Sözlüğü, Sf: 32)
Ordunun bu
içerikteki laiklik ve İslam tanımı, hem orduda hem de hâkim sınıfların en
güçlüsü konumunda olan Kemalistlerde hala geçerlidir. Ancak laikliğin bu son
versiyonu, laikliğin kemikleşmiş tanımını yadsımıyor; tersine onun temeli
üzerinde biçim alıyor. Laiklik, F. Rıfkı Atay’a göre, Türklüğü, akıl
hürriyetine kavuşturmak, dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vermektir.
Atay, laikliğin dini cahillerin elinden, ehil ellere vererek yücelttiğini de
belirtiyor. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 32)
Yine has
Kemalistlerden olan M. Esad Bozkurt, laikliği yüceltiyor: “Din ile devlet
işleri ayrılmadığı sürece, din, devlete emirler verecek ve zalim iktidar
sahipleri, dini bir tahakküm aracı olarak kullanacaktır.” ( Resmi İdeoloji
Sözlüğü, Sf: 422). Her iki Kemalist kadro da, M. Kemal’i “melek ve deha” olarak
görmekte, zalimliği, cumhuriyetin bekası için yapılan katliamlarla
bağdaştırmaktadır. Bu kadroların laiklik tanımı ve bu temeldeki tarih anlayışı
günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
Laikliğe
“küresel ve evrensel” bir içerik veren Yargıtay Başsavcısı A. Yalçınkaya’ya
göre laiklik, “İnsanı kul olmaktan çıkarıp, birey haline getiren; bireye
kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanakları veren bir ilkedir; uygar
bir yaşam biçimidir; toplumun düşünsel ve örgütsel evriminin son aşamasıdır”
(Sabah, 09.06.2008). AKP’ye kapatma davasını da açan Yalçınkaya, tanımında,
“laiklik, uygar bir yaşam biçimidir” derken, elbette batının, çürümüş-asalak
uygarlığını kastetmektedir.
Son aşama
derken de, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine tapındığını göstermektedir.
Liberalizm ile emperyalizmi, tarihin ve insanlığın en son aşaması olarak gören
(“ama 2008’de artık bundan şüphe duyduğunu söylüyor!”) Fukuyama, liberal
demokrasinin kurumlarının da ötesinin olamayacağını iddia etmiştir. Başsavcı
Yalçınkaya da, “TC demokrasisi ve bu demokrasinin temel bir ilkesi laikliğin”
tarihin son aşaması olduğunu ve ötesinin (şeriat veya sosyalizm) olamayacağını,
“tarihsel bir ilke” olarak koyuyor.
AKP ve
Ilımlı İslam’ı savunan-yenilikçi-kesimler, Yargıtay’ın ve Kemalistlerin laiklik
tanımını “otoriter” olarak değerlendiriyor. AKP’nin sözcüsü Y. Şafak
gazetesinde, Kemalistlere bu yönlü sürekli eleştiri getiriliyor. Bu eleştirileri
getirenlerden birisi olan Murat Aksoy, Y. Şafak’taki yazısında “otoriter
laiklik, sekülerleşmeye engeldir” diyor. Aksoy, laikliği, “Din ve devlet
işlerinin ayrılması, devletin var olan tüm dinlere eşit uzaklıkta olması ve
farklı dinsel duyarlılıkların kamusal alanda kendilerini ifade edebilmelerinin
yasal güvencesinin sağlanması” olarak tanımlıyor. (Yeni Şafak, 13.06.2008)
AKP’nin de savunduğu bu laiklik tanımı, İslami kesimlerin, devletin içine yani
“kamusal alana” genişçe girebilme hayaliyle oluşturulmuştur.
Böylece
laiklik tanımı, hâkim sınıfların iktidar dalaşında merkezi bir role sahip
olmaktadır. Ki laikliğin bu merkezi rolü yeni değildir; cumhuriyetle yaşıttır.
1940’lara kadar koyu bir faşizm uygulayan TC 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası
değişen emperyalistler arası dengeler sonucu, Alman emperyalizminin güdümünden,
ABD emperyalizminin güdümüne geçmiştir. Bu önemli değişiklik, SSCB’nin savaştan
galip çıkmasıyla birlikte, TC’yi bazı değişimleri yapmaya zorunlu kalmıştı.
Demokrasiye
geçiş adı altında tek partili sistemden çok partili sisteme geçildi. ABD,
kitlelerin gözünde fazlasıyla teşhir olmuş CHP yerine Demokrat Parti’yi (DP)
destekledi. DP halkın dini duygularını kullanarak kitle desteğini artırdı.
Ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlaması, dini okulların açılması ve din
dersinin zorunlu olarak, eğitim müfredatına konulması vb. uygulamalar ile
CHP’ye olan tepkiyi iyi kullanan DP, o zamana kadarki en büyük emperyalist
talanı başarıyla gizleyebilmiştir.
DP, TC’yi
NATO’ya sokmuş, ABD’nin çıkarları için Kore’ye asker göndermiş ve emperyalist
sermayenin ülkeye girişini rahatlatacak yasalar çıkarmıştı. Emperyalizmin,
ileri bir karakoluna dönüşen TC, kitleleri din ve demokrasi retoriği ile
uyuşturmuştur. Eski gücüne kavuşmak isteyen CHP, DP’ye karşı “laiklik,
modernlik, ilericilik vb.” retoriklerini kullanarak 1960’ta darbe yapmıştır. Bu
darbe, Kemalistlerce hala “ilerici” olarak savunulmaktadır. Ancak bu darbe
faşizmi derinleştirmiştir. MGK’yı kurarak, askerin siyasete müdahalesini aleni
hale getirmiş ve dini bir sömürü, baskı aracı olarak kullanırken laikliği de
aynı temelde kullanmaya devam etmiştir.
1970’lere
gelindiğinde dünyada geniş çaplı işçi ve öğrenci hareketleri ortaya çıkmıştı.
Bu süreç sosyalizm ve silahlı mücadelelerin en itibar gördüğü dönemlerden
birisidir. Emperyalistler bu dalgayı kırmak için, faşist örgütlenmelerle
beraber dini de yaygın olarak kullandılar. Mezhep çatışmalarını körükleyerek
veya üreterek halkları dini temelde böldüler. Dinci legal ve illegal
örgütlenmeler aracılığı ile komünistlere, devrimcilere saldırılmasını
sağladılar. Bu süreci (kontra eylemleriyle beraber) AFC için bahane olarak
kullanan ordu, “anarşi ile terörü bitirmek için darbe yaptı.”
70’lerde,
iktidarda olan Kemalistlere karşı, Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet
Partisi’nde kümelenen ve İslami motifleri daha fazla öne çıkaran kesimler,
tekrar, “İslam’ın özüne dönüş”, “laiklik dinsizliktir” vb. suni tartışmaları
gündeme getirdiler. Halk hareketlerinin yükselmesi dolayısıyla devlet, dinci
örgütlenmelere geniş olanak yaratmıştı. İktidarı ele geçirmek isteyen bu
kesimler de Sünni kesime yaslanarak kitle desteklerini artırmak istediler.
Bunun için en kısa ve etkili yol iktidardakilerin “dinden çıktığını” ilan
etmekti.
Ancak AFC,
dinin devlet dışı çıkışına izin vermedi. 24 Ocak Kararları denen neoliberal
politikaları hayata geçirmek için darbe yapan AFC, sol hareketlere balyoz
indirirken, devletin içinde dini örgütlenmelerin-tarikatların etkisinin
artmasını sağladı. Din dersini zorunlu hale getiren ve İmam Hatip Okullarının
sayısını artıran AFC, tarikatların legal alanda genişlemesini sağlayarak, hem
neoliberal politikalara olan tepkiyi nötralize etmeyi hem de dinin kendi
kontrolünden çıkmamasını sağlamaya çalıştı.
