Nepal’de
son 6 yıl içerisinde izlenen politikada yukarıda sözünü ettiğimiz bütün
marksist kavramlar revizyondan geçirilmiştir. Neredeyse bire bir örtüşen savunu
ve pratikler karşısında daha 10-15 yıl öncesine kadar tam aksi yönde yorum ve
değerlendirme yapanlar büyük bir açmaza düşmüşlerdir. Başkan Prachanda’nın eski
revizyonist ve reformistler hakkında söyledikleri, geçmişten günümüze
gönderilmiş mektuplar gibidir.
Bu sert dalgalara karşı koyuşun yeterli temelde örgütlenemediği
koşullarda, sürecin aktörleri olarak sahne alan komünist güçler savaşı kazasız
belasız atlatamamış, bir kısmı alabora olurken bir bölümü karşı kıyılara
savrulmuş, en “şanslı” olanlar ise hayatta kalmayı başarı olarak
tanımlamışlardır. Buna istisna teşkil eden çıkışları, isabetli çözümlemeler ve
doğru politikalar üzerinden halk savaşlarını geliştirerek gösterenlerin geldiği
aşamada, bazıları için fırtınaya yakalanmadan ilerlemenin yine mümkün olamadığı
görülmektedir.
Karşı-devrim saldırılarının
en güçlü dalgakıranı sınıf mücadelesinin kendisidir. Çelişki alanlarının hemen
tümünde kaçınılmaz biçimde yoğunlaşan çatışmaların yükselen ateşi,
emperyalistlerin örtmeye çalıştığı perdeleri kavurmuş, örmeye çalıştığı çitleri
paramparça etmiştir. Bunun komünist öncüyü sahneye çıkardığı alanlarda yaralar
sarılmaya çalışılırken, taze kuvvetler içerisinden filizlenen yeni aktörler,
geleneğin misyonunu sahiplenmek için yeni hamleler geliştirmekte
gecikmemişlerdir. Proleter dünya devrimi sahipsiz değildir.
İçinde bulunduğumuz süreci yeniden doğru bir rotaya oturtmak, her
şeye karşın mümkündür ve mümkün olacaktır. Yakın tarihin halk savaşı deneyleri
içerisinde en önemli yenilgi ve beraberindeki savruluş Gonzalo önderliğindeki
PKP’de yaşanmış, Peru devrimi ciddi ilerlemeler kaydetmesine karşın savaşı son
aşamaya taşıyamamıştır. Sorunu, önderliğin darbe almasına neden olan pratik ve
taktik konularda, hatta politik yaklaşımlarda arayanlar, gerçeği görme imkânını
dıştalamaktadır.
Esaret
koşullarıyla beraber önderlik mekanizmasının devrim ve halk savaşına dair
yaptığı değerlendirmeler ile açığa serilen gerçeklik, MLM biliminin temellerini
oluşturan çözümleme yöntemleri (felsefesi) ve ana parametrelerini oluşturan
yaklaşım esaslarından uzak düşme/sapma halini işaret etmektedir. Durum, bu
yazının esas konusunu oluşturan Nepal devrim sürecinde de kendini
göstermektedir. Ama daha önemlisi, sorun, UKH’in çeşitli bileşenleri açısından
da benzer tehlikeleri üretmekte, Marksist ideolojinin özümsenmesi ve
pratikleştirilmesi açısından ciddi derecede olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Bir eylem
kılavuzu olarak Marksist ideoloji, her şeyden önce felsefi, yani düşünüş
mantığı/yöntemi olarak doğru biçimde anlaşılmak, bu yaklaşım esasıyla
belirlediği sınıf mücadelesine dair yasalarıyla kavranmak ve nihayet politik
arenaya aktarılmak durumundadır. Gerçeğin olgulardan çıkarılması gerekmektedir
ama önce bunun nasıl başarılacağı üzerinde durulmalıdır. Elinde/kavrayışında
buna dair doğru analiz metotları olmayanın, gerçeğe ulaşma şansının bulunmadığı
ortadadır. Diyalektiğin materyalist karakteri, iktisadi, toplumsal ve politik
yasaların doğru kavranışına bağlı olarak şekillenmektedir. Marksizm dogmalar
yığını değildir ama günümüz sisteminin şifrelerini çözümleyen bir bilimi ifade
etmekle, geçerliliği ve doğruluğu kanıtlanmış bir dizi tez ve tespiti
içermektedir. Bunlarla oluşturduğu temel sayesinde çağımızda da yol gösterici
ve yol açıcı bir anahtar olma işlevini yüklenmiştir. Eskimeyen özü, değişimi
açıklama kudreti, gelişime açık yapısı sayesinde ışığı sönmemekte, rehberlik
misyonu devam etmektedir.
Sorun
elbette kavrama-anlama eksenli yorumlanıp, değerlendirme bunun sonucu
oluşturulamaz. Bir boyutu oluşturan teknik ve bu bağlamda ustalaşma, esasa
rengini veren sınıfsal olgudan kopuk değildir. Düşünce, ayağın basılı olduğu
zeminin ürünüdür. Çelişkinin yarattığı devinimin sonucu biçimlenen düşünce,
buradaki sınıfsal çatışmanın yansımasıdır. Dışsal faktörleri ön planda tutan
bütün yaklaşımlar, farkına bile varamadan batığın anaforunda kalmışlardır.
Durumu açıklamakta düşülen yanlışın asıl faturasını kendisinin ödeyeceğinin
farkında olmama hali trajiktir. Nepal’deki sürecin geldiği aşamayı sağlıklı
değerlendirebilmek için filmi biraz daha geriye sarmaya ihtiyaç vardır.
Önce yakın
döneme ait gelişmelerin, proletarya partisi tarafından bir karar özeti
bağlamında nasıl değerlendirildiğini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz:
“Maoist komünistlerin halk savaşı mücadelesinde iktidarı almaya en yakın
oldukları ülke Nepal’deki gelişmeler, bilindiği gibi
BNKP-M
(2009 Ocak ayında NKP-M ile NKP Maşal’ın birleşmesi sonucu oluşturuldu)’nin
önderlik ettiği hükümetin Genelkurmay Başkanı’nı görevden alması nedeniyle
Mayıs ayında hız kazanmıştı.
Kongre
Partisi üyesi devlet başkanının bu kararı veto etmesi üzerine Başbakan
Prachanda bunu darbe olarak niteledi ve istifa etti ve yerine BML’den Madhav
Kumar geçti. Bu aynı zamanda “koalisyon”un sonu anlamına geliyordu. 7 hâkim
sınıf partisiyle kurulan ittifakın nihayetinde çatlayacağı bilinen bir olguydu
ve kilitlenme noktasında yapılacak olan, savaşın yeniden başlatılmasıydı.
BNKP-M’nin
grev, sokak gösterileri ve protesto eylemleriyle beraber şehirlerde
geliştireceği halk ayaklanmasını hayata geçirme yolunda adımlar atılmaya
başlanmıştır. Temmuz’da yapılan MK toplantısında bölgesel federal yönetimler ve
yerel yönetim organlarını kurma kararı alan ve Devrimci Birleşik Cephe’nin
inşası ve Birleşik Halk Hareketi’nin örgütlenmesini planlayan Nepalli
yoldaşların, bununla beraber “barış süreci”nin raydan çıkarılması ve
yeni-demokratik anayasa girişiminin engellenmesini durdurmak amacıyla hareket ettiklerini
açıklamaları, “hassasiyet” ve “sabır”larının son derece güçlü olduğunu
göstermektedir.
Beyaz ve kızıl ordular arasındaki entegrasyon
hedefinden vazgeçmeyen BNKP (M)’nin “zorlu” bir yoldan ilerlediği
görülmektedir. 29 Haziran 2007’de ilan edilen cumhuriyetten bugüne geçen sürede
amaca uygun adımlar atıl(a)maması karşısında beklenen süre, parti içinde de
kamuoyuna yansıyan çapta tartışmalar doğurmuştur. Önderliğin “sabrını”
uzlaşmacı bir anlayış boyutunda sorgulayan “muhalif” SB üyelerinin tavrı, biz
dâhil eleştiride bulunan çeşitli kardeş partilerin değindiği husus ve
kaygılarla örtüşen benzerlikler taşımaktadır.
Parti içinde bir uzlaşıyla sonuçlanan son MK
toplantısından sonra alınan kararlar, bu süreçten belli derslerin çıkarıldığına
işarettir ama gidişatı esas olarak süreç belirleyecektir. 67 İdeolojik
mücadeledeki süreç ve görevlerimiz bakımından belli bir süredir gündemimizde
bulunan Birleşik Nepal Komünist Partisi-Maoist - (BNKP (M)) özgülündeki
gelişmeler daha da kritik aşamalara gelmiştir. Bir yandan parti içerisindeki
iki çizgi mücadelesi dışa vurmuş diğer yandan Hindistan KP (Maoist) ve Amerika
DKP (RCP-USA), eleştirilerini alenileştirme tavrına girmiştir. Eleştirilen
hususlarda görülen ortaklık şaşırtıcı değildir.
Zira belli
yorum ve yaklaşım farkları bulunsa da, MLM ideolojiyi kriter/referans olarak
alma halinde benzer analizlere ulaşmak zor olmasa gerektir. Nitekim NKP (M)’in
yeni tezler geliştirirken bu referansla sık sık bağını koparması, kendi
içerisinde belli bir “tutarlılığa” işarettir. BNKP (M)’nin sürecine bakacak
olursak; önce nesnel şartların değiştiği, “yeni biçim ve görünümler aldığı”,
yani emperyalizmin “global devlet” formuyla başka bir aşamaya taşındığı
savunulmakta, bundan kaynaklı
21.
yüzyılda MLM ideolojinin yaratıcı biçimde geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi
(dolayısıyla “Prachanda Yolu” denilmesi) gerektiği iddia edilmektedir. Mao ve
Lenin gibi ustaların günümüzdeki “yetmezliği” ile “geçersiz ve zamanı dolmuş”
olması da bu çerçevede açıklanmaktadır. Buradan ilerlenerek, bilimsel
sosyalizmin devlet ve devrim ile proletarya diktatörlüğü teorileri revize
edilmekte; devrim stratejisinde “orijinal katkılar” (Halk Savaşı ile Toplu
Ayaklanma modellerinin birleştirilmesi –füzyon-) ile bağlantılı olarak,
“barışçıl geçiş” ve “çok partili demokrasi” konularına yer verilmektedir. Bütün
bunlar elbette pratiğe yön vermekte, başka bir deyişle pratik politikanın
açıklayıcısı olmaktadır.
Barış görüşmelerindeki anlaşmalardan başlayarak
komprador-feodal partilerle kurulan ittifak, krallığın devrilmesi ve burjuva
demokratik cumhuriyetin kurulmasına atfedilen önemin niteliği, Halk Kurtuluş
Ordusu (HKO)’nun silahsızlandırılması, GKB (Genç Komünistler Birliği)’nin
etkisiz/hareketsiz kılınması, Üs Alanları’ndaki inisiyatifin terk edilmesi,
enternasyonal alanda ilkesiz (pragmatist) ve sorumsuz bir politika takip
edilmesi ve özellikle Hint yayılmacılığına karşı tavizkar olunması gibi
hususlar, örnek olarak sıralanabilir.
BNKP (M) ile ilgili durumu özetleyen HKP (M)’nin şu satırlarına
katılmamak mümkün değildir:
“MLM ideolojisinde kavrayış eksikliği, “çabuk
zafer” anlayışı, halk savaşının bir dizi başarısıyla gelişen Nepal’de devrimin
yoluna ilişkin eklektizm, günümüz dünyasındaki değişime yönelik yanlış bir
değerlendirme ile emperyalizm ve proleter devrim çağının doğasında niteliksel
bir değişim olduğu sonucuna varılması ve tüm savaş içinde bazı savaşlarda
geçici yenilgileri zafere dönüştürebilecek stratejik bakış açısındaki
yetersizlik, NKP (M)’nin duruşunda sarsılmaya ve sağ oportünizme kaymasına sebep
olmuştur.”
Diğer
yandan, BNKP (M)’deki gelişmelere göz atacak olursak; tarihinin en keskin
tartışmalarından birisi olarak kaydedilen 17-26 Kasım 2008’de (Chunwang) MK
toplantısında yaşananlar, önce ileri sürülen tezler sonra da demokratik ortamın
yaratılmış olması nedeniyle umut verici bir duruma işaret etmektedir. Bu ortamı
sağlayan en önemli nedenin Maoist parti anlayışı olduğunun altı çizilmeli,
sonra vurgulanması gereken nokta Halk Savaşı’nın kazandırdıkları olmalıdır.
Bu tartışmada başlıca üç sorun üzerinden hareket
edilmiştir.
----Birincisi,
yaşanan deneyimlerin nasıl sentezleneceği, ikincisi devrim müttefiklerinin
nasıl ve hangi taktiksel sloganla birleştirilebileceği ve esas düşmanın nasıl
tecrit edilebileceği, üçüncüsü ise üç mücadele cephesi arasında koordinasyonun
nasıl sağlanacağı ve hangisinin esas olduğu üzerinedir. Bu çerçevede yürütülen
çalışmaların çeşitli spekülasyonlara da yanıt niteliğinde vardığı ortak
tespitlerin başında, Maoistlerin hükümete girmesi ve cumhuriyet ilanına karşın
Nepal’ın sosyoekonomik açıdan bir değişime uğramadığı, yarı-sömürge yarı-feodal
yapının sürdüğü gelmektedir.
Bir diğeri
ABD emperyalizmi ve Hint yayılmacılığının işgal tehdidinde ciddi bir yükseliş
olduğudur. Bu durumun devrim karakteristiğinde “ulusal” faktöre dikkate değer
bir yer açtığı üzerinde durulmaktadır. “Federal demokratik ulusal halk
cumhuriyeti” başlığı ve sloganıyla oluşturulan programın sürecin önünü açacağı
konusunda mutabakat sağlanmıştır. Bu programın birinci ilerleme noktası toprak
reformu ile feodal toprak beyliğini saf dışı bırakmak,
----ikincisi
, Beyaz Ordu ile Halk Kurtuluş Ordusu’nu birleştirmek şeklinde çizilmektedir.
