18 Eylül 2025 Perşembe

Bir düşünce okuma çalışması: NEPAL DEVRİMİ BAŞI DÖNMEK, BAŞA DÖNMEK-Tarih-YIL-2012

Nepal’de son 6 yıl içerisinde izlenen politikada yukarıda sözünü ettiğimiz bütün marksist kavramlar revizyondan geçirilmiştir. Neredeyse bire bir örtüşen savunu ve pratikler karşısında daha 10-15 yıl öncesine kadar tam aksi yönde yorum ve değerlendirme yapanlar büyük bir açmaza düşmüşlerdir. Başkan Prachanda’nın eski revizyonist ve reformistler hakkında söyledikleri, geçmişten günümüze gönderilmiş mektuplar gibidir.

 Mao Zedung yoldaşın ölümünü takip eden süreçte, Stalin yoldaşın ardından yaşananlara benzer biçimde parti ve devlet iktidarını ele geçiren modern revizyonizmin, proleter dünya devrimi cephesine indirdiği darbelerle ciddi yaralar alan Uluslararası Komünist Hareket; ülkemizin de aralarında bulunduğu bir dizi savaş ve mücadele pratiğinden ciddi boyutlarda beslenmesine karşın, emperyalizmin 90’lı yıllarda ivmelenen ideolojik saldırılarına göğüs germeyi esas olarak başaramamış bulunmaktadır.

Bu sert dalgalara karşı koyuşun yeterli temelde örgütlenemediği koşullarda, sürecin aktörleri olarak sahne alan komünist güçler savaşı kazasız belasız atlatamamış, bir kısmı alabora olurken bir bölümü karşı kıyılara savrulmuş, en “şanslı” olanlar ise hayatta kalmayı başarı olarak tanımlamışlardır. Buna istisna teşkil eden çıkışları, isabetli çözümlemeler ve doğru politikalar üzerinden halk savaşlarını geliştirerek gösterenlerin geldiği aşamada, bazıları için fırtınaya yakalanmadan ilerlemenin yine mümkün olamadığı görülmektedir.

 Karşı-devrim saldırılarının en güçlü dalgakıranı sınıf mücadelesinin kendisidir. Çelişki alanlarının hemen tümünde kaçınılmaz biçimde yoğunlaşan çatışmaların yükselen ateşi, emperyalistlerin örtmeye çalıştığı perdeleri kavurmuş, örmeye çalıştığı çitleri paramparça etmiştir. Bunun komünist öncüyü sahneye çıkardığı alanlarda yaralar sarılmaya çalışılırken, taze kuvvetler içerisinden filizlenen yeni aktörler, geleneğin misyonunu sahiplenmek için yeni hamleler geliştirmekte gecikmemişlerdir. Proleter dünya devrimi sahipsiz değildir.

İçinde bulunduğumuz süreci yeniden doğru bir rotaya oturtmak, her şeye karşın mümkündür ve mümkün olacaktır. Yakın tarihin halk savaşı deneyleri içerisinde en önemli yenilgi ve beraberindeki savruluş Gonzalo önderliğindeki PKP’de yaşanmış, Peru devrimi ciddi ilerlemeler kaydetmesine karşın savaşı son aşamaya taşıyamamıştır. Sorunu, önderliğin darbe almasına neden olan pratik ve taktik konularda, hatta politik yaklaşımlarda arayanlar, gerçeği görme imkânını dıştalamaktadır.

Esaret koşullarıyla beraber önderlik mekanizmasının devrim ve halk savaşına dair yaptığı değerlendirmeler ile açığa serilen gerçeklik, MLM biliminin temellerini oluşturan çözümleme yöntemleri (felsefesi) ve ana parametrelerini oluşturan yaklaşım esaslarından uzak düşme/sapma halini işaret etmektedir. Durum, bu yazının esas konusunu oluşturan Nepal devrim sürecinde de kendini göstermektedir. Ama daha önemlisi, sorun, UKH’in çeşitli bileşenleri açısından da benzer tehlikeleri üretmekte, Marksist ideolojinin özümsenmesi ve pratikleştirilmesi açısından ciddi derecede olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

Bir eylem kılavuzu olarak Marksist ideoloji, her şeyden önce felsefi, yani düşünüş mantığı/yöntemi olarak doğru biçimde anlaşılmak, bu yaklaşım esasıyla belirlediği sınıf mücadelesine dair yasalarıyla kavranmak ve nihayet politik arenaya aktarılmak durumundadır. Gerçeğin olgulardan çıkarılması gerekmektedir ama önce bunun nasıl başarılacağı üzerinde durulmalıdır. Elinde/kavrayışında buna dair doğru analiz metotları olmayanın, gerçeğe ulaşma şansının bulunmadığı ortadadır. Diyalektiğin materyalist karakteri, iktisadi, toplumsal ve politik yasaların doğru kavranışına bağlı olarak şekillenmektedir. Marksizm dogmalar yığını değildir ama günümüz sisteminin şifrelerini çözümleyen bir bilimi ifade etmekle, geçerliliği ve doğruluğu kanıtlanmış bir dizi tez ve tespiti içermektedir. Bunlarla oluşturduğu temel sayesinde çağımızda da yol gösterici ve yol açıcı bir anahtar olma işlevini yüklenmiştir. Eskimeyen özü, değişimi açıklama kudreti, gelişime açık yapısı sayesinde ışığı sönmemekte, rehberlik misyonu devam etmektedir.

Sorun elbette kavrama-anlama eksenli yorumlanıp, değerlendirme bunun sonucu oluşturulamaz. Bir boyutu oluşturan teknik ve bu bağlamda ustalaşma, esasa rengini veren sınıfsal olgudan kopuk değildir. Düşünce, ayağın basılı olduğu zeminin ürünüdür. Çelişkinin yarattığı devinimin sonucu biçimlenen düşünce, buradaki sınıfsal çatışmanın yansımasıdır. Dışsal faktörleri ön planda tutan bütün yaklaşımlar, farkına bile varamadan batığın anaforunda kalmışlardır. Durumu açıklamakta düşülen yanlışın asıl faturasını kendisinin ödeyeceğinin farkında olmama hali trajiktir. Nepal’deki sürecin geldiği aşamayı sağlıklı değerlendirebilmek için filmi biraz daha geriye sarmaya ihtiyaç vardır.

Önce yakın döneme ait gelişmelerin, proletarya partisi tarafından bir karar özeti bağlamında nasıl değerlendirildiğini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz: “Maoist komünistlerin halk savaşı mücadelesinde iktidarı almaya en yakın oldukları ülke Nepal’deki gelişmeler, bilindiği gibi

BNKP-M (2009 Ocak ayında NKP-M ile NKP Maşal’ın birleşmesi sonucu oluşturuldu)’nin önderlik ettiği hükümetin Genelkurmay Başkanı’nı görevden alması nedeniyle Mayıs ayında hız kazanmıştı.

Kongre Partisi üyesi devlet başkanının bu kararı veto etmesi üzerine Başbakan Prachanda bunu darbe olarak niteledi ve istifa etti ve yerine BML’den Madhav Kumar geçti. Bu aynı zamanda “koalisyon”un sonu anlamına geliyordu. 7 hâkim sınıf partisiyle kurulan ittifakın nihayetinde çatlayacağı bilinen bir olguydu ve kilitlenme noktasında yapılacak olan, savaşın yeniden başlatılmasıydı.

BNKP-M’nin grev, sokak gösterileri ve protesto eylemleriyle beraber şehirlerde geliştireceği halk ayaklanmasını hayata geçirme yolunda adımlar atılmaya başlanmıştır. Temmuz’da yapılan MK toplantısında bölgesel federal yönetimler ve yerel yönetim organlarını kurma kararı alan ve Devrimci Birleşik Cephe’nin inşası ve Birleşik Halk Hareketi’nin örgütlenmesini planlayan Nepalli yoldaşların, bununla beraber “barış süreci”nin raydan çıkarılması ve yeni-demokratik anayasa girişiminin engellenmesini durdurmak amacıyla hareket ettiklerini açıklamaları, “hassasiyet” ve “sabır”larının son derece güçlü olduğunu göstermektedir.

 Beyaz ve kızıl ordular arasındaki entegrasyon hedefinden vazgeçmeyen BNKP (M)’nin “zorlu” bir yoldan ilerlediği görülmektedir. 29 Haziran 2007’de ilan edilen cumhuriyetten bugüne geçen sürede amaca uygun adımlar atıl(a)maması karşısında beklenen süre, parti içinde de kamuoyuna yansıyan çapta tartışmalar doğurmuştur. Önderliğin “sabrını” uzlaşmacı bir anlayış boyutunda sorgulayan “muhalif” SB üyelerinin tavrı, biz dâhil eleştiride bulunan çeşitli kardeş partilerin değindiği husus ve kaygılarla örtüşen benzerlikler taşımaktadır.

 Parti içinde bir uzlaşıyla sonuçlanan son MK toplantısından sonra alınan kararlar, bu süreçten belli derslerin çıkarıldığına işarettir ama gidişatı esas olarak süreç belirleyecektir. 67 İdeolojik mücadeledeki süreç ve görevlerimiz bakımından belli bir süredir gündemimizde bulunan Birleşik Nepal Komünist Partisi-Maoist - (BNKP (M)) özgülündeki gelişmeler daha da kritik aşamalara gelmiştir. Bir yandan parti içerisindeki iki çizgi mücadelesi dışa vurmuş diğer yandan Hindistan KP (Maoist) ve Amerika DKP (RCP-USA), eleştirilerini alenileştirme tavrına girmiştir. Eleştirilen hususlarda görülen ortaklık şaşırtıcı değildir.

Zira belli yorum ve yaklaşım farkları bulunsa da, MLM ideolojiyi kriter/referans olarak alma halinde benzer analizlere ulaşmak zor olmasa gerektir. Nitekim NKP (M)’in yeni tezler geliştirirken bu referansla sık sık bağını koparması, kendi içerisinde belli bir “tutarlılığa” işarettir. BNKP (M)’nin sürecine bakacak olursak; önce nesnel şartların değiştiği, “yeni biçim ve görünümler aldığı”, yani emperyalizmin “global devlet” formuyla başka bir aşamaya taşındığı savunulmakta, bundan kaynaklı

21. yüzyılda MLM ideolojinin yaratıcı biçimde geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi (dolayısıyla “Prachanda Yolu” denilmesi) gerektiği iddia edilmektedir. Mao ve Lenin gibi ustaların günümüzdeki “yetmezliği” ile “geçersiz ve zamanı dolmuş” olması da bu çerçevede açıklanmaktadır. Buradan ilerlenerek, bilimsel sosyalizmin devlet ve devrim ile proletarya diktatörlüğü teorileri revize edilmekte; devrim stratejisinde “orijinal katkılar” (Halk Savaşı ile Toplu Ayaklanma modellerinin birleştirilmesi –füzyon-) ile bağlantılı olarak, “barışçıl geçiş” ve “çok partili demokrasi” konularına yer verilmektedir. Bütün bunlar elbette pratiğe yön vermekte, başka bir deyişle pratik politikanın açıklayıcısı olmaktadır.

Barış görüşmelerindeki anlaşmalardan başlayarak komprador-feodal partilerle kurulan ittifak, krallığın devrilmesi ve burjuva demokratik cumhuriyetin kurulmasına atfedilen önemin niteliği, Halk Kurtuluş Ordusu (HKO)’nun silahsızlandırılması, GKB (Genç Komünistler Birliği)’nin etkisiz/hareketsiz kılınması, Üs Alanları’ndaki inisiyatifin terk edilmesi, enternasyonal alanda ilkesiz (pragmatist) ve sorumsuz bir politika takip edilmesi ve özellikle Hint yayılmacılığına karşı tavizkar olunması gibi hususlar, örnek olarak sıralanabilir.

 BNKP (M) ile ilgili durumu özetleyen HKP (M)’nin şu satırlarına katılmamak mümkün değildir:

“MLM ideolojisinde kavrayış eksikliği, “çabuk zafer” anlayışı, halk savaşının bir dizi başarısıyla gelişen Nepal’de devrimin yoluna ilişkin eklektizm, günümüz dünyasındaki değişime yönelik yanlış bir değerlendirme ile emperyalizm ve proleter devrim çağının doğasında niteliksel bir değişim olduğu sonucuna varılması ve tüm savaş içinde bazı savaşlarda geçici yenilgileri zafere dönüştürebilecek stratejik bakış açısındaki yetersizlik, NKP (M)’nin duruşunda sarsılmaya ve sağ oportünizme kaymasına sebep olmuştur.”