Aynı
politikayı ANAP sürdürdü. Başbakan T. Özal, Cumhuriyet tarihinde ilk kez
tarikat şeyhlerini başbakanlıkta ağırladı. Kardeşi de bir Nakşibendî olan T.
Özal, tarikatların burjuva siyasal partiler içinde kümelenmesini sağladı. ANAP
diğer taraftan ise AFC’nin başlattığı Alevi köylere cami yaptırma vb.
asimilasyon politikalarına hız verdi. Halk hareketlerinin ve sosyalist
hareketlerin büyümesini sadece demir yumrukla engelleyemeyeceğini iyi bilen TC.
bu konuda dini en geniş şekilde kullanmıştır. Tüm bunları yaparken de “laik,
demokratik hukuk devleti” retoriğini de ağzından düşürmemiştir. TC bu sayede
1987-89 sürecine kadar, -tabiri caizse- dikensiz bir gül bahçesi yaratmış ve
neo-liberal politikaların hâkim hale gelmesini sağlamıştır.
TC, 90’lı
yıllara gelindiğinde, tarikatların legal olanaklarını genişletmiştir. Bunda en
büyük etken, güçlenen Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni (KUH) bastırmak için dini
etkin olarak kullanma isteğiydi. TC, Türkiye Kürdistanı’nda legal dini
örgütlenmeleri yaymakla kalmamış, Hizbullah gibi dini kılıflı kontra örgütlerle
Kürt ulusunun bağımsız mücadelesini bastırmaya çalışmıştır. Kürt illerinde
Refah Partisi’nin örgütlenmesi sağlanarak, KUH’u hem legal hem de illegal
yollarla bastırmaya çalışmıştır.
90’lar,
Avrupalı emperyalistlere yaslanan ve “Yeşil Sermaye” diye isimlendirilen
kesimlerin görece güçlendiği bir dönem olmuştur. MÜSİAD (Müstakil İş Adamları
Derneği), İslami söylemleri önde tutan bir burjuva kliğidir. İktidardaki ABD
yanlısı Kemalistleri, zayıflatmanın en kestirme ve en etkili yolu, kitlelerin
dini duygularını kullanmaktı. Refah Partisi’nin temsilciliğini yaptığı bu
kesimler, Kemalizm’in ilkelerini dinsizlikle suçlayarak, kitle tabanlarını
güçlendirmeye çalıştı. Alevi kesimlere de hitap etmeyi ihmal etmeyen Refah
Partisi, bu sayede tabanını genişletmişti.
Devletin,
bir süreliğine bu kesimin güçlenmesine izin vermesi, çıkarları gereği olmuştur.
Refah Partisi sadece Kürtlerin bastırılması ve asimile edilmesi için
kullanılmıyordu; aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin aleniyete kavuşturulması
için de kullanıldı. 1991’de İsrail’le diplomatik ilişkiler geliştirilmişti.
Ancak, askeri ve ticaret işbirliğinin aleni biçimde yapılması Refah-Yol
hükümeti döneminde gerçekleşmiş; bu süreçte İsrail’le 6 antlaşma imzalanmıştı.
27 Aralık 2008’de Gazze’yi bombalayan pilotlar, Refah Partisi döneminde
imzalanan askeri işbirliği antlaşması sonucu olarak Konya’da eğitim görmeye ve
tatbikat yapmaya başlamıştı ki hala buna devam edildiği Genelkurmayca da
açıklanmıştı.
Refah
Partisi, uzun süre laikliğe saldırmış; ancak “iktidarın kanlı mı kansız mı
alınacağı” sorusunu sorana kadar dokunulmamıştı. 28 Şubat 1997’de uşak medyanın
“postmodern darbe” olarak isimlendirdiği müdahale ile Refah Partisi hükümetten
uzaklaştırılmış, birçok dini kurum kontrol altına alınarak din tekrar devlet
sınırları içinde hapsolmuştu. TC’nin bu operasyonun meşruluğu için kullandığı
temel argüman “laikliğin korunması”ydı. Kendisini “laikliğin yılmaz bekçisi”
ilan eden ordu, demokratik olduğunu iddia eden bir devlette en güçlü söz sahibi
olabilmekteydi…
2000’lere
gelindiğinde ABD’nin Ortadoğu’daki açılımına uygun bir parti olan AKP
yaratılmıştı. ABD’nin “Ilımlı İslam Projesi’nin ürünü olarak çıkan AKP’ye hem
Türkiye’de hem de Ortadoğu’da halkları manipüle etme, direnişleri teslim alma
misyonu verilmişti. Kendisini “muhafazakâr demokrat” ilan eden AKP, neo-liberal
politikaların zirveye taşınmasıyla yetinmemiş, cumhuriyet tarihindeki en büyük
emperyalist sermaye girişini (ve talanını!) sağlamıştır.
AKP,
ayrıca radikal İslamcı kesimlerin zayıflatılmasında, etkin bir aktör olduğu
gibi, Irak işgali dolayısıyla İslami kesimlerin tepkilerini nötralize etmiş ve
TC-İsrail ilişkilerini en üst düzeye taşımıştır. Sırf AKP döneminde İsrail’le
60’a yakın ikili antlaşma imzalanmıştır. AKP, Kafkaslar ve Ortadoğu’da da ABD
dışişleri bakanlığının aktif bir üyesi gibi çalışarak, başta Filistinliler
olmak üzere, halkların manipüle edilmesinde ve ABD’nin politikalarının yaşama
geçirilmesinde etkili bir rol üstlenmiştir.
ABD’nin
Türkiye için planladığı yeni değişimler, ırkçı bir zihniyeti ve merkezi bir
devlet geleneğini bırakmak istemeyen Kemalist kesimlerce hoş karşılanmadı.
Ancak, TC’nin ABD’ye göbekten bağımlı olması dolayısıyla daha fazla kırıntı
koparma telaşına düştüler. Bunun ilk adımı olarak da AKP’nin zayıflatılması
işine giriştiler. Böylece 2000’lerin başında AKP’yi ve Erdoğan’ı yere göğe
sığdıramayan uşak medya, bu sefer AKP’yi “laiklik düşmanı, şeriatçı, gerici ve
takiyyeci” ilan etti. CHP, TÜSİAD ve ordunun da elbirliği ettiği bu zayıflatma
politikası AKP’yi kapatma davası ile uyarmaya kadar vardı. Ancak ABD’nin
politikaları için AKP’ye ihtiyaç vardı ve bu yüzden (öncelikle ordu olmak
üzere) AKP ile uzlaşmaya varıldı.
60’lardan
2000’lere kadar olan tüm iktidar mücadelelerinin merkezinde din ve laikliğin
bulunması, hâkim sınıfların karakteri ve yaslandığı tabanla ilintilidir. Hâkim
sınıfların dini, ırkı yoktur; tek amaçları sömürüyü yoğunlaştırarak daha fazla
güçlenmektir. Bu hem işbirlikçi sınıflar hem de emperyalistler için geçerliliği
sayısız kez kanıtlamış mutlak bir doğrudur. Türk hâkim sınıfları da bir
gerçeklikten bağımsız değildir. S. Yerasimos’un çok doğru biçimde belirlediği
gibi, ekonomik vesayet arttıkça reform palavraları artmıştır. Osmanlı’dan beri
değişmeyen bu gerçekliğe, bu tür dönemlerde dinin ve laiklik anlayışının da
aynı yoğunlukla ve aynı amaçla kullanıldığını eklemek gerekmektedir.