Konulara ilişkin farklı görüşlerin çatışmasıyla oluşturulan sentez (bu konuda
ABD DKP’nin, “birin ikiye bölünmesi yerine ikinin bir yapıl68 ması” hususunda
öteden beri olan yöntem ve yaklaşım eleştirisi önemli bir yerde durmaktadır),
parti birliğini de güçlendirerek sonraki döneme ilişkin bir perspektif
sunulması anlamına gelmektedir. Bu yeni taktik sürecin gereği olarak bir yandan
parlamenter partiler ile mücadele yoğunlaştırılacak diğer yandan devrimci parti
ve örgütlerle “birleşme” konusunda somut adımlar atılacaktı. Nitekim ilk
birleşme NKP (Birlik Merkezi-Maşal) ile 12 Ocak 2009’da gerçekleşti. Zamanında
Halk Savaşı’nın başlatılması konusunda yaşanan ayrılık, yeni sürece dair (yeni
demokratik devrimin tamamlanması ve MLM konuları) ortaklaşma neticesinde
ortadan kaldırılmıştır. Belirlenen program doğrultusunda adım atılmaya
çalışılırken Ordu’ların birleştirilmesi noktasında ilk ciddi kriz meydana
gelmiş, bilinen olayların sonunda Prachanda yoldaş istifa etmiş ve BNKP (M)
hükümetten çekilmiştir. Bu tarz bir gelişmenin yoldaşlar tarafından hangi
vadede öngörüldüğü tartışma götürmektedir. Basanta yoldaşın Red Star dergisinin
16-31 Mart tarihli sayısında yayınlanan 12.03.09 tarihli makalesinde, nesnel
boyutlarıyla “barışçı geçiş” süreci ve bu bağlamda hükümette bulunma hali ile
“dost” çevrelerden gelen eleştirilere dair yorumları dikkat çekicidir.
Yoldaşın, komünist hareket tarihinde bir “ilk” olarak belirlediği “partinin
hükümetteyken devrime önderlik etmesi” meselesi, iyimser yorumlarının aksine
fazla uzun ömürlü olamamıştır. Sağ oportünizmle mücadele ederken
dogmato-sekterizme düşme tehlikesi karşısında “yeni yüzyıl, yeni koşullar” ve “özgün
durum” adı altında geliştirilen düşünce ve taktiklerde ısrar, parti çizgisi
üzerindeki tartışmanın henüz istenen/beklenen sonuçları vermediğini
göstermektedir. Basanta’nın, “21. yüzyılın devrimlerine 20. yüzyılın gözleriyle
mekanik şekilde bakmanın sonucu olarak nesnel şartlardaki değişimlere cevap
olmak için ideolojiyi geliştirmeye önem vermeme sorunu günümüz komünist
hareketinde ideolojik bir sorundur” tespitine katılmamak mümkün değildir.
Ama tam da
bu çıkış noktasında tuzağa düşme ya da ileriye doğru adım atma arasında bir
tercih söz konusudur. Kendi durumu ve çoktan yapılmış tercihini kamufle amacı
taşınmıyorsa, çok geç kalınmadığı takdirde tuzaktan sıyrılma şansı her zaman
vardır. Tuzaktan kast edilen elbette proleter dünya devrimine ait temel doğrulardan
sapma halidir. Dogmatizmle mücadele, özgünlük ve “yeni model” oluşturma adına,
ideolojinin temel unsurları bozulduğu takdirde varılacak noktanın, çeşitli
devrimlerin trajik aşamalarına denk gelen sayısız örneği bulunmaktadır.
Hükümetten ayrılmayı da içine alan süreç değerlendirmesinin yapıldığı
Temmuz’daki MK toplantısının, öncekinden daha da şiddetli geçtiği ifade
edilmektedir.
Hisila Yami’nin 5 Ağustos tarihli yazısında,
2005’de savaş sürerken Rolpa’da yapılan ve barışçı mücadele taktiklerinin kabul
edildiği toplantıdan bu yana “en önemlisi” olarak nitelediği bileşimde, iki
çizgi mücadelesinde yeni bir “sentez”e ulaşıldığı iddia edilmektedir. Bu
toplantıda mücadele eden çizgilerden birincisi, barış sürecine son verilmesi ve
eski günlerdeki gibi savaşa yeniden başlayıp devrimin tamamlanmasını istemekte;
lüks yaşam tarzını geliştiren ve saflar arasında eşitsizliği derinleştiren
parti önderliğinin sağa kaydığı ve devrim davasından uzaklaştığını
savunmaktadır. İkinci görüş ise mevcut çizginin biçimsel yaklaşımla sağcı ve
reformist olarak algılandığı, ne var ki ülke gerçekliğine bakıldığında, özünde
devrimci olduğunu ileri sürmektedir.
Bu görüş
sahipleri özgün durumun unutulmaması gerektiği ve devrimin zikzaklarla
ilerleyeceğini hatırlatmaktadır. Özünde farklı olmayan her iki çizginin gelinen
noktayı yeterli bulmamakta anlaştığı ancak hareket hızı ve zamanlama konusunda
ayrıştığı vurgulanmaktadır. Oysa bu iki çizgi arasında ciddi farklar vardır ve
bunu farklı bir biçimde göstermenin devrim mücadelesine hiçbir katkısı
olmayacaktır. MK toplantısında sağlanan uzlaşmayla varılan karar, önceki hedef
doğrultusunda halk hareketi yaratmak üzere eyleme geçmektir. Bir aylık eylem
programının Üçüncü Halk Ayaklanması’nı başlatabilmek için yeterli bir birikim
sağlayacağı öngörülmektedir.
Nepal’deki
süreç bazı konu başlıkları ve ayrım noktalarıyla beraber böyle akmaktadır. Bu
gidişata, benimsenen politika ve taktikler ile ileri sürülen görüş ve tezlere
yönelik yukarıda ismini andığımız partilerin birçok eleştirisi yayınlanmıştır.
Bunların bir bölümü başka kardeş partiler tarafından da ikili görüşmeler
zemininde savunulmaktadır. Kaldı ki partimiz de sürecin başından itibaren bu
hususların önemli bir kısmının altını çizmiş ve NKP (M) ile yapılan merkezi
görüşmede gündeme taşımıştır. Ancak eleştirilerin alenileştirilmesi konusunda
partimizin durumu69 nun henüz olgunlaşmadığını söylemek gerekiyor. Bu durum
ikili ve kapalı tartışma sürecini aşan söz konusu iki parti açısından geçerli
değildir. Partimizin çoklu platformlar üzerinden tartışma açılmasını savunduğu
bu gelişmeler, örgütlenme sağlanamadığı için başka şekilde ele alınmak
durumundadır.
Bunun için
tercih ettiğimiz yol ikili ilişkiler üzerinden değerlendirmelerde bulunmak
sonraki aşamada görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmak şeklindedir. Nitekim HKP
(M)’nin Mayıs ayında BNKP (M)’e gönderdiği mektupta,
“Bu Açık
Mektubu sizle ve dünya çapında Maoist devrimci kampla polemik yapmak için
gönderiyoruz.” denilmektedir.” (Komünist 64, Şubat 2012, s.72-75, 130-131)
Bilindiği gibi yaklaşık 6 yıl önce girilen barış süreci öncesinde toprakların
yüzde 80’inde denetim ele geçirilmiş, düşman ağır bir yenilgiye uğratılmış ve
başkent Katmandu’ya sıkıştırılarak kuşatma altına alınmıştı.
Son darbenin indirileceği aşamada gerek şehirde
yeterli bir birikimin bulunmaması, gerekse de emperyalist ve yayılmacı güçlerin
(Hindistan devleti) müdahale olasılığı, karşı-devrimin barış çağrılarına yanıt
vermeyi koşullamış ve seçimler yoluyla parlamentoda elde edilecek güç üzerinden
yeni demokratik devrim sürecinin tamamlanabileceği öngörülmüştü.
1 Bu yolla
mutlak bir sonuç, kesin bir zaferden açıkça bahsedilmiyor, belirleyici güç
olarak halk ayaklanmalarından söz ediliyordu ama gidişat daha işin başında
belli olmuş, girilen kulvardan çıkıl(a)mayacağı ise çok geçmeden anlaşılmıştı.
Esasen bunun işaretleri sürece henüz girilmişken ortaya atılan görüş ve
tartışmalarda kendini gösteriyor, Baburam’ın “demokratik cumhuriyet”
formülasyonu 2 Kruşçev’in ünlü “barışçıl geçiş” tezinin versiyonu olarak
dillendiriliyordu.
Bu tezin
hâkim görüş haline geldiği ve süre giden stratejiyi tarif ettiğine kuşku
yoktur. 3 Kaldı ki kimse gerçek düşüncelerini açıklamaktan da çekinmemektedir.
4 Burada, temel gerçeklere/kavramlara yaklaşım
bozukluğundan önce, tartışma konusu olan güç dengesi üzerinde durmak gerekir.
Kitlelerin gücüne dair kavrayış sorunu, hakeza emperyalist ve gerici sınıfların
rolü ve durumuna ilişkin belirlemeler tipik bir sınıfsal yanılgıyı
göstermektedir. Bu bağlamda tartışılan tek bir ülkede devrimin
başarılabilmesinin zorluğu hatta imkânsızlığı konusu, bu alanda yeni bir
tartışma değildir. Emperyalistlerin “büyük” etkinliği ve egemenliği üzerinden
müdahale pratikleri de örneklendirilerek ileri sürülen görüş, tek ülkede
sosyalizmin yaşatılamayacağına varan bir boyut almakta ve proleter devrimlerine
ket vuran bir içerik taşımaktadır. Bu yaklaşımın yapı taşları, sınıf işbirliği,
uzlaşı içerisinde kaderine razı olma durumu, iyileştirmeci bir felsefeyle
donanmış reformizmdir. Devrimlerin tek ülkede imkânsızlığı inancıyla çıkılan
yolculuk devrimlerin bütünüyle imkânsızlığı ve dolayısıyla gereksizliğine
varmaktadır. “Bölgesel devrim” görüşleri, “ulusal cephe”nin mutlaklığını
karşı-devrimci sınıflarla işbirliği şeklinde formüle etme çabaları bu temelde
hayat bulmaktadır. Emperyalizmden soyutlanan bir karşı-devrimci sınıf olgusu
yaratılmış, devrimci mücadele, klik kavgasının basit bir aracı olarak, kaldıraç
işlevi görme noktasına itilmiştir.
Gonzalo’dan
sonra Prachanda ve arkadaşlarının yenilgi ya da açmaza düşme aşamasında teslimiyete/savruluşa
giydirdikleri elbise budur. Yeniden ve yeniden mücadeleyi sürdüremeyen, başa
dönmeyi göze alamayıp başı dönenlerin, daha büyük zorluklar karşısında
tedavülden kalkmış teorilere sarılması başka nasıl izah edilebilecektir?
Yukarıda aktardığımız değerlendirmelerin yapıldığı dönemi takip eden aylarda
(Ekim 2010) yapılan genişletilmiş parti toplantısında egemen sınıflara karşı
birleşik bir cephe kurma politikası kabul edildi.
Silahlı
halk ayaklanması mücadelenin esas biçimi olarak belirlendi. Yanı sıra tali
olarak da sokaktaki, yasal alandaki ve hükümet içindeki mücadelenin
sürdürülmesi taktiğinin benimsendiği ilan ediliyordu. Uygulamada buna göre
değil tam tersi bir hat izlendi ve ağırlık verilen parlamentoda komünistler ve
yurtsever güçler 2/3 çoğunluğa sahip olduğu halde, iktidarda söz sahibi
olabilecek bir pozisyon elde edemediler. Oyalanmaları için teslim edilen
bakanlık koltuklarında, bulundukları yerin teorisini geliştirmekten başka bir
üretim ve icraat içerisinde olmadılar. Ancak durumun bununla sınırlı
kalmayacağı ve proletaryaya/halka hizmet etmeyenin burjuvaziye, emperyalizme
hizmet edeceği kuralı acımasızca işlemeye devam etti. Devlete ait temel
gerçeklerin daha çok farkında olan egemen sınıflar, önce Halk Ordusu’nun
tasfiyesi yolunda adım attılar. Beraberinde savaş döneminde kamulaştırılan
toprakların iadesi ve bir diğer önemli güç olan gençlik örgütünün etkisiz
kılınması kararları 70 da devreye sokuldu.
5 Diğer yandan, emperyalistlerin taşeronluğunu
da yapan Hindistan gericiliğiyle köleleştirme anlaşmalarına tereddütsüz biçimde
imzalar atıldı. Bu anlaşmaları imzalayan başbakanın, bir zamanlar konuya
“açıklık” getirmiş bulunan Baburam Bhattarai olması, tarihin cilvesi olarak
kayıtlara geçecektir.
6 HKO’nun tasfiyesine giden süreç hatırlanacağı
gibi üs alanlarının dağıtılması ve kızıl ordunun silahlandırılması ile
başlamıştı. Bu politikayı Çin pratiğiyle benzerlik kurarak açıklamaya çalışmak,
gerçeklerin açıkça tahrif edilmesidir.
7 Oysa,
ABD DKP ile yürüttükleri polemik kapsamında, 01.07.2006 tarihli mektuplarında,
ittifak kurdukları parlamenter partilerin gerçek yüzünü bildiklerini, düşman
arasında çelişkilerden yararlandıklarını, HKO’yu güçlendirmeye ve 24 saat
savaşa hazır olmaya öncelik verdiklerini, diplomaside uzlaşma olabileceğini ancak
HKO’da bir uzlaşmanın mümkün olmayacağını, taktiklere siyasi açıdan güçlenmek
için başvurduklarını, burjuvazinin daha kötüsünü engellemek için bunları kabul
etmeye mecbur kaldığını, stratejide bir değişimin olmadığını belirten Nepalli
Maoistler; sabırlı olunmasını, beklenmesini ve izlenilmesini talep etmişlerdi.
BNKP (M), bu resmi mektupta kendi ifadelerinde çelişkilerin olduğunu kabul
ettiklerini, bunları düşmanı aldatmak ve uluslararası alanda çelişkileri
kullanmak adına yaptıklarını, Kurucu Meclis talebi kabul edilse de bunun asıl
çözümü getirmeyeceğini bildiklerini, biçimsel bakılmaması gerektiğini
söylemektedir. “Siyasi içeriği doğru alınırsa, toprak reformu yapılırsa, ulusal
ordu kendi önderliğimizde kurulursa, neden karşı çıkılması gerekir ki?” sorusu
sorulmakta, devamla, “Kitleler barışçıl çözüm istemektedir, devrimci partiler
hedeflerine barışçıl yöntemlerle ulaşamadıklarını kanıtlamamalılar”
denilmektedir.
Ancak sürecin tam tersi yönde aktığı, toprak
reformu bir yana el konulan toprakların geri verildiği; ulusal ordunun bırakın
kendi önderliklerinde kurulması, halk ordusunun bile tasfiye edildiği bir süreç
yaşanmaktadır. Durumu ne o günlerde ne de bugün “kitlelerin barış çözüm talebi”
ile açıklamak inandırıcı değildir. Parti içerisinde tartışma yürüten kimi
yoldaşlar, yukarıdaki anlaşmalara yön veren politikaları sert biçimde
eleştirmekte ve ağır tanımlar kullanmaktalar. Ne var ki önceki sürecin mimarı
olarak anılan bu yoldaşların, parti iktidarındakilerle gerçek nitelikte kopuş
sağlayan bir yaklaşım içerisinde olup olmadıkları da değerlendirilmek
durumundadır. Yakın dönemin bazı ayrıntılarını bu yoldaşların ağzından
aktarmakta fayda var: “Öncelikle, burjuva çalışma tarzına karşı mücadele
evresi.