Diğer yandan, BNKP (M)’deki gelişmelere göz atacak olursak; tarihinin en keskin tartışmalarından birisi olarak kaydedilen 17-26 Kasım 2008’de (Chunwang) MK toplantısında yaşananlar, önce ileri sürülen tezler sonra da demokratik ortamın yaratılmış olması nedeniyle umut verici bir duruma işaret etmektedir. Bu ortamı sağlayan en önemli nedenin Maoist parti anlayışı olduğunun altı çizilmeli, sonra vurgulanması gereken nokta Halk Savaşı’nın kazandırdıkları olmalıdır.

Bu tartışmada başlıca üç sorun üzerinden hareket edilmiştir.

----Birincisi, yaşanan deneyimlerin nasıl sentezleneceği, ikincisi devrim müttefiklerinin nasıl ve hangi taktiksel sloganla birleştirilebileceği ve esas düşmanın nasıl tecrit edilebileceği, üçüncüsü ise üç mücadele cephesi arasında koordinasyonun nasıl sağlanacağı ve hangisinin esas olduğu üzerinedir. Bu çerçevede yürütülen çalışmaların çeşitli spekülasyonlara da yanıt niteliğinde vardığı ortak tespitlerin başında, Maoistlerin hükümete girmesi ve cumhuriyet ilanına karşın Nepal’ın sosyoekonomik açıdan bir değişime uğramadığı, yarı-sömürge yarı-feodal yapının sürdüğü gelmektedir.

Bir diğeri ABD emperyalizmi ve Hint yayılmacılığının işgal tehdidinde ciddi bir yükseliş olduğudur. Bu durumun devrim karakteristiğinde “ulusal” faktöre dikkate değer bir yer açtığı üzerinde durulmaktadır. “Federal demokratik ulusal halk cumhuriyeti” başlığı ve sloganıyla oluşturulan programın sürecin önünü açacağı konusunda mutabakat sağlanmıştır. Bu programın birinci ilerleme noktası toprak reformu ile feodal toprak beyliğini saf dışı bırakmak,

----ikincisi , Beyaz Ordu ile Halk Kurtuluş Ordusu’nu birleştirmek şeklinde çizilmektedir. Konulara ilişkin farklı görüşlerin çatışmasıyla oluşturulan sentez (bu konuda ABD DKP’nin, “birin ikiye bölünmesi yerine ikinin bir yapıl68 ması” hususunda öteden beri olan yöntem ve yaklaşım eleştirisi önemli bir yerde durmaktadır), parti birliğini de güçlendirerek sonraki döneme ilişkin bir perspektif sunulması anlamına gelmektedir. Bu yeni taktik sürecin gereği olarak bir yandan parlamenter partiler ile mücadele yoğunlaştırılacak diğer yandan devrimci parti ve örgütlerle “birleşme” konusunda somut adımlar atılacaktı. Nitekim ilk birleşme NKP (Birlik Merkezi-Maşal) ile 12 Ocak 2009’da gerçekleşti. Zamanında Halk Savaşı’nın başlatılması konusunda yaşanan ayrılık, yeni sürece dair (yeni demokratik devrimin tamamlanması ve MLM konuları) ortaklaşma neticesinde ortadan kaldırılmıştır. Belirlenen program doğrultusunda adım atılmaya çalışılırken Ordu’ların birleştirilmesi noktasında ilk ciddi kriz meydana gelmiş, bilinen olayların sonunda Prachanda yoldaş istifa etmiş ve BNKP (M) hükümetten çekilmiştir. Bu tarz bir gelişmenin yoldaşlar tarafından hangi vadede öngörüldüğü tartışma götürmektedir. Basanta yoldaşın Red Star dergisinin 16-31 Mart tarihli sayısında yayınlanan 12.03.09 tarihli makalesinde, nesnel boyutlarıyla “barışçı geçiş” süreci ve bu bağlamda hükümette bulunma hali ile “dost” çevrelerden gelen eleştirilere dair yorumları dikkat çekicidir. Yoldaşın, komünist hareket tarihinde bir “ilk” olarak belirlediği “partinin hükümetteyken devrime önderlik etmesi” meselesi, iyimser yorumlarının aksine fazla uzun ömürlü olamamıştır. Sağ oportünizmle mücadele ederken dogmato-sekterizme düşme tehlikesi karşısında “yeni yüzyıl, yeni koşullar” ve “özgün durum” adı altında geliştirilen düşünce ve taktiklerde ısrar, parti çizgisi üzerindeki tartışmanın henüz istenen/beklenen sonuçları vermediğini göstermektedir. Basanta’nın, “21. yüzyılın devrimlerine 20. yüzyılın gözleriyle mekanik şekilde bakmanın sonucu olarak nesnel şartlardaki değişimlere cevap olmak için ideolojiyi geliştirmeye önem vermeme sorunu günümüz komünist hareketinde ideolojik bir sorundur” tespitine katılmamak mümkün değildir.

Ama tam da bu çıkış noktasında tuzağa düşme ya da ileriye doğru adım atma arasında bir tercih söz konusudur. Kendi durumu ve çoktan yapılmış tercihini kamufle amacı taşınmıyorsa, çok geç kalınmadığı takdirde tuzaktan sıyrılma şansı her zaman vardır. Tuzaktan kast edilen elbette proleter dünya devrimine ait temel doğrulardan sapma halidir. Dogmatizmle mücadele, özgünlük ve “yeni model” oluşturma adına, ideolojinin temel unsurları bozulduğu takdirde varılacak noktanın, çeşitli devrimlerin trajik aşamalarına denk gelen sayısız örneği bulunmaktadır. Hükümetten ayrılmayı da içine alan süreç değerlendirmesinin yapıldığı Temmuz’daki MK toplantısının, öncekinden daha da şiddetli geçtiği ifade edilmektedir.

 Hisila Yami’nin 5 Ağustos tarihli yazısında, 2005’de savaş sürerken Rolpa’da yapılan ve barışçı mücadele taktiklerinin kabul edildiği toplantıdan bu yana “en önemlisi” olarak nitelediği bileşimde, iki çizgi mücadelesinde yeni bir “sentez”e ulaşıldığı iddia edilmektedir. Bu toplantıda mücadele eden çizgilerden birincisi, barış sürecine son verilmesi ve eski günlerdeki gibi savaşa yeniden başlayıp devrimin tamamlanmasını istemekte; lüks yaşam tarzını geliştiren ve saflar arasında eşitsizliği derinleştiren parti önderliğinin sağa kaydığı ve devrim davasından uzaklaştığını savunmaktadır. İkinci görüş ise mevcut çizginin biçimsel yaklaşımla sağcı ve reformist olarak algılandığı, ne var ki ülke gerçekliğine bakıldığında, özünde devrimci olduğunu ileri sürmektedir.

Bu görüş sahipleri özgün durumun unutulmaması gerektiği ve devrimin zikzaklarla ilerleyeceğini hatırlatmaktadır. Özünde farklı olmayan her iki çizginin gelinen noktayı yeterli bulmamakta anlaştığı ancak hareket hızı ve zamanlama konusunda ayrıştığı vurgulanmaktadır. Oysa bu iki çizgi arasında ciddi farklar vardır ve bunu farklı bir biçimde göstermenin devrim mücadelesine hiçbir katkısı olmayacaktır. MK toplantısında sağlanan uzlaşmayla varılan karar, önceki hedef doğrultusunda halk hareketi yaratmak üzere eyleme geçmektir. Bir aylık eylem programının Üçüncü Halk Ayaklanması’nı başlatabilmek için yeterli bir birikim sağlayacağı öngörülmektedir.

Nepal’deki süreç bazı konu başlıkları ve ayrım noktalarıyla beraber böyle akmaktadır. Bu gidişata, benimsenen politika ve taktikler ile ileri sürülen görüş ve tezlere yönelik yukarıda ismini andığımız partilerin birçok eleştirisi yayınlanmıştır. Bunların bir bölümü başka kardeş partiler tarafından da ikili görüşmeler zemininde savunulmaktadır. Kaldı ki partimiz de sürecin başından itibaren bu hususların önemli bir kısmının altını çizmiş ve NKP (M) ile yapılan merkezi görüşmede gündeme taşımıştır. Ancak eleştirilerin alenileştirilmesi konusunda partimizin durumu69 nun henüz olgunlaşmadığını söylemek gerekiyor. Bu durum ikili ve kapalı tartışma sürecini aşan söz konusu iki parti açısından geçerli değildir. Partimizin çoklu platformlar üzerinden tartışma açılmasını savunduğu bu gelişmeler, örgütlenme sağlanamadığı için başka şekilde ele alınmak durumundadır.

 

Bunun için tercih ettiğimiz yol ikili ilişkiler üzerinden değerlendirmelerde bulunmak sonraki aşamada görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmak şeklindedir. Nitekim HKP (M)’nin Mayıs ayında BNKP (M)’e gönderdiği mektupta,

“Bu Açık Mektubu sizle ve dünya çapında Maoist devrimci kampla polemik yapmak için gönderiyoruz.” denilmektedir.” (Komünist 64, Şubat 2012, s.72-75, 130-131) Bilindiği gibi yaklaşık 6 yıl önce girilen barış süreci öncesinde toprakların yüzde 80’inde denetim ele geçirilmiş, düşman ağır bir yenilgiye uğratılmış ve başkent Katmandu’ya sıkıştırılarak kuşatma altına alınmıştı.

Son darbenin indirileceği aşamada gerek şehirde yeterli bir birikimin bulunmaması, gerekse de emperyalist ve yayılmacı güçlerin (Hindistan devleti) müdahale olasılığı, karşı-devrimin barış çağrılarına yanıt vermeyi koşullamış ve seçimler yoluyla parlamentoda elde edilecek güç üzerinden yeni demokratik devrim sürecinin tamamlanabileceği öngörülmüştü.

1 Bu yolla mutlak bir sonuç, kesin bir zaferden açıkça bahsedilmiyor, belirleyici güç olarak halk ayaklanmalarından söz ediliyordu ama gidişat daha işin başında belli olmuş, girilen kulvardan çıkıl(a)mayacağı ise çok geçmeden anlaşılmıştı. Esasen bunun işaretleri sürece henüz girilmişken ortaya atılan görüş ve tartışmalarda kendini gösteriyor, Baburam’ın “demokratik cumhuriyet” formülasyonu 2 Kruşçev’in ünlü “barışçıl geçiş” tezinin versiyonu olarak dillendiriliyordu.

Bu tezin hâkim görüş haline geldiği ve süre giden stratejiyi tarif ettiğine kuşku yoktur. 3 Kaldı ki kimse gerçek düşüncelerini açıklamaktan da çekinmemektedir.

 4 Burada, temel gerçeklere/kavramlara yaklaşım bozukluğundan önce, tartışma konusu olan güç dengesi üzerinde durmak gerekir. Kitlelerin gücüne dair kavrayış sorunu, hakeza emperyalist ve gerici sınıfların rolü ve durumuna ilişkin belirlemeler tipik bir sınıfsal yanılgıyı göstermektedir. Bu bağlamda tartışılan tek bir ülkede devrimin başarılabilmesinin zorluğu hatta imkânsızlığı konusu, bu alanda yeni bir tartışma değildir. Emperyalistlerin “büyük” etkinliği ve egemenliği üzerinden müdahale pratikleri de örneklendirilerek ileri sürülen görüş, tek ülkede sosyalizmin yaşatılamayacağına varan bir boyut almakta ve proleter devrimlerine ket vuran bir içerik taşımaktadır. Bu yaklaşımın yapı taşları, sınıf işbirliği, uzlaşı içerisinde kaderine razı olma durumu, iyileştirmeci bir felsefeyle donanmış reformizmdir. Devrimlerin tek ülkede imkânsızlığı inancıyla çıkılan yolculuk devrimlerin bütünüyle imkânsızlığı ve dolayısıyla gereksizliğine varmaktadır. “Bölgesel devrim” görüşleri, “ulusal cephe”nin mutlaklığını karşı-devrimci sınıflarla işbirliği şeklinde formüle etme çabaları bu temelde hayat bulmaktadır. Emperyalizmden soyutlanan bir karşı-devrimci sınıf olgusu yaratılmış, devrimci mücadele, klik kavgasının basit bir aracı olarak, kaldıraç işlevi görme noktasına itilmiştir.

Gonzalo’dan sonra Prachanda ve arkadaşlarının yenilgi ya da açmaza düşme aşamasında teslimiyete/savruluşa giydirdikleri elbise budur. Yeniden ve yeniden mücadeleyi sürdüremeyen, başa dönmeyi göze alamayıp başı dönenlerin, daha büyük zorluklar karşısında tedavülden kalkmış teorilere sarılması başka nasıl izah edilebilecektir? Yukarıda aktardığımız değerlendirmelerin yapıldığı dönemi takip eden aylarda (Ekim 2010) yapılan genişletilmiş parti toplantısında egemen sınıflara karşı birleşik bir cephe kurma politikası kabul edildi.