TC, iddia
ettiği gibi hiçbir zaman din ile devleti ayrıştırmamış; tersine günümüze kadar
dini yoğun ve geniş bir şekilde kullanmıştır. Tüm din ve milliyetleri kanun
önünde eşit tuttuğunu iddia eden TC’nin, alevi ve Kürt katliamları ile
yaptıkları, kendisini yalanlamaktadır. Hiçbir gayri-müslim devletin veya
ordunun başına gelmediği gibi hiçbir Kürt (veya başka milletten biri),
kimliğini inkâr edip Türklüğü övmeden başa gelememiş, devletin içinde
konumlanamamıştır. TC, din ve laikliği, kitleleri uyuşturmak, bilinçlerini
dumura uğratmak ve peşine sürüklemek için kullanmıştır. Kullanmaya da devam
edecektir.
4.
Laik TC’nin Ilımlı İslamı
Ilımlı
İslam Projesi, 1990’larda, sınıf savaşımını inkâr temelinde oluşturulan
“medeniyetler çatışmasının” bir ürünüdür. Amacı, radikal İslam’ın ve
gelenekçilerin, “modern-laik” yani ehlileştirilmiş hale getirilmesidir. Tıpkı
uşak AKP’de olduğu gibi, dini radikalleştirmeyen “din ve vicdan özgürlüğü”
sınırları içinde tutan, yani dini “siyasallaştırmayan” dindarlar yaratılmak
istenmektedir.
AKP bu
konuda epey yol kat etmiştir. 2004 yılında Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktif bir
elemanı olacağını ilan eden AKP, bu uşaklığından dolayı batı medyasından da
övgüler almaktadır. Amerikan, Newsweek Dergisi, “İslam’ın Yeni Vizyonu
Türkiye’de” başlığıyla verdiği haberde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, “zararlı,
yanlış” hadisleri ayıklama faaliyetini, “Entelektüel ve teolojik olarak en
iddialı çalışmalardan bir kısmı, merkezi Ankara’da bulunan bir grup tarafından
yapılıyor” şeklinde vermiştir. Devamında “Ne Bin Ladin, ne de ondan önceki
gelenekçilerin vizyonu olmayan, İslam’ın yeni vizyonu şekilleniyor” demiştir.
Dergi, R. T. Erdoğan ve AKP’yi de överek örnek göstermiştir. (Cumhuriyet,
02.06.2008)
TC,
diyanet kurumu aracılığıyla yaptığı bu çalışmada, radikallere teorik (teolojik)
temel oluşturan hadisleri ayıklarken, Alevileri de Sünniliğe ve devlete
yakınlaştırma çabasındadır. AKP’nin “Alevi açılımı” da bu hedefin bir ayağıdır.
F. Gülen’in, Alevileri ve Aleviliği öven açıklamalarının aynı sürece denk
gelmesi tesadüf olmasa gerek. TC AKP aracılığıyla hem dinin sınırlarını yeniden
biçimlendirerek Ilımlı İslam’a uygun hale getirmekte, hem de asimilasyon için
zeminini genişletmektedir.
Diyanet
İşleri Başkanı A. Bardakçıoğlu, hadis ayıklamanın bir reform olmadığını; çünkü
İslam’ın reforma ihtiyacı olmadığını belirtse de, sadece kendini ve şürekâsını
ikna edebilmektedir. Bu çalışmalara paralel, F. Gülen’in ABD ve AB tarafından
tanıtılma çabaları da Ilımlı İslam’ı yayma çabalarının ürünüdür. “Moderniteyi
İslamla buluşturan insan” sıfatı ile anılan F. Gülen, şiddete ve silahlı
mücadelelere karşı oluşuyla da bilinir. Uysal Müslümanlar yaratmakta oldukça
etkili olan F. Gülen hareketi, Orta Asya’da İslam’ı en fazla yayan
hareketlerden biri olması dolayısıyla Rusya’da yasaklanmıştır.
Laik TC,
İspanya ile birlikte başını çektiği “medeniyetler ittifakı” hareketinin,
“medeniyetler çatışması” tezi çerçevesinde, din merkezli olarak faaliyet
yürütmesi ve emperyalizmin ideolojik saldırılarına zemin hazırlanması için
aktif olarak çalışmaktadır. Dini siyasete alet etmediklerini iddia eden TC
erkânı ve AKP, Ortadoğu’da Müslüman kimliği kullanarak, direnen halklara
teslimiyeti vaaz etmektedir. “Medeniyetler İttifakı” ile de, emperyalizme karşı
tepkilerin nötralize edilmesi, batı-burjuva kültürünün yaygınlaştırılması ve
laiklerin dini olarak bölünmüşlükleri pekiştirilmeye çalışılmaktadır.
TC,
laikliği kapitalist-emperyalist devletlerde olduğu gibi, hem dini daha geniş ve
etkin olarak kullanabilme hem de sınıf savaşımını örtmenin bir aracı olarak
kullanmaktadır. Bunu, cumhuriyet tarihi boyunca yapmıştır.
F.
PROLETARYA PARTİSİ’NİN LAİKLİK VE DİNE YAKLAŞIMI
İşbölümünün
gelişmesi ve buna paralel kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması sürecinden
bugüne, şu veya bu biçimde insanların yaşamında motif ve ritüellerde (davranış
kalıplarında) din olgusu var olmuştur. Asırlardır din olgusu tartışılmaktadır;
günümüzde hala tartışmalara konu olmaktadır. Bizler de sürecin özellikleri ile
birlikte MLM bakış açısıyla bu konuyu incelemeye çalıştık.
Din
değişik dönemlerde çeşitli özgünlüğü ile tartışma gündemine gelmiştir; hatta
yeniden ve yeniden keşfedilmiştir. Post-modernizmin yeni din ve yeni ruhçuluk
“keşifleri”, radikal-gelenekçi kesimlerin dini yeniden kalıba sokmaları veya
ılımlı hale getirilen dinler ile bu “keşiflerin” alanı genişlemiştir. Bizim bu
konuyu tekrar ve geniş bir şekilde gündemimize almamızı gerektiren ise;
birincisi sosyalizmin geçici yenilgisinin geniş halk kitlelerine yansıması olan
sosyal emperyalist Rusya’nın ve buna bağlı modern revizyonist iktidarların
yıkılması süreci ile başlayan tasfiyeciliğin bir dizi sapmayı ortaya
çıkarmasıdır.
Bu
süreçle birlikte, amiyane tabirle, her taraf yeşillenmiş, hatta morlaşmıştır.
Bundan dolayı dine, MLM bakışı sunmak bir kez daha gerekli olmuştur. İkincisi
ise 1839’dan günümüze, Türk hâkim sınıflarının kendi içlerinde yaşadığı
çatışmayı, halka “ilerici-gerici”, “dinci-laik” gibi, gerçek olmayan biçimde
yansıtmalarıdır. Bununla birlikte de açlığın, sefaletin, yoksulluğun, sömürünün
üstünün örtülmesi de başarı ile yapılmaktadır. Ne yazık ki bazı devrimci
demokrat çevreler de şu veya bu şekilde buna alet olmaktadır.
Gelinen
süreçte bu iki nedenden dolayı dini MLM bakışı ile tekrar incelemeye ve
Proletarya Partisi’nin bu konudaki tavrını ortaya koymaya ihtiyaç
hissedilmiştir.
Laiklik Tartışmalarına Proletarya Partisi’nin Yaklaşımı
Tüm
kavramların ilk kavramsallaştırılmaları ve sonradan farklılaşmaları tarihsel ve
toplumsal koşullara paralel olur. 1789 Fransız Burjuva Demokratik Devrimi ile
laiklik kavramlaştırılmıştır. Burjuvazi aristokrasiye karşı savaşırken, halk
kesimlerini de bayrağı altında toplamıştır. O tarihsel süreçte burjuvazi
devrimciydi. Toplumun gelişmesinin önündeki çürümüş sistem yıkılıyordu; bu
süreçte, devrimin teorisi ve felsefesi de yapılmıştır. Ne zaman ki burjuvazi
aristokrasiyi alt etti, feodalizmi yıktı; işler değişti. Burjuvazi iktidara
oturduktan sonra, artık iktidarını güçlendirme ve sağlamlaştırmaya çalıştı.