Partimiz, barış anlaşmasını imzalayıp şehirlere
yerleştikten sonra parti içi burjuva çalışma tarzı yaygınlık kazanmaya başladı. Balaju’da
bu çalışma tarzına karşı alınan kararların bulunduğu belge hiçbir zaman okuma,
tartışma ve uygulama amacıyla partililere dağıtılmadı. İç mücadelenin ikinci
aşaması partinin benimseyeceği yeni taktiğe dairdi. Nepal’ın bir demokrasi
olduğunun ilanından sonraki bir yıllık süre boyunca partinin hiçbir taktiği
yoktu.
2008
Kasımında gerçekleştirilen Kharipati Kongresi sonunda Nepal’ın hala yarı-feodal
ve yarı-sömürge bir ülke, ‘federal demokratik cumhuriyet’ adı verilen yönetim
biçimininse karşı-devrimci olduğuna karar kılınmış ve parti Federal Halk
Cumhuriyeti’ni hedefleyerek yeni demokratik devrimi sonuna kadar sürdürme
taktiğinde karar kılmıştı. Bu karar hala geçerlidir ve uygulamaya konmayı
beklemektedir. Üçüncü aşama, yukarıda belirtilen taktiğin uygulanması için
planlar geliştirmeye dairdi. Parti, Kharipati Kongresi’nden sonra dokuz ay
boyunca elle tutulabilir bir plan ortaya koyamadı. Daha sonra 2009 Ağustos’unda
başlayan ve üç ay süren MK toplantısı, bazı önemli kararlara vardı. Birincisi,
Federal Halk Cumhuriyeti için halk ayaklanmasının gerekli olduğu, ikincisi ise,
halk ayaklanmasının başarıya ulaşması için dört hazırlığın ve dört üssün zaruri
olduğuydu. Dördüncüsü, planın uygulamaya konmasına ilişkin tartışmaların söz
konusu olduğu aşamadır. Parti, bu planı üç aşamada uygulamaya koymaya karar
vermişti. Bunlar, 6 Nisan 2010’daki kitlesel yürüyüş, 1 Mayıs ve süresiz genel
grevdi. 1 Mayıs 2010 tarihinde parti Kathmandu’daki Tundikhel Stadyumu’nda,
genel grevin Basanta halk ayaklanmasına dönüşerek, emekçi yığınlar
iktidarı zapt edene kadar sürdürüleceğini ilan etmişti. Bu açıklamayla birlikte
halk yığınlarını eşi benzeri görülmemiş bir heyecan sarmıştı.
Ancak
ilginç bir şekilde, söz konusu grev ilan edilişinin üzerinden iki hafta henüz
geçmişken durdurulmuştu. Parti bu kitlesel grevin durdurulmasına sebep olan
nesnel ve öznel durumun tam bir değerlendirmesini hala yapmış değildir. Beşinci
aşama, Palungtar toplantısında ve sonrasında gelişen ideolojik mücadeledir.
Yapılan şey, dönüşümün, birliğin ve halk ayaklanmasının başka alternatifleri
olmadığına karar verilmesiydi. Ama ilginçtir ki önder çekirdek kadrolar bu
alınan kararların pratikte uygulanmasının önemine pek vurguda bulunmamıştır.
Altıncısı, önderliğin Sukute toplantısında 180 derecelik keskin dönüşünden
sonraki aşamadır. Dört gün öncesine kadar gözü halk ayaklanmasından başka bir
şey görmeyen önderliğimizin, Singapur gezisinden sonra Sukute’ye geldiğinde her
yanda karşı-devrim tehlikesi görmesinin sebebi açıklanabilir değildir.
Bu süreç, reformizmin parti içinde yer
edinmesine olanak tanıyacak bir ortam oluşuncaya dek yıllarca sürdü. Ve öyle
bir noktaya gelindi ki, bir yandan devrim tezahüratları yapılırken artık devrim
tasfiyeye uğruyor. Önderliğin bunu planlı biçimde, kasten yaptığı söylenemez.
Ama gerçek şudur ki, bu olan bitene yol açan önderliğimizin sırtını yasladığı
problemli ideolojik zemindir. Sukute’nin kanıtladığı şey, felsefede eklektizmin
ve siyasette orta yolculuğun yol açtığı şeyin reformizm olduğudur. Demokratik
merkeziyetçiliğin daha etkili bir hale getirilmesine ilişkin pek çok örgütsel
soruna dair de bir çizgi mücadelesi mevcuttur. Özellikle merkeziyetçiliğin
bürokratizme ve totalitarizme evrilmekte olduğu şu noktada, partimizin
gündemindeki tartışmalardan biri de önder çekirdeğin yukarıdan aşağı şekilde,
kolektif kararın merkezi bir ifadesi olan bir komite sistemine, tam anlamıyla
nasıl dönüştürüleceğine ilişkindir. Nepal’deki yeni demokratik devrim sürecinin,
karşı-devrimin eşiğinde olduğu artık gün gibi açıktır. Bu tehdit, HKO’nun
‘entegrasyon’ bahanesiyle gerçekleştirilmek istenen lağvı ve sözde yeni bir
anayasanın yazılması için ‘mutabakat oluşturmak’ adına komprador, bürokrat
burjuvazi ve feodal derebeyleriyle imzalanması tartışılan uzlaşı belgesinde
vücut bulmaktadır.
Parti içinde sürmekte olan iki çizgi mücadelesinde
bir hat Federal Halk Cumhuriyeti’nin kapısını açarak Nepal yeni demokratik
devrimini sürdürmeyi savunurken, bir hat da burjuva demokrasisini
kurumlaştırarak yeni demokratik devrimi geriletmeyi savunuyor.” (İndra Mohan
Sigdel (Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Ekim 2011) “Partimiz içinde süregitmekte
olan çizgi mücadelesi artık sadece kadrolarla sınırlı değil, sokaklara dökülmüş
durumda.
Genel Başkan, diğer yoldaşların haberi
olmaksızın, Madheshi partileri ile demokratik bir cumhuriyet anayasası
yazacağını beyan eden 4 başlıklı bir anlaşma imzaladı. Bunu imzalayarak,
partinin federal halk cumhuriyetini inşa etme yönündeki hattını görmezden geldi,
diğer yandan da parti tüzüğünü ihlal etmiş oldu. Dahası, bahsi geçen anlaşmada
komşu ülkelerin tüm tekliflerinin çözüme kavuşturulacağını söyleyen bir cümle
var. Gerçekte bu, Hindistan’ın Nepal’e imzalatmaya çalıştığı olağanüstü
anlaşmaya destek anlamına geliyor. Buna göre, Hindistan, Nepal havaalanında bir
general bulundurabilecek ve dilediği zaman, ‘Nepal’deki Hintli firmaların
çıkarlarını korumak için’ ordusunu Nepal’e sokabilecek. İkinci olarak, başbakan
Baburam Delhi’ye gerçekleştirdiği ziyaretinde bağımsızlık karşıtı BIPPA’ya
(Karşılıklı Yatırım Teşvik ve Muhafaza Antlaşması) imza attı. Daimi komite
toplantısında, bu zorlu geçiş sürecinde Hindistan’la hiçbir tartışmalı
antlaşmaya imza atılmayacağı yönündeki kararı böylelikle açıktan ihlal etmiş oldu.
Üçüncü olarak, Başbakan Baburam’ın ‘rahatlama paketi’ hiçbir zaman başta yoksul
ve topraksız köylüler olmak üzere ezilen sınıfları kapsamıyordu. Hatta bu
paketle birlikte, halk savaşı esnasında köylülerce işgal edilen topraklar
toprak ağalarına iade ediliyordu. Dördüncü olarak, partimizin hattı, ordu
entegrasyonu ve anayasa yazımı süreçlerini baş başa sürdürmekti.
Ama,
anayasanın yazımından önce ve partimiz hükümeti oluşturduktan hemen sonra, HKO,
silahların bulunduğu depoların anahtarlarının ‘özel komite’ye verilmesi
suretiyle lağvedildi. Barış süreciyle alakası olduğu söylenen 7 başlıklı
antlaşma, ordu entegrasyonu adı altında HKO’yu fiilen yok etti. Beşinci olarak,
söylenenlere göre genel başkanımız Kongre ve 72 BML (Birleşik
Marksist-Leninist) partileri ile Nepal’i 7 eyalete bölecek ve mecliste çoğunluk
tarafından alınan kararı feshedecek gizli bir antlaşma imzalamış durumda.
Şayet
durum buysa, bu federalizm konusunda 180 derece dönmek değil midir?
Özetle, partimiz barış sürecine girdikten ve
özellikle de Baburam önderliğindeki hükümet kurulduktan itibaren önderlerimiz
partinin tutumuna, algısına ve hattına aykırı, yanlış kararlar alıyorlar. Bu
kararların özü sınıfa ve halka ihanettir. Halk, on yıllık halk savaşı sürecinin
tüm kazanımlarını yitirmiş durumda. Halk iktidarı organları yok edildi.
Maoizmin ‘halk ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur’ şiarıyla
oluşturulmuş HKO artık yok, şimdi de federalizm elimizden alınıyor.
Partinin, toplumsal eşitlik sağlanana dek
dokunulmazlara, kadınlara, kabilelere, Müslümanlara ve Madheshilere sunacağını
söylediği ayrıcalıklar da yeni anayasada yer almıyor. Halk savaşının
kazanımlarından geriye ne kaldı? Halk savaşının neden verilmiş olduğu sorusuna
ne cevap vereceğiz? Prachanda, Krambhanga (Kopuş) adlı dergide yakın zamanda çıkan
bir röportajında, ‘Şimdi yeni demokratik devrim göreviyle sosyalist devrim
stratejisinin birleştiğini görebiliyoruz. Yani önce demokratik devrimi sonuna
kadar götürelim oradan sosyalist devrime geçeriz gibi bir durum kalmadı.
Demokratik devrim, halk ayaklanması, silahlı ayaklanma, sosyalist devrim… Hepsi
iç içe geçmiş durumda.’ diyor. Yani genel başkanımız, burjuva demokratik
nitelikte bir cumhuriyetin kurulmasını yeni demokratik devrimin tamamlanması olarak görüyor.
Bütün
bunlar, genel başkanımızın felsefi alandaki kaba evrimci ve eklektik
yaklaşımının ve politik alandaki sağ oportünizminin nedenlerini ayan beyan
gözler önüne sermektedir. Parti genel başkanı, burjuva demokrasisine sosyalist
devrim elbisesi giydirerek yeni demokratik devrimi tasfiye edecek yeni
revizyonist bir hattın zeminini inşa etmektedir.” (İndra Mohan Sigdel
(Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Kasım 2011) Nepal’de halk savaşına başarıyla
önderlik eden ve şimdi de devrimi sürdürme konusunda tarihsel bir eşikte
bulunan BNKP (M)’ye hakim olan revizyonist çizgiyle mücadelede, önderlik
kademesi başta olmak üzere parti içinde harekete geçen, görüş ve eleştirilerini
açık biçimde ortaya koyan yoldaşlar, bunu bir süredir kamuoyuyla paylaşmaktan
da çekinmemektedir.
8 Bu
hareket tarzı, durumun son derece ciddi olduğunun bir diğer kanıtıdır.
Muhalefeti oluşturan grubun, Prachanda’nın partiye sunduğu son raporu takiben,
belli başlı konularda yaptığı en son değerlendirmesi, eleştiri ve önerileri
özetle şöyledir: “ (…) 2- Başkan Yoldaş tarafından sunulan rapor üzerine:
Raporun dördüncü maddesi parti içinde var olan aynılık ve polemikten
bahsetmektedir. Raporda şöyle denmekte: ‘Parti içinde MLM/Düşünce
(Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi), devrimin temel prensibi ve
esas önermelerinin savunulması, uygulanması ve geliştirilmesi; partinin nihai
hedef ve azami programı olarak sosyalizm ve komünizm; asgari programı ve
stratejisi olarak halkın yeni demokratik devrimi; ülkenin mevcut objektif
koşullarında partinin temel taktiği olarak halkın federal cumhuriyeti ve
federal cumhuriyetin kabul edilmesi; ve özellikle ulusal kurtuluş ve federal
cumhuriyet üzerine odaklanan halkın ayaklanması konularında ciddi bir ihtilaf
bulunmamaktadır.
Fakat
çelişki ve ihtilaflar daha çok yukarıda ifade edilen hedeflere ulaşmak için
atılacak taktik adımlarla ilgili konular üzerinde yaşanmaktadır. Ki bunlar,
belli koşullar altında partinin büsbütün ideolojisini etkilemiştir.’ Burada
açıklanan konuların bazılarını ortaya koymak gerekiyor. Partinin temel ilkesinde,
Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi gibi bir paralellik ve şaşırtmaca
ifade bulunamaz. Bu konu üzerine uzun bir tartışma yaşanmış ve belli
prosedürleri tamamlayarak bu sorunun çözümünde ortaklaşılmıştı. Bu vesileyle,
bu meselenin ‘Maoizm’ kavramını kullanarak çözülmesinin uygun olacağı şeklinde
bakışımızı kesinleştirmiştik. Açıktır ki biz, yeni halk demokrasisini partinin
asgari programı ve stratejisi; sosyalizm ve Kiran
komünizmi ise azami programımız olarak kabul etmiştik. Fakat Başkan yoldaş,
çeşitli medya beyanlarında ve daha özelde Kramvanga dergisinin (Sayı 2,
Kasım/Aralık 2011) yaptığı röportajda, halkın yeni demokratik devrimi ile
sosyalist devrim arasındaki sınır çizgisinin incelmekte olduğunu ve halkın yeni
demokratik devriminin ve sosyalist devrimin tamamlanması görevinin tek bir
görevde merkezileştiğini söylemişti.
Başkanın
bu görüşleri, devrimin kavramları, programı, stratejisi ve taktikleri ile
ilgili meselede büyük bir karmaşa ve ciddi ideolojik sorun yaratmıştı. Gerçek
sorun, demokratik cumhuriyeti partinin stratejisi olarak kabul ederek
parlamenter sisteme saplanıp kalınması ya da halkın federal cumhuriyetinin
kurulması için ileri yürünmesi sorunudur. “İnşa ve yıkım” diyen yukarıda bahsi
geçen rapor, direkt olarak Merkez Komite’nin Chunbang toplantısında kabul
ettiği federal cumhuriyet fikrine karşıdır. Ki bu toplantıda şu görüş ifade edilmiştir: ‘
Gerici
sınıf ve onların partileri demokratik cumhuriyeti burjuva parlamenter
cumhuriyete dönüştürmeye çalışacaklardır, oysa bizimki gibi bir proletarya
partisi onu halkın yeni demokratik cumhuriyetine dönüştürecektir.’ Barış,
anayasa ve hükümet, ideoloji ve stratejinin bir bütün parçası olarak kesinlikle
birbirine bağlıdır. Başkan yoldaşın bakışında, barışın anlamı Halk Kurtuluş
Ordusu’nun silahsızlandırılması, teslimiyet ve halkın demokratik devriminin
tasfiye edilmesidir; anayasanın anlamı parlamenter bir anayasa yazılması ve
hükümetin anlamı da eski devlet aygıtının kölesi olmayı kabul etmektir. Uzlaşma
(‘ver ve al’) görüşmelerde yapılmıştır. Fakat tüm bu süreçte, o her şeyi vermiş
fakat hiçbir şey almamıştır.