Silahlı halk ayaklanması mücadelenin esas biçimi olarak belirlendi. Yanı sıra tali olarak da sokaktaki, yasal alandaki ve hükümet içindeki mücadelenin sürdürülmesi taktiğinin benimsendiği ilan ediliyordu. Uygulamada buna göre değil tam tersi bir hat izlendi ve ağırlık verilen parlamentoda komünistler ve yurtsever güçler 2/3 çoğunluğa sahip olduğu halde, iktidarda söz sahibi olabilecek bir pozisyon elde edemediler. Oyalanmaları için teslim edilen bakanlık koltuklarında, bulundukları yerin teorisini geliştirmekten başka bir üretim ve icraat içerisinde olmadılar. Ancak durumun bununla sınırlı kalmayacağı ve proletaryaya/halka hizmet etmeyenin burjuvaziye, emperyalizme hizmet edeceği kuralı acımasızca işlemeye devam etti. Devlete ait temel gerçeklerin daha çok farkında olan egemen sınıflar, önce Halk Ordusu’nun tasfiyesi yolunda adım attılar. Beraberinde savaş döneminde kamulaştırılan toprakların iadesi ve bir diğer önemli güç olan gençlik örgütünün etkisiz kılınması kararları 70 da devreye sokuldu.

 5 Diğer yandan, emperyalistlerin taşeronluğunu da yapan Hindistan gericiliğiyle köleleştirme anlaşmalarına tereddütsüz biçimde imzalar atıldı. Bu anlaşmaları imzalayan başbakanın, bir zamanlar konuya “açıklık” getirmiş bulunan Baburam Bhattarai olması, tarihin cilvesi olarak kayıtlara geçecektir.

 6 HKO’nun tasfiyesine giden süreç hatırlanacağı gibi üs alanlarının dağıtılması ve kızıl ordunun silahlandırılması ile başlamıştı. Bu politikayı Çin pratiğiyle benzerlik kurarak açıklamaya çalışmak, gerçeklerin açıkça tahrif edilmesidir.

7 Oysa, ABD DKP ile yürüttükleri polemik kapsamında, 01.07.2006 tarihli mektuplarında, ittifak kurdukları parlamenter partilerin gerçek yüzünü bildiklerini, düşman arasında çelişkilerden yararlandıklarını, HKO’yu güçlendirmeye ve 24 saat savaşa hazır olmaya öncelik verdiklerini, diplomaside uzlaşma olabileceğini ancak HKO’da bir uzlaşmanın mümkün olmayacağını, taktiklere siyasi açıdan güçlenmek için başvurduklarını, burjuvazinin daha kötüsünü engellemek için bunları kabul etmeye mecbur kaldığını, stratejide bir değişimin olmadığını belirten Nepalli Maoistler; sabırlı olunmasını, beklenmesini ve izlenilmesini talep etmişlerdi. BNKP (M), bu resmi mektupta kendi ifadelerinde çelişkilerin olduğunu kabul ettiklerini, bunları düşmanı aldatmak ve uluslararası alanda çelişkileri kullanmak adına yaptıklarını, Kurucu Meclis talebi kabul edilse de bunun asıl çözümü getirmeyeceğini bildiklerini, biçimsel bakılmaması gerektiğini söylemektedir. “Siyasi içeriği doğru alınırsa, toprak reformu yapılırsa, ulusal ordu kendi önderliğimizde kurulursa, neden karşı çıkılması gerekir ki?” sorusu sorulmakta, devamla, “Kitleler barışçıl çözüm istemektedir, devrimci partiler hedeflerine barışçıl yöntemlerle ulaşamadıklarını kanıtlamamalılar” denilmektedir.

Ancak sürecin tam tersi yönde aktığı, toprak reformu bir yana el konulan toprakların geri verildiği; ulusal ordunun bırakın kendi önderliklerinde kurulması, halk ordusunun bile tasfiye edildiği bir süreç yaşanmaktadır. Durumu ne o günlerde ne de bugün “kitlelerin barış çözüm talebi” ile açıklamak inandırıcı değildir. Parti içerisinde tartışma yürüten kimi yoldaşlar, yukarıdaki anlaşmalara yön veren politikaları sert biçimde eleştirmekte ve ağır tanımlar kullanmaktalar. Ne var ki önceki sürecin mimarı olarak anılan bu yoldaşların, parti iktidarındakilerle gerçek nitelikte kopuş sağlayan bir yaklaşım içerisinde olup olmadıkları da değerlendirilmek durumundadır. Yakın dönemin bazı ayrıntılarını bu yoldaşların ağzından aktarmakta fayda var: “Öncelikle, burjuva çalışma tarzına karşı mücadele evresi.

Partimiz, barış anlaşmasını imzalayıp şehirlere yerleştikten sonra parti içi burjuva çalışma tarzı yaygınlık kazanmaya başladı. Balaju’da bu çalışma tarzına karşı alınan kararların bulunduğu belge hiçbir zaman okuma, tartışma ve uygulama amacıyla partililere dağıtılmadı. İç mücadelenin ikinci aşaması partinin benimseyeceği yeni taktiğe dairdi. Nepal’ın bir demokrasi olduğunun ilanından sonraki bir yıllık süre boyunca partinin hiçbir taktiği yoktu.

2008 Kasımında gerçekleştirilen Kharipati Kongresi sonunda Nepal’ın hala yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke, ‘federal demokratik cumhuriyet’ adı verilen yönetim biçimininse karşı-devrimci olduğuna karar kılınmış ve parti Federal Halk Cumhuriyeti’ni hedefleyerek yeni demokratik devrimi sonuna kadar sürdürme taktiğinde karar kılmıştı. Bu karar hala geçerlidir ve uygulamaya konmayı beklemektedir. Üçüncü aşama, yukarıda belirtilen taktiğin uygulanması için planlar geliştirmeye dairdi. Parti, Kharipati Kongresi’nden sonra dokuz ay boyunca elle tutulabilir bir plan ortaya koyamadı. Daha sonra 2009 Ağustos’unda başlayan ve üç ay süren MK toplantısı, bazı önemli kararlara vardı. Birincisi, Federal Halk Cumhuriyeti için halk ayaklanmasının gerekli olduğu, ikincisi ise, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması için dört hazırlığın ve dört üssün zaruri olduğuydu. Dördüncüsü, planın uygulamaya konmasına ilişkin tartışmaların söz konusu olduğu aşamadır. Parti, bu planı üç aşamada uygulamaya koymaya karar vermişti. Bunlar, 6 Nisan 2010’daki kitlesel yürüyüş, 1 Mayıs ve süresiz genel grevdi. 1 Mayıs 2010 tarihinde parti Kathmandu’daki Tundikhel Stadyumu’nda, genel grevin  Basanta  halk ayaklanmasına dönüşerek, emekçi yığınlar iktidarı zapt edene kadar sürdürüleceğini ilan etmişti. Bu açıklamayla birlikte halk yığınlarını eşi benzeri görülmemiş bir heyecan sarmıştı.

Ancak ilginç bir şekilde, söz konusu grev ilan edilişinin üzerinden iki hafta henüz geçmişken durdurulmuştu. Parti bu kitlesel grevin durdurulmasına sebep olan nesnel ve öznel durumun tam bir değerlendirmesini hala yapmış değildir. Beşinci aşama, Palungtar toplantısında ve sonrasında gelişen ideolojik mücadeledir. Yapılan şey, dönüşümün, birliğin ve halk ayaklanmasının başka alternatifleri olmadığına karar verilmesiydi. Ama ilginçtir ki önder çekirdek kadrolar bu alınan kararların pratikte uygulanmasının önemine pek vurguda bulunmamıştır. Altıncısı, önderliğin Sukute toplantısında 180 derecelik keskin dönüşünden sonraki aşamadır. Dört gün öncesine kadar gözü halk ayaklanmasından başka bir şey görmeyen önderliğimizin, Singapur gezisinden sonra Sukute’ye geldiğinde her yanda karşı-devrim tehlikesi görmesinin sebebi açıklanabilir değildir.

 Bu süreç, reformizmin parti içinde yer edinmesine olanak tanıyacak bir ortam oluşuncaya dek yıllarca sürdü. Ve öyle bir noktaya gelindi ki, bir yandan devrim tezahüratları yapılırken artık devrim tasfiyeye uğruyor. Önderliğin bunu planlı biçimde, kasten yaptığı söylenemez. Ama gerçek şudur ki, bu olan bitene yol açan önderliğimizin sırtını yasladığı problemli ideolojik zemindir. Sukute’nin kanıtladığı şey, felsefede eklektizmin ve siyasette orta yolculuğun yol açtığı şeyin reformizm olduğudur. Demokratik merkeziyetçiliğin daha etkili bir hale getirilmesine ilişkin pek çok örgütsel soruna dair de bir çizgi mücadelesi mevcuttur. Özellikle merkeziyetçiliğin bürokratizme ve totalitarizme evrilmekte olduğu şu noktada, partimizin gündemindeki tartışmalardan biri de önder çekirdeğin yukarıdan aşağı şekilde, kolektif kararın merkezi bir ifadesi olan bir komite sistemine, tam anlamıyla nasıl dönüştürüleceğine ilişkindir. Nepal’deki yeni demokratik devrim sürecinin, karşı-devrimin eşiğinde olduğu artık gün gibi açıktır. Bu tehdit, HKO’nun ‘entegrasyon’ bahanesiyle gerçekleştirilmek istenen lağvı ve sözde yeni bir anayasanın yazılması için ‘mutabakat oluşturmak’ adına komprador, bürokrat burjuvazi ve feodal derebeyleriyle imzalanması tartışılan uzlaşı belgesinde vücut bulmaktadır.

Parti içinde sürmekte olan iki çizgi mücadelesinde bir hat Federal Halk Cumhuriyeti’nin kapısını açarak Nepal yeni demokratik devrimini sürdürmeyi savunurken, bir hat da burjuva demokrasisini kurumlaştırarak yeni demokratik devrimi geriletmeyi savunuyor.” (İndra Mohan Sigdel (Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Ekim 2011) “Partimiz içinde süregitmekte olan çizgi mücadelesi artık sadece kadrolarla sınırlı değil, sokaklara dökülmüş durumda.

 Genel Başkan, diğer yoldaşların haberi olmaksızın, Madheshi partileri ile demokratik bir cumhuriyet anayasası yazacağını beyan eden 4 başlıklı bir anlaşma imzaladı. Bunu imzalayarak, partinin federal halk cumhuriyetini inşa etme yönündeki hattını görmezden geldi, diğer yandan da parti tüzüğünü ihlal etmiş oldu. Dahası, bahsi geçen anlaşmada komşu ülkelerin tüm tekliflerinin çözüme kavuşturulacağını söyleyen bir cümle var. Gerçekte bu, Hindistan’ın Nepal’e imzalatmaya çalıştığı olağanüstü anlaşmaya destek anlamına geliyor. Buna göre, Hindistan, Nepal havaalanında bir general bulundurabilecek ve dilediği zaman, ‘Nepal’deki Hintli firmaların çıkarlarını korumak için’ ordusunu Nepal’e sokabilecek. İkinci olarak, başbakan Baburam Delhi’ye gerçekleştirdiği ziyaretinde bağımsızlık karşıtı BIPPA’ya (Karşılıklı Yatırım Teşvik ve Muhafaza Antlaşması) imza attı. Daimi komite toplantısında, bu zorlu geçiş sürecinde Hindistan’la hiçbir tartışmalı antlaşmaya imza atılmayacağı yönündeki kararı böylelikle açıktan ihlal etmiş oldu. Üçüncü olarak, Başbakan Baburam’ın ‘rahatlama paketi’ hiçbir zaman başta yoksul ve topraksız köylüler olmak üzere ezilen sınıfları kapsamıyordu. Hatta bu paketle birlikte, halk savaşı esnasında köylülerce işgal edilen topraklar toprak ağalarına iade ediliyordu. Dördüncü olarak, partimizin hattı, ordu entegrasyonu ve anayasa yazımı süreçlerini baş başa sürdürmekti.

Ama, anayasanın yazımından önce ve partimiz hükümeti oluşturduktan hemen sonra, HKO, silahların bulunduğu depoların anahtarlarının ‘özel komite’ye verilmesi suretiyle lağvedildi. Barış süreciyle alakası olduğu söylenen 7 başlıklı antlaşma, ordu entegrasyonu adı altında HKO’yu fiilen yok etti. Beşinci olarak, söylenenlere göre genel başkanımız Kongre ve 72 BML (Birleşik Marksist-Leninist) partileri ile Nepal’i 7 eyalete bölecek ve mecliste çoğunluk tarafından alınan kararı feshedecek gizli bir antlaşma imzalamış durumda.

Şayet durum buysa, bu federalizm konusunda 180 derece dönmek değil midir?