Yeni
laiklik, aristokrasinin yıkılması için aristokrasi ile ittifak içinde olan
kiliseyi de karşısına almaya zorunluydu. Başka türlü emekçi halkın desteği
alınamazdı. Devletle dinin özdeşliğine son verildi; hepsi bu kadardı. Bundan
ilerisi burjuvazi için de tehlikeliydi. Burjuvazi bu durumu algılamada
gecikmedi. 1848 Alman Burjuva Demokratik Devriminde bu durum yaşanmadı; çünkü
tarih sahnesinde açık bir şekilde proletarya, yerini almıştı. Dolayısıyla
Prusya devrimi, burjuvazinin aristokrasiyle ittifakıyla yukarıdan aşağıya doğru
oluşmuştur. Yani burjuvazi için artık tehlike proletaryadır. Fransız devriminin
halkçılığı vardır, proletarya bağımsız talepleri doğrultusunda harekete
geçememiş, burjuvaziyle birlikte hareket etmiştir.
Ama
Almanya’da durum aynı olmamıştır. Laiklik, Fransız Burjuva Demokratik
Devriminin ürünüdür ve burjuvazinin iktidarı alana kadar kullandığı argümandır.
Laikliğin kavramsallaştırılması da tarihsel süreçle evrimleşmiştir. Devrimci
burjuvazinin laiklik tanımı: “Din ile dünya işlerinin birbirinden
ayrılmasıdır.” Din, bu dünyadan geçici bir dönem bile olsa sürülmüştür. Hâkim
yönetici burjuvazinin tanımı hemen değişmiş ve “din ile devlet işlerinin
ayrılması” şekline evrilmiştir. Yani kovulan din, tekrar içeri alınmıştır.
Devlet “laik” olmalıdır; ama halka din lazımdır! Günümüzde ise bunların hepsi
aşılmış, “devlet, dinlere eşit uzaklıktadır ve din ile vicdan özgürlüğü
esastır” şeklini almıştır. Burjuvazinin yönetimdeki ihtiyaçlarına paralel şekil
almıştır, laiklik. Yani, her dönem burjuvazinin iktidarını güçlendirme aracı
olmuştur.
Laiklik,
burjuvaziye ait bir kavramdır; Fransa’da devrimin ilk yılları haricinde
burjuvazinin din karşısındaki gerçek tavrını gizleme argümanı olmuştur. Dine
karşı olmak, yalnızca dini yabancılaşmaya karşı olmakla çözülecek bir sorun
değildir. Ekonomik yabancılaşmaya temel olan özel mülkiyetin ortadan
kaldırılması ile çözülecek olan bir sorundur. Bu hedefle birlikte dini
yabancılaşmaya karşı olmak bir anlam taşımamaktadır. Bu olmadığı sürece tek
yanlı ve ikiyüzlüce bir söylemdir. Zaten öyle olduğunda, laiklik diye
kavramsallaştırmaya ihtiyaç olmayacaktır.
Burjuvazi
iktidarı aldıktan sonra dinin kurumsal olarak devletle iç içe olma durumuna son
vermiştir. Teokratik devlet son bulmuştur. Ama sınıf niteliği kaynaklı dini
direkt karşısına almamıştır; kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği sınırlarda
hareket etmesini sağlamıştır. Zaten sermaye, birikimini artırmak için meta
üretimini artırıp, tüketimi körükler. İktisadi bir yabancılaşma tüm toplumu
sarar. Böylesi bir ortamda, bireyin iç dünyasını oluşturan dini yabancılaşma da
körüklenir. En azından körüklenmesinin zemini genişler.
Sermayesine
sermaye katmak için bu durumu burjuvazi kullanır. Ama gerçek yüzünü laiklik ile
gizleyerek. Yani burjuva demokratik devrimlerden sonra da din hâkim sınıfların
çıkarına hizmet etmeye devam etmiştir. Üretim ilişkilerinden kaynaklı burjuvazi
ikiyüzlü bir sınıftır. İktidarı alana kadar devrim talepleri dillendirilirken
iktidarı aldıktan sonra her şeyi sermayesini genişletmek için yeniden
düzenlenmiştir.
Laikliğin,
burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü gizleyen, sermayesini genişletmeye yarayan bir
araçtan öte anlamı yoktur. Bu durum burjuva demokratik devrimini yapmış
ülkelerde de aynıdır, feodal, yarı-feodal ülkelerde de aynı işleve sahiptir.
Feodal, yarı-feodal ülkelerin burjuvazisi güçsüzlüğü kaynaklı dini daha açık
bir şekilde halkı kandırmada kullanır. Dolayısıyla dini argümanların devletin
çeşitli kurumlarında ve burjuva-feodal politika alanında sıkça kullanıldığını
görürüz. Ama oynadığı fonksiyon, kapitalist-emperyalist ülkelerde de aynıdır;
feodal-yarı-feodal ülkelerde de aynıdır.
Dinin
varlığını sürdürmesini sağlayan koşullara karşı mücadele aynı zamanda, dinin
sönümlenmesine karşı bir mücadeledir. Bu mücadele olmayınca ne “din ile dünya
işlerinin ayrılmasının” bir anlamı vardır; ne “dinle devlet işlerinin
ayrılmasının”, ne de “dinlere eşit mesafede olmanın”. Bu söylemler, en iyi
durumda bile iyi niyet beyan etmeden öte anlam taşımamaktadır. Ekonomi yasaları
karşısında iyi niyet beyan etmenin de hiçbir önemi yoktur.
Söylemde
ne denirse densin, sermaye karşısında güçsüzleşen insan, bu güçsüzlüğünü daha
fazla dini argümanlara sarılarak ortaya koyar. Burjuvazi de iktidarını
güçlendirmek için boyun eğmeyi, sabrı, bu durumun kader olduğunu vaaz eder.
Bundan hareketle din, kurumları ve söylemleri ile burjuva-feodal sınıfın
hizmetindedir. Bu gerçeklikte, dinle devlet işlerinin sözde ayrılmasının da bir
anlamı kalmamıştır.
Laikliği
savunmanın, halkı laik düzen için mücadeleye çağırmanın, halkı burjuvazinin
bayrağı altına toplamaktan öte bir anlamı yoktur. Tarihsel süreç içinde
kilisenin kurallarının devlete doğrudan egemen olması durumunda feodalizmin
yıkılması için geçici bir süre anlamlı niteliğe sahip olan laiklik, emperyalizm
ve proleter devrimler çağınca gerici bir nitelik kazanmıştır. Laiklik, gelinen
süreçte bazı çevrelerce, gerçek ve sahte şekilde ayrıştırılmaktadır. Bu da
burjuvazinin değişik tarihsel süreçlerde yaptığı tanımlamalar referans alınarak
yapılmaktadır. O tarihsel süreçler geçmiştir. Tüm insani yabancılaşmalara yol
açan ekonomik yabancılaşmayı, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak olan
proletarya, tarihteki yerini almıştır. Laikliğin, “gerçeği”, sahtesinin anlamı
kalmamıştır.
“Gerçek
laiklik”, laikliğin günümüzde burjuvazice genel kabul edilen tanıma göre
devletin hiçbir şekilde dine müdahale etmemesi şeklinde anlaşılmaktadır.
