17 Eylül 2025 Çarşamba

YORUM | Günümüz ÇKP’si, Kızıl Bayraklar ve Başkan Mao’nun Resimleriyle Yeni Bir Emperyal Gücü İnşa Ediyor!

"Burjuva ideologlar devrimci kahramanların itibarlarını zedeleyerek, zedeleyemediklerini ise millileştirerek sosyalist deneyim ve birikimleri çarpıtmıştır. Öyle ki Deng Xiaoping, modern Çin’in mimarı sayılmaktadır!"

14 Eylül 2025

2025 yılı, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın faşist güçlere karşı zaferle sonuçlanmasının 80. yıldönümüdür.

Bu nedenle Rusya ve Çin her sene olduğu gibi çeşitli yürüyüş ve kutlamalara ev sahipliği yapmaktadır. Özellikle bu yıl “Çin Halkının, Japon Saldırganlığına ve Dünya Anti-Faşist Savaşına Karşı Direniş Savaşının Zaferinin 80. Yıldönümünü Anma” başlıklı bir askeri yürüyüş Beijing’te gerçekleştirildi.

Bu gösteride görmemiz istenen ve ders almamız gereken çokça şey vardı. Öncelikle Çin’deki bu yürüyüş son dönemlerde tüm dünyayı saran militarizmin ve “savaşa hazırız” mesajının ön planda olduğu, Çin’in şimdiye dek gerçekleştirdiği en yenilikçi ve modern askeri gösterisiydi.

Buna ek olarak gösteriye neredeyse hiçbir “Batılı” ya da “Batı taraftarı” ülke yöneticisi davet edilmezken Asya ülkeleri liderleri yürüyüşte yerini aldı; 20 Asya devlet lideri olmak üzere toplam 26 devlet lideri.

Görünen o ki Rusya ve Çin’in merkezine oturduğu bir emperyalist odak artık netleşmiş bulunuyor ve gururla boy göstermekten de geri kalmıyorlar. Çünkü Mayıs ayında Rusya’da gerçekleşen zafer yürüyüşünde de aşağı yukarı aynı devletlerin liderleri gösteride yerini almıştı.

Özellikle Çin’in çevresinde konumlanan bu devletler Çin’in yıllardır borçla teslim aldığı, bölgede yarattığı askeri ve ekonomik basınçla etkisiz hale getirdiği, Güney ve Güneydoğu Asya devletleridir. Aynı şekilde öbür yanda Rusya ile coğrafi olarak başka bir çıkış yolunun olmadığı Orta Asya devletleri ve de iki tarafa da oynayıp henüz taraf olmayan ülkeler bulunmaktadır.

Emperyalizme mi ABD’ye mi karşıyız?

Eski ya da yeni emperyalist güçler arasında artan anlaşmazlıklar ve çatışmalar; birbirlerini ezerek genişlemek zorunda olan sömürücü sınıflar arasındaki çatışmanın kaçınılmaz sonuçlarından başka bir şey değildir.

Emperyalist güçler, hali hazırdaki tüm kapitalist pazar ve sistem üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmak isterler. Bu yüzden her biri fiilen ele geçirebildiği kadarını kontrol etmeye çalışmaktadır. Devrimciler arasında, hatta MLM devrimciler arasında bile, ABD’nin tek düşman, tek süper güç olduğu ve ancak ABD egemenliğine karşı çıkarak bu sistemin yıkılabileceği yönünde bir yanılgı vardır.

Bu bakış, sınıf mücadelelerini ve halk ayaklanmalarını, aslında ABD’nin komuta ettiği dış güçlerin müdahalesine ve bu müdahaleye karşı ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlıklarını savunanlar arasındaki bir çatışmaya indirgeyen ya da bu şekilde tarif eden siyasi çizgilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Sınıf mücadelesinin bu şekilde reddedilişi, yerel işbirlikçilerin, yerel gerici güçlerin ya da onların dışarıdaki güçlü destekçilerinin bu çevrelerce kucaklanmasına sebep olmuştur. Elbette bu da, ABD’ye karşı tek taraflı bir muhalefet biçimine; rakip emperyalist güçlerin bir dizi “vekalet savaşları” ile karşı karşıya geldiğinin reddedilmesi anlamına gelmektedir.