Özetle, partimiz barış sürecine girdikten ve özellikle de Baburam önderliğindeki hükümet kurulduktan itibaren önderlerimiz partinin tutumuna, algısına ve hattına aykırı, yanlış kararlar alıyorlar. Bu kararların özü sınıfa ve halka ihanettir. Halk, on yıllık halk savaşı sürecinin tüm kazanımlarını yitirmiş durumda. Halk iktidarı organları yok edildi. Maoizmin ‘halk ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur’ şiarıyla oluşturulmuş HKO artık yok, şimdi de federalizm elimizden alınıyor.

 Partinin, toplumsal eşitlik sağlanana dek dokunulmazlara, kadınlara, kabilelere, Müslümanlara ve Madheshilere sunacağını söylediği ayrıcalıklar da yeni anayasada yer almıyor. Halk savaşının kazanımlarından geriye ne kaldı? Halk savaşının neden verilmiş olduğu sorusuna ne cevap vereceğiz? Prachanda, Krambhanga (Kopuş) adlı dergide yakın zamanda çıkan bir röportajında, ‘Şimdi yeni demokratik devrim göreviyle sosyalist devrim stratejisinin birleştiğini görebiliyoruz. Yani önce demokratik devrimi sonuna kadar götürelim oradan sosyalist devrime geçeriz gibi bir durum kalmadı. Demokratik devrim, halk ayaklanması, silahlı ayaklanma, sosyalist devrim… Hepsi iç içe geçmiş durumda.’ diyor. Yani genel başkanımız, burjuva demokratik nitelikte bir cumhuriyetin kurulmasını yeni demokratik devrimin tamamlanması olarak görüyor.

Bütün bunlar, genel başkanımızın felsefi alandaki kaba evrimci ve eklektik yaklaşımının ve politik alandaki sağ oportünizminin nedenlerini ayan beyan gözler önüne sermektedir. Parti genel başkanı, burjuva demokrasisine sosyalist devrim elbisesi giydirerek yeni demokratik devrimi tasfiye edecek yeni revizyonist bir hattın zeminini inşa etmektedir.” (İndra Mohan Sigdel (Basanta), NBKP (M) MK üyesi, Kasım 2011) Nepal’de halk savaşına başarıyla önderlik eden ve şimdi de devrimi sürdürme konusunda tarihsel bir eşikte bulunan BNKP (M)’ye hakim olan revizyonist çizgiyle mücadelede, önderlik kademesi başta olmak üzere parti içinde harekete geçen, görüş ve eleştirilerini açık biçimde ortaya koyan yoldaşlar, bunu bir süredir kamuoyuyla paylaşmaktan da çekinmemektedir.

8 Bu hareket tarzı, durumun son derece ciddi olduğunun bir diğer kanıtıdır. Muhalefeti oluşturan grubun, Prachanda’nın partiye sunduğu son raporu takiben, belli başlı konularda yaptığı en son değerlendirmesi, eleştiri ve önerileri özetle şöyledir: “ (…) 2- Başkan Yoldaş tarafından sunulan rapor üzerine: Raporun dördüncü maddesi parti içinde var olan aynılık ve polemikten bahsetmektedir. Raporda şöyle denmekte: ‘Parti içinde MLM/Düşünce (Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi), devrimin temel prensibi ve esas önermelerinin savunulması, uygulanması ve geliştirilmesi; partinin nihai hedef ve azami programı olarak sosyalizm ve komünizm; asgari programı ve stratejisi olarak halkın yeni demokratik devrimi; ülkenin mevcut objektif koşullarında partinin temel taktiği olarak halkın federal cumhuriyeti ve federal cumhuriyetin kabul edilmesi; ve özellikle ulusal kurtuluş ve federal cumhuriyet üzerine odaklanan halkın ayaklanması konularında ciddi bir ihtilaf bulunmamaktadır.

Fakat çelişki ve ihtilaflar daha çok yukarıda ifade edilen hedeflere ulaşmak için atılacak taktik adımlarla ilgili konular üzerinde yaşanmaktadır. Ki bunlar, belli koşullar altında partinin büsbütün ideolojisini etkilemiştir.’ Burada açıklanan konuların bazılarını ortaya koymak gerekiyor. Partinin temel ilkesinde, Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Zedung Düşüncesi gibi bir paralellik ve şaşırtmaca ifade bulunamaz. Bu konu üzerine uzun bir tartışma yaşanmış ve belli prosedürleri tamamlayarak bu sorunun çözümünde ortaklaşılmıştı. Bu vesileyle, bu meselenin ‘Maoizm’ kavramını kullanarak çözülmesinin uygun olacağı şeklinde bakışımızı kesinleştirmiştik. Açıktır ki biz, yeni halk demokrasisini partinin asgari programı ve stratejisi; sosyalizm ve   Kiran komünizmi ise azami programımız olarak kabul etmiştik. Fakat Başkan yoldaş, çeşitli medya beyanlarında ve daha özelde Kramvanga dergisinin (Sayı 2, Kasım/Aralık 2011) yaptığı röportajda, halkın yeni demokratik devrimi ile sosyalist devrim arasındaki sınır çizgisinin incelmekte olduğunu ve halkın yeni demokratik devriminin ve sosyalist devrimin tamamlanması görevinin tek bir görevde merkezileştiğini söylemişti.

Başkanın bu görüşleri, devrimin kavramları, programı, stratejisi ve taktikleri ile ilgili meselede büyük bir karmaşa ve ciddi ideolojik sorun yaratmıştı. Gerçek sorun, demokratik cumhuriyeti partinin stratejisi olarak kabul ederek parlamenter sisteme saplanıp kalınması ya da halkın federal cumhuriyetinin kurulması için ileri yürünmesi sorunudur. “İnşa ve yıkım” diyen yukarıda bahsi geçen rapor, direkt olarak Merkez Komite’nin Chunbang toplantısında kabul ettiği federal cumhuriyet fikrine karşıdır. Ki bu toplantıda şu görüş ifade edilmiştir: ‘

Gerici sınıf ve onların partileri demokratik cumhuriyeti burjuva parlamenter cumhuriyete dönüştürmeye çalışacaklardır, oysa bizimki gibi bir proletarya partisi onu halkın yeni demokratik cumhuriyetine dönüştürecektir.’ Barış, anayasa ve hükümet, ideoloji ve stratejinin bir bütün parçası olarak kesinlikle birbirine bağlıdır. Başkan yoldaşın bakışında, barışın anlamı Halk Kurtuluş Ordusu’nun silahsızlandırılması, teslimiyet ve halkın demokratik devriminin tasfiye edilmesidir; anayasanın anlamı parlamenter bir anayasa yazılması ve hükümetin anlamı da eski devlet aygıtının kölesi olmayı kabul etmektir. Uzlaşma (‘ver ve al’) görüşmelerde yapılmıştır. Fakat tüm bu süreçte, o her şeyi vermiş fakat hiçbir şey almamıştır.

 Bu sadece bir uzlaşma değil toptan teslimiyet ve kapitülasyondur. Mevcut durum göstermektedir ki Kurucu Meclis, taktik değil stratejik olarak ele alınmaktadır. Bu minval üzere, çabalar halkın yeni demokratik devrimini ve kitle ayaklanmasını sona erdirmek ve tasfiye etmek için harcanmaktadır. Başkan yoldaşın raporu, partinin koşullarını çok karamsar bir şekilde betimlemektedir. Partinin tehlikeli bir şekilde çözülmeye ve tasfiyeye doğru gittiğini söyleyerek, “parti aslında ölüyor” demektedir. Benzer bir şekilde, rapor bir yandan partinin zengin sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi gizlemeye çalışarak diğer yanda tüm partinin öldüğünü ifade etmektedir. Bu gerçeğin çarpıtılmasıdır çünkü sadece eski ve muhafazakâr güç ölmektedir, tüm parti değil. Gerçekte, eski parti ölmekte ve yeni bir parti doğmaktadır. Başkan yoldaşın raporunun beşinci ve sekizinci maddelerinde, konteynırların anahtarlarının devredilmesi ve dört maddelik ve yedi maddelik anlaşmaların ilgili komiteler ve parti organları tarafından oybirliğiyle onaylandığı ifade edilmektedir.

 Bu düpedüz yalandır.

 3. Parti ve devrimin sorunları üzerine:

 a. Örgütsel problem:

Şu anda partide demokratik merkeziyetçilik, eleştiri-öz eleştiri sistemi, kolektif karar alma süreci, bireysel sorumluluk, komite ve önderlik sistemi, çalışma tarzı ve yöntemleri, mali işlemler, halk hakkında, parti işçileri hakkında ve uluslararası kardeş örgütlerle ilişkiler hakkındaki politikalar da dahil her şey bir karmaşa içinde. b. Barış ve Anayasa Üzerine: Biz hepimiz barış ve anayasa için varız. Fakat ülkenin ve halkın çıkarlarına karşı olan barış ve anayasa için değil. Ülkenin ve halkın yararına bir barışın tesis edilmesi için, ulusal güvenlik politikasının formüle edilmesi, halkın anayasasının düzenlenmesi ve ordunun saygıdeğer bir şekilde entegrasyonu gereklidir. Fakat, bu meselelere ciddi bir dikkat gösterilmek yerine, Halkın Kurtuluş Ordusu aşağılayıcı ve küçültücü bir yolla feshedilmektedir. Bürokratik ve komprador kapitalist sınıfın hâkimiyeti büyümekte ve Başkan yoldaşın kendisi de bu sınıfa yedeklenmektedir. Bu durum devam ederse, Kurucu Meclis miadını hemen hemen doldurmuş olacaktır.

 İki çizgi mücadelesi üzerine:

İki çizgi mücadelesi parti içinde uzun zamandır birçok aşamadan geçerek uygulanmaktadır. İki çizgi mücadelesinin merkez noktası, demokratik cumhuriyetle tatmin mi olacağımız yoksa halkın federal cumhuriyetine mi ilerleyeceğimiz; devrimi, parlamenter sistem içinde yok mu edeceğimiz yoksa kitle ayaklanması için hazırlık mı yapacağımız; ulusal bağımsızlığımızı mı savunacağımız yoksa ulusal teslimiyeti mi seçeceğimiz; halkın kendini yönetme ve yaşamıyla ilgili temel problemleri çözerken onurlu bir ordu entegrasyonu ile barış sürecini mi seçeceğimiz yoksa eski devlet iktidarı önünde diz mi çökece74 ğimiz; ve anti-emperyalizm ve anti-feodalizm temelinde bir anayasa mı hazırlayacağımız yoksa parlamenter gerici bir anayasa mı yazacağımız üzerinedir. Halkın yeni demokratik devrimi süreci üzerine Demokratik cumhuriyetin kurulmasına ve federalizmin ve laikliğin kurumsallaştırılmasına; partimizin önderliği altında hükümetin oluşturulmasına rağmen Nepal hala yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkedir. Devlet iktidarı hala komprador ve bürokratik kapitalistler ve feodal sınıfın ellerindedir. Bugün açıktır ki, komprador bürokratik kapitalist sınıf ve Hindistan yayılmacılığı ile Nepal halkı arasındaki çelişki temel çelişki haline gelmiştir.

 Parti içinde çeşitli ve ciddi sapmalar bulunmakta ve bu sapmalar giderek derinleşmiş durumdadır. İki çizgi mücadelesi, bu nedenle, daha sağlam ve güçlü hale gelmektedir. Bugünün ihtiyacı, ülkeyi, halkı ve devrimi odak noktası olarak alarak; iki çizgi mücadelesini sağlıklı ve dostça bir tavırla yürüterek; ve kendimizi tüm sapmalardan arındırarak dönüşüm yoluyla partiyi birleştirmektir. Ancak biz bu tarihi ihtiyacı karşılayabildiğimizde, açıktır ki parti güçlenecek ve devrime önderlik edebilecektir.

 Program, politika ve politik çizgi:

Palungtar’daki genişletilmiş toplantısının ardından gerçekleştirilen Merkez Komite toplantısında kabul edilen partinin gelecekteki politik çizgisi ve eylem planı üzerine kararlar şu anda da temel olarak doğrudur. 3. Parti temsilcileri hükümetten çekilmelidir. Parlamento cephesi daha etkin bir şekilde yönetilmeli ve öncelik sokak cephesine verilmelidir. 5. Ülkenin ve halkın çıkarlarına uygun bir barış süreci ve halkın anayasasının oluşturulması garanti altına alınamıyorsa, HKO’nun entegrasyonu ve halk karşıtı anayasanın oluşturulması görevi yerine getirilmemelidir. Devrim, farklı bir koşulda yeni bir anlayışla ilerletilmelidir.” (Mohan Baidya (Kiran), 27.12.2011, Demokrasi ve Mücadele) Basanta ve Kiran’ın tartıştığı süreç birden bire gelişmemiştir.