Devletin ekonomiye müdahale etmeyeceği, etmediği ne kadar gerçekçi ise dine
müdahale etmemesi de o kadar gerçekçidir. Eğer dini sadece vicdanlara, ibadethanelere
hapsetmek mümkün olsaydı; eğer devletin varlığı bir sınıfın tahakkümüne
dolayısıyla manipülasyona dayanmasaydı ve eğer dinin kutsal örtüsü kaldırılınca
siyaset ve sınıf savaşımı ortaya çıkmasaydı, elbette “gerçek laiklik” bir hayal
ürünü olmaktan çıkabilirdi.
Laiklik
de din gibi sınıf savaşımını, devletin özünü örten ve manipüle eden bir
niteliğe sahiptir. Laiklik, yaşam tarzlarını moderniteye göre düzenleyince her
şeyin çözüleceğinin propagandasını yapmaktadır. Burada “ufak bir ayrıntı”
atlanıyor. Yaşam tarzlarını var olan ekonomik şartlarda nasıl düzenleyeceğimiz
bir tarafa, düzenleyince de ekonomik sömürü ortadan kalkmıyor; tersine,
ekonomik sömürüyü gizliyor.
Ekonomik
ilişkilere göre şekillenen yaşam tarzı laiklerce tersten yorumlanıp yaşam tarzının
insanın ekonomik durumunu ve ilişkisini değiştirecekmiş gibi yanılsama
yaratılıyor. “Gerçek laiklik” anlayışı devletin bilimsel tahlilini yok sayan
bir anlayışın ürünüdür. Laikliğin tarihsel gelişim sürecini ve bilimsel devlet
tahlilini yok sayarak yapılan laiklik teorileri -gerçeği ve sahtesiyle-, halka
başka bir şekilde sömürüye boyun eğmeyi kabullendirmenin teorisidir.
Burjuva
devletin din işlerine karışmaması, doğası gereği, terstir; imkânsızdır.
Vicdanların bile metalaştırılıp, alınıp satıldığı bir sistemde devletin dine
karışmayacağı, dinle devlet işlerinin ayrışacağını söylemek ya sistemi
tanımamak ya da halkı kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Kapitalistin,
asılacağı ipi bile sattığı, ağacı satamazsa, gölgesini satmaya çalıştığı bir
sistemde, dinin de metalaştırılmadığına kim inandırabilir bizi!… O zaman
laikliğin ne anlama geldiği daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor. Laiklik de
sermaye birikimini sağlayan, yardım eden araçlardan biridir.
Bu
coğrafyada hâkim sistem, sermaye birikimini artırmak ve halkı yönetmek için hem
laikliği hem de dini çok iyi bir şekilde kullanmıştır ve kullanmaya devam
etmektedir. İki argümanın kullanılmasında, sistemin özünü halkın gözünden
gizlenmesi ve halkın sistem içinde tutulması başarı ile yapılmıştır. Halkın bir
kesimi şeriat vaadiyle kaldırılıp gerçek sistem halkın gözünden gizlenmiş,
diğer bir kesimi ise şeriata karşı laiklik söylemi ile sisteme, başarı ile
yedeklenmiştir. Bu süreç, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlamış ve bugün AKP-CHP
burjuva kliklerince devam ettirilmiştir.
Üretim
ilişkilerindeki yerlerine göre sınıfların ilericiliği gericiliği belirlenir.
Bundan ayrı olarak, ekonomik ilişkilerin belirleyici olmasına karşın,
insanların bilinçlenme-farkında olma durumları önemlidir. Halkın ilericiliğinin
de gericiliğinin de ideolojik ve politik olarak ayrıştırılması gerekmektedir.
İdeolojik konumlanış politik konumlanışla her zaman çakışmamaktadır. Bundan da
öte ilericiliğin ve gericiliğin, bir yaşam tarzı ile örtüşmesi de olmamaktadır.
Baskı ve sömürüye uğrayan insanların ve buna karşın mücadele eden insanların
giyim-kuşamının bir önemi yoktur.
Elbette
dünyayı yorumlama şekline göre bir giyim ve yaşam tarzı olabilir. Ama onlar
sömürüye uğrayanları ve sömürenleri ayırmada bir kıstas olamaz. Bugün,
Afganistan, Irak ve Filistin’de, katliama uğrayan halkın yaşam tarzının ne
önemi vardır? Katliamcıların yaşam tarzının bir önemi olmadığı gibi… Onun için
halkın giyim-kuşamının önemi yoktur; önemli olan sömürüye karşı konumlanmaktır.
Bundan dolayı halkın giyim-kuşamıyla uğraşılması ve uğraştırılmasında bizler
taraf değilizdir. Elbette biz bir taraf, bu sistemin karşı tarafıyız. Bu
bağlamda olmak üzere dinin de laikliğin de karşısındayız.
Bu
tartışmalara dâhil olmayı, sınıf mücadelesini yükseltmek için yapılacaklara
yoğunlaşmak olarak kavramalıyız. Sömürünün nedenlerini ve bu bağlamda sömürücü
sınıfların ikiyüzlülüğünü tüm konularda olduğu gibi bu iki konu özgülünde de
teşhirini yaparak, halka gerçek kurtuluşlarının, burjuvazinin bir kliğinin
peşine takılarak değil, Proletarya Partisi saflarında örgütlenerek olacağının
propagandasını yapmalıyız. Bunun devamında, örgütleme çalışmalarına hız
vermeliyiz. Komprador burjuvazinin halkı, “laik-şeriatçı” diye
kamplaştırmasının karşısına, ezenler-ezilenler, sömürülenler-sömürücüler, hâkim
sınıflar-işçi ve emekçiler şeklindeki gerçek ayrışımı göstermeliyiz.
Bütün
bunlarla birlikte baskı ve sömürüye uğrayan emekçi Sünni halkımızın
mücadelesinin de yanında oluruz; emekçi Alevi halkımızın da. Emekçi Alevi
halkımızın, tarihsel süreç içinde Osmanlı’dan günümüze hâkim sınıflar
tarafından katliamdan geçirilmesi ve sonra da ikiyüzlü bir şekilde laiklik
şemsiyesi altında düzen içine çekilmesi çabalarının teşhirini yaparız.
Emekçilerin dini inançlar ve mezhepleri laiklere ve şeriatçılara, dincilere ve
dinsizlere bölünmesinin ancak hâkim sınıfların çıkarına hizmet ettiğinin
propagandasını yaparız. Sünni halkımıza da dini inançlarına devletin nasıl
müdahale ettiğini; imamları, hocaların maaşını devletin vermesinin arkasında
dine devletin müdahalesinin yattığının teşhirini yaparız. Devletin isteği
dışına çıkılınca yasak ve baskının nasıl geldiğinin teşhirini yaparız.
Proletarya Partisi’nin Dine Yaklaşımı
“Din halkın afyonudur”. Marks’ın bu veciz
sözü MLM’nin dine yaklaşımının köşe taşıdır. MLM, günümüzde burjuvazinin,
gerici özüne uygun olarak, dinleri ve dini örgütlenmeleri kendi çıkarı için
kullandığını ortaya koyar. Komünistler, bütün dünya görüşlerini bilimsel
sosyalizm üzerine, yani MLM üzerine inşa ederler. MLM’nin felsefi temellerini
diyalektik materyalizm oluşturur. Materyalizm kesinlikle ateisttir ve her
türden dine karşı, ideolojik ve felsefi açıdan, mutlak düşmandır. Yine
komünistler, Marks’ın şu belirlemesini referans alır: “Din, aile, devlet,
hukuk, bilim, sanat vb. sadece tikel üretim tarzlarıdır; genel yasaya uyarlar.