Bu sadece bir uzlaşma değil toptan teslimiyet ve
kapitülasyondur. Mevcut durum göstermektedir ki Kurucu Meclis, taktik
değil stratejik olarak ele alınmaktadır. Bu minval üzere, çabalar halkın yeni
demokratik devrimini ve kitle ayaklanmasını sona erdirmek ve tasfiye etmek için
harcanmaktadır. Başkan yoldaşın raporu, partinin koşullarını çok karamsar bir
şekilde betimlemektedir. Partinin tehlikeli bir şekilde çözülmeye ve tasfiyeye doğru
gittiğini söyleyerek, “parti aslında ölüyor” demektedir. Benzer bir şekilde,
rapor bir yandan partinin zengin sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi
gizlemeye çalışarak diğer yanda tüm partinin öldüğünü ifade etmektedir. Bu
gerçeğin çarpıtılmasıdır çünkü sadece eski ve muhafazakâr güç ölmektedir, tüm
parti değil. Gerçekte, eski parti ölmekte ve yeni bir parti doğmaktadır. Başkan
yoldaşın raporunun beşinci ve sekizinci maddelerinde, konteynırların
anahtarlarının devredilmesi ve dört maddelik ve yedi maddelik anlaşmaların
ilgili komiteler ve parti organları tarafından oybirliğiyle onaylandığı ifade
edilmektedir.
Bu düpedüz yalandır.
3. Parti ve devrimin
sorunları üzerine:
a. Örgütsel problem:
Şu anda partide demokratik merkeziyetçilik, eleştiri-öz eleştiri
sistemi, kolektif karar alma süreci, bireysel sorumluluk, komite ve önderlik
sistemi, çalışma tarzı ve yöntemleri, mali işlemler, halk hakkında, parti
işçileri hakkında ve uluslararası kardeş örgütlerle ilişkiler hakkındaki
politikalar da dahil her şey bir karmaşa içinde. b. Barış ve Anayasa Üzerine:
Biz hepimiz barış ve anayasa için varız. Fakat ülkenin ve halkın çıkarlarına
karşı olan barış ve anayasa için değil. Ülkenin ve halkın yararına bir barışın
tesis edilmesi için, ulusal güvenlik politikasının formüle edilmesi, halkın
anayasasının düzenlenmesi ve ordunun saygıdeğer bir şekilde entegrasyonu
gereklidir. Fakat, bu meselelere ciddi bir dikkat gösterilmek yerine, Halkın
Kurtuluş Ordusu aşağılayıcı ve küçültücü bir yolla feshedilmektedir. Bürokratik
ve komprador kapitalist sınıfın hâkimiyeti büyümekte ve Başkan yoldaşın kendisi
de bu sınıfa yedeklenmektedir. Bu durum devam ederse, Kurucu Meclis miadını
hemen hemen doldurmuş olacaktır.
İki çizgi mücadelesi üzerine:
İki çizgi mücadelesi parti içinde uzun zamandır birçok aşamadan
geçerek uygulanmaktadır. İki çizgi mücadelesinin merkez noktası, demokratik
cumhuriyetle tatmin mi olacağımız yoksa halkın federal cumhuriyetine mi
ilerleyeceğimiz; devrimi, parlamenter sistem içinde yok mu edeceğimiz yoksa kitle
ayaklanması için hazırlık mı yapacağımız; ulusal bağımsızlığımızı mı
savunacağımız yoksa ulusal teslimiyeti mi seçeceğimiz; halkın kendini yönetme
ve yaşamıyla ilgili temel problemleri çözerken onurlu bir ordu entegrasyonu ile
barış sürecini mi seçeceğimiz yoksa eski devlet iktidarı önünde diz mi çökece74
ğimiz; ve anti-emperyalizm ve anti-feodalizm temelinde bir anayasa mı
hazırlayacağımız yoksa parlamenter gerici bir anayasa mı yazacağımız
üzerinedir. Halkın yeni demokratik devrimi süreci üzerine Demokratik
cumhuriyetin kurulmasına ve federalizmin ve laikliğin kurumsallaştırılmasına;
partimizin önderliği altında hükümetin oluşturulmasına rağmen Nepal hala
yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkedir. Devlet iktidarı hala komprador ve
bürokratik kapitalistler ve feodal sınıfın ellerindedir. Bugün açıktır ki,
komprador bürokratik kapitalist sınıf ve Hindistan yayılmacılığı ile Nepal
halkı arasındaki çelişki temel çelişki haline gelmiştir.
Parti içinde çeşitli ve
ciddi sapmalar bulunmakta ve bu sapmalar giderek derinleşmiş durumdadır. İki
çizgi mücadelesi, bu nedenle, daha sağlam ve güçlü hale gelmektedir. Bugünün
ihtiyacı, ülkeyi, halkı ve devrimi odak noktası olarak alarak; iki çizgi
mücadelesini sağlıklı ve dostça bir tavırla yürüterek; ve kendimizi tüm sapmalardan
arındırarak dönüşüm yoluyla partiyi birleştirmektir. Ancak biz bu tarihi
ihtiyacı karşılayabildiğimizde, açıktır ki parti güçlenecek ve devrime önderlik
edebilecektir.
Program, politika ve politik çizgi:
Palungtar’daki genişletilmiş toplantısının ardından
gerçekleştirilen Merkez Komite toplantısında kabul edilen partinin gelecekteki
politik çizgisi ve eylem planı üzerine kararlar şu anda da temel olarak
doğrudur. 3. Parti temsilcileri hükümetten çekilmelidir. Parlamento cephesi
daha etkin bir şekilde yönetilmeli ve öncelik sokak cephesine verilmelidir. 5.
Ülkenin ve halkın çıkarlarına uygun bir barış süreci ve halkın anayasasının
oluşturulması garanti altına alınamıyorsa, HKO’nun entegrasyonu ve halk karşıtı
anayasanın oluşturulması görevi yerine getirilmemelidir. Devrim, farklı bir
koşulda yeni bir anlayışla ilerletilmelidir.” (Mohan Baidya (Kiran),
27.12.2011, Demokrasi ve Mücadele) Basanta ve Kiran’ın tartıştığı süreç birden
bire gelişmemiştir.
Bu aşamaya giden yola
Başkan Prachanda ve “ikinci adam” konumundaki şimdiki başbakan Baburam’ın
teorize ettiği görüşler damgasını vurmuştur. Ancak bugün muhalif kanatta yer
alan önderlikteki yoldaşların önemli bir bölümünün bu politikaların oluşum
aşamasında itiraz değil aksine savunu içerisinde bulunduğu da gözden
kaçırılmamalıdır.
Bunların yakından
incelenmesi sayesinde durum daha iyi anlaşılacak, mevcut politikalar ve
pratiğin arka planı görülebilecektir. Bu görüşleri çeşitli başlıklar altında
mercek altına almak gerekiyor. EMPERYALİZMİN“DEĞİŞTİĞİNİ”NİN “YENİDEN”KEŞFİ
Bütün görüşlere kaynaklık eden temeli, tarihteki benzerlerinde olduğu gibi
dünya sistemi, başka bir deyişle emperyalizme ilişkin değerlendirmeler
oluşturmaktadır. Bernstein’den Kautsky’ye, Kruşçev’den Deng’e uzanan hatta,
bütün revizyonistler, Marksizme aykırı görüşlerini temellendirmek için işe
şartları farklı bir tarife tabi tutarak başlamışlardır. Bunun böyle olması
doğaldır. Zira, bütün politika ve aksiyonlar bu zemine bağlı olarak
şekillenmektedir. Bu noktada yapılacak değişimin, temel kavramları
başkalaştırması, farklı bir yön ve hedef tayininde bulunması kaçınılmazdır.
Bu geleneğin yeni temsilcilerini farklı kılan, kendi durumlarını
tarif etme becerisine hem de seneler öncesinden sahip olmalarıdır. İlk el
atılan kavram “emperyalizm”dir. “Şartlar/çağ değişti” denilerek kast edilen,
iktisadi yapının tayin ediciliğine vurgu üzerinden çelişkilerin yeni baştan
tarifidir ve devlet, sınıflar, demokrasi ve devrim kavramları yeni içerikler
almaktadır. Böylelikle, öncelikler, ittifaklar, yöntemler değişmekte, daha
önemlisi hedef(ler) farklılaşmaktadır. Sisteme yönelik değerlendirmedeki sapma,
basit bir tespit farklılığını değil ideolojik yönelimi deşifre etmektedir.
Modern revizyonizmi emperyalizmle bütünleştiren, onun yedeğinde
konumlandıran gerçeklik de bu olmaktadır. “Ultra”, “süper”, “global” denilerek
yenilemez, değiştirilemez, dokunulamaz bir özellik atfedilen emperyalizm
olgusu, daha tutarlı olunduğu takdirde, esas ideologlarının dediği üzere
tarihin sonunu getirmiş olmalıdır. “Tarihin sonu” denilirken kast edilen,
devrimlerin sonudur, sosyalizm-komünizm düşlerinin sonudur. Bu iddia ile kast
edilen, “can çekişen” değil ölümsüz hale gelen kapitalizm olgusudur ve artık
yeni bir yüzle, sınıfları ortadan kaldırmış ve dünyayı ortak bir mekân kılmış
haliyle mutlak zaferini tesis etmiş olmalıdır.
Tarihin bu “parlak” dönemine bilgi toplumu/bilgi çağı ile
ulaşılmış, teknolojik devrim, bütün devrimlere son noktayı koymuştur. Bundan
sonrası elbette var olan sorunların barışçı, reformist temelde giderildiği, git
gide daha iyi, daha mükemmel olacak bir dünyanın elbirliğiyle inşa edilmesidir.
Sınıf mücadelesinin ebediyen tatil olduğu koşullarda, varlık şartları ortadan
kalkan bütün unsurlar bir an önce bu gerçeğe teslim olmalı, saflarını buna
uygun biçimde belirlemelidir… Bu göz kamaştırıcı dünya tablosunu emperyalizmin
bilişim ve iletişim alanında attığı muazzam adımlara, daha doğrusu “devrimler”e
borçluyuz.
Dünyanın tek bir şehre ya
da köye dönüştüğü benzetmesi üzerinden bir tür komünist toplum tasavvuru,
sınırların sunileştiği/ortadan kalktığı vurgusu yapılmakta, bu müthiş başarının
mimarı olan güçlerin kanatları altında birleşmek için çağrı çıkarılmaktadır.
Muktedirliğini bu gelişme üzerinden kanıtlayanların çözemeyeceği hiçbir sorun
yoktur ve bunun için yalnızca zamana ihtiyaç bulunmaktadır. Dünyadaki
gelişmeler bütün bu zırvaların tam aksini kanıtlayan milyonlarca örnekle
doluyken bambaşka bir resme bakmamızı isteyenler, tam da nereden bakılması
gerektiğini ifşa etmiş oluyorlar. Bu durum vahşetin diz boyu hüküm sürdüğü
bütün çağlar boyunca geçerli olmuştu. “Cennet” egemenlerin dünyasında hep
vardı. İnsanlığın ulaştığı aşamanın bütün nimetlerinden yararlananlar için
insanlığı temsil eden asıl unsurlar daima kendileriydi.
Bugün de özde değişen hiçbir şey yoktur. Üretim araçlarını eline
bulunduranlar, bütün mülkiyetlerin yani dünyanın sahibi olarak at
koşturuyorlar. Bilim ve teknolojideki her türlü gelişim ve ilerleme onlar
istediği kadar, onlar karar verdiği ölçüde var. Bunu belirleyen tek kıstas,
insanlığın değil onların ihtiyaçları. Saltanatlarının daha görkemli olması,
egemenliklerinin ilelebet sürmesi için bütün tasarruflar. İnsanlığın hanesine
yansıyan “gelişim” ya da “gelişim”den pay almanın sınırını belirleyen bu
gerçeklik. Lenin yoldaşın ifadesiyle sosyalizmin öngünü olan tekelci kapitalizm
pek doğal ki kendi ömrü çerçevesinde ilerleme ve gelişme göstermektedir.
Bunları birer aşama, evre olarak değerlendirmek gerekir. Tıpkı başta canlılar
olmak üzere bütün ölümlülerin varlık ve yok oluş parantezi arasındaki aşamalar
gibi.
Emperyalizm, en yüksek
aşaması olmakla kapitalizmin ömrünü tamamlayacağı bir süreci tarif etmektedir.
Onu, sosyalizme varmadan nitel bir aşamaya taşıyanlar, başka bir alternatif
yaratmakla esasen sosyalizmi devreden çıkarmış oluyorlar. Zaten bu tespit
üzerinden tarif edilen devrimci demokrasi ve sosyalizmin, “sosyal demokrasi”nin
türevleri olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerektir. Revizyonist ve reformist
çok çeşitli akımların çarpıtarak, abartarak ele aldıkları dünyanın iktisadi düzeni,
kapitalizmin tekelci döneme ait karakteristiğine dair bir değişimi
anlatmamaktadır. Elbette değişim, elbette gelişim vardır. Bir asrı aşan bir
dönemden söz ediyoruz. Yalnızca iletişim ve bilişim değil bütün alanlarda çok
ciddi gelişmeler olmuş, teknolojide bir değil birden çok devrimci atılım
yaşanmıştır.
Bütün bunların iktisadi yapı üzerinde sonuçlar doğurması da
kaçınılmazdır. Ancak sorun yapısal bir değişimin olup olmadığıyla ilgilidir.
Bütün parametreleri etkileyecek esas husus budur. Meseleye bu boyuttan
yaklaşıldığında kapitalizmin ne karakter kaybettiği ne de emperyalist dünya
sisteminin temelli bir değişime uğradığından söz edilebilecektir. Dünyada başta
teknolojik çerçeve olmak üzere bütün alan ve sektörlerde ilerleme vardır ama
aynı “büyüme” çelişki alanlarının tümünde de yaşanmaktadır. Gelir dağılımı, on
yıllık periyotların incelenmesiyle sabittir ki çok daha bozulmuştur. Yoksulluk,
açlık, susuzluk, işsizlik, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk, zulüm ve
işkence oranı da büyümüştür. Savaşlar neticesinde ölen, yaralanan, sakatlanan,
sürülen insanların nüfusa oranı artmıştır. Maddi, manevi bütün değerleriyle
kirlenen ve yıkıma uğrayan çok daha kötü bir dünya gerçekliği vardır ve tam da
bu yüzden kapitalizm ölümüne daha çok yaklaşmıştır. İnsanlığın yok olmaması
için onun yok olması her zamankinden daha acil bir gündem olarak dünya
proletaryasının önünde durmaktadır.