 Bu aşamaya giden yola Başkan Prachanda ve “ikinci adam” konumundaki şimdiki başbakan Baburam’ın teorize ettiği görüşler damgasını vurmuştur. Ancak bugün muhalif kanatta yer alan önderlikteki yoldaşların önemli bir bölümünün bu politikaların oluşum aşamasında itiraz değil aksine savunu içerisinde bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

 Bunların yakından incelenmesi sayesinde durum daha iyi anlaşılacak, mevcut politikalar ve pratiğin arka planı görülebilecektir. Bu görüşleri çeşitli başlıklar altında mercek altına almak gerekiyor. EMPERYALİZMİN“DEĞİŞTİĞİNİ”NİN “YENİDEN”KEŞFİ Bütün görüşlere kaynaklık eden temeli, tarihteki benzerlerinde olduğu gibi dünya sistemi, başka bir deyişle emperyalizme ilişkin değerlendirmeler oluşturmaktadır. Bernstein’den Kautsky’ye, Kruşçev’den Deng’e uzanan hatta, bütün revizyonistler, Marksizme aykırı görüşlerini temellendirmek için işe şartları farklı bir tarife tabi tutarak başlamışlardır. Bunun böyle olması doğaldır. Zira, bütün politika ve aksiyonlar bu zemine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu noktada yapılacak değişimin, temel kavramları başkalaştırması, farklı bir yön ve hedef tayininde bulunması kaçınılmazdır.

Bu geleneğin yeni temsilcilerini farklı kılan, kendi durumlarını tarif etme becerisine hem de seneler öncesinden sahip olmalarıdır.   İlk el atılan kavram “emperyalizm”dir. “Şartlar/çağ değişti” denilerek kast edilen, iktisadi yapının tayin ediciliğine vurgu üzerinden çelişkilerin yeni baştan tarifidir ve devlet, sınıflar, demokrasi ve devrim kavramları yeni içerikler almaktadır. Böylelikle, öncelikler, ittifaklar, yöntemler değişmekte, daha önemlisi hedef(ler) farklılaşmaktadır. Sisteme yönelik değerlendirmedeki sapma, basit bir tespit farklılığını değil ideolojik yönelimi deşifre etmektedir.

Modern revizyonizmi emperyalizmle bütünleştiren, onun yedeğinde konumlandıran gerçeklik de bu olmaktadır. “Ultra”, “süper”, “global” denilerek yenilemez, değiştirilemez, dokunulamaz bir özellik atfedilen emperyalizm olgusu, daha tutarlı olunduğu takdirde, esas ideologlarının dediği üzere tarihin sonunu getirmiş olmalıdır. “Tarihin sonu” denilirken kast edilen, devrimlerin sonudur, sosyalizm-komünizm düşlerinin sonudur. Bu iddia ile kast edilen, “can çekişen” değil ölümsüz hale gelen kapitalizm olgusudur ve artık yeni bir yüzle, sınıfları ortadan kaldırmış ve dünyayı ortak bir mekân kılmış haliyle mutlak zaferini tesis etmiş olmalıdır.

Tarihin bu “parlak” dönemine bilgi toplumu/bilgi çağı ile ulaşılmış, teknolojik devrim, bütün devrimlere son noktayı koymuştur. Bundan sonrası elbette var olan sorunların barışçı, reformist temelde giderildiği, git gide daha iyi, daha mükemmel olacak bir dünyanın elbirliğiyle inşa edilmesidir. Sınıf mücadelesinin ebediyen tatil olduğu koşullarda, varlık şartları ortadan kalkan bütün unsurlar bir an önce bu gerçeğe teslim olmalı, saflarını buna uygun biçimde belirlemelidir… Bu göz kamaştırıcı dünya tablosunu emperyalizmin bilişim ve iletişim alanında attığı muazzam adımlara, daha doğrusu “devrimler”e borçluyuz.

 Dünyanın tek bir şehre ya da köye dönüştüğü benzetmesi üzerinden bir tür komünist toplum tasavvuru, sınırların sunileştiği/ortadan kalktığı vurgusu yapılmakta, bu müthiş başarının mimarı olan güçlerin kanatları altında birleşmek için çağrı çıkarılmaktadır. Muktedirliğini bu gelişme üzerinden kanıtlayanların çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur ve bunun için yalnızca zamana ihtiyaç bulunmaktadır. Dünyadaki gelişmeler bütün bu zırvaların tam aksini kanıtlayan milyonlarca örnekle doluyken bambaşka bir resme bakmamızı isteyenler, tam da nereden bakılması gerektiğini ifşa etmiş oluyorlar. Bu durum vahşetin diz boyu hüküm sürdüğü bütün çağlar boyunca geçerli olmuştu. “Cennet” egemenlerin dünyasında hep vardı. İnsanlığın ulaştığı aşamanın bütün nimetlerinden yararlananlar için insanlığı temsil eden asıl unsurlar daima kendileriydi.

Bugün de özde değişen hiçbir şey yoktur. Üretim araçlarını eline bulunduranlar, bütün mülkiyetlerin yani dünyanın sahibi olarak at koşturuyorlar. Bilim ve teknolojideki her türlü gelişim ve ilerleme onlar istediği kadar, onlar karar verdiği ölçüde var. Bunu belirleyen tek kıstas, insanlığın değil onların ihtiyaçları. Saltanatlarının daha görkemli olması, egemenliklerinin ilelebet sürmesi için bütün tasarruflar. İnsanlığın hanesine yansıyan “gelişim” ya da “gelişim”den pay almanın sınırını belirleyen bu gerçeklik. Lenin yoldaşın ifadesiyle sosyalizmin öngünü olan tekelci kapitalizm pek doğal ki kendi ömrü çerçevesinde ilerleme ve gelişme göstermektedir. Bunları birer aşama, evre olarak değerlendirmek gerekir. Tıpkı başta canlılar olmak üzere bütün ölümlülerin varlık ve yok oluş parantezi arasındaki aşamalar gibi.

 Emperyalizm, en yüksek aşaması olmakla kapitalizmin ömrünü tamamlayacağı bir süreci tarif etmektedir. Onu, sosyalizme varmadan nitel bir aşamaya taşıyanlar, başka bir alternatif yaratmakla esasen sosyalizmi devreden çıkarmış oluyorlar. Zaten bu tespit üzerinden tarif edilen devrimci demokrasi ve sosyalizmin, “sosyal demokrasi”nin türevleri olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerektir. Revizyonist ve reformist çok çeşitli akımların çarpıtarak, abartarak ele aldıkları dünyanın iktisadi düzeni, kapitalizmin tekelci döneme ait karakteristiğine dair bir değişimi anlatmamaktadır. Elbette değişim, elbette gelişim vardır. Bir asrı aşan bir dönemden söz ediyoruz. Yalnızca iletişim ve bilişim değil bütün alanlarda çok ciddi gelişmeler olmuş, teknolojide bir değil birden çok devrimci atılım yaşanmıştır.

Bütün bunların iktisadi yapı üzerinde sonuçlar doğurması da kaçınılmazdır. Ancak sorun yapısal bir değişimin olup olmadığıyla ilgilidir. Bütün parametreleri etkileyecek esas husus budur. Meseleye bu boyuttan yaklaşıldığında kapitalizmin ne karakter kaybettiği ne de emperyalist dünya sisteminin temelli bir değişime uğradığından söz edilebilecektir. Dünyada başta teknolojik çerçeve olmak üzere bütün alan ve sektörlerde ilerleme vardır ama aynı “büyüme” çelişki alanlarının tümünde de yaşanmaktadır. Gelir dağılımı, on yıllık periyotların incelenmesiyle sabittir ki çok daha bozulmuştur. Yoksulluk, açlık, susuzluk, işsizlik, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk, zulüm ve işkence oranı da büyümüştür. Savaşlar neticesinde ölen, yaralanan, sakatlanan, sürülen insanların nüfusa oranı artmıştır. Maddi, manevi bütün değerleriyle kirlenen ve yıkıma uğrayan çok daha kötü bir dünya gerçekliği vardır ve tam da bu yüzden kapitalizm ölümüne daha çok yaklaşmıştır. İnsanlığın yok olmaması için onun yok olması her zamankinden daha acil bir gündem olarak dünya proletaryasının önünde durmaktadır.

 Nepalli yoldaşlar “yeni dünya”yı şöyle tarif etmektedirler: “Günümüz emperyalizminin temel özelliği ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel açılardan yeryüzündeki halkların geniş kitlelerini tek bir küreselleşmiş devlet şeklinde sömürmesi ve ezmesidir. ABD emperyalizminin yegâne (sole) hegemonyası mevcuttur. Bunun temel nedenleri: dünya proleter devriminin ilk dalgasının sonucunda kurulan yeni demokratik ve sosyalist devletlerin bürokrat kapitalizme karşı iktidar  mücadelesinde yenilmesiyken, diğer nedense ABD emperyalizminin diğer emperyalist güçler üzerinde esas olarak askeri üstünlüğü kurması, 3. dünya ülkelerindeki ulusal sermayesi ve ekonomisi üzerindeki çokuluslu finans kapitali denetlemesi ve bilgi teknolojisi üzerindeki hâkimiyeti ile dünya çapında kültürel müdahaleyi yoğunlaştırmasıdır.”

(“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, Worker (İşçi) Dergisi, Mayıs 2006, Halk Savaşının 10. Yılı Özel Sayısı, sy. 10)

 Görüldüğü gibi, sosyalist ülkelerdeki geri dönüşü de fırsat bilen ve diğer rakiplerini sindiren ABD emperyalizmi, global bir devlet (hatta imparatorluk) kurmuş, tek kutuplu bir dünyada hüküm sürmektedir. Karışanı olmadığı gibi önünde direnebilecek bir güç de kalmamıştır. Bunu aynı zamanda finans kapital üzerindeki inisiyatifine ve de teknolojide gerçekleştirdiği büyük atılımlara borçludur. Bu görüşlerin geçersizliği yalnızca bugünün ya da 6 yıl öncesinin değil ABD’nin zirvede kendini daha yalnız hissettiği yılların da gerçeğidir. Kaldı ki tek kutuplu dünya ya da global bir devlet formu oluşsa dahi bunun ne emperyalizmde karakteristik bir değişim yarattığı iddia edilebilir ne de devrimin işlevine ve sosyalizmin gerekliliğine dair gerçekler bozulacaktır.

ABD, 1990’lardaki süreçten önceki konum ve birikimine yaslanarak en avantajlı çıkan devlet olmuştur. Askeri kapasitesi diğer devletlerle kıyaslanmayacak denli güçlüdür. Dünya ekonomisine yön verme kabiliyeti önde gelen devlet konumu da devam etmektedir. Ne var ki diğer emperyalist devlet ve hatta bloklar üzerindeki denetimi tam bağımlılık içeren karakterde değildir. Bir pazarın çeşitli düzeylerdeki karşılıklı bağımlılığı, birinin diğeri üzerindeki sömürge tarzı kontrolünden farklıdır. Kaldı ki bu durum emperyalizmin tabiatına aykırıdır.

Emperyalizm bir yandan hızlı bir merkezileşme11 ama diğer yandan sürekli çatışma içerisinde yol almaktadır. Bu çelişik durum kapitalizmin anarşizan yapısından ileri gelmektedir. “Artık tipik olarak dünyanın hakimi, özellikle hareketli ve esnek olmasıyla, ülkede ve uluslararası düzeyde örtülü olarak faaliyet gösteren, bireyselcilikten uzak ve mevcut üretim sürecinden bağımsız, kolaylıkla yoğunlaşan finans kapitaldir ve yoğunlaşma konusunda şimdilik büyük mesafeler kat etmiştir. Böylece kelimenin tam anlamıyla birkaç yüz milyarder ve milyoner tüm dünyanın kaderini elinde tutmaktadır.” (“Lenin, Önsöz”, Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon Yay. s.11) “Gelişimin, istisnasız tüm işletmeleri ve devletleri içine alacak tek bir dünya tröstünün kurulması yönünde olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak, bu yöndeki gelişme öylesine stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak gelişler –sadece ekonomik değil, fakat aynı zamanda politik, ulusal vs.- biçiminde gerçekleşmektedir ki, ulusal finans kapitallerin dünya çapında bir ultra- emperyalizm yapısında birleşmesinden önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak yok olacak ve kapitalizm kendi karşıtına dönüşecektir.”