Oysa bu anti-emperyalist yaklaşım olmadığı gibi, meseleye ezilen sınıfların perspektifinden bakan bir yaklaşım da değildir. Günümüzde çeşitli ülkelerdeki yerel işbirlikçilere ya da yerel gericilere karşı yapılan eleştiriler, bu eleştirilerin ABD emperyalistlerine “yardım ve destek” sağladığını söyleyen “anti-emperyalistler” ya da “solcular” tarafından karalanmaktadır.

Emperyalistler arasındaki çekişme ve krizler, devrimci hareketler için nesnel olarak iyi koşullardır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz eğilim tarihte Alman sosyalistlerin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde benimsedikleri ve İkinci Enternasyonal’in çöküşünün önemli bir nedeni olan, tarihsel olarak yenilgiye uğramış “vatan savunması” çizgisinin günümüzdeki bir yansımasıdır.

Ancak bu dönemde bu çizgi, “dışlanmış” veya ABD emperyalizmine karşı olan herhangi bir gücü savunma biçimini almaktadır. Bu çizginin tarihsel olarak reddedilmesi, Lenin ve Bolşevik Parti tarafından gerçekleşmiş ve zafere ulaşmıştır.

Devrimciler için tek doğru tutum olarak tüm emperyalist ve gerici güçlere karşı “devrimci yenilgicilik” savunulmuştur. İşbirlikçi milliyetçiliğe, devrimci enternasyonalizm ile karşı çıkılmıştır.

İşte bu çizgiyle de Ekim Devrimi kazanılmıştır

“Aşağılanma Yüzyılı”ndan halkları aşağılayan yüzyıla!

Çin’deki gösteri, devrimci figür ve simgelerle donatılmış ve Çin’in yüzyıllık aşağılanmasının sona ermesinden bugüne aldığı yolu işaret eden anlatılarla doluydu. Devrimden önceki Çin başlı başına ele alınması gereken, karmaşık ve birçok tarihsel sürecin derinlemesine incelenmeksizin anlaşılamayacağı fenomenlerle doludur.

Ancak Çin halkının “aşağılanma yüzyılı” diye adlandırdığı, dünya emperyalist güçlerinin Çin halkının, tarihinin, ekonomik ve kültürel değerlerinin üzerinde tepindiği bir dönemi işaret ediyordu. Bu ifade hem milliyetçi hem de komünist çevrelerce kullanılan bir tabirdi. Çünkü gerçekten dünyanın en kalabalık ülkesi emperyalistlerce derdest edilmiş, her yeni dönemde bir parçası daha koparılan bir ülkeydi.

Aşağılanma yüzyılı, Çin’in İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve Çin-Japon Savaşı’ndan Mao ve Çin Komünist Partisi önderliğinde zaferle çıkışı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona ermiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) kuruluşuna giden 20. yüzyılın fırtınalı ilk yarısını ele almak ve aktarmak bu yazının kapsamını aşacaktır ve üzerine de çok şey yazılıp çizilmiştir.

Ancak ÇHC’nin ve Çin Komünist Partisi’nin üzerinde yükseldiği tarih ve değerler günümüzde ayaklar altına alınmaktadır. ÇHC, yüzyıllık aşağılanmayı ve üzerine uzanan emperyalist elleri püskürtüp atarak tüm dünya halklarına coşku ve cesaret vermiştir; günümüzde ise ÇHC yeni bir emperyalist bloğu ve diğer halklar için aşağılanmayı ve borçlanmayı temsil eder bir haldedir.

Çin, Maoist dönemde, Stalin döneminin ardından itibaren var olan iki rakip emperyalist bloğun (ABD öncülüğünde “Batı” bloğu ve SSCB sosyal-emperyalizmi, yani “Sosyalist” blok) dışında kalmıştı. Ancak Mao’nun ölümünden sonra, Deng Xiaoping liderliğindeki kapitalist yolcular, Çin’i kapitalist bir ülkeye dönüştürmenin kapısını açtılar.