Nepalli yoldaşlar “yeni
dünya”yı şöyle tarif etmektedirler: “Günümüz emperyalizminin temel özelliği
ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel açılardan yeryüzündeki halkların geniş
kitlelerini tek bir küreselleşmiş devlet şeklinde sömürmesi ve ezmesidir. ABD
emperyalizminin yegâne (sole) hegemonyası mevcuttur. Bunun temel nedenleri:
dünya proleter devriminin ilk dalgasının sonucunda kurulan yeni demokratik ve
sosyalist devletlerin bürokrat kapitalizme karşı iktidar mücadelesinde yenilmesiyken, diğer nedense ABD
emperyalizminin diğer emperyalist güçler üzerinde esas olarak askeri üstünlüğü
kurması, 3. dünya ülkelerindeki ulusal sermayesi ve ekonomisi üzerindeki
çokuluslu finans kapitali denetlemesi ve bilgi teknolojisi üzerindeki
hâkimiyeti ile dünya çapında kültürel müdahaleyi yoğunlaştırmasıdır.”
(“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal
ve Örgütsel Çözümleme”, Worker (İşçi) Dergisi, Mayıs 2006, Halk Savaşının 10.
Yılı Özel Sayısı, sy. 10)
Görüldüğü
gibi, sosyalist ülkelerdeki geri dönüşü de fırsat bilen ve diğer rakiplerini
sindiren ABD emperyalizmi, global bir devlet (hatta imparatorluk) kurmuş, tek
kutuplu bir dünyada hüküm sürmektedir. Karışanı olmadığı gibi önünde
direnebilecek bir güç de kalmamıştır. Bunu aynı zamanda finans kapital
üzerindeki inisiyatifine ve de teknolojide gerçekleştirdiği büyük atılımlara
borçludur. Bu görüşlerin geçersizliği yalnızca bugünün ya da 6 yıl öncesinin değil
ABD’nin zirvede kendini daha yalnız hissettiği yılların da gerçeğidir. Kaldı ki
tek kutuplu dünya ya da global bir devlet formu oluşsa dahi bunun ne
emperyalizmde karakteristik bir değişim yarattığı iddia edilebilir ne de
devrimin işlevine ve sosyalizmin gerekliliğine dair gerçekler bozulacaktır.
ABD, 1990’lardaki süreçten önceki konum ve birikimine yaslanarak
en avantajlı çıkan devlet olmuştur. Askeri kapasitesi diğer devletlerle
kıyaslanmayacak denli güçlüdür. Dünya ekonomisine yön verme kabiliyeti önde
gelen devlet konumu da devam etmektedir. Ne var ki diğer emperyalist devlet ve
hatta bloklar üzerindeki denetimi tam bağımlılık içeren karakterde değildir.
Bir pazarın çeşitli düzeylerdeki karşılıklı bağımlılığı, birinin diğeri
üzerindeki sömürge tarzı kontrolünden farklıdır. Kaldı ki bu durum
emperyalizmin tabiatına aykırıdır.
Emperyalizm bir yandan hızlı bir merkezileşme11 ama diğer yandan
sürekli çatışma içerisinde yol almaktadır. Bu çelişik durum kapitalizmin
anarşizan yapısından ileri gelmektedir. “Artık tipik olarak dünyanın hakimi,
özellikle hareketli ve esnek olmasıyla, ülkede ve uluslararası düzeyde örtülü
olarak faaliyet gösteren, bireyselcilikten uzak ve mevcut üretim sürecinden
bağımsız, kolaylıkla yoğunlaşan finans kapitaldir ve yoğunlaşma konusunda
şimdilik büyük mesafeler kat etmiştir. Böylece kelimenin tam anlamıyla birkaç
yüz milyarder ve milyoner tüm dünyanın kaderini elinde tutmaktadır.” (“Lenin,
Önsöz”, Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon Yay. s.11)
“Gelişimin, istisnasız tüm işletmeleri ve devletleri içine alacak tek bir dünya
tröstünün kurulması yönünde olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak, bu yöndeki
gelişme öylesine stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak
gelişler –sadece ekonomik değil, fakat aynı zamanda politik, ulusal vs.-
biçiminde gerçekleşmektedir ki, ulusal finans kapitallerin dünya çapında bir
ultra- emperyalizm yapısında birleşmesinden önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak
yok olacak ve kapitalizm kendi karşıtına dönüşecektir.”
(“Lenin, Önsöz”, Buharin, Emperyalizm ve Dünya
Ekonomisi, Kalkedon Yay. s.14)
Uzun bir süredir batılı emperyalist akıl verme merkezleri ve
temsilcilerinin yayınladığı raporlar, başta Çin ve Rusya olmak üzere diğer
devletlerin kaydettiği gelişmeye ve oluşturduğu tehdide yer vermektedir. Bu
durum hem ABD ile hem de diğerleri ile ilişki düzeyi bakımından AB için de
geçerlidir. Ocak 2012’de açıklanan son savunma raporunda, saldırılarda diğer
devletlerle ortak hareket etmenin altı boşuna çizilmemiştir. 10 sene öncesinin
pervasız ve başına buyruk ABD’si yerini daha ölçülü ve dikkatli bir saldırgana
bırakmıştır. Bu geliş gidişler, bu yükseliş ve düşüşler, bir döneme bakarak
emperyalizmi karakteristik boyutta yorumlamaya yol açmamalıdır. “Küreselleşme”
denilen heyulanın balonu ilk önce marksistlerin dünyasında patlamış olmalıdır.
Tıpkı “yeni dünya düzeni” gibi küreselleşme de korku salma hedefli şaşaalı bir
kampanya sloganıdır.
Uluslararası, kıtalararası dev tekellerin bir yandan sayısal
olarak artması yoğunlaşmayı, kıyasıya rekabetin oluştuğu alanda yıkılan ya da
birleşme yoluyla yutulan tekeller ise merkezileşmeyi güçlendirmiştir. Ne var ki
bu gelişme, dünyanın paylaşılmasına dair yeni bir durumu tarif etmemektedir.
Daha fazla kar güdüsü temel yasası olan emperyalist-kapitalist sistemin
“yeniden paylaşımcı” karakterinde değil erozyon, aksine azgınlaşma halinden söz
etmek gerekir. Yaklaşık 70 yıldır emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya
getiren dünya çapında savaşların olmaması, bunun “boşluğunu” doldurmuş bölgesel
düzeydeki savaş, işgal ve çatışmalarla ekonomik düzeydeki savaşların ikame
rolünü oynamakta şimdilik yeterli ve frenleyici olduğunu göstermektedir.
Nükleer silahların daha çok devletin elinde bulunmasının yarattığı
caydırıcılık sanıldığı kadar belirleyici bir ağırlık taşımamaktadır. Yakın
tarihte bu düzeyde savaşların eşiğinden dönülmüş olması, birçok örnekte açığa
çıkmış bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır. Emperyalizmin varlık
koşullarından birisi olarak şekillenen dünya pazarı, yüzyılı aşkın süreçte
önemli bir evrim geçirmiş bulunuyor. Ulaşım, erişim ve iletişim alanındaki
gelişmeler, kapitalist sömürünün girmediği, kuşatmadığı ve dizayn etmediği alan
bırakmamıştır. Dünyanın bütün üretim alanları birden fazla kanalla ve hız oranı
hayli yükselen bir emilim gücüyle merkeze bağlanmıştır. Bu pazara bağımlı
biçimde yaşam şansı bulan yarı-feodal üretim ilişkilerinin varlığı bu
örgütlenme ağının önünde engel değildir.
Bilakis etkin olduğu
bölgelerde pazara bağlanmanın bu üretim ilişkisi üzerinden hayatiyet kazanması emperyalistlerin
çıkarı gereğidir. Biçimsel durumlara bakılarak aksine dair iddialarda bulunmak,
gerçekçi olmadığı gibi kapitalizm büyüsünden etkilenmenin sonucudur. Bunun yeni
dönemdeki bir başka sonucu işbölümü alanında kendini göstermektedir. İç pazarların
genel bir ilişki ağı çerçevesinde bağımlılığı/sömürüsü üzerinden yürüyen süreç
artık ülke ekonomilerine daha müdahil olmayı getirmiştir. Tekelleşme olgusunun
merkezileşmede vardığı düzey, ilgili sektördeki yerel ayakları sistemin daha
etkin parçaları haline getirmiştir. Bunun doğal sonucu işbölümünün yeniden
düzenlenmesi ve keskin çizgiler almasıdır.
Dünya pazarına
eklemlenmenin yakından hissedilir/algılanır hale gelmesinin politik ve sosyal
yaşam üzerindeki etkileri ortadadır. “Küreselleşme”, köleleştirmenin, talan ve
yağmanın yoğunlaşmasıdır. Çelişkilerin yumuşaması, törpülenmesi değil daha da
keskinleşmesinden söz edilmelidir. Uçurum derinleşmiştir. İç pazarları aşan
boyutta bir sömürü mekanizması kurulmuştur. Bütün istatistiki veriler durumun
önceki sürece göre daha da kötüleştiğini resmediyor. Emek-sermaye çelişkisi,
ara katmanda bulunan halk sınıflarının çökmesiyle kendini göstermektedir.
Proletaryanın yok olmasından değil nüfusun daha büyük oranda
proleterleşmesinden söz edilmelidir. Sosyal yıkım ve çevresel tahribat üst
düzeyde seyretmektedir.
Toplum kültürel bir zehirlenme içerisinde kendisini tüketen ve
bloke eden bir yere savrulmuştur. Bu nedenle kitle hareketleri, ayaklanma ve
direnişlerin büyümesi şaşırtıcı değil, süreci betimleyen bir olgu olarak
görülmelidir. Ekonomik krizleri sağlıklı olmanın değil hastalıklı durumun
sonucu olarak görmek gerekir. En hafifi büyük bölge ve kıtaları sarsan
krizlerin gelip dayandığı yerde artık dünya çapından bir kriz olgusu neredeyse
süreklilik kazanmış durumdadır. “Küreselleşme”, dünya çapındaki bütünleşmeyi
tarif için kullanılmaktadır. Bir yanıyla emperyalizmin karakteristik özelliği
zaten budur, yeni bir şey değildir. Bu konudaki sürecin daha güçlü bir sarmal
yarattığından söz edilebilir. Kendini daha çok hissettirdiği, bağımlılık
zincirlerinin arttığından bahsedilebilir.
Bunu görünür kılan mali sermayenin ulaştığı boyutlar ise nitelik
değişimini değil, gelişim sürecini açıklamaktadır. Sürecin bizi getirdiği
noktada bilişim ve iletişim sektörlerindeki muazzam gelişmenin hizmet
sektöründeki büyüme ile birlikte farklı bir sınıfsal dizayna yol açtığına dair
tespitler gerçekçi değildir. Birincisi teknolojik gelişim her dönem vardır ve
bu konudaki ilerleme sınıfları bozan (hatta kimilerine göre ortadan kaldıran) değil
ancak donanım ve konumlanışlarını farklılaştıran düzeyde etkilidir. Hizmet
sektörü ise sömürü ve artı-değer üretiminden soyutlayarak ele alınmakta, bilgi
teknolojisi ve bilgi toplumu bağlamında üretime damgasını vuran ilişkinin bu
eksende sorgulanması gerektiği ileri sürülmektedir.
Sınıfın silinmesi ya da etkisizleştirilmesi çerçevesinde de “özne”
faktörü ortadan kalkmaktadır. Bir müdahaleye yani devrimsel bir sürece gereğin
kalmadığı durumda özneye olan ihtiyacın sona ermesini de koşullayan bu durum
“yeni dünya” gerçekliği olarak okunmaktadır. ABD ve önderliğindeki batılı
emperyalistlerin kaydettiği ilerlemeyle beraber uluslararası tekellerin
etkinlik gücünü artırması, dünya çapında işbölümünün yeniden düzenlenmesine
paralel üstyapı kurumlarındaki değişim, farklı bir tabloyu şekillendirmeye
başladı. Buna karşı koyamadığı için tekelci devlet kapitalizmi çizgisinde
gidemeyen ve uğradığı yıkıma paralel “maske”den kurtularak yola devam etmek
durumunda kalan modern revizyonizmin iflası üzerinden mutlak zaferini
tescilletmek isteyen ABD, bu elverişli durumu değerlendirmek için yoğun bir
kampanya örgütledi. Büyük çaplı ideolojik, ekonomik ve askeri saldırı
kampanyasının son çeyrek yüzyıl içerisindeki sonuçları, kendisini her alanda
göstermeye devam etmektedir.
Bütün dünya köleleştirici bir çalışma rejimi içinde dev bir toplam
kampına dönüştürülmüştür. İdare de buna uygun şekillenmiş, baskı ve zulmün
koyulaştığı bir zeminde otoriter yapılar şekillendirilmiştir. 11 Eylül’ü bir
dönemeç olarak değerlendirmeye çalışan emperyalistler, kurumsal adımlarla
pekiştirdikleri “yeni dünya düzeni”ndeki terör rejimine “anti-terör” maskesi
takacak kadar küstah ve pervasız bir dil tutturmuşlardır. Ekonomik, politik,
sosyal ve hukuki boyutuyla, “küreselleşme” denilen olgu budur. Bunun
temellerini resmeden gerçeklik, her gün bir yenisine rastladığımız, gerek kendi
kuruluşları gerekse de bağımsız araştırmalarla ortaya konulan açıklıkta
sergilenir olmuştur: “230 trilyon dolarlık küresel zenginliğin yüzde 38.5’i,
serveti 1 milyon doların üzerinde bulunan 29.7 milyon kişinin elindedir. Bu
binde 6 demek. Bunların geçen seneki oranı yüzde 35.6 idi. Geliri 100 bin
doların üzerinde olanlar ise dünya gelirinin yüzde 82.1’sini kontrol ediyor ve
bu nüfusun yüzde 5.7’sini (398.7 milyon kişi) oluşturuyor.”
(“Yıllık Küresel Servet Raporu”, İsviçre Bankası
Credit Suisse, 24.10.11)
Lenin’i güncel verilerle doğrulayan
araştırmaların sergilediği gerçeklik, “küreselleşme” kavramı üzerinden
emperyalist yapıya farklı karakterde bir elbise giydirmeye çalışanların amacına
(iyimser boyutuyla yanılgılarına) ışık tutuyor. Değişim yalnızca emperyalizmde değil,
bütün süreçlerde ve olgularda yaşanıyor. Sorun, bunun karakteristik yapıyı
bozan bir nitelik taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir. Bu bozma/başkalaştırma eyleminin,
sınıf mücadelesinde karşılık bulmadığı durumda, hangi güç ve nedenle
gerçekleştiği açıklanmaksızın söylenecek her lakırdı boşlukta kalmaya
mahkûmdur. Verilerden beklediği yardımı alamayanlar, sermayede birleşme ve
toplanmanın yoğunlaşma (bilhassa finans kapital) derecesine bakarak; üretim,
bölüşüm ve tüketim sürecini, sermayenin dolaşım serüveniyle beraber farklı bir
ilişki ağı içerisinde tarif eden zorlama “teoriler” ileri sürmektedirler.