 (“Lenin, Önsöz”, Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon Yay. s.14)

Uzun bir süredir batılı emperyalist akıl verme merkezleri ve temsilcilerinin yayınladığı raporlar, başta Çin ve Rusya olmak üzere diğer devletlerin kaydettiği gelişmeye ve oluşturduğu tehdide yer vermektedir. Bu durum hem ABD ile hem de diğerleri ile ilişki düzeyi bakımından AB için de geçerlidir. Ocak 2012’de açıklanan son savunma raporunda, saldırılarda diğer devletlerle ortak hareket etmenin altı boşuna çizilmemiştir. 10 sene öncesinin pervasız ve başına buyruk ABD’si yerini daha ölçülü ve dikkatli bir saldırgana bırakmıştır. Bu geliş gidişler, bu yükseliş ve düşüşler, bir döneme bakarak emperyalizmi karakteristik boyutta yorumlamaya yol açmamalıdır. “Küreselleşme” denilen heyulanın balonu ilk önce marksistlerin dünyasında patlamış olmalıdır. Tıpkı “yeni dünya düzeni” gibi küreselleşme de korku salma hedefli şaşaalı bir kampanya sloganıdır.

Uluslararası, kıtalararası dev tekellerin bir yandan sayısal olarak artması yoğunlaşmayı, kıyasıya rekabetin oluştuğu alanda yıkılan ya da birleşme yoluyla yutulan tekeller ise merkezileşmeyi güçlendirmiştir. Ne var ki bu gelişme, dünyanın paylaşılmasına dair yeni bir durumu tarif etmemektedir. Daha fazla kar güdüsü temel yasası olan emperyalist-kapitalist sistemin “yeniden paylaşımcı” karakterinde değil erozyon, aksine azgınlaşma halinden söz etmek gerekir. Yaklaşık 70 yıldır emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya getiren dünya çapında savaşların olmaması, bunun “boşluğunu” doldurmuş bölgesel düzeydeki savaş, işgal ve çatışmalarla ekonomik düzeydeki savaşların ikame rolünü oynamakta şimdilik yeterli ve frenleyici olduğunu   göstermektedir.

Nükleer silahların daha çok devletin elinde bulunmasının yarattığı caydırıcılık sanıldığı kadar belirleyici bir ağırlık taşımamaktadır. Yakın tarihte bu düzeyde savaşların eşiğinden dönülmüş olması, birçok örnekte açığa çıkmış bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır. Emperyalizmin varlık koşullarından birisi olarak şekillenen dünya pazarı, yüzyılı aşkın süreçte önemli bir evrim geçirmiş bulunuyor. Ulaşım, erişim ve iletişim alanındaki gelişmeler, kapitalist sömürünün girmediği, kuşatmadığı ve dizayn etmediği alan bırakmamıştır. Dünyanın bütün üretim alanları birden fazla kanalla ve hız oranı hayli yükselen bir emilim gücüyle merkeze bağlanmıştır. Bu pazara bağımlı biçimde yaşam şansı bulan yarı-feodal üretim ilişkilerinin varlığı bu örgütlenme ağının önünde engel değildir.

 Bilakis etkin olduğu bölgelerde pazara bağlanmanın bu üretim ilişkisi üzerinden hayatiyet kazanması emperyalistlerin çıkarı gereğidir. Biçimsel durumlara bakılarak aksine dair iddialarda bulunmak, gerçekçi olmadığı gibi kapitalizm büyüsünden etkilenmenin sonucudur. Bunun yeni dönemdeki bir başka sonucu işbölümü alanında kendini göstermektedir. İç pazarların genel bir ilişki ağı çerçevesinde bağımlılığı/sömürüsü üzerinden yürüyen süreç artık ülke ekonomilerine daha müdahil olmayı getirmiştir. Tekelleşme olgusunun merkezileşmede vardığı düzey, ilgili sektördeki yerel ayakları sistemin daha etkin parçaları haline getirmiştir. Bunun doğal sonucu işbölümünün yeniden düzenlenmesi ve keskin çizgiler almasıdır.

 Dünya pazarına eklemlenmenin yakından hissedilir/algılanır hale gelmesinin politik ve sosyal yaşam üzerindeki etkileri ortadadır. “Küreselleşme”, köleleştirmenin, talan ve yağmanın yoğunlaşmasıdır. Çelişkilerin yumuşaması, törpülenmesi değil daha da keskinleşmesinden söz edilmelidir. Uçurum derinleşmiştir. İç pazarları aşan boyutta bir sömürü mekanizması kurulmuştur. Bütün istatistiki veriler durumun önceki sürece göre daha da kötüleştiğini resmediyor. Emek-sermaye çelişkisi, ara katmanda bulunan halk sınıflarının çökmesiyle kendini göstermektedir. Proletaryanın yok olmasından değil nüfusun daha büyük oranda proleterleşmesinden söz edilmelidir. Sosyal yıkım ve çevresel tahribat üst düzeyde seyretmektedir.

Toplum kültürel bir zehirlenme içerisinde kendisini tüketen ve bloke eden bir yere savrulmuştur. Bu nedenle kitle hareketleri, ayaklanma ve direnişlerin büyümesi şaşırtıcı değil, süreci betimleyen bir olgu olarak görülmelidir. Ekonomik krizleri sağlıklı olmanın değil hastalıklı durumun sonucu olarak görmek gerekir. En hafifi büyük bölge ve kıtaları sarsan krizlerin gelip dayandığı yerde artık dünya çapından bir kriz olgusu neredeyse süreklilik kazanmış durumdadır. “Küreselleşme”, dünya çapındaki bütünleşmeyi tarif için kullanılmaktadır. Bir yanıyla emperyalizmin karakteristik özelliği zaten budur, yeni bir şey değildir. Bu konudaki sürecin daha güçlü bir sarmal yarattığından söz edilebilir. Kendini daha çok hissettirdiği, bağımlılık zincirlerinin arttığından bahsedilebilir.

Bunu görünür kılan mali sermayenin ulaştığı boyutlar ise nitelik değişimini değil, gelişim sürecini açıklamaktadır. Sürecin bizi getirdiği noktada bilişim ve iletişim sektörlerindeki muazzam gelişmenin hizmet sektöründeki büyüme ile birlikte farklı bir sınıfsal dizayna yol açtığına dair tespitler gerçekçi değildir. Birincisi teknolojik gelişim her dönem vardır ve bu konudaki ilerleme sınıfları bozan (hatta kimilerine göre ortadan kaldıran) değil ancak donanım ve konumlanışlarını farklılaştıran düzeyde etkilidir. Hizmet sektörü ise sömürü ve artı-değer üretiminden soyutlayarak ele alınmakta, bilgi teknolojisi ve bilgi toplumu bağlamında üretime damgasını vuran ilişkinin bu eksende sorgulanması gerektiği ileri sürülmektedir.

Sınıfın silinmesi ya da etkisizleştirilmesi çerçevesinde de “özne” faktörü ortadan kalkmaktadır. Bir müdahaleye yani devrimsel bir sürece gereğin kalmadığı durumda özneye olan ihtiyacın sona ermesini de koşullayan bu durum “yeni dünya” gerçekliği olarak okunmaktadır. ABD ve önderliğindeki batılı emperyalistlerin kaydettiği ilerlemeyle beraber uluslararası tekellerin etkinlik gücünü artırması, dünya çapında işbölümünün yeniden düzenlenmesine paralel üstyapı kurumlarındaki değişim, farklı bir tabloyu şekillendirmeye başladı. Buna karşı koyamadığı için tekelci devlet kapitalizmi çizgisinde gidemeyen ve uğradığı yıkıma paralel “maske”den kurtularak yola devam etmek durumunda kalan modern revizyonizmin iflası üzerinden mutlak zaferini tescilletmek isteyen ABD, bu elverişli durumu değerlendirmek için yoğun bir kampanya örgütledi. Büyük çaplı ideolojik, ekonomik ve askeri saldırı kampanyasının son çeyrek yüzyıl içerisindeki sonuçları, kendisini her alanda göstermeye devam etmektedir.

Bütün dünya köleleştirici bir çalışma rejimi içinde dev bir toplam kampına dönüştürülmüştür. İdare de buna uygun şekillenmiş, baskı ve zulmün koyulaştığı bir zeminde otoriter yapılar şekillendirilmiştir. 11 Eylül’ü bir dönemeç olarak değerlendirmeye çalışan emperyalistler, kurumsal adımlarla pekiştirdikleri “yeni dünya düzeni”ndeki terör rejimine “anti-terör” maskesi takacak kadar küstah ve pervasız bir dil tutturmuşlardır. Ekonomik, politik, sosyal ve hukuki boyutuyla, “küreselleşme” denilen olgu budur. Bunun temellerini resmeden gerçeklik, her gün bir yenisine rastladığımız, gerek kendi kuruluşları gerekse de bağımsız araştırmalarla ortaya konulan açıklıkta sergilenir olmuştur: “230 trilyon dolarlık küresel zenginliğin yüzde 38.5’i, serveti 1 milyon doların üzerinde bulunan 29.7 milyon kişinin elindedir. Bu binde 6 demek. Bunların geçen seneki oranı yüzde 35.6 idi. Geliri 100 bin doların üzerinde olanlar ise dünya gelirinin yüzde 82.1’sini kontrol ediyor ve bu nüfusun yüzde 5.7’sini (398.7 milyon kişi) oluşturuyor.”

(“Yıllık Küresel Servet Raporu”, İsviçre Bankası Credit Suisse, 24.10.11)

 Lenin’i güncel verilerle doğrulayan araştırmaların sergilediği gerçeklik, “küreselleşme” kavramı üzerinden emperyalist yapıya farklı karakterde bir elbise giydirmeye çalışanların amacına (iyimser boyutuyla yanılgılarına) ışık tutuyor. Değişim yalnızca emperyalizmde değil, bütün süreçlerde ve olgularda yaşanıyor. Sorun, bunun karakteristik yapıyı bozan bir nitelik taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir. Bu bozma/başkalaştırma eyleminin, sınıf mücadelesinde karşılık bulmadığı durumda, hangi güç ve nedenle gerçekleştiği açıklanmaksızın söylenecek her lakırdı boşlukta kalmaya mahkûmdur. Verilerden beklediği yardımı alamayanlar, sermayede birleşme ve toplanmanın yoğunlaşma (bilhassa finans kapital) derecesine bakarak; üretim, bölüşüm ve tüketim sürecini, sermayenin dolaşım serüveniyle beraber farklı bir ilişki ağı içerisinde tarif eden zorlama “teoriler” ileri sürmektedirler.

Dünyanın sosyo-ekonomik yapısı nasıl resmedilirse pek tabii olarak onu değiştirme ve dönüştürme eylemi ve bunun yöntemi de ona göre belirlenecektir. Nitekim emperyalizm tahlili üzerinden serbest rekabetçi döneme ait farklılaşan ve karakter değişimine uğrayan hususları tespit eden Lenin, proleter dünya devrimine yönelik saptamalarda bulunmuştu. Bugün kendi sürecinde gelişim göstermesiyle bazı değişimler geçiren tekelci kapitalizmin; sınıflar, devlet, demokrasi, komünist partisinin yapısı ve rolü ile devrim başta olmak üzere bilimsel sosyalist esasları/yaklaşımı başkalaştıracak bir dünya yarattığını söylemek mümkün değildir. Ancak tersinin iddia edildiği durumda, tıpkı Kautsky, Kruşçev vd.lerinin ileri sürdüğüne benzer tezlerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Sorun, gereksinim ve gereklilik sorunudur. Ortada yıkılması gerekmeyen bir sistem varsa devrimlere ihtiyaç yoktur. Bunun yerine reforme etmek yeterli olacaktır. Ortada güç kullanmayı, silahlı mücadeleyi gerektiren bir yapı yoksa mücadele platformunun barışçıl olmaması için bir neden kalmamış demektir.

Sınıfların yapısında değişim olmuşsa proletaryanın misyonu değişmiş, dahası yerel zeminde burjuvaziye ait güçlerle ittifak ve işbirliği gerekli hale gelmiştir. Eğer sosyalizme doğru yol almak isteyen bir güç, dünyadaki ve bölgedeki dengeleri hesaba katmazsa kısa sürede bertaraf edileceğinden daha dolaylı bir yol izlemelidir. Ve nihayet iktidarın her şey olmadığı, devletin eski işlevini yitirdiğinden söz ediyorsak proletarya diktatörlüğü bütünüyle tarih olmuş demektir… Bütün bunların etkili olabilmesi için önceliği panzehirle mücadele almak durumundadır. Onu inkâr ya da revize etmekten başka bir çare yoktur.

 Bunun için en geçerli yol, cepheden değil “içeriden” bir tutumla, saygıyı elde bırakmayan bir tarz tutturmak ve bir dizi övgü dolu lafın ardından artık yetmezliğinden söz etmektir. Yetmezliği/yetersizliğine hükmetmek için gidilecek adres yine aynıdır: “Çağ değişti”. Dogmatizmle mücadele adına, bilimsel sosyalizmi yaratıcı biçimde geliştirdiklerini söyleyenlerin salladığı pragmatizm bayrağının rengi kısa sürede kendini ele vermektedir.