ÇKP’de egemen olan ulusal burjuvazi, Çin’i kapitalist dünyanın geri kalanından ayrı olarak geliştirmeye çalışmak ya da mevcut dünya kapitalist emperyalist sistemine katılmak, onun bir parçası olmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Dolayısıyla kapitalist dönüşüm için başarı şansı en yüksek olan tek seçenek olan ikinci yolu seçtiler.

Kendi devlet kapitalizmi programlarını, tekelci kapitalist çizgide önemli ölçüde “reform” ettiler, yabancı kapitalist yatırımlara “açıldılar”; IMF’ye (1980), Dünya Bankası’na (1980) ve Dünya Ticaret Örgütü’ne (2001) katıldılar.

Çin’in halihazırda çok düşük ücretli işçilerden oluşan devasa işgücünü çok daha fazla sömürebilmesi sayesinde, ABD ve diğer büyük güçleri kendi oyunlarında yenebileceklerini düşünerek, bu hamleleri gözleri açık bir şekilde yaptılar. Şu ana kadar, kapitalist-emperyalist standartlara göre, bu riskli girişimleri büyük bir başarıya ulaştı (GSYİH büyüme oranları, ticaret fazlası, Çin burjuvazisi için büyük servet yaratılması vb.).

Çin bu sayede kapitalist-emperyalist sistemin bütünsel bir parçası haline geldi. İçeride süren ekonomik dönüşüm hızlıca kapitalizme geri döndürüldü; sosyalist ekonominin yarattığı teknik birikim ve endüstriyel dönüşüm devlet kapitalizmine, oradan da tekelci kapitalizme evriltildi.

Ekonomi diğer ülkelerdeki çokuluslu şirketlerin yatırımlarına tamamen açıldı ve bu şirketlerin hem Çin pazarını hem de ihracat için düşük ücretli Çinli işgücünü sömürmelerine izin verildi. Buna karşılık entegre olduğu kapitalist emperyalist sistem Çin’i uluslararası ticaret örgütlerine dahil ederek Çin’de ucuza üretilen malların dünya pazarında düşük gümrük vergileriyle hareket etmesine izin verdi. Aynı şekilde malların Çin’e ulaşmasına da.

Böylece yalnızca Çin’deki yabancı fabrikalar değil kendi yerel fabrikaları da en güncel üretim teknolojilerine erişim sağlamış oldu.

Yaşanan kapitalist dönüşümün ve yoğun kapitalist üretimin neticesinde dünya emperyalist sistemindeki diğer ülkelere sermaye ihraç etme, Çin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin önemli bir kaynağı olan yabancı madenleri ve diğer şirketleri satın alma, yabancı ülkelerde kendi şirketlerinin (devlet veya özel) ortaklarını kurma ve dünyanın dört bir yanındaki varlıkları satın alma imkanını elde etmiş oldu.

“Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel özelliğidir; tekel, serbest rekabetin tam karşıtıdır; fakat bizzat serbest rekabet büyük üretimi yaratarak, küçük üretimi saf dışı bırakarak, büyük işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısacası, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasını tekelleri doğuracak kadar artırarak, gözlerimizin önünde tekel durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermayeleri bunlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine banka oluşmuştur. Bu arada tekellerin içinden çıktıkları serbest rekabeti yok etmediklerini, onun üstünde ve yanında var olmaya devam ettiklerini, böylece de son derece keskin, şiddetli sürtüşmelere, çatışmalara yol açtıklarını görüyoruz. Tekel, kapitalizmden, daha yüksek bir düzene geçiştir.” – (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları)

Kapitalist yolcuların iktidarı ele geçirmeleriyle Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) sona erdirildi, düşmanlaştırıldı ve karalandı. Toplumun en ileri kesimleri ve figürleri yoğun devlet baskısına maruz kaldı.

https://ozgurgelecek55.net/wp-content/uploads/2025/09/14-cin.jpg

Çin stili sosyalizm ya da orak çekiçli sömürü

Mao’nun tüm öğretileri baştan aşağıya çarpıtılarak yalanlarla dolu bir “Çin stili sosyalizm” anlatısı inşa edildi. Burjuva ideologlar ülkedeki kapitalist dönüşümün önünü açabilmek için ellerinden geleni yaparak kolları sıvadılar.