İnsan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetten olumlu şekilde
aşılması, böylece, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması demektir,
yani insanın, dinden, aileden, devletten vb. kendi insani, yani toplumsal var
oluş tarzına dönmesi demektir. Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanında,
insanın iç hayatındadır; oysa iktisadi yabancılaşma gerçek hayattaki
yabancılaşmadır.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, Sf: 112)
Yani temel sorun, ekonomik yabancılaşmaya
son verilerek çözülecektir. Bu da ancak özel mülkiyete ve insanın emeğine
yabancılaşmasına son verilerek mümkün olacaktır. Esas kavranması gereken halka
da burasıdır. Bundan dolayı dine karşı mücadeleyi gündemin başına almak doğru
değildir. Öylesi bir durumda dinin varlığını sürdürme ve gerçek sömürünün
kaynaklarına karşı mücadele silikleşir. Yine Marks’ın dediği gibi “Sosyalizm
artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen, insanın olumlu
bir şekilde kendi bilincine varışıdır ve aynı şekilde gerçek hayat insanın,
özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığıyla, komünizm aracılığıyla
meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (K. Marks, age, Sf: 123)
Yeni kurulacak toplum ateizm aracılığı ile
kurulmayacaktır. Toplum, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile
kurulacaktır ki bu ateizmi de içinde barındırır. Bundan dolayı diyalektik
materyalizm, dine karşı mücadeleyi soyut ve teorik olarak her zaman aynı kalan
bir propaganda şeklinde değil, günlük yaşamda olan ve her şeyden önce kitleleri
en iyi eğiten, somut bir temelde, sınıf mücadelesi temelinde alır. KP’nin
görüşleri MLM bilimsel dünya görüşüdür. Bu yüzden zorunlu olarak dini
karanlığın gerçek tarihi köklerinin açığa kavuşturulmasını bir görev bilir. Bu
kapsamda araştırma ve incelemeler yapar, yayın organlarında buna yer verir.
Proletarya Partisi için din, özel bir
sorun değildir. Proletarya Partisi işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf
bilinçli, ileri savaşçıların birliğidir. Böyle bir birlik, cehalet ve dini
imanın dogmaları karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini
karanlığa karşı, düşünsel ve teorik silahlarla, basınımızla, sözümüzle mücadele
etmek için dini kurumların-kuruluşların devletten tamamen ayrılmasını isteriz.
Buna karşı yürütülen mücadelenin, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin bir parçası
olduğunu ve devrim sorunu olduğunun bilinciyle hareket ederiz. Proletarya
Partisi başka şeylerin yanı sıra işçi ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu,
insanlığın kurtuluşu için kurulmuştur. Buna işçilerin ve emekçi halkımızın dini
uyuşturulmasından kurtulması mücadelesi de dâhildir. Proletarya Partisi için
dinle mücadele özel bir sorun değildir.
Din ve dinlerin tutarsızlığı ile mücadele,
komünistler için kaçınılmaz bir görevdir. Ama bu, asla din sorununun,
kesinlikle hak etmediği birinci sıraya oturtulmasını gerektirmez. Politik
önemini yitirmiş daha gerilerde yer alacak bir sorun için güçlerin ve enerjinin
bölünüp çarçur edilmesi doğru olmaz. Proletarya Partisi için esas görev, dine
karşı savaş örgütlemek değil, onun sönümlenmesini getirecek olan devrim için
sabırla, proletaryayı-emekçi halkı aydınlatmak ve örgütlemek için çalışmaktır.
Materyalistlerin dine karşı mücadele
yürütmelerinin gerçekliği ortadadır; fakat bu mücadelenin nasıl olacağı
tarihsel ve toplumsal koşullarda şekillenir. İlk önce kitlelere dini inancın ve
dinin kökenlerinin diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışla anlatmakla
başlanmalıdır. Dine karşı mücadele, dinin sosyal kökenlerini ortadan kaldıracak
olan Proletarya Partisi’nin somut pratiği ile bağlantılandırılmalı, sadece
doğruların söylenmesinden ibaret olmamalıdır.
Sisteme karşı mücadeleyi örgütlemek halkın
sömürücüler karşısında kendini güçsüz görüp çaresizleşmesine karşı vurulan en
büyük darbe olacaktır. Korku ve çaresizlik dini yaratır; varlığını sürdürmesini
sağlar. O zaman sistemin çaresizliğe sürüklediği, sömürdüğü, ezdiği ve
kendisine bağımlı kıldığı kitlelere, dinin bu zeminine-köküne, bütün
biçimleriyle sermayenin egemenliğine karşı birleşik, örgütlü, planlı, bilinçli
bir şekilde mücadele etmeyi örgütlemedikçe, broşürlerin, nutukların ve
söylemlerin anlamı yoktur.
Yani ateist propaganda, KP’nin temel
görevine sömürülen kitlenin, sömürücülere karşı yürüttükleri sınıf mücadelesine
tabi edilmek zorundadır. Türkiye özgülünde halk savaşı mücadelesine tabi
edilmelidir. Bir görev için örgütleme yaparken ateizm propagandası değil,
inançlı olan ve olmayan işçilerin greve katılımını örgütlemek önemlidir. Öyle
bir durumda işçileri inanan ve inanmayan diye ayırmak, din adamlarının ve
kapitalistlerin çıkarına hizmet eder. Onların istedikleri de böyle bir ortamın
yaratılmasıdır. Köylülük içinde yürütülen mücadelede de durum aynıdır. Önemli
olan köylülüğü örgütleyip sisteme karşı savaştırabilmektir.
Somut olarak bir gerilla birliğinin, bir
köye gittiğinde köylülerden ilk isteği düşmanla işbirliği yapmamaları, ihbarcı
olmamalarıdır. İnanç, ilk başta gerillanın gündeminde değildir. Gerillanın
görevi halkı aydınlatıp yürütülen savaşa katılmalarını sağlamak; inanç
farklılığından dolayı, düşmanın ajanlaştırma, işbirlikçileştirmesinin önüne
geçebilmektir. Bu bağlamda böyle bir köyde ilk başta salt ateist propaganda
gereksiz ve zararlıdır. Bu geri kitleleri ürküteceği için değil, var olan
burjuva feodal toplum koşullarında Müslüman köylüler için, çıplak ateist propagandadan
daha olumlu olan, komünizme ve ateizme götürecek olan sınıf mücadelesinin
gerçek ilerlemesi, ilerletilmesi olacağı gerçeğinden kaynaklanır.
Dine karşı mücadelede iki uç sapma vardır;
birincisi somut durumdan kopuk, sistemle bağını kopararak, dinin gelişim
zeminini yok sayan sol oportünist yaklaşımdır. Yani ateizm propagandasını
birincil plana alan yaklaşımdır. Bu daha çok devrimci mücadelenin kabarma
koşullarında ortaya çıkar. Türkiye özgülünde 1980 öncesi süreçte açıkta
görülmüştür. Bazı devrimciler, kendilerini ilk başta sömürüye karşı olmakla
değil, ateist olarak ifade etmiştir.
İkinci sapma ise, dinle mücadeleyi
bilinmeze bırakan, “yaşa, yaşat” şeklinde yansıyan, sözde kimseyi
dıştalamak/ürkütmek istemeyen, küçük hesaplar yapan, liberal aydın tavrı, yani
sağ oportünist yaklaşımdır. Bu ikinci sapma daha çok, günümüzde olduğu gibi,
devrimci mücadelenin gerilediği, yenilgi aldığı dönemlerde görülür. MLM’ler bu
iki yaklaşımın da sınıf mücadelesi için tehlikelerine işaret eder. Bu sapmalara
düşmemeleri için saflarını ve devrimci kitleyi uyarır, geri kitlelerde, dinle
ilgili sorunlarda bilinçli ve ilkeli bir tutum geliştirirler. Dinin, bilimsel
olarak araştırılması için ilgi uyandırmaya çalışırlar.