Ünlü 1963 polemiklerinde ÇKP önderliğinin benzer tezlerle ortaya atılan Kruşçevci modern revizyonistlere verdikleri yanıtlarda altını çizdiğimiz şu saptamaları aktarmak gerekmektedir:

“Şimdi dogmatizme şiddetle sövüp sayanlar aslında, bununla savaşmak şöyle dursun, dogmatizmin ne olduğundan bile habersizdirler. Bu kişiler, zamanın ve koşulların değiştiğini, ‘mark- sizmi-leninizmi yaratıcı biçimde geliştirmek’ gerektiğini söyleyip duruyorlar, ama aslında, burjuva pragmatizmini kullanarak marksizm-leninizmi revizyondan geçiriyorlar.”

(“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.288) “

Bernstein’dan bu yana, her türden revizyonist ve oportünistler, marksizmin evrensel gerçeğinin eskimiş olduğunu ileri sürebilmek için yeni değişmeleri ve yeni durumları bir bahane olarak kullanmışlardır. Ama yüz yıldan daha fazla bir zamandır, dünyadaki olaylar, her yerde, marksizm-leninizmin evrensel gerçeğinin geçerli olduğunu tanıtlamıştır.”

(“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.289-290) “

Marksizm-Leninizm sürekli olarak pratikle gelişir. Bir marksist-leninist partinin belirli bir dönemde ve koşullarda geliştirdiği önermelerin yerini, zaman ve koşulların değişmesiyle, yeni önermelerin alması gerekir. Bunun savsaklanması, dogmatizm hatasının işlenmesine ve komünizm davasının kayıplar vermesine yol açacaktır. Ama, bir marksist-leninist partinin, bazı yeni sosyal olguları bahane ederek, marksizm-leninizmin temel ilkelerini yadsımasına, marksizm-leninizmin yerine revizyonizmi koymasına ve komünizm davasına ihanet etmesine asla izin verilemez.”

(“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.66) “

(R)evizyonistler, daima ‘akıllılıkları’ ve ‘yaratıcılıkları’yla övünerek, görüşlerini ‘en son teoriler’, olarak sunuyorlar. Modern revizyonistlerin ‘en son teorileri’ aslında Bernstein’ın, Kautsky’nin ve eski kuşaktan öteki revizyonistlerin safsatalarının yeni koşullar altındaki görünümlerinden ve burjuva gericiliğinin halkı aldatmak için kullandığı malzemenin yeniden piyasaya sürülmüş biçimlerinden başka bir şey değildir.”

(“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.84)

Somut koşulların tahlili yapılmalı, yeni şartlar için yeni yanıtlar aranmalıdır. Bu durumda kendinden menkul bir “düşünce”, bir “yol” oluşturanların işi kolaylaşmakta, “katkı”lar sıralanmaktadır. 12 Katkıyı özgün koşullar bağlamından evrensele uzanan bir çizgide gerçekleştirmeyi denemek yerine, adeta “bağımsızlığını” ve “özgürlüğü” ilan edenler kendi cumhuriyetlerini kurmaktadır: “Lenin ve Mao’nun emperyalizm ve proleter strateji üzerine ortaya koydukları bir dizi anlayışın geride kaldığı gerçeğine 21. yüzyıldaki enternasyonal devrimcilerin dikkatleri odaklanmalıdır. Lenin’in savaşın doğası üzerine, sürekli devam eden dünyanın belli bölümlerinin (emperyalistlerce) paylaşılması ve yeniden paylaşılması ve bunun üzerinden belirlediği proleter strateji ile soğuk savaş döneminde, her ne kadar taktiksel de olsa, Başkan Mao’nun Üç Dünya analizi günümüzde temel olarak geçerli değildir. Küreselleşmiş devlet biçimini alan ABD emperyalizminin durumu Lenin ve Mao’nun analizlerinin geride kalmasına neden olmuştur.”

(“Merkez Komitesi Çözümlemesi- Siyasal ve Örgütsel Çözümleme”, Worker (İşçi) Dergisi, Mayıs 2006, Halk Savaşının 10. Yılı Özel Sayısı, sa. 10)

 NKP(b), 1 Temmuz tarihli ABD-DKP’ye yanıt mektubunda, savaş sürecinde ilerleme ve gerileme, sağa ve sola dönüşler vb. içinde MLM’nin cephaneliğini zenginleştirecek yeni fikirler geliştirdiklerini ve bunu 2001 yılında “Prachanda Yolu” olarak isimlendirdikleri söylenmektedir. MLM’yi geleneksel şekliyle değil, yaratıcı biçimde ele alışlarında etkili olan olumsuzluklar ise şöyle sıralanmaktadır: “SSCB’nin dağılışı, Çin’de kapitalizmin restorasyonu, Peru devriminin gerilemesi, diğer halk savaşlarının kendi sınırlarını aşamaması, ABD emperyalizminin tek hakim olarak ortaya çıkması, ideolojik-politik saldırıların yoğunlaşması, bilgi teknolojisindeki ilerlemeler ve ülkedeki yarıHocacı Singh düşüncesinin etkisi...” Daha birkaç yıl öncesinde Maoizme ve Mao Zedung yoldaşa gerici ve revizyonistlerin saldırısından bahsedip, övgülerini esirgemeyenlerin, Üç Dünya Teorisi’ni Başkan Mao’yla ilişkilendirmesinin şaşkınlıktan öte tıpkı Hocacı revizyonistler gibi bilinçli bir yakıştırma olduğunu düşünmek istemiyoruz.

Ama aktardığımız ilk paragraftaki sözlerin esas önemlisi, Lenin’in emperyalizmin yeniden paylaşımcılık ve savaşla 80 ilgili karakteristik özelliklerine dair saptamalarının günümüzde “geçersiz” hale geldiğine ilişkin görüştür. Yeniden paylaşımcılık bilindiği gibi karda sınır tanımama, yani daha fazla kar güdüsüyle yaşama karakterinden ötürü kapitalist üretim tarzının yasasıdır ve emperyal yapı bunun sonucu olarak mevcut bölüşümle yetinmez, yetinmemektedir. Bu, öteden beri emperyalizm konusunda yürütülen tartışmaların can alıcı bir başlığı olagelmiştir. Zira, bu durumda tarif edilen “global devlet” olgusu geçici ve dönemsel değil kalıcı bir yapı olarak tanımlanmakta ve hem etki gücü açısından (önleyicilik, baş edilemezlik) hem de ittifak politikaları bakımından gerçekten de başka sözler sarf etmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Geliştirdiği ve geliştireceği politikalara kılıf, duruma meşruiyet kazandırmanın çaresi böyle bulunmuştur. Bu görüşlerin yanıtı komünist önderler tarafından zamanında verilmiş, durum bütün açıklığıyla ortaya konulmuştu: “Ancak emperyalist sistem yıkıldıktan ve ancak insanın insan tarafından ezilmesine ve insanın insan tarafından sömürülmesine yol açan sistemler yok edildikten sonradır ki, bütün savaşları ortadan kaldırmak ve ‘savaşsız bir dünya’ya ulaşmak mümkün olabilir. Marksist-Leninist’lerin daima savundukları budur.”

(“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.50) “

Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”

(Lenin, Emperyalizm, İnter yay. s.92) “

(B)irincisi, dünyanın paylaşılmasının tamamlanmış olması, bir yeniden paylaşım durumunda, her hangi bir ülkeye el atmayı zorunlu kılmaktadır; ikincisi, emperyalizm için karakteristik olan, birkaç büyük gücün hegemonya yarışıdır, yani doğrudan kendisi için değil de, rakibini zayıflatmak ve onun hegemonyasını sarsmak için toprak ilhak etmeleridir.”

(Lenin, Emperyalizm, İnter Yay. s.94-95)(ABÇ)

“Dünyanın geri kalan kısmının tamamen paylaşıldığı mali sermaye çağında, yarı bağımlı ülkeler için mücadelenin şiddetlenmesi anlaşılırdır.” (Lenin, Emperyalizm, İnter Yay. s.85) “Toplum yaşamı artık tümüyle askerleştirilmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikte küçükler de, daha fazla askerleşmeye doğru gideceklerdir.

” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay. s.66) “

Emperyalist devletler arasındaki keskin çelişmeler, nesnel olarak vardırlar ve uzlaşmaz bir nitelik taşırlar. Emperyalist ülkeler ve emperyalist bloklar arasında, büyük ya da küçük, doğrudan ya da dolaylı, şu ya da bu biçimde çatışmalar mutlaka çıkacaktır. Bu çatışmalar, emperyalistlerin temel çıkarlarından doğarlar ve emperyalizmin doğası tarafından belirlenirler. Emperyalist ülkeler arasında, emperyalistlerin temel çıkarlarından doğan bu çatışmaların, yeni tarihsel koşullar altında çıkması olasılığı olmadığını ileri sürmek, emperyalizmin tümden değiştiğini söylemekle aynı şeydir, ve aslında emperyalizmi yüceltmektedir.”

(“Bir Kez Daha Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar Üzerine, Hongqi Yazı Kurulu, sayı 3-4, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.211)

 ÇKP’nin ve Lenin yoldaşın bu saptamalarına itiraz etmek için bu dünyadan bihaber olmak gerekir. Emperyalist devletler arasındaki kıyasıya savaşım her alanda kendini göstermektedir. Bu durum yalnızca en büyükler için değil neredeyse bütün gerici devletler için geçerlidir. Hummalı bir silahlanma, bütün bölgelerde gerilim, ve sınıf mücadelesinin ürünü savaşlar sürekli gündemdedir. Mali krizin yıkıcı etkilerine karşın silahlanma olanca hızıyla sürmektedir. Son 6 yıla göz attığımızda 2006’da yüzde 14 olan artış oranı, devamı yıllarda da yüzde 15, 16, 15 ve yüzde 9 oranında büyüme göstermiştir.

 International Institute of Strategic Studies’in Military Balance (Askeri Denge)

 2012 raporuna göre, Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığı ve bu yıl geçeceği belirtilmektedir. 2001-2011 arasında yüzde 250 oranında artış gerçekleştiren Çin’in 2015’e gelindiğinde ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplamını aşacağı öngörülüyor. Savaş sanayini körüklemede başı çeken ABD’nin yeni yayınlanan “21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri/ABD’nin Yeni Savunma Stra81 tejisi”( 05.01.2012) raporunda, “Uygun kaynaklar ve güvenlik ihtiyaçlarımız arasındaki denge hiç bu derece hassas olmamıştı” denilmektedir. Karakter değiştirdiği söylenen emperyalizmin önde gelen gücünün aynı raporunda yer verilen şu ifadeler bahsi geçen “değişim” konusunda yeterince açıklayıcıdır: “Çok sayıda bölgede önemli çıkarları olan bir millet olarak güçlerimiz, bir bölgede fırsatçı bir düşman tarafından yapılacak bir saldırıyı, başka bir yerde büyük çaplı bir operasyon yapıyor olsak bile, engelleyecek ve bertaraf edecek güce sahip olmalıdır.” “Genel kapasitemizi düşürsek dahi hazır ve yeterli bir gücü korumaya kararlıyız. Güç yapımızı kaybetmemek için hazır olma durumumuzdan ödün verme gibi bir hataya direneceğiz ve aksine geçtiğimiz on yılda üzerine vurgu yapılmayan bölgelerde hazır olma durumumuzu yeniden tesis edeceğiz.” “Barışın, istikrarın, ticaretin serbest akışının ve bu dinamik bölgede (Asya-Pasifik) ABD etkisinin sürdürülebilirliğinin sağlanması, bir boyutuyla askeri kabiliyet ve bölgedeki askeri varlığın temel dengesine bağlı olacaktır.

Çin’in bölgesel güç olarak yükselişi ise, uzun vadede ABD ekonomisini ve değişik yollarla güvenliğimizi etkileme potansiyeline sahip olacaktır.” Dünyada tek kutuplu bir yapının oluştuğuna dair safsata, ABD’nin sözcüleri tarafından dahi savunulamaz düzeyde gerçeklere yabancıdır. Kimi emperyalistlerin dahi kendi başına hegemonya savaşında söz sahibi olmaya başlamasından başka bölgesel bloklar da sürekli yeni ittifaklarla şekillenmeye başlamıştır. Bunu bir tür denge hali olarak görmek de en az tek kutuplu dünya teorisi kadar yanıltıcıdır: “(K)apitalizm gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar –bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun- zorunlu olarak, savaşlar arasındaki ‘nefes molaları’ndan başka bir şey değildir.

 Barışçıl ittifaklar, dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadele biçimlerinin değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlar ve yine onlardan doğarlar.”