Ülkede yoğun bir işçileşme süreci yaşanmaya başladı; 1960’ta %16,2 olan kent nüfusu oranı Deng’in iktidarı ele geçirdiği 1978’e dek yalnızca %17,9’a kadar yükselmiştir. Bu noktadan sonra kentlere olan göç olabildiğine yükselmiş, ülkedeki tüm üretim ilişkileri yeniden dizayn edilmiş ve işçilerin kaderi dönen çarklara teslim edilmiştir. Günümüzde Çin’deki kent nüfusu oranı %64,57’dir. Bu da yaklaşık 911 milyon insana tekabül etmektedir.

Yaşanan tüm bu değişim ise panolardan eksik olmayan çekiç-oraklarla, kent meydanlarına dikilen Mao heykelleriyle gerçekleştirilmiştir.

Bu düzenleme geliştikçe ve Çin dünya ekonomisinde giderek daha önemli hale geldikçe, Çin’in ABD ve diğer ülkelerin giderek artan bütçe açıklarının büyük bir kısmını kapatmak için kullanması koşuluyla büyük bir ticaret fazlası elde etmesine izin verilecekti.

Bu durum kapitalist piyasaya aradığı geçici ferahlığı vermişti.

Günümüzde döviz rezervi en yüksek beş ülke Çin, Japonya, İsviçre, Hindistan ve Rusya’dır. En yüksek olmak üzere Çin’in döviz rezervi, ikinci Japonya’nın neredeyse üç katı, 3292 trilyon Amerikan Doları’dır. Dolayısıyla Çin, dünya kapitalist emperyalist sisteminin ayrılmaz bir parçası olmakla kalmıyor, egemen sınıfı da bu sisteme katılımından muazzam bir fayda sağlıyor.

Çin’in sistemdeki hayati rolü nedeniyle küresel kapitalizm Çin’e ezici bir şekilde bağımlı hale geldi: Hem düşük maliyetli malların üreticisi olarak devasa rolü, hem de tüm uluslararası finansal sistemi ayakta tutmak için ABD ve diğer ülkelere kredi veren kritik rolüyle.

Sözün özü; gelinen noktada Çin, dünya emperyalist sisteminin sıradan bir parçası değil, üstlendiği üretim ve finansal rolüyle ABD’nin askeri rolü kadar önemli hale gelmiştir.

Görünen o ki, askeri rollere bürünmek için ise kolları sıvamıştır.

“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların, zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi – bütün bunlar emperyalizme, onu asalak ve çürüyen kapitalizm olarak nitelememize yol açan özellikler kazandırmıştır. Burjuvazisinin artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı ‘rantiye devlet’, tefeci devlet, giderek daha belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.” – (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları)

Büyük Proleter Kültür Devrimi dünya halkları için bir devrim ve kurtuluş meşalesi anlamına geliyordu. Kapitalist yolcular tüm bu değerleri bir çırpıda kenara attı. Yıllar içinde Çin kendi şovenizmini yeniden inşa edebilmiştir. Bunu da Çin halkının aşağılanma yüzyılını sona erdirdiği tüm devrimci fedakarlıkları, deneyimleri ve hayalleri bir çırpıda ters yüz ederek gerçekleştirmiştir.

Burjuva ideologlar devrimci kahramanların itibarlarını zedeleyerek, zedeleyemediklerini ise millileştirerek sosyalist deneyim ve birikimleri çarpıtmıştır. Öyle ki Deng Xiaoping, modern Çin’in mimarı sayılmaktadır!

Tek bir kıvılcım hala tüm bozkırı tutuşturabilir!

