12 Eylül 2025 Cuma

Erdoğan, İktdarını Seçimle Bırakmayacaktır - Yusuf Köse

.....Faşist Erdoğan rejmini yıkmak isteyenler, kanlı bir mücadele sürecinin içine girildiğinin de göze almalıdır. Bu hesaba katılmadan, Erdoğan rejmine karşı kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleye girilemez. ...

 ……………………………………

 Üretimin ve sermayenin uluslararsılaşmasının geliştiği bir dünya konjonktüründe, Türkiye'deki gelişmeleri, dünyadaki emperyalist savaş hazırlığının hızlanması ve iç faşistleşmeden ayrı ele alınamayacağı bilincinde olarak, Türkiye'deki son gelişmelerin ekonomik ve siyasal nedenlerine kısaca değinelim:

23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejmi, burjuva demokrasisinin „seçimle gelen seçimle gider“ normlarını çoktan aştı. Her yönüyle devletle bütünleşmiş olan AKP-MHP hükümeti için, siyasal iktidarı „seçimle“ teslim etmek, iktidarı elinde tutan sermaye kesmi için olasılık dahilinin dışındadır. Faşist Erdoğan kliğinin, Bu norma uymayacağı uzun yıllardır belli olmasına karşın, burjuva liberalleri ve özellikle de CHP gibi burjuva partileri, „demokrasicilik“ oyununu oynayarak, „TC devletinin bekası“ adına, Erdoğan rejminin stepnesi olmayı temel politikaları haline getirdiler. AKP hükümetini, Erdoğan rejmi haline gelmesinin baş sorumlulardan biri, bu rejim tarafından bugün siyasal olarak yok edilmek ya da kitlelerin nezdinde var olan iktidara alternatif olamayacak duruma getirilmek istenen CHP'nin ta kendisidir. Bu öncelikle teslim edilmelidir.

 

AKP-MHP devletleşmiştir. Yolsuzluklarıyla, devletin tüm olanaklarına sahip olmakla, mahkemeleriyle, bürokrasisiyle, ordusu ve polisiyle ve mafyasıyla beraber devletleşmişlerdir. Elbette bu devlete egemen olan tekelci burjuvaziden ayrı ele alınmamalıdır.

 

Bugün tüm tekelci burjuvazi, Erdoğan rejminin arkasındadır. Ara sıra aykırı çıkışlar yapanlar ise, esasa değil, kredi desteği ve vergi indirimleri bölüşümlerindeki farklılıklar nedeniyle cılız ses çıkaranlardır. Daha sonra onlarda, siyasal iktidarın, sermaye kesimlerine ayırdığı cömert desteklerinden nemalandırılıyor. Egemen sınıf klikleri arasındaki çelişme hiç bir zaman bitmez. Bazan sertleşir, bazan ise yumuşar.

 

Sermaye sınıfın örgütleri TÜSİAD ve MÜSİAD, M. Şimşek programı (önceki ve yeni 2026-2028 Orta Vadeli Program) denilen, işçi sınıfını ve emekçileri baskı altında tutan programdan esasta memnunlar. İşçi sınıfı, tarihinin en baskıcı ve ağır sömürü koşullarıyla karşı karşıyadır. Uzun zamandır enflasyonun yüksek tutulması, işçiden alıp doğrudan tekelci burjuvaziye aktarılmasıdır. Diğer yandan ücretlerin ve maaşların olabildiğince en alt seviyede tutularak kitlelerin yoksuluğa mahkum edilmesi, yine tekellere büyük bir sermaye aktarım amaçlıdır. Ve bu uygulama, hala kararlı ve ısrarlı biçimde devam ettirliyor.

 

İşçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve örgütlü olanların ise ezici çoğunluğunun devlet yanlısı sendikaların içinde örgütlenmeye zorlanması ve en az 8 milyon işçinin, tüm sosyal haklardan mahrum olarak kayıt dışı köle gibi çalıştırılması, tamda tekelci burjuvazinin, aşırı sermaye birikimi için istediği cennettir. Buna bağlı olarak en az 3 milyon göçmen işçinin yine kayıt dışı çalıştırılması ise, sermayenin cennetine bir cennet daha katarak, sistemin daha da barbarlaşmasını sağlamaktadır. Ve çalışanların neredeyse yarısının asgari ücret ve ona yakın düzeyde çalıştırılması, tekelci burjuvazinin Erdoğan rejminin arkasında sıralanmasının en temel nedenleri arasındadır.