Dünyanın sosyo-ekonomik yapısı nasıl resmedilirse pek tabii olarak
onu değiştirme ve dönüştürme eylemi ve bunun yöntemi de ona göre
belirlenecektir. Nitekim emperyalizm tahlili üzerinden serbest rekabetçi döneme
ait farklılaşan ve karakter değişimine uğrayan hususları tespit eden Lenin,
proleter dünya devrimine yönelik saptamalarda bulunmuştu. Bugün kendi sürecinde
gelişim göstermesiyle bazı değişimler geçiren tekelci kapitalizmin; sınıflar,
devlet, demokrasi, komünist partisinin yapısı ve rolü ile devrim başta olmak
üzere bilimsel sosyalist esasları/yaklaşımı başkalaştıracak bir dünya
yarattığını söylemek mümkün değildir. Ancak tersinin iddia edildiği durumda,
tıpkı Kautsky, Kruşçev vd.lerinin ileri sürdüğüne benzer tezlerin ortaya
çıkması da kaçınılmazdır. Sorun, gereksinim ve gereklilik sorunudur. Ortada
yıkılması gerekmeyen bir sistem varsa devrimlere ihtiyaç yoktur. Bunun yerine
reforme etmek yeterli olacaktır. Ortada güç kullanmayı, silahlı mücadeleyi
gerektiren bir yapı yoksa mücadele platformunun barışçıl olmaması için bir
neden kalmamış demektir.
Sınıfların yapısında değişim olmuşsa proletaryanın misyonu
değişmiş, dahası yerel zeminde burjuvaziye ait güçlerle ittifak ve işbirliği
gerekli hale gelmiştir. Eğer sosyalizme doğru yol almak isteyen bir güç,
dünyadaki ve bölgedeki dengeleri hesaba katmazsa kısa sürede bertaraf
edileceğinden daha dolaylı bir yol izlemelidir. Ve nihayet iktidarın her şey
olmadığı, devletin eski işlevini yitirdiğinden söz ediyorsak proletarya
diktatörlüğü bütünüyle tarih olmuş demektir… Bütün bunların etkili olabilmesi
için önceliği panzehirle mücadele almak durumundadır. Onu inkâr ya da revize
etmekten başka bir çare yoktur.
Bunun için en geçerli yol,
cepheden değil “içeriden” bir tutumla, saygıyı elde bırakmayan bir tarz
tutturmak ve bir dizi övgü dolu lafın ardından artık yetmezliğinden söz
etmektir. Yetmezliği/yetersizliğine hükmetmek için gidilecek adres yine
aynıdır: “Çağ değişti”. Dogmatizmle mücadele adına, bilimsel sosyalizmi
yaratıcı biçimde geliştirdiklerini söyleyenlerin salladığı pragmatizm
bayrağının rengi kısa sürede kendini ele vermektedir.
Ünlü 1963 polemiklerinde
ÇKP önderliğinin benzer tezlerle ortaya atılan Kruşçevci modern revizyonistlere
verdikleri yanıtlarda altını çizdiğimiz şu saptamaları aktarmak gerekmektedir:
“Şimdi dogmatizme şiddetle sövüp sayanlar aslında, bununla
savaşmak şöyle dursun, dogmatizmin ne olduğundan bile habersizdirler. Bu
kişiler, zamanın ve koşulların değiştiğini, ‘mark- sizmi-leninizmi yaratıcı
biçimde geliştirmek’ gerektiğini söyleyip duruyorlar, ama aslında, burjuva
pragmatizmini kullanarak marksizm-leninizmi revizyondan geçiriyorlar.”
(“Bir Kez Daha Togliatti
Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”,
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.288) “
Bernstein’dan bu yana, her türden revizyonist ve oportünistler,
marksizmin evrensel gerçeğinin eskimiş olduğunu ileri sürebilmek için yeni
değişmeleri ve yeni durumları bir bahane olarak kullanmışlardır. Ama yüz yıldan
daha fazla bir zamandır, dünyadaki olaylar, her yerde, marksizm-leninizmin
evrensel gerçeğinin geçerli olduğunu tanıtlamıştır.”
(“Bir Kez Daha Togliatti
Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”,
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.289-290) “
Marksizm-Leninizm sürekli olarak pratikle gelişir. Bir
marksist-leninist partinin belirli bir dönemde ve koşullarda geliştirdiği
önermelerin yerini, zaman ve koşulların değişmesiyle, yeni önermelerin alması
gerekir. Bunun savsaklanması, dogmatizm hatasının işlenmesine ve komünizm
davasının kayıplar vermesine yol açacaktır. Ama, bir marksist-leninist
partinin, bazı yeni sosyal olguları bahane ederek, marksizm-leninizmin temel
ilkelerini yadsımasına, marksizm-leninizmin yerine revizyonizmi koymasına ve
komünizm davasına ihanet etmesine asla izin verilemez.”
(“Togliatti Arkadaşla
Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin
İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.66) “
(R)evizyonistler, daima ‘akıllılıkları’ ve ‘yaratıcılıkları’yla
övünerek, görüşlerini ‘en son teoriler’, olarak sunuyorlar. Modern
revizyonistlerin ‘en son teorileri’ aslında Bernstein’ın, Kautsky’nin ve eski
kuşaktan öteki revizyonistlerin safsatalarının yeni koşullar altındaki
görünümlerinden ve burjuva gericiliğinin halkı aldatmak için kullandığı
malzemenin yeniden piyasaya sürülmüş biçimlerinden başka bir şey değildir.”
(“Leninizm ve Modern
Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri
Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.84)
Somut koşulların tahlili yapılmalı, yeni şartlar için yeni
yanıtlar aranmalıdır. Bu durumda kendinden menkul bir “düşünce”, bir “yol”
oluşturanların işi kolaylaşmakta, “katkı”lar sıralanmaktadır. 12 Katkıyı özgün
koşullar bağlamından evrensele uzanan bir çizgide gerçekleştirmeyi denemek
yerine, adeta “bağımsızlığını” ve “özgürlüğü” ilan edenler kendi
cumhuriyetlerini kurmaktadır: “Lenin ve Mao’nun emperyalizm ve proleter
strateji üzerine ortaya koydukları bir dizi anlayışın geride kaldığı gerçeğine
21. yüzyıldaki enternasyonal devrimcilerin dikkatleri odaklanmalıdır. Lenin’in
savaşın doğası üzerine, sürekli devam eden dünyanın belli bölümlerinin
(emperyalistlerce) paylaşılması ve yeniden paylaşılması ve bunun üzerinden
belirlediği proleter strateji ile soğuk savaş döneminde, her ne kadar taktiksel
de olsa, Başkan Mao’nun Üç Dünya analizi günümüzde temel olarak geçerli
değildir. Küreselleşmiş devlet biçimini alan ABD emperyalizminin durumu Lenin
ve Mao’nun analizlerinin geride kalmasına neden olmuştur.”
(“Merkez Komitesi
Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, Worker (İşçi) Dergisi, Mayıs 2006,
Halk Savaşının 10. Yılı Özel Sayısı, sa. 10)
NKP(b), 1 Temmuz tarihli
ABD-DKP’ye yanıt mektubunda, savaş sürecinde ilerleme ve gerileme, sağa ve sola
dönüşler vb. içinde MLM’nin cephaneliğini zenginleştirecek yeni fikirler
geliştirdiklerini ve bunu 2001 yılında “Prachanda Yolu” olarak
isimlendirdikleri söylenmektedir. MLM’yi geleneksel şekliyle değil, yaratıcı
biçimde ele alışlarında etkili olan olumsuzluklar ise şöyle sıralanmaktadır:
“SSCB’nin dağılışı, Çin’de kapitalizmin restorasyonu, Peru devriminin
gerilemesi, diğer halk savaşlarının kendi sınırlarını aşamaması, ABD
emperyalizminin tek hakim olarak ortaya çıkması, ideolojik-politik saldırıların
yoğunlaşması, bilgi teknolojisindeki ilerlemeler ve ülkedeki yarıHocacı Singh
düşüncesinin etkisi...” Daha birkaç yıl öncesinde Maoizme ve Mao Zedung yoldaşa
gerici ve revizyonistlerin saldırısından bahsedip, övgülerini esirgemeyenlerin,
Üç Dünya Teorisi’ni Başkan Mao’yla
ilişkilendirmesinin şaşkınlıktan öte tıpkı Hocacı revizyonistler gibi bilinçli
bir yakıştırma olduğunu düşünmek istemiyoruz.
Ama aktardığımız ilk paragraftaki sözlerin esas önemlisi, Lenin’in
emperyalizmin yeniden paylaşımcılık ve savaşla 80 ilgili karakteristik
özelliklerine dair saptamalarının günümüzde “geçersiz” hale geldiğine ilişkin
görüştür. Yeniden paylaşımcılık bilindiği gibi karda sınır tanımama, yani daha
fazla kar güdüsüyle yaşama karakterinden ötürü kapitalist üretim tarzının
yasasıdır ve emperyal yapı bunun sonucu olarak mevcut bölüşümle yetinmez,
yetinmemektedir. Bu, öteden beri emperyalizm konusunda yürütülen tartışmaların
can alıcı bir başlığı olagelmiştir. Zira, bu durumda tarif edilen “global
devlet” olgusu geçici ve dönemsel değil kalıcı bir yapı olarak tanımlanmakta ve
hem etki gücü açısından (önleyicilik, baş edilemezlik) hem de ittifak
politikaları bakımından gerçekten de başka sözler sarf etmenin gereği ortaya
çıkmaktadır. Geliştirdiği ve geliştireceği politikalara kılıf, duruma meşruiyet
kazandırmanın çaresi böyle bulunmuştur. Bu görüşlerin yanıtı komünist önderler
tarafından zamanında verilmiş, durum bütün açıklığıyla ortaya konulmuştu:
“Ancak emperyalist sistem yıkıldıktan ve ancak insanın insan tarafından
ezilmesine ve insanın insan tarafından sömürülmesine yol açan sistemler yok
edildikten sonradır ki, bütün savaşları ortadan kaldırmak ve ‘savaşsız bir dünya’ya ulaşmak
mümkün olabilir. Marksist-Leninist’lerin daima savundukları budur.”
(“Togliatti Arkadaşla
Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin
İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.50) “
Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya
çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası
tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün
toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış
bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”
(Lenin, Emperyalizm, İnter
yay. s.92) “
(B)irincisi, dünyanın paylaşılmasının tamamlanmış olması, bir
yeniden paylaşım durumunda, her hangi bir ülkeye el atmayı zorunlu kılmaktadır;
ikincisi, emperyalizm için karakteristik olan, birkaç büyük gücün hegemonya
yarışıdır, yani doğrudan kendisi için değil de, rakibini zayıflatmak ve onun
hegemonyasını sarsmak için toprak ilhak etmeleridir.”
(Lenin, Emperyalizm, İnter
Yay. s.94-95)(ABÇ)
“Dünyanın geri kalan kısmının tamamen paylaşıldığı mali sermaye
çağında, yarı bağımlı ülkeler için mücadelenin şiddetlenmesi anlaşılırdır.” (Lenin, Emperyalizm, İnter Yay.
s.85) “Toplum yaşamı artık tümüyle askerleştirilmiştir. Emperyalizm,
dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri
vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikte
küçükler de, daha fazla askerleşmeye doğru gideceklerdir.
” (Lenin, Sosyalizm ve
Savaş, Sol Yay. s.66) “
Emperyalist devletler arasındaki keskin çelişmeler, nesnel olarak
vardırlar ve uzlaşmaz bir nitelik taşırlar. Emperyalist ülkeler ve emperyalist
bloklar arasında, büyük ya da küçük, doğrudan ya da dolaylı, şu ya da bu
biçimde çatışmalar mutlaka çıkacaktır. Bu çatışmalar, emperyalistlerin temel
çıkarlarından doğarlar ve emperyalizmin doğası tarafından belirlenirler.
Emperyalist ülkeler arasında, emperyalistlerin temel çıkarlarından doğan bu
çatışmaların, yeni tarihsel koşullar altında çıkması olasılığı olmadığını ileri
sürmek, emperyalizmin tümden değiştiğini söylemekle aynı şeydir, ve aslında
emperyalizmi yüceltmektedir.”
(“Bir Kez Daha Togliatti
Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”,
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.211)
ÇKP’nin ve Lenin yoldaşın
bu saptamalarına itiraz etmek için bu dünyadan bihaber olmak gerekir.
Emperyalist devletler arasındaki kıyasıya savaşım her alanda kendini
göstermektedir. Bu durum yalnızca en büyükler için değil neredeyse bütün gerici
devletler için geçerlidir. Hummalı bir silahlanma, bütün bölgelerde gerilim, ve
sınıf mücadelesinin ürünü savaşlar sürekli gündemdedir. Mali krizin yıkıcı etkilerine
karşın silahlanma olanca hızıyla sürmektedir. Son 6 yıla göz attığımızda
2006’da yüzde 14 olan artış oranı, devamı yıllarda da yüzde 15, 16, 15 ve yüzde
9 oranında büyüme göstermiştir.
International Institute of Strategic Studies’in
Military Balance (Askeri Denge)
2012 raporuna göre,
Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığı ve bu yıl geçeceği
belirtilmektedir. 2001-2011 arasında yüzde 250 oranında artış gerçekleştiren
Çin’in 2015’e gelindiğinde ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplamını aşacağı
öngörülüyor. Savaş sanayini körüklemede başı çeken ABD’nin yeni yayınlanan “21.
Yüzyıl Savunma Öncelikleri/ABD’nin Yeni Savunma Stra81 tejisi”( 05.01.2012)
raporunda, “Uygun kaynaklar ve güvenlik ihtiyaçlarımız arasındaki denge hiç bu
derece hassas olmamıştı” denilmektedir. Karakter değiştirdiği söylenen
emperyalizmin önde gelen gücünün aynı raporunda yer verilen şu ifadeler bahsi
geçen “değişim” konusunda yeterince açıklayıcıdır: “Çok sayıda bölgede önemli
çıkarları olan bir millet olarak güçlerimiz, bir bölgede fırsatçı bir düşman
tarafından yapılacak bir saldırıyı, başka bir yerde büyük çaplı bir operasyon
yapıyor olsak bile, engelleyecek ve bertaraf edecek güce sahip olmalıdır.”
“Genel kapasitemizi düşürsek dahi hazır ve yeterli bir gücü korumaya
kararlıyız. Güç yapımızı kaybetmemek için hazır olma durumumuzdan ödün verme
gibi bir hataya direneceğiz ve aksine geçtiğimiz on yılda üzerine vurgu
yapılmayan bölgelerde hazır olma durumumuzu yeniden tesis edeceğiz.” “Barışın,
istikrarın, ticaretin serbest akışının ve bu dinamik bölgede (Asya-Pasifik) ABD
etkisinin sürdürülebilirliğinin sağlanması, bir boyutuyla askeri kabiliyet ve
bölgedeki askeri varlığın temel dengesine bağlı olacaktır.
Çin’in bölgesel güç olarak yükselişi ise, uzun vadede ABD ekonomisini
ve değişik yollarla güvenliğimizi etkileme potansiyeline sahip olacaktır.”