KP, işçi sınıfının ve emekçi halkın en
ileri unsurlarını üye yapmak için çalışır. Bunların dine inanıp inanmamaları
kıstas değildir. İstenen, KP’nin programatik görüşleri doğrultusunda, tüzük
hükümlerine uygun mücadele etmesidir. Bu anlamı ile dine inanıp inanmamak, üye
olmak için kıstas olmasa bile, bir dizi tüzük hükmü ile çelişen bir durum,
eşyanın doğası gereği olur. Örneğin KP’nin tüzüğünün, üyelerin görevi
bölümündeki şu istemlerle çatışır; “MLM’yi eylem kılavuzu olarak kavramak”,
“MLM karşıtı tüm düşünce ve akımlara karşı mücadelede uyanık, kararlı ve
amansız olmak…”, “Burjuva-feodal değer yargılarına karşı mücadele etmek” vs.
Kişi bunları samimi bir şekilde kabul
ediyorsa, üye olmada problem yoktur; gerisi program ve tüzük görüşleri
doğrultusunda eğitebilmekten geçer. Bunu başardığımızda problem ortadan kalkar.
Parti içinde programa karşı aktif mücadele edilip hizip örgütlenmeyeceğine göre
KP için bu kapsamda dini inançların önemi yoktur. Önemli olan programatik
görüşler doğrultusunda savaşmasıdır. Diyalektik materyalizmi, kişinin, inancı
ile bütünleştirmesi, birleştirmesi, kişi açısından başlı başına bir problem
olduğu aşikârdır.
Tanrı düşüncesi, tarihi olarak günümüzde,
her şeyden önce gerek dışsal doğanın, gerekse sınıfsal baskıların yol açtığı,
“bilinçlilik alanında, insanın iç hayatında” yaşanan yabancılaşmadır. Bu
durumun boğucu etkisi insanın ezilmişliğinin ürünü ve onu geliştiren, sınıf
mücadelesini uyuşturan komplike bir düşüncedir.
Burjuvazi tarih sahnesine çıktığı zamanki
devrimciliğini yitirmiştir. Devletle dini kurumlar neredeyse iç içe girmiş
durumdadır. Emperyalist-kapitalist, feodal, yarı-feodal tüm ülkeler için durum
aynıdır. Tüm burjuva devletlerde ve TC’de hâkim sınıfların çıkarları dini kurum
ve kuruluşları tarafından propaganda edilmektedir. Emperyalistler arası
çelişmelerde bile dini kurumlar etkin olarak kullanılmaktadır. Ortodoks
kilisenin merkezinin neresi olacağı, Katoliklerle Ortodokslar arasındaki
mücadele, İslam Kalkınma Örgütü’nün başına kimin geçeceği vb. hepsi, devletler
arası çıkar çatışmasına göre şekil almaktadır. Bazı dini cemaatler dini görünüm
altında ilgili ülkenin nüfuz alanını genişletmek için çalışmaktadır. Fethullah
Gülen cemaatinin, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda misyonerlik
faaliyeti yapması en iyi örneği oluşturmaktadır.
Türkiye’de “laik” devletin diyanet işleri
fetvaları, MGK’nın kararları doğrultusunda hazırlanmaktadır. Özellikle Türkiye
Kürdistanı’nda, ulusal kurtuluş hareketine karşı Genelkurmayın bildirileri gibi
fetvalar hazırlanarak nereden yönetildiği açığa çıkmaktadır. Burjuva-feodal
sistemin ikiyüzlülüğü, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yürütülen haklı savaşla
ortaya çıkmıştır. Dincisi de laikçisi de tek hedef için birleşmiştir. Sözde en
laik kurum olarak gösterilen Genelkurmay ile AKP’nin ittifakı bir tarafa,
Genelkurmayın Hizbullah’la işbirliği, bunların ne yaman laik olduğunu ortaya
koymaktadır. CHP’nin Alevi halkı kandırmak için aslan kesilmesi ancak Sivas’a
kadar geçerlidir; oradan ötede kedi olmakta, ikiz kardeşi AKP ile kol kola
girmektedir.
İşçi sınıfı içerisinde dini söylemlerle,
sınıfı bölen, sömürüye boyun eğmesi için uyuşturan dini söylemli sendikanın
varlığı da ortadadır. Sarı sendikalar gibi bu sendikanın da kime hizmet
ettiğinin, işçi sınıfına ve emekçi halkımıza anlatılması, komünistlerin
görevidir.
“Modern demokrasi” olarak gösterilen “din
işleri ile devlet işlerinin ayrıştırılması” veya devletin tüm dinlere karşı
eşit olduğu söylemi, burjuvazinin halkı kandırmak için söylediği içi boş
laflardır. Pratik yaşamda hiçbir anlamı yoktur. Bugün dini cemaatlerin dini
faaliyetler dışında her şeyi yaptığı, sistemin hangi legal ve illegal kurumu
tarafından yönetildikleri bilinemez olgular değildir. Harun Yahya diye
ortalıkta dolaşan şarlatanın paraları nereden aldığı bilinmez değildir. Bütün
bunlar kitlelere teşhir edilmelidir. İlk hedefe, dini görünümleri değil,
fonksiyonları koyulmalıdır. Bu kapsamda yürütülecek çalışmalarda bağımsız
dürüst bilim adamlarının yaptığı çalışmalar, incelenmeli, halka önerilmeli ve
yayınlanmalıdır.
Komünistler halka uygulanan her türlü
baskıya karşı en ön saflarda mücadele eder. Din konusunda da her
türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele ederler. Alevilikle kurulan ilişki
bu temeldeki inançlara karşı uygulanan baskıya karşıdır. Komünistler,
şeriatçı-laik ekseninde burjuva klikler arasında yürütülen mücadelede de halkı
peşlerine takmak için, özelikle “devletin” bölünmez bütünlüğü eksenli, “tek
dil, tek millet, tek din” söylemleri kapsamında yürütülen anti-demokratik
uygulamalara karşı mücadele etmeli; bu mücadeleyi genel mücadelenin bir parçası
olarak ele almalıdır. Bu kapsamda teşhirler yapılmalı; bu mücadele için
örgütlenmeler oluşturulmalıdır.
Din
adına yapılan baskıların çözümü laiklerden; laiklerce yapılan baskının çözümü
dini kılıklı kliklerden beklenmektedir, onlar bu süreci yönetmektedir.
Sorunların yaratıcısı olan bu iki burjuva klik, halkı suni gündemlerle
uğraştırıp, onlara sözde çözümler sunarak halkı kolayca yönlendirebilmektedir.
Bunların demokratlığı sahte ve ikiyüzlüdür; ikisinin ortak amacı, sömürünün
artırılması, sermaye birikiminin devamının sağlanması, emperyalist talanın ve
sistemin devamıdır. İşçiler ve emekçi halkımız gerçek sorunlar etrafında
örgütlenmedikçe halkımız bu iki kliğin insafına terk edilmiş olacaktır. Halkın
laik-şeriatçı olarak bölünmesinin bir amacı da faşist diktatörlüğün halkın
gözünde sınıflar üstü görünmesini sağlamaktır.
Kürtlere
sınıf bilinci taşındığı oranda burjuvazinin manipülasyonları kırılacaktır.
Geçmişte de Osmanlı’nın torunları provokasyon yaparak Alevi-Sünni çatışması
yaratmış, sınıf mücadelesini yolundan saptırarak, halkın katılımını
engellemiştir. Bugün de benzeri bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Çeşitli
farklılıklar kaşınarak halk, burjuvazinin bayrağı altına toplanmak
istenmektedir. Komünist ve devrimcilerin yetersizliğinde bunu sorunsuz
yaptıkları söylenebilir. Bu kapsamda yapılan bir dizi kıyım ve katliamın Özel
Hareket Dairesi’nin planları dâhilinde hayata geçtiği, bugün teşhir olmuş
durumdadır. Geçmişte Alevi ve Sünni halkımızın birbirine karşı düşman edilmek
için Ecevit ve Türkeş’in yaptığını, bugün, Erdoğan ve Baykal benzer bir konuda
yapmaktadır.