 

Ayrıca, Türk tekelci burjuvazisi Erdoğan döneminde emperyalistleşmiştir. Yani, önceki yıllara kıyasla, sermaye, aşırı sermaye birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini bu dönemde daha fazla sağlamıştır. Çoğu Türk tekeli, uluslararsı tekel durumuna gelerek, kolaylıkla dış ülkelerde sermaye yatırımı yapar duruma gelmişlerdir. Sermayenin en büyük kesimleri, son 20 yıl içinde büyüdükçe büyüdü. Koç Holding dünyanın (2024 yılı) en büyük 500 tekeli içinde 75 milyar dolar toplam ciro ile ilk 200 (194. sırada) tekelin içinde yer alıyor.

 

Erdoğan rejmi süreci içinde, Türkiye'deki tekelleşme, sermayenin birikimi ve sermayenin mu-uzzam ölçüde merkezileşmesini de gerçekleştirmiştir. Türkiye'de tekelleşme yaygınlaşmıştır. Ülke içinde temel ekonominin sektörler bir kaç on tekelin hakimiyetindedir. Bu nedenle, çoğu orta ölçekli şirketler batarken, büyük sermaye kesimleri daha da palazlanmıştır. Kapitalist sistemin genel bir eğilimi olarak, küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesine ek olarak, büyük tekellerin küçükleri mülksüzleştirerek semayenin birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini güçlendirir.

 

Türk tekelleri, Avrupa başta olmak üzere en az 132 ülkede sermaye yatırımları var. UNCTAD-2025 Raporuna göre; Türk tekellerinin 3. ülkerdeki şirketleri aracılığıyla yaptıkları yatırımlar hariç, toplam 60 milyar doların üstünde sermaye yatırımları var. Bu, Erdoğan rejminin işçi sınıfı üzerine uyguladığı ağır sömürü ve baskılar sayesinde gerçekleştirildi. Faşist rejim, İsrail'e, lafta çok şey söylemesine karşın, ekonomik ilişkileri kesemiyor. Çünkü sermaye kesmi, buradan gelen birkaç milyar ABD dolarından olmak istemiyor. Sermayenin tüm faaliyeti aşırı kar elde etme uğrunadır. Yani, sermayenin „insani“ vijdanı, insanı (işçiyi) daha nasıl sömürebilirimle ilgilidir. En yalın gerçeği; Soma'da 103 maden işçisinin topluca ve hergün onlarca işçinin “iş kazaları” adı altında katledilmesidir.

 

Başkanlık rejmini de Türk sermayesi istemiştir. Bunun açık bir faşist rejim olacağı daha baştan belliydi. Bütün işçi haklarının kısıtlandığı, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edildiği bir siyasal rejim, aşırı sermaye birikimini kolaylaştıcı bir rol oynar. TÜSİAD daha bunu 1990'ların başında istiyordu.1

 

Sermaye kesminde Erdoğan rejmine eleştiri gelir, ama, onun yıkılmasını şimdilik istemiyorlar. Çünkü Erdoğan, tekelci sermayenin, emperyalist amacı doğrultusunda ülkeyi yönetiyor ve yayılmacı bir siyaset izliyor. Türk tekelci burjuvazi, emperyalist kamplar arasında şansını arayan bir siyaset izliyor. Bu da, Türk tekellerine uluslararsı alanda yeni pazar alanları açıyor.

CHP Küçültülme Operasyonu

Erdoğan rejmi, kendisi için siyasal tehlike haline gelen CHP'yi devletin tüm olanaklarını kullanarak bölmek isitiyor. CHP, 31 Mart 2024 yılındaki yerel seçimlerle böyle bir duruma geldi. En son normal bir seçimlerde cumhurbaşkanlığını kazanma şansı yüksek olan İBB başkanı İmamoğlu'nun üniversite diplomasının iptali ve tutuklanması, kendisi için bir tehlikeyi savuşturmak amaçlıydı. O da yetmezdi, birinci parti CHP'nin yıpratılması, zayıflatılması ve parçalanması gerekiyordu. Şimdi bu stratejiyi uyguluyor ve esas olarak da CHP'nin bölünüp parçalanmasına çalışıyorlar.

 

Bazılarının iddiasının tersine, Erdoğan, kendisinin kontrolündeki „çok partili“ rejimi ortadan kaldırmayacak. Şimdilik buna gereksinim duymuyorlar. Hatta, her zaman kazananı belli olan bu „çok partili seçimi“ yürürlükte kalması, Erdoğan'a „demokrat“, ülkenin ise „demokrasiyle yürütülüyor“ görüntü avantajı sağlıyor. „Girdiği bütün seçimlerde halk, Erdoğanı seçiyor“ görüntüsünün kalması, ülke içinde ve uluslararası alanda bir avantaj olarak görüyor. Günümüz faşizmi bildiğimiz eski kalasik faşizm değil. Bu „modern faşist“ bir yöntemdir. Erdoğan, islamcı rejmi pekiştirici ve babadan oğula geçen bir sistem oluşturmak istediğide bir gerçektir.