Dünyada tek kutuplu bir yapının oluştuğuna dair safsata, ABD’nin sözcüleri
tarafından dahi savunulamaz düzeyde gerçeklere yabancıdır. Kimi
emperyalistlerin dahi kendi başına hegemonya savaşında söz sahibi olmaya
başlamasından başka bölgesel bloklar da sürekli yeni ittifaklarla şekillenmeye
başlamıştır. Bunu bir tür denge hali olarak görmek de en az tek kutuplu dünya
teorisi kadar yanıltıcıdır: “(K)apitalizm gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ ya da
‘ultra-emperyalist’ ittifaklar –bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir
başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel
bir ittifak biçiminde olsun- zorunlu olarak, savaşlar arasındaki ‘nefes molaları’ndan
başka bir şey değildir.
Barışçıl ittifaklar, dünya
ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve
aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadele biçimlerinin
değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlar ve yine
onlardan doğarlar.”
(Lenin, Emperyalizm,
İnter yay. s.124)(ABÇ)
DEVLET VE DEVRİMDE“YENİ”TEZLER, ESKİ YANITLAR! Dünyadaki duruma ve
buradan hareketle “yeni çağ”a ilişkin geliştirilen revizyonist tezlerin ilk
önemli sonucu kendisini, devlet ve devrimle ilgili MLM yaklaşımın revize
edilmesiyle göstermektedir.
Baburam’ın “demokratik
cumhuriyet” tezi, Prachanda’nın en son söyleşisinde bütün aşamaları (demokratik
devrim, halk ayaklanması, sosyalist devrim) birbiriyle kaynaştıran sözleri ve
bütün bunların pratikleştirildiği parlamenter yola sıkı sıkıya sarılarak
“ilerleme” stratejisi ve nihayet HKO’nun tasfiyesi, gençlik örgütünün
lağvedilmesi ile beraber savaş sırasında kamulaştırılan toprakların iadesine
karar verilmesi, devrimi “barışçıl geçiş”e kurban etmiş, sosyalizme ulaşma
hedefini ıskartaya çıkarmıştır.
Daha yakın zamana kadar bu
konuların tümünde marksist teorinin doğrularını ifade etmekten geri durmayanlar
şimdi tam aksi bir pratiğin teorisini yapmaktadır. Devlet, en yalın tanımıyla
sınıfsal karaktere haiz bir yönetim, bir baskı aracıdır. Egemenliğin tesisi
için bir örgütlenme olan devlet, ona hükmeden bir sınıfın/sınıfların damgasını
taşıyacak ve diğer sınıflar üzerinde mutlak bir otorite sağlanmasını amaç
edinecektir. Tarih boyunca böyle işlevselleşmiş bu araç, bütün kurumlarını bu
amaç doğrultusunda seferber etmekte, ideolojik aygıtlarıyla beraber bütünsellik
oluşturmaktadır. Bu organize yapı bütün kurumlarıyla yıkılıp parçalanmadan yeni
bir devletin inşa edilme şansı yoktur. Aksi, yani reformlar yoluyla onu
değiştirmeye dair tüm tez ve söylemler, eskinin devamı için gayret
gösterenlerin sinsi bir çabasından öte anlam taşımaz: 82 “Burjuva devletleri
biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: Biçimleri ne olursa olsun bütün
bu devletler, son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler.”
(Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay. s.86)(abç) “Ne
denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın
sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin
diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan
bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamazdı da.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya
Diktatörlüğü, Sol yay. s.157) “Burjuva rejim (yani toprak ve üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz varlığını sürdürdüğü rejim) ve
burjuva demokrasisi rejimi dönemindeki ‘özgürlük ve eşitlik’ biçimsel olarak
kalırlar; bunlar gerçekte (biçimsel olarak özgür, biçimsel olarak eşit haklar
sahip) işçilerin ücretli köleliği ve sermayenin mutlak iktidarı, emeğin sermaye
tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Sosyalizmin alfabesinin bu ‘bilgili’
bayları, ve siz, bunu unutmuş bulunuyorsunuz.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü,
Sol Yay.s.169)(abç) “Lenin tekrar tekrar Marks ve Engels’in şu çok ünlü
sözünü ayrıntılı bir şekilde işledi: ‘İşçi sınıfı mevcut devlet aygıtını ele
geçirip, onu kendi amaçları için kullanamaz.’” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü
ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, Uluslararası
Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter Yay. s.101)
Devletin nasıl ele geçirileceği, başka bir deyişle devrimin nasıl
gerçekleşeceği sorunu, devletle ilgili değerlendirmeyle dolaysız biçimde
ilişkilidir. Üretim ilişkilerindeki sürece ve sınıf mücadelesinin ulaşacağı
düzeye bağlı olarak gelişim seyri izleyecek bu durum, nesnel şartların yanı
sıra bunu gerçekleştirecek sınıfların öznel koşullarıyla da ilgilidir.
Güzellikle yani gönül rızasıyla iktidarını vermek istemeyeceklerin, zor dışında
haklarından gelecek bir yol yoktur. İktidarı zora dayalı olarak elde tutanları
boyun eğdirmenin geçerli bir yolu olduğunu tarih henüz yazmamış bulunmaktadır.
“Barışçıl geçiş” teorisi, iktidarın el değiştirmesinin bir yöntemi gibi
savunulmakta, gerçekte mevcut düzeneğin değişmemesini hedeflemektedir. Düzen
muhafaza edilmekte, sistem sürmekte, “devrimci” ya da “sosyalist” maskeli
efendiler işbaşına gelmektedir. Dünyada seçimler ya da benzeri yollarla, bir
dönem sosyal-emperyalistler eliyle gerçekleşen darbelerle kurulan “halkçı”,
“devrimci” yönetimler, bu şekilde işbaşına gelmiş, egemen sınıfların
hükümranlığında hiçbir değişim yaşanmamıştır.
“Tüm devrimlerin dünya
tarihinin bize sınıf mücadelesinin tesadüfen değil, kaçınılmaz olarak iç savaşa
dönüştüğünü öğrettiğini kim bilmez?” (Lenin,1917, İnter yay. s.269) “Devrim en şiddetli, en vahşi, en
çılgınca sınıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç savaş
olmadan gerçekleşmedi. İç savaşın ise ‘olağanüstü karmaşık durum’ olmadan
düşünülebileceğini, ancak dar görüşlü, dünyadan bihaber insanlar
varsayabilirler.” (Lenin,1917,
İnter yay. s.418) “(S)ınıflı toplumda devrimler ve devrimci savaşlar
kaçınılmazdır; onlar olmadan toplumun gelişmesinde bir sıçrama sağlamak ve
gerici hâkim sınıfları devirmek, dolayısıyla da halkın siyasi iktidarı ele
geçirmesi mümkün değildir.(…) İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi,
meselenin savaş yoluyla halledilmesi, devrimin merkezi görevi ve en yüksek
biçimidir
Devrimin bu
Marksist-Leninist ilkesi evrensel olarak geçerlidir, hem Çin ve hem tüm diğer
ülkeler için geçerlidir.”(“Mao
Zedung”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter
yay. s.431) “Emperyalizm, yani son olgunluğuna ancak 20. Yüzyılda
ulaşmış olan tekelci kapitalizm, temel iktisadi özellikleri nedeniyle, barış ve
özgürlükten en az hoşlanmasıyla, ve militarizmin evrensel olarak gelişmesinden
en çok hoşlanmasıyla ayırt edilir. Barışçıl ya da şiddetli bir devrimin
tipikliği ya da olasılığı sınırlarını tartışırken buna ‘dikkat edememek’
burjuvazinin en sıradan uşaklarının düzeyine alçalmaktır.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve
Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay. s.116)(abç)
Sorunun bir diğer boyutunu, bu “barışçıl geçiş”
hayallerine zemin oluşturan soyut bir “demokrasi” anlayışı oluşturmaktadır.
Demokrasiyi sınıflar üstü bir kavram, sınıflardan yalıtılmış ortak bir düzen
olarak tanımlayan anlayış temellerini,
emperyalizme yönelik “güler yüzlülük” tespitinde bulmaktadır. İnsanlığı
topyekun daha ileri standartlara taşıyan ve üretici güçleri alabildiğine
geliştiren emperyalizmin en azından bir çok ülkede kurduğu, kurdurduğu rejimlerin
“demokratik” karakterleri gereği, düzenin değişmesi için barışçıl meşru
olanaklar barındırdığı ileri sürülmektedir.
“Demokrasinin değişmez bir
sınıfsal niteliği vardır. Marksist-Leninistler, demokrasi sorununu daima
tarihsel çerçevesi içinde ele alırlar ve hiçbir zaman ‘soyut demokrasi’den ya
da ‘genel olarak demokrasi’den söz etmezler.” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı
1, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.74)
Nitekim halk savaşı ya da diğer silahlı
mücadele pratikleri sayesinde belli bir maddi güç oluşturan ve “sabırsızlığa”
yenik düşenlerin, barış süreci pazarlıkları ve seçimler yoluyla sisteme entegre
olması, bu zemin üzerinden iktidar arayışlarına girmesine dair örneklere son
çeyrek yüzyılda sıkça rastlanmaktadır. Buradan iktidara kanal açıldığına dair
örneğe de “maalesef” rastlanabilmiş değildir. Şimdiye kadar olan bitenler,
hareketin canlı, dinamik, etkin/silahlı karakterinin tasfiye edilmesi, düzene
monte edilerek bitirilmesidir.
Bugünkü politikanın mimarlarının marksist teorinin abc’sini oluşturan
görüşleri çok iyi bildiği ve fakat
uygulamadıkları durumda, “değişimi/dönüşü” sıradan bir değerlendirme yanılgısı
ya da “şartların farklılığı” ile açıklamak mümkün değildir. Parlamentoda yer
bulmak, hatta hükümetin bir parçası olmak, Nepal’de olduğu gibi başbakanlık
koltuğuna dahi oturmak hiçbir şeyi değiştirmemektedir. “Eğer tüm temel güçleri
ya da sınıfları proletarya diktatörlüğü tarafından değiştirilmiş haliyle bunlar
arasındaki ilişkileri karşılaştırırsak, sosyalizme geçişin, genel olarak
‘demokrasi aracılığıyla’ mümkün olduğu yolundaki İkinci Enternasyonal’in tüm
temsilcileri tarafından paylaşılan genel küçük burjuva görüşün nasıl da sözü
edilemeyecek kadar saçma sapan ve teorik açıdan aptalca olduğunu kavrayacağız.
Bu yanılgının temel kaynağı burjuvaziden miras kalan, ‘demokrasi’nin sınıflarla
ilgili olmayan, mutlak bir şey olduğu yolundaki önyargıda yatmaktadır.
” (Lenin, Burjuva
Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.191) “
Devrimci proletaryanın partisi, yığınları aydınlatmak için burjuva
parlamentolarına katılmalıdır; bu aydınlatma seçimler sırasında ve parlamentoda
partiler arasındaki savaşımlar sırasında olur. Ama sınıf savaşımını parlamenter
savaşım ile sınırlamak, ya da onu, bütün öteki savaşım biçimlerinin bağlı
bulunduğu en yüksek ve kesin biçim olarak görmek, aslında proletaryaya karşı
burjuvazinin saflarına kaçmak demektir.
” (Lenin, Burjuva
Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s. 217) “
Ancak namussuzlar ya da budalalar, proletaryanın önce,
burjuvazinin boyunduruğu altında, ücret köleliğinin boyunduruğu altında gerçekleşen
oylamalarla çoğunluğu kazanması gerektiği ve ancak bundan sonra iktidarı ele
geçirebileceğini iddia edebilirler. Bu, darkafalılığın ve ikiyüzlülüğün
zirvesidir; bu, sınıf mücadelesinin ve devrimin yerine eski toplumsal sistemin,
eski devlet iktidarının korunduğu koşullarda oylamaların geçirilmesi demektir.
” (Lenin, Uluslararası
Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter Yay. s.430)(abç) “
Burjuvazi askeri-bürokratik aygıtı kontrol ettiği müddetçe, ya
proletaryanın seçimler yoluyla ‘parlamentoda istikrarlı bir çoğunluk’ elde
etmesi imkânsızdır, ya da bu ‘istikrarlı çoğunluk’a güvenilemez. Sosyalizmi
parlamenter yoldan gerçekleştirmek tümüyle imkânsızdır, kendi kendini ve
diğerlerini aldatmadır.
” ( “Renmin Ribao – Halkın
Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”,
Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay.
s.450) “
Lenin, II. Enternasyonal revizyonistlerini, parlamentarizm
hayallerine kapılmakla ve iktidarın ele geçirilmesi devrimci görevini unutmakla
suçladı. Onlar proletarya partisini bir seçim partisine, parlamenter partiye,
burjuvazinin bir uzantısına ve burjuva diktatörlüğünü ayakta tutmanın bir
aracına dönüştürdüler. ‘Parlamenter yol’un reklamının yapan Kruşçev ve yandaşlarını,
II. Enternasyonal revizyonistlerinin kaderi bekliyor.
” ( “Renmin Ribao – Halkın
Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”,
Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay.
s.452) “
Parlamentoda çoğunluğu kazanmak, eski devlet aygıtını (esas olarak
silahlı kuvvetleri) parçalamak ve yeni bir devlet aygıtını (esas olarak silahlı
kuvvetleri) kurmakla aynı şey değildir. Burjuvazinin askeri ve bürokratik
devlet 84 aygıtı parçalanmadığı takdirde, proletarya ve güvenilir müttefikleri
açısından parlamentoda çoğunluk olmak ya imkânsızdır… ya da bu çoğunluk
güvenceli değildir.
” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı
Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel
Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.72) “Barışçıl geçiş” meselesinde bütün
revizyonistlerin, Marks ve Engels’in bunu kabul ettiğine dair çarpıtma ve
demagojilerine Lenin yoldaşın verdiği yanıtı anmadan geçmek mümkün değildir:
“Yetmişli yıllarda Marks’ın, İngiltere ve Amerika’da sosyalizme
geçişin barışçıl yoldan gerçekleşebileceğini mümkün saymasına atıfta bulunmak,
bir safsatacının argümanıdır, yani daha basit söylenirse, alıntıları ve
işaretleri dolandırıcılık için kullanan bir yalancının argümanıdır.
- Birinci olarak Marks bu olasılığı o zamanlar da bir istisna
olarak görüyordu.
-İkinci olarak o zamanlar henüz bir tekelci kapitalizm, yani
emperyalizm yoktu.
- Üçüncü olarak o sıralar tam da İngiltere’de ve Amerika’da
burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtı olarak bir daimi ordu yoktu,
şimdi vardır.
” (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.141)
Kruşçev revizyonistleri “barışçıl geçiş” teziyle birlikte, sosyalist devletin
burjuva devletlerle kuracağı ilişkilerde zorunlu olarak geçerli olan “barış
içerisinde bir arada yaşama” ilkesini, ülke içi alana transfer ederek savunma
yoluna gitmişler ve sınıf işbirliğine yeni gerekçeler üretmeye çalışmışlardır.