Başkan Mao liderliğinde ÇKP, yedi düvelle savaşarak, içerideki karşı devrimcileri bertaraf ederek büyük bir zafer kazanmıştır. Çin saplandığı bataklıktan Mao’nun ideolojik ve askeri öğretileri sayesinde kurtulmuş, sosyalist bir inşaya girişmiştir. Mao Zedung’un hayatı ve külliyatı dünyanın ezilen sınıflarına ve halklarına hala ışık tutmaktadır.

ÇKP’nin öncülüğünde Çin halkı insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kültür devrimi için kolları sıvamasını bilmiştir. Bu devrimci çizgi yalnızca Çin halkı için değil, döneminde tüm dünya halklarında bir sarsıntı yaratmış, dört bir yanda ulusal kurtuluş hareketleri baş göstermiştir.

Burada ortaya konan azim ve sömürüsüz bir geleceğe olan inanç Çin sınırlarını aşan, enternasyonal bir çizginin temsilidir.

‘Aşağılanma yüzyılı’ tabiri gerçekten de ezilen halklar için ders niteliği taşımaktadır. Zira aşağılanma yalnızca bir halk için ortadan kalktığında son bulamayacaktır. Kurtuluş, dünyadaki ezilen sınıfların ve halkların topyekün kurtuluşundan geçmektedir.

Günümüzde Çin’deki kapitalist yolcular sosyalist değerlerin içini boşaltarak, devrimci tarihi kendi şovenist anlatılarına malzeme ederek yalnızca başka halklar ve sınıflar için yepyeni aşağılanma yüzyıllarını başlatma niyeti taşımaktadırlar.

Kapitalist yolcular yalnızca kendi dönekliklerini ve sinsiliklerini gizlemek için Mao’yu ve devrimci tarihi bulandırmakla kalmıyorlar. Aradıkları şovenizmin ve yayılmacılığın gerekçeleri olarak Qing hanedanlığının tarihte hüküm ve himaye altındaki bölgelerine de göz dikebiliyorlar. Ve bunu Mao’nun heykelleri önünde dünyaya duyuruyorlar!

Dolayısıyla bu durumda da bizim pozisyonumuz basitçe “onların” emperyalizmine karşı “bizim” emperyalizmimiz olamaz. ABD emperyalizmine karşı Rus-Çin emperyalizmine taraf olmamak doğru ve devrimci olan yol olacaktır.

Dünya devrimci ve sosyalist hareketlerinde, ABD emperyalizmine karşı Rus ya da Çin emperyalizmine yönelik sempatik söylemlerde ya da tutumlarda bulunan çevreler vardır.

Bunlar ta Marx’ın sağlığından beri Marksizm’i tahrif etmeye çalışan şovenistlerin, küçük burjuva ideologların, sosyal-emperyalistlerin, şarlatanların yaklaşımlarıdır. Tarih en iyi yargıçtır, geriye dönüp baktığımızda tarihin doğru tarafında olanlar ortadadır.

Emperyalistlerin desteğiyle revizyonistlerin ihaneti nedeniyle dünya proletaryası Sovyetler Birliği’ni, Sosyalist Çin’i ve tüm sosyalist kampı kaybetti. Artık devrimciler için bir dayanak kalmadı. Ekim Devrimi öncesindeki duruma geri dönüldü.

Durumun tüm özellikleri göz önüne alındığında, olumsuz yönleri nedeniyle büyük tehlikeler ve zorluklar olsa da, geçmişte benzeri olmayan fırsatların önünü açabilecek elverişli faktörler de bulunmaktadır.

Kuşkusuz, dünya proletaryası büyük zorluklarla ve zor bir durumla karşı karşıya kalsa da hala “Tek bir kıvılcım, bütün bir bozkırı tutuşturabilir” – Mao Zedung

 

https://ozgurgelecek55.net/yorum-gunumuz-ckpsi-kizil-bayraklar-ve-baskan-maonun-resimleriyle-yeni-bir-emperyal-gucu-insa-ediyor

 

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)