 

Örneğin, faşist Erdoğan, küçük sol partilere yüklenmiyor, en büyük parti olan bir burjuva partisine, CHP'ye saldırıyor. Çünkü küçük „sol“ partilere, onun için bir tehlike değil, tersine, demokrasicilik“ oynunu oynaması için -o partilerin iradesi dışında- bir „araç“ oluyor. Ancak, küçük „sol“ partilere ara sıra ayar vermeye, tutuklama ve baskılarla „haddinizi bilin“ „uyarıları“ yapıyor. Ama, yasaklama yoluna gitmiyor. Ne zaman ki, komünistler güçlenir ve iktidar alternatifi olur, işte o zaman “devletin bekası” için bütün burjuva aprtileri (AKP, MHP, CHP vd.) birleşerek, bütün zorbalıklarıyla komünistlerin karşısına dikilirler. Şimdi böyle bir durum yoktur.

 

DEM Parti, şimdilik, Erdoğan-Bahçeli-Öcalan ortak perspektifi doğrultusunda, Erdoğan rejmi için „uysal“ bir rol oynama durumunda bırakılmıştır. Erdoğan rejmi için: Ülkenin en büyük burjuva partisine yüklendiği bir koşulda DEM Partiyi -en asgarisinden- sesizliğe sokmak, sokaklara çıkmasını önleme, ikircikli -hareketsiz- bir durumda bırakması, böylesi büyük bir siyasal kriz döneminde kendi siyasal iktidarı için önemli bir kazanç olarak görüyor. Ortada, devlet adına bir „barış“ yok, ama Kürt Ulusal Hareketi adına tek taraflı bir „barış“ var. Türk devleti, şimdilik, bu statükonun korunmasını istiyor. Ancak, DEM Partinin hareketsiz bırakılması, kısa ve de uzun vadede Kürt hareketinin yararına değil, tam tersine kendisine çok lazım olan demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin -iktidar lehine-, zayıflamasına neden olduğu için, faşist Erdoğan rejmine karşı mücadelede tüm demokratik güçler için büyük bir kayıp olduğu ve olacağı görülmelidir. Bütün bunlara karşın, DEM Parti tabanının Öcalan'ın isteği doğrultusunda faşist rejim arakasında sıralanacağını beklemek saflık olur.

 

Türk devletinin amacı Rojava'nın kazanılmasıydı. Rojava kazanılmazsa2, ilerde, adını kendilerinin belirlediği„Terörsüz Türkiye“ sürecini, Rojavaya saldırarak rafa kaldırabilirler. Böyle bir durumda, İsrail ve ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alması gerekiyor. Bu oldukça zor.

 

Erdoğan Kansız İktidarı Bırakmaz

 

Ekonomik ve siyasal olarak kriz içinde olan Erdoğan rejmi, kendisi için en büyük siyasal kriz gördüğü CHP'yi bir şekilde, kendine karşı iktidar alternatifi olmaktan çıkarmak. Bunu başarıp başarmaması, başta işçi sınıfı ve tüm emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkması, faşizme karşı birleşik mücadeleyi geliştirerek, faşist baskıları geriletmesine bağlıdır. CHP'nin radikal bir halk hareketini örgütlemesi zayıf görünüyor. Radikallik, onun sınıfsal karakterine ters. Çünkü kitlelerin Erdoğan rejmine karşı birikmiş öfkesi, CHP'nin ideallerinin ilerisindedir. Ancak, işçi sınıfı ve devrimci-demokrat kesimlerin zorlaması ile, siyasal varlık-yokluk sorunu ile karşı karşıya kalan CHP, daha aktif mücadele içine çekilebilir.

 

Erdoğan rejminin CHP'ye saldırısını, salt, egemen sınıf klikleri arasında bir çatışma olarak ele almak yanıltıcı ve içinde bulunulan durumu tam olarak analiz edememektir. Bir yanı doğru olmasına karşın, bir yanıyla da, faşist Erdoğan rejmini güçlendirme ve kalıcı hale getirme saldırısı olarak okunmalıdır. CHP elbette egemen sınıfların bir temsilcisi. İktidara geldiğinde kısmi reformist politikalar izleyecek ya da izlemek istiyor. Kapitalist sistemin barbarlaşmış yüzünü kısmen de olsa törpülemek istiyor. Bu ayrı bir konu. Ancak, işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendiren yan; acil olarak, ülkede 23 yıllık faşist iktidarın yıkılmasıdır. CHP'de en azından faşist iktidarın, kendi deyimiyle „diktatörlüğün“ yıkılmasını istiyor ve burjuva demokrasisinden yana olduklarını program olarak dillendiriyorlar.