Tıpkı diğerlerinde olduğu
gibi Nepal’de şekillenen revizyonizmin savunduğu görüşler de aynı merkezdedir. Hâkim
sınıf partileriyle girilen ittifak, sürekli kılınmış, buna uygun bir devlet
formu,“yeni demokratik devrim”e ve sosyalizme ulaşmanın aracı olarak savunulur
olmuştur. Ama daha önemlisi bu partilerin efendisi konumundaki emperyalist ve
yayılmacı devletlerle yapılan bağımlılığı pekiştirme anlaşmaları ve feodal
sınıfların tasfiyesine yönelik adımların geri alınması ve bunların politik
temsilcileriyle yeni ittifak anlaşmalarının imzalanmasıdır. Düşman
sınıflarla girilen işbirliği, “barış içerisinde bir arada yaşama” anlayışının
pratikleştirilmesi, devrim ve sosyalizm kulvarının tamamen terk edilmesi
anlamına gelmektedir. “Barış içinde bir arada yaşama, farklı toplumsal
sistemlere sahip ülkeler arasındaki ilişkiyi belirtir ve istenildiği şekilde
yorumlanamaz. Barış içinde bir arada yaşama, asla ezilen ve ezen milletler,
ezilen ve ezen ülkeler ya da ezilen ve ezen sınıflar arasındaki ilişkilere
uygulanacak şekilde genişletilmemeli ve asla kapitalizmden sosyalizme geçişin
esas içeriği olarak tanımlanmamalıdır. Hele, barış içinde bir arada yaşamanın
insanlığı sosyalizme götüren yol olduğu hiç söylenemez.
”
(“ÇKP MK, 30.03.1963” Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında
Polemik, İnter yay. s.34) “
Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut
özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir,
denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar. Biz Bolşevikler bu kurala,
bilimsel temellere dayanan bir siyaset bakımından kesinkes zorunlu olan bu
kurala her zaman bağlı kalmak zorundayız.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve
Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.53) Devrimin yerine ikame edilen barışçıl
geçiş, “şartlar” ve “zorluklar” ileri sürülerek temellendirilmektedir. “Süper”
pozisyon alan emperyalizmle başa çıkmanın zorluğu (aslında imkânsızlığı)
karşısında, “dünyada devrim inisiyatifi”, dünya halklarının direnişinin
ayrılmaz bir parçası olmak” gibi şartlar ileri sürülmekte, bunların olmadığı
durumda devrimi başarmanın (ya da korumanın) imkânsızlığına vurgu
yapılmaktadır.
Diğer kimi açıklamalarda,
emperyalizmin mutlak müdahalesinin tartışılması, “bölgesel devrim” görüşlerinin
savunulması da aynı tahlilin sonucudur. “1957 Moskova Deklarasyonu, ‘bugün
başlıca tehlikeyi revizyonizmin oluşturduğunu’ ve revizyonizmin içteki
kaynağının burjuva etkisi, dıştaki kaynağının da emperyalist baskılara boyun
eğme olduğunu belirtmektedir.
”
(“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, Bütün
Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.85)
Konunun bir diğer boyutunu,
“füzyon” teorisinde kendisini gösteren halk savaşı stratejisinin kavranışına
dair sorunlu yaklaşım oluşturmaktadır. HS stratejisinin “uzun süreli” niteliği,
dengenin devrim lehine çevrilmesi için sabırlı, kararlı ve dirençli bir
mücadele anlayışını açıklamaktadır. Savaş neticesinde elde edilen kazanımın
özel likle son aşamaya (stratejik
saldırı) taşınmasının ardından, emperyalist müdahaleye açık hale gelme durumu,
izlenecek “ulusal birleşik cephe” politikası ve taktikleriyle aşılabilecekken,
kitlelere güvensizlik içinde, panik ve endişe yaşayarak “kestirme” yola sapmak
ve uzlaşı aramak, yenilgiye davetiye çıkarmaktır. Bu durumda ileri sürülen
“denge”, yani “düşmanın gücü” gerekçesi, savaşın doğasında vardır ve bu yaklaşımla
her şeyden önce savaşların başlatılması dahi olanaksız hale getirilmektedir. Devlet teorisinin proletaryanın hedefine
ulaşması için taşıdığı bir başka anlam ise proleter devletin pozisyonudur.
“Barışçıl geçiş” tezi,
proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç olmadığı savunularak tamamlanmaktadır.
Devletin rolüne dair yaklaşım, devletin gerçek manada el değiştirmediği
koşullarda yerine ikame edilen durumu ancak proletarya diktatörlüğüne de karşı
çıkarak savunabilir. Öyle ya, yıkılması parçalanması gerekmeyen bir yapı, başka
bir yapıya da dönüştürülemeyeceğinden, proletarya diktatörlüğü zaten boşa
düşmektedir. Oysa sosyalizme doğru gitmenin, demokratik devrimi başarılı
kılmanın tek aracı burjuva sınıflar üzerinde proletaryanın kesin egemenliğini
tesis edecek bir diktatörlüktür. Bunu marksist kavrayışın can alıcı bir noktası
olarak tanımlayan Lenin yoldaş, yoruma açık kapı bırakmayacak netlikte
vurgularda bulunmaktadır. Öğretinin en hassas olduğu konuların başında bu husus
gelmektedir.
“Marks’ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her
ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da
proletarya diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marks’ın iktisadi ve
siyasal öğretilerinden hiçbir şey anlamamıştır.
”
(Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s. 159) “
‘Sosyalistlerin’ anlamadıkları ve teorik miyopluklarını açıklayan,
burjuva önyargıların tutsağı kalmaları sonucunu veren, proletarya karşısındaki
siyasi dönekliklerini oluşturan esas nokta, kapitalist toplumda, bu toplumun
temeli olan sınıf savaşımı az buçuk ciddi biçimde gücünü artırır artırmaz,
burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasında hiçbir orta yol
olamamasıdır.
Tüm
bilmem hangi üçüncü yol düşü, küçük burjuvaların gerici sızlanmasıdır.” (Lenin,
Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.135) “
Tarih, bir diktatörlük, yani siyasal iktidarı fethetme ve, hiçbir
cinayet karşısında gerilemeyen ve sömürücülerin her zaman gösterdikleri en
zorlu, en öfkeli direnci zorla kırma döneminden geçmeksizin, hiçbir ezilen
sınıfın hiçbir zaman iktidara geçmediğini ve geçemeyeceğini öğretir.
”
(Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.128) “
Biz daima, sosyalizmin ‘yürürlüğe konamayacağını, onun en yoğun,
en şiddetli, çılgınlığa, ümitsizliğe kadar alevlenmiş sınıf mücadelesi ve iç
savaş seyrinde serpilip geliştiğini, kapitalizm ile sosyalizm arasında uzun bir
‘doğum sancıları’ sürecinin bulunduğunu, şiddetin daima eski toplumun ebesi
olduğunu, burjuva toplumdan sosyalist topluma geçiş sürecine özel bir devletin
(yani belli bir sınıf üzerinde örgütlü şiddetin özel bir sisteminin) denk
düştüğünü daima biliyor, açıklıyor, yineliyorduk:
Yani proletarya diktatörlüğü.” (Lenin,1917, İnter yay. s.549)
“Marksizmi sınıf savaşımı teorisi içinde hapsetmek, marksizmi budamak, onu
çarpıtmak, onu burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek
anlamını taşır. Marksist, yalnızca sınıf savaşımının kabulünü, proletarya
diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kimsedir. Bu, marksistle sıradan küçük
(aynı zamanda da büyük) burjuva arasındaki en derin ayrımı oluşturan şeydir.
Bu, marksizmin gerçek kavranılması ve kabul edilmesinin denektaşıdır. Ve
Avrupa’nın tarihi, işçi sınıfını pratik bir sorun olarak bu sorunla yüz yüze
getirdiği zaman, yalnızca tüm oportünistlerin ve reformistlerin değil, tüm
Kautskicilerin de (marksizm ve reformizm arasında yalpalayan kimselerin)
proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı dar kafalılar ve küçük-burjuva
demokratları olduklarını tanıtlamış olması şaşırtıcı değildir.
”
(Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.85) (abç) “
İşçi sınıfı hareketinin tüm tarihi bize, şiddete dayalı devrimin
proleter devriminin evrensel bir yasası olarak kabul edilip edilmemesinin; eski
devlet aygıtının parçalanması ve burjuva diktatörlüğünün yerine proletarya
diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiğinin kabul edilip edilmemesinin, bir yanda
Marksizm ile diğer yanda oportünizm ve her türden revizyonizm arasındaki, bir
yanda proleter devrimcilerin diğer yanda prole86 taryaya ihanet edenler
arasındaki sürekli ayrım çizgisi olduğunu öğretmektedir. Marksizm-Leninizmin
temel öğretilerine göre, bütün devrimlerin ana sorunu, devlet iktidarı
sorunudur. Ve proleter devriminin ana sorunu, şiddet yoluyla devlet iktidarının
ele geçirilmesi ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanması, proletarya
diktatörlüğünün kurulması ve burjuva devletin yerine proleter devletin
geçirilmesidir.
”
( “Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları,
Sekizinci Yorum, 31.03.1964”
Uluslararası
Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.431)
Devlet deyince zora dayalı bir kurumdan, örgütlü silahlı bir
güçten yani askeri bir yapılanmadan söz ediyoruz demektir. Ordu ya da silahlı
kuvvetler, yalnızca devletin değil bütün politik oluşumların vazgeçilmez temel
gücüdür ve şiddetin ana unsurudur. Devrimci zor ve şiddet, halkın gücünü temsil
ediyorsa bunu temsil eden örgüt de ordudur. Bu yüzden Başkan Mao ordusuz halkın
hiçbir şey olduğunu söylemektedir. Orduların dağıtılması, bu nedenle, bir
devlet ya da devlete alternatif hareketin tasfiyesi için belirleyici bir yerde
durmaktadır. Konunun hassasiyetine vaktinde dikkat çekmiş olanların yalnızca
savaş sürecinde değil “barış” döneminin hemen başında da vurguda
bulundukları hatırlanacak olursa, bugünkü tavırları izah
edilebilir gibi değildir.
“Ordu ‘dağılmadan’ hiçbir büyük devrim olmamıştır ve olamaz da.
Çünkü ordu eski rejimi desteklemenin en kemikleşmiş aleti, burjuva
disiplininin, sermayenin egemenliğini payandalamanın, sermaye karşısında
emekçilerin kölece bağlılık ve itaatkârlığını koruma ve gözetmenin en sağlam
kalesidir. Karşı-devrim hiçbir zaman ordunun yanında silahlı işçileri hoş
görmemiştir, göremez.
” (Lenin, Proleter Devrim
ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.78) “
Her muzaffer devrimin ilk işi ise, Marks ve Engels’in defalarca
vurguladıkları gibi, eski orduyu parçalamak, dağıtmak ve yerine yeni bir ordu
geçirmekti. İktidara çıkmakta olan yeni bir toplumsal sınıf, eski orduyu
tamamen darmadağın etmeden (gerici ya da düpedüz korkak küçük-burjuvalar bu
nedenle ‘dağılma’ üzerine yaygara koparırlar), son derece zor, acılı bir
dönemden herhangi bir ordu olmaksızın geçmeden (böyle zor bir dönemden Fransız
Devrimi de geçti) çetin bir iç savaşta yeni sınıfın yeni ordusunu, yeni
disiplinini, yeni askeri örgütünü yavaş yavaş kurmadan, hiçbir zaman bu
iktidara ulaşamamış ve iktidarını pekiştirememiştir, bugün de bunu yapamaz.
Tarihçi Kautsky bir zamanlar bunu anlıyordu. Dönek Kautsky bunu unutmuştur.
”
(Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.78) “
Marksist devlet öğretisi bakış açısından da ordu, devlet
iktidarının en önemli unsurudur. Her kim devlet iktidarını ele geçirmek ve
elinde tutmak istiyorsa, güçlü bir orduya sahip olmak zorundadır. Bazıları bizimle,
‘savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin’ taraftarı olduğumuzu söyleyerek alay
ediyorlar. Evet, biz devrimci savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin
taraftarıyız. Bu kötü değil, iyidir; marksisttir.
(“Mao Zedung”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında
Polemik, İnter yay. s.311)
Ancak BNKP (M)
önderlerinin haklarını yememek gerekir. Yoldaşlar, Halk Ordusu’nun tasfiye
edilmesinin gerekliliğine dair görüşleri önceden dile getirmişler, “kitleleri
silahlandırmak için halk içinde eritme” adını verdikleri yöntemle “yeni tipte”
bir ordu anlayışını savunmuşlardı.
Şimdi, buna uygun hareket
ettiklerini söylediklerine şüphe yoktur! Kitle inisiyatifini açığa çıkarma,
devrimci yöntemlerle ilerleme, halk ayaklanması örgütleme doğrultusunda hem de
yakın tarihte alınan kararlar rafa kaldırılmış, bunun yerine niteliği şimdiden
ortaya çıkan bir anayasa yazımı ve reformlarla “ilerleme” tercih edilmiş, ordu
ve gençliğin tasfiyesiyle örgütün temel güçleri saf dışı bırakılarak sisteme
entegrasyon sürecinin içerisine “gönüllü” biçimde girilmiştir. Egemen sınıf
partileriyle girişilen ittifak parlamentoya taşınmış ve nihayet hükümette
ortaklıkla ifadesini bulan bir koalisyon şeklini almıştır.
Karşı-devrimci olarak tanımlanan bu partilerin “devrime” kazanılacağına
dair inançları yeni değildir. Ne var ki egemen sınıf partileriyle koalisyon
içerisinde bulunmanın anlamını yoldaşlar oldukça iyi bilmektedir. Egemen sınıf partileriyle girişilen ittifak
politikası, “taktikte esneklik” adına
savunulmakta, “düşmanı sırtına binerek vurmak”tan söz edilmektedir. 21. Yüzyılın
karakteristik özellikleri adına savunulan bu politikanın askeri alandaki
karşılığını füzyon (birleşim) adı altında Halk Savaşı ile Toplu Ayaklanma’nın
birleştirilmesi olarak formüle edenlerin, asıl yaklaşımlarının özünde “barışçıl
geçiş”in silahlı mücadele ve zorun yerine ikame edilmesi vardır.
“Geleneksel, klişeleşmiş,
dogmatik ve Ortodoks eğilimlerle savaşıyoruz” diyerek esnekliği stratejide
göstermişler, düşmanın kendi sırtlarına binmesi ve başlarından vurmasına izin
vermişlerdir. Ağızlarından düşürmedikleri, “dogmatizm ve sol maceracılığa karşı
olmak” ile “taktikte esneklik”, modern revizyonizmin birbirini tamamlayan
beylik söylemi olagelmiştir: “Modern revizyonistler, şimdiki durumda,
dogmatizme karşı koyma bahanesiyle marksizm-leninizme karşı koymakta, ‘sol’
maceracılığa karşı koyma bahanesiyle devrimi reddetmekte ve taktikte esneklik
bahanesiyle hiçbir ilkeye bağlı olmayan uzlaşma ve teslimiyet politikasını
öğütlemektedirler.
Modern revizyonizme karşı
kararlı bir savaşıma girişilmezse, uluslararası komünist hareket ciddi zararlar
görecektir.
(“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki
Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin İşçileri
Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.67)
DEVAMI VAR.....
https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_77.pdf