Şundan
kuşku olmasın ki AKP ne kadar dinci ise CHP de o kadar dincidir; CHP ne kadar
Kemalist ise AKP de o kadar Kemalist’tir. Kemalizm de, din de, laiklik de
burjuvazinin çeşitli dönemlerdeki çıkarlarına göre yeniden tanımlanıp piyasaya
sürülmektedir. Özü, hâkim sınıfların çıkarları ve halkın yönetilmesi için
konjonktürel durumda gerekli olanların iyi tespit edilip burjuva politikalarca
yeniden biçime sokulmasıdır. Dikkat edersek, Fethullahçılarda dini ritüeller,
Müslüman yaşamı yeniden biçimlendirilirken, Kemalizm de laikler tarafından
tekrar tanımlanıp üretilmeye çalışılmaktadır.
Devrimci-demokratik
çevrelerin bile “gerçek laiklik elden gidiyor”, “şurada içki yasaklanıyor”,
“burada bu oluyor…” gibi söylemlerin peşinden gitmeleri sürecin doğru tarzda
kavranmadığının göstergesidir. Önemli olan bu iki burjuva kliğin işçi sınıfı ve
emekçilerin sorunları ile Kürt ulusal sorunu karşısında ortaya koymuş oldukları
tavırdır.
Din
ve laiklik konusunda komünistlerin yaklaşımı bu temeldedir. Bu kapsamda, diğer
bir sorun da dünyada ve coğrafyamızda din mahreçli/kaynaklı gelişen, gelişecek
olan hareketlere tavrın ne olacağıdır. Dine karşı tavrımızla din mahreçli
olarak mücadele yürüten örgütlere ilişkin tavırlar birebir aynı olmaz.
Öncelikle din mahreçli örgütlerin; siyasi talepleri, sisteme karşı duruşları,
devrimcilere ve komünistlere karşı tavırları, genel amaçları incelenerek karar
verilir.
Dini
ideoloji ile her koşulda mücadele yürütmekle yükümlüdür komünistler. Ama
ideolojik tavırla politik tavır her zaman birebir aynı olmaz. İdeolojik
tavrımızın politik alana birebir indirgenmesi doğru değildir. Tarihsel süreç
incelendiğinde komünistlerin bu konuyu ayrıştırdığı görülecektir. Dini bir
sistem kurmak isteyen hareketlerle, dini referanslarla hareket edip esas
mücadelesi farklı olan hareketler de vardır. Bunlar da ayrıştırılmak
zorundadır.
Somut
olarak T. Kürdistanı’nda ulusal taleplerle ortaya çıkan, önderliğini dini bir
cemaatin şeyhinin yaptığı ve adını da ondan aldığı Şeyh Sait İsyanı vardır.
Öncelikle bu hareket, şeriat düzeni getirmek için ayaklanmamıştır. Bu yönlü
söylemler TC’nin ulusal talepli ayaklanmanın özünü gizlemek için uydurulan
yalanlardır. Bu konuda Kaypakkaya yoldaşın tavrı açık ve nettir. Kaypakkaya’nın
ardılları için bu referans olmak zorundadır. Yine Lenin’in Afgan Emiri’ne
ilişkin tavrının hatırlanmasında fayda vardır.
Haklı
bir taleple, baskıya karşı olan ulusal talepler, sömürüye karşı olmak gibi
ortaya çıkmış hareketler, komünistlerce desteklenir. Komünistler Şeyh Sait
İsyanı’na feodal beylerin ayaklanması olarak bakmaz. Ulusal baskıya karşı
ulusal istemlerle harekete geçmiş bir isyan olarak bakar. Bu temelde de
emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı bir harekettir. Günümüzde Lübnan Hizbullah’ı
ve Filistin’de Hamas ulusal mücadele yürüten dini temelli örgütlerdir. Bunların
yürüttüğü mücadele haklı bir mücadeledir. Nesnel olarak emperyalizme darbe
vurduğu için desteklenmelidir. Komünistler için kriter emperyalizme objektif
olarak darbe vurmasıdır. Bu desteğimiz, onların ideolojik ve politik
niteliklerini bilmediğimiz, onları eleştirmediğimiz (ve eleştirmeyeceğimiz)
anlamına gelmez.
Dini
örgütler, anti-kapitalist değildir. Özlerinden dolayı da olamazlar. Bundan
dolayı belirli tarihsel koşullarda emperyalizme darbe vurmalarına rağmen son
tahlil, emperyalist-kapitalizmle uzlaşmalarını beraberinde getirir. Ama
politika verili koşullar içinde yapılır. Yani bugün var olan duruma göre
politika belirlenir, ama ideolojik tavır elbette bu şekilde olmaz. Bu
gerçeklikle baktığımızda Hizbullah’ın da Hamas’ın da bağımsızlık
kazanamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz; ama bugünkü, emperyalizme karşı
duruşları önemlidir.
Günümüzde
Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’de, emperyalizme karşı savaşan dini mahreçli
hareketler vardır. Bunları özel olarak incelemeye ihtiyaç vardır. Bunların
yanında emperyalizm güdümlü olduğu muhtemel olan El-Kaide’den bahsetmekte fayda
vardır. Bu örgütü anlamak için daha kapsamlı incelemeye ihtiyaç olmakla
beraber, eylem çizgisinin halka dönük olduğu, emperyalizme meşrutiyet
kazandıracak tarzda olduğu açıktır. Dolayısıyla bu örgütün desteklenmeyeceğini
söyleyebiliriz.
Türkiye’de
de İslami mahreçli hareketlerin neredeyse tamamı ya fiili olarak ya da politik
olarak TC’ye bağlı veya TC’nin çıkarları paralelinde çalışmaktadır. Hizbullah
ve İBDA-C en bilinenleridir. Özce, komünistler dine karşı ideolojik mücadeleyi,
doğası kaynaklı her koşulda yürütür. Din eksenli hareketleri ise somut
koşullardaki belli kriterlerle değerlendirir.
G.SONUÇ
Yoksulluk
ve işsizliğin arttığı bir süreçte halkın daha fazla dine sarılması ve bunun
tersi bir gelişme olarak da şeriat korkusu temelinde laik söylemlerin artması,
bu durumun burjuva kliklerce bilinçli olarak körüklenmesi, sınıf mücadelesinin
de ivmesinin yetersiz oluşu, halkın sınıf bilincini engelleyen güncel
olgulardır. Bu konudaki diyalektik materyalizm tahlili, güncel gelişmelerle
birlikte değerlendirip güncel politikalar etkin kılınmaktadır. Tüm
çalışmalarımızda din ve laikliğin etkilerini, oluşturulacak politikalarımızı da
göz önünde bulundurmalıyız.
Hâkim
sınıfların kendilerini yeniden üretimi, ekonomik olduğu kadar, ideolojik olarak
da mümkün olmasa, sistem yaşayamaz. Bu bağlamda, din ve laiklik, burjuva-feodal
sistemin ideolojik olarak yeniden üretmesinde iki önemli araçtır. Dolayısıyla
sistemi krize sokmak, var olan krizi derinleştirecek bir yolda, bu iki aracı
ellerinden almaktan geçer. Kitlelerin bilinçlendirilmesi ve sınıf mücadelesine
aktif katılımların sağlanması zorunludur. Din ve laiklik konusunda,
komünistlerin teorik berraklığa sahip olmaları, kitlelerin bilinçlendirilmesi
ve örgütlenmesinde önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.