 

Komünistler, faşizmin yıkılması ve demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesine sırt çeviremez, tersine, asli görevlerinden bir olarak görmek zorundadırlar. Bu mücadelenin içinde „CHP var“ diyerek, mücadeleye sırt çevirmek, uzaktan izlemek, küçük burjuva „sol“culuğudur. Esasta ise, faşizme karşı mücadeleye sırt çevirmek gibi ağır bir suç işlemektir. Faşizme karşı mücadele eden, etmek isteyen tüm güçler ile bu amaç uğruna birlikte hareket edilmelidir. 2. emperyalist dünya savaşı öncesi ve sırasında -komünistler açısından- bunun yığınca örnekleri vardır.

 

CHP'yi susturmayı ya da bölmeyi başaran faşist Erdoğan rejmi, baskıları daha da artıracaktır. Bu net olarak bilince çıkarılmalıdır. CHP ile bu koşullar içinde faşizme karşı birlikte hareket etmek, onun çizgisini ve burjuva reformist politikasını teşhir etmemek anlamına gelmez. Onun niteliği, bir burjuva partisidir. Ama, gelinen özgül aşamada, onun da, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için „demokrasiye“ gereksinimi vardır. Komünistler, faşizme karşı en geniş mücadele cephesini oluşturma ve mücadeleyi sürdürme taktiği izlemeli, CHP'de dahil, varolan faşist diktatörlüğe karşı çıkan herkesle birlikte hareket etmelidir.

 

CHP, Erdoğan'nın iktidarı kansız bırkmayacağı bilinciyle hareket etmezse, kendini elimine olmaktan kurtaramaz. Bu nedenle, onun da, komünistler dahil olmak üzere en geniş kitlelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu mücadeleye, DEM Parti'de aktif olarak katılmalıdır. Faşist Erdoğan rejmini güçlendiren olmayan „barış” adı altındaki tüm oyalamalardan kurtulmalıdır.

 

Faşist Erdoğan rejmini yıkmak isteyenler, kanlı bir mücadele sürecinin içine girildiğinin de göze almalıdır. Bu hesaba katılmadan, Erdoğan rejmine karşı kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleye girilemez. Ekonomik olarak oldukça zor durumda olan kitlelerin küçümsenmeyecek bir bölümü buna hazırdır ve Erdoğan rejmi esasta kitle tabanını kaybetmiştir. Erdoğan'ın en büyük korkusu kitlelerin sokaklara çıkması, daha güçlü „GEZİ“lerin yaratılması olasılığıdır. Şimdi faşizme karşı görev; genel grev genel boykot, olmazsa yaygın iş durdurmanın yanı sıra ve kitlesel gösterilerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu mücadelenin kazananını, kitlelerin sokaktaki gücü belirleyecektir.

 

Faşizme, emperyalizme ve tüm kapitalist gericiliğe karşı, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele edilmeden, sosyalist devrim başarılamaz.

 

Sınıf mücadelesi diyalektiği önceden net kalın çizgiler ile çizilemez. Her gelişen yeni duruma göre yeni taktikler geliştirmek gerekiyor. Komintern'in faşizme karşı birleşik cephe siyasetini eleştirerek, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadeleden uzak durmak, tam da küçük burjuva “sol” çocukluğudur.

Sözü, Lenin'in Gothe'nin Faust'undan aldığı bir betimlemeyle bitirelim:“... teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” 11.09.2025

1Bkz. Yusuf Köse „Emperyalist Türkiye“, El yayınları

2 PKK, Türkiye Kürdistan'ından çıkarılıp Irak Kürdistan'ına sıkıştırılmasından sonra, TC için esas “mesele” olmaktan çıkmıştı, tersine, PKK'nin oradaki varlığını, Güney Kürdistan'a askeri olarak yerleşmesinin “gerekçesi” yaptı. Ve aynı zamanda, Türk ordusunu sürekli hareket halinde bırakması açısından TC'nin emperyalist yayılmacılığına bir avantaj sağlıyordu. Türkiye'nin, İsrail ve ABD ile Suriye üzerindeki kapışmaları, Türk emperyalist devleti için Rojava'nın önemi daha da artmıştır. Şimdi meselenin esası Suriye ve Rojava'dır.

https://yusufkose.blogspot.com/?fbclid=IwY2xjawMx5iNleHRuA2FlbQIxMABicmlkETFSR3dUVkI1dzhpS0NFMlJhAR77SV5zPLbIJgPd2ssj1B_Up_BK9RbgBI4stdJB62AJWz-QvGqAR213pRX7Jg_aem_250cF3BKgMRXE_vgtyHylA

 

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)