 (Lenin, Emperyalizm, İnter yay. s.124)(ABÇ)

DEVLET VE DEVRİMDE“YENİ”TEZLER, ESKİ YANITLAR! Dünyadaki duruma ve buradan hareketle “yeni çağ”a ilişkin geliştirilen revizyonist tezlerin ilk önemli sonucu kendisini, devlet ve devrimle ilgili MLM yaklaşımın revize edilmesiyle göstermektedir.

Baburam’ın “demokratik cumhuriyet” tezi, Prachanda’nın en son söyleşisinde bütün aşamaları (demokratik devrim, halk ayaklanması, sosyalist devrim) birbiriyle kaynaştıran sözleri ve bütün bunların pratikleştirildiği parlamenter yola sıkı sıkıya sarılarak “ilerleme” stratejisi ve nihayet HKO’nun tasfiyesi, gençlik örgütünün lağvedilmesi ile beraber savaş sırasında kamulaştırılan toprakların iadesine karar verilmesi, devrimi “barışçıl geçiş”e kurban etmiş, sosyalizme ulaşma hedefini ıskartaya çıkarmıştır.

 Daha yakın zamana kadar bu konuların tümünde marksist teorinin doğrularını ifade etmekten geri durmayanlar şimdi tam aksi bir pratiğin teorisini yapmaktadır. Devlet, en yalın tanımıyla sınıfsal karaktere haiz bir yönetim, bir baskı aracıdır. Egemenliğin tesisi için bir örgütlenme olan devlet, ona hükmeden bir sınıfın/sınıfların damgasını taşıyacak ve diğer sınıflar üzerinde mutlak bir otorite sağlanmasını amaç edinecektir. Tarih boyunca böyle işlevselleşmiş bu araç, bütün kurumlarını bu amaç doğrultusunda seferber etmekte, ideolojik aygıtlarıyla beraber bütünsellik oluşturmaktadır. Bu organize yapı bütün kurumlarıyla yıkılıp parçalanmadan yeni bir devletin inşa edilme şansı yoktur. Aksi, yani reformlar yoluyla onu değiştirmeye dair tüm tez ve söylemler, eskinin devamı için gayret gösterenlerin sinsi bir çabasından öte anlam taşımaz: 82 “Burjuva devletleri biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: Biçimleri ne olursa olsun bütün bu devletler, son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay. s.86)(abç) “Ne denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamazdı da.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.157) “Burjuva rejim (yani toprak ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz varlığını sürdürdüğü rejim) ve burjuva demokrasisi rejimi dönemindeki ‘özgürlük ve eşitlik’ biçimsel olarak kalırlar; bunlar gerçekte (biçimsel olarak özgür, biçimsel olarak eşit haklar sahip) işçilerin ücretli köleliği ve sermayenin mutlak iktidarı, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Sosyalizmin alfabesinin bu ‘bilgili’ bayları, ve siz, bunu unutmuş bulunuyorsunuz.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay.s.169)(abç) “Lenin tekrar tekrar Marks ve Engels’in şu çok ünlü sözünü ayrıntılı bir şekilde işledi: ‘İşçi sınıfı mevcut devlet aygıtını ele geçirip, onu kendi amaçları için kullanamaz.’” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter Yay. s.101)

 

Devletin nasıl ele geçirileceği, başka bir deyişle devrimin nasıl gerçekleşeceği sorunu, devletle ilgili değerlendirmeyle dolaysız biçimde ilişkilidir. Üretim ilişkilerindeki sürece ve sınıf mücadelesinin ulaşacağı düzeye bağlı olarak gelişim seyri izleyecek bu durum, nesnel şartların yanı sıra bunu gerçekleştirecek sınıfların öznel koşullarıyla da ilgilidir. Güzellikle yani gönül rızasıyla iktidarını vermek istemeyeceklerin, zor dışında haklarından gelecek bir yol yoktur. İktidarı zora dayalı olarak elde tutanları boyun eğdirmenin geçerli bir yolu olduğunu tarih henüz yazmamış bulunmaktadır. “Barışçıl geçiş” teorisi, iktidarın el değiştirmesinin bir yöntemi gibi savunulmakta, gerçekte mevcut düzeneğin değişmemesini hedeflemektedir. Düzen muhafaza edilmekte, sistem sürmekte, “devrimci” ya da “sosyalist” maskeli efendiler işbaşına gelmektedir. Dünyada seçimler ya da benzeri yollarla, bir dönem sosyal-emperyalistler eliyle gerçekleşen darbelerle kurulan “halkçı”, “devrimci” yönetimler, bu şekilde işbaşına gelmiş, egemen sınıfların hükümranlığında hiçbir değişim yaşanmamıştır.

 “Tüm devrimlerin dünya tarihinin bize sınıf mücadelesinin tesadüfen değil, kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüştüğünü öğrettiğini kim bilmez?” (Lenin,1917, İnter yay. s.269) “Devrim en şiddetli, en vahşi, en çılgınca sınıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç savaş olmadan gerçekleşmedi. İç savaşın ise ‘olağanüstü karmaşık durum’ olmadan düşünülebileceğini, ancak dar görüşlü, dünyadan bihaber insanlar varsayabilirler.” (Lenin,1917, İnter yay. s.418) “(S)ınıflı toplumda devrimler ve devrimci savaşlar kaçınılmazdır; onlar olmadan toplumun gelişmesinde bir sıçrama sağlamak ve gerici hâkim sınıfları devirmek, dolayısıyla da halkın siyasi iktidarı ele geçirmesi mümkün değildir.(…) İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, meselenin savaş yoluyla halledilmesi, devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir

 Devrimin bu Marksist-Leninist ilkesi evrensel olarak geçerlidir, hem Çin ve hem tüm diğer ülkeler için geçerlidir.”(“Mao Zedung”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.431) “Emperyalizm, yani son olgunluğuna ancak 20. Yüzyılda ulaşmış olan tekelci kapitalizm, temel iktisadi özellikleri nedeniyle, barış ve özgürlükten en az hoşlanmasıyla, ve militarizmin evrensel olarak gelişmesinden en çok hoşlanmasıyla ayırt edilir. Barışçıl ya da şiddetli bir devrimin tipikliği ya da olasılığı sınırlarını tartışırken buna ‘dikkat edememek’ burjuvazinin en sıradan uşaklarının düzeyine alçalmaktır.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay. s.116)(abç)

 Sorunun bir diğer boyutunu, bu “barışçıl geçiş” hayallerine zemin oluşturan soyut bir “demokrasi” anlayışı oluşturmaktadır. Demokrasiyi sınıflar üstü bir kavram, sınıflardan yalıtılmış ortak bir düzen olarak tanımlayan anlayış  temellerini, emperyalizme yönelik “güler yüzlülük” tespitinde bulmaktadır. İnsanlığı topyekun daha ileri standartlara taşıyan ve üretici güçleri alabildiğine geliştiren emperyalizmin en azından bir  çok ülkede kurduğu, kurdurduğu rejimlerin “demokratik” karakterleri gereği, düzenin değişmesi için barışçıl meşru olanaklar barındırdığı ileri sürülmektedir.

 “Demokrasinin değişmez bir sınıfsal niteliği vardır. Marksist-Leninistler, demokrasi sorununu daima tarihsel çerçevesi içinde ele alırlar ve hiçbir zaman ‘soyut demokrasi’den ya da ‘genel olarak demokrasi’den söz etmezler.” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.74)

Nitekim halk savaşı ya da diğer silahlı mücadele pratikleri sayesinde belli bir maddi güç oluşturan ve “sabırsızlığa” yenik düşenlerin, barış süreci pazarlıkları ve seçimler yoluyla sisteme entegre olması, bu zemin üzerinden iktidar arayışlarına girmesine dair örneklere son çeyrek yüzyılda sıkça rastlanmaktadır. Buradan iktidara kanal açıldığına dair örneğe de “maalesef” rastlanabilmiş değildir. Şimdiye kadar olan bitenler, hareketin canlı, dinamik, etkin/silahlı karakterinin tasfiye edilmesi, düzene monte edilerek bitirilmesidir.

Bugünkü politikanın mimarlarının marksist teorinin abc’sini oluşturan görüşleri çok iyi bildiği  ve fakat uygulamadıkları durumda, “değişimi/dönüşü” sıradan bir değerlendirme yanılgısı ya da “şartların farklılığı” ile açıklamak mümkün değildir. Parlamentoda yer bulmak, hatta hükümetin bir parçası olmak, Nepal’de olduğu gibi başbakanlık koltuğuna dahi oturmak hiçbir şeyi değiştirmemektedir. “Eğer tüm temel güçleri ya da sınıfları proletarya diktatörlüğü tarafından değiştirilmiş haliyle bunlar arasındaki ilişkileri karşılaştırırsak, sosyalizme geçişin, genel olarak ‘demokrasi aracılığıyla’ mümkün olduğu yolundaki İkinci Enternasyonal’in tüm temsilcileri tarafından paylaşılan genel küçük burjuva görüşün nasıl da sözü edilemeyecek kadar saçma sapan ve teorik açıdan aptalca olduğunu kavrayacağız. Bu yanılgının temel kaynağı burjuvaziden miras kalan, ‘demokrasi’nin sınıflarla ilgili olmayan, mutlak bir şey olduğu yolundaki önyargıda yatmaktadır.

” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.191) “

Devrimci proletaryanın partisi, yığınları aydınlatmak için burjuva parlamentolarına katılmalıdır; bu aydınlatma seçimler sırasında ve parlamentoda partiler arasındaki savaşımlar sırasında olur. Ama sınıf savaşımını parlamenter savaşım ile sınırlamak, ya da onu, bütün öteki savaşım biçimlerinin bağlı bulunduğu en yüksek ve kesin biçim olarak görmek, aslında proletaryaya karşı burjuvazinin saflarına kaçmak demektir.

” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s. 217) “

 

Ancak namussuzlar ya da budalalar, proletaryanın önce, burjuvazinin boyunduruğu altında, ücret köleliğinin boyunduruğu altında gerçekleşen oylamalarla çoğunluğu kazanması gerektiği ve ancak bundan sonra iktidarı ele geçirebileceğini iddia edebilirler. Bu, darkafalılığın ve ikiyüzlülüğün zirvesidir; bu, sınıf mücadelesinin ve devrimin yerine eski toplumsal sistemin, eski devlet iktidarının korunduğu koşullarda oylamaların geçirilmesi demektir.

” (Lenin, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter Yay. s.430)(abç) “

Burjuvazi askeri-bürokratik aygıtı kontrol ettiği müddetçe, ya proletaryanın seçimler yoluyla ‘parlamentoda istikrarlı bir çoğunluk’ elde etmesi imkânsızdır, ya da bu ‘istikrarlı çoğunluk’a güvenilemez. Sosyalizmi parlamenter yoldan gerçekleştirmek tümüyle imkânsızdır, kendi kendini ve diğerlerini aldatmadır.

” ( “Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.450) “

Lenin, II. Enternasyonal revizyonistlerini, parlamentarizm hayallerine kapılmakla ve iktidarın ele geçirilmesi devrimci görevini unutmakla suçladı. Onlar proletarya partisini bir seçim partisine, parlamenter partiye, burjuvazinin bir uzantısına ve burjuva diktatörlüğünü ayakta tutmanın bir aracına dönüştürdüler. ‘Parlamenter yol’un reklamının yapan Kruşçev ve yandaşlarını, II. Enternasyonal revizyonistlerinin kaderi bekliyor.

” ( “Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.452) “

Parlamentoda çoğunluğu kazanmak, eski devlet aygıtını (esas olarak silahlı kuvvetleri) parçalamak ve yeni bir devlet aygıtını (esas olarak silahlı kuvvetleri) kurmakla aynı şey değildir. Burjuvazinin askeri ve bürokratik devlet 84 aygıtı parçalanmadığı takdirde, proletarya ve güvenilir müttefikleri açısından parlamentoda çoğunluk olmak ya imkânsızdır… ya da bu çoğunluk güvenceli değildir.

” (“Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Birinci Yorum, 06.09.1963”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.72) “Barışçıl geçiş” meselesinde bütün revizyonistlerin, Marks ve Engels’in bunu kabul ettiğine dair çarpıtma ve demagojilerine Lenin yoldaşın verdiği yanıtı anmadan geçmek mümkün değildir:

“Yetmişli yıllarda Marks’ın, İngiltere ve Amerika’da sosyalizme geçişin barışçıl yoldan gerçekleşebileceğini mümkün saymasına atıfta bulunmak, bir safsatacının argümanıdır, yani daha basit söylenirse, alıntıları ve işaretleri dolandırıcılık için kullanan bir yalancının argümanıdır.

- Birinci olarak Marks bu olasılığı o zamanlar da bir istisna olarak görüyordu.

-İkinci olarak o zamanlar henüz bir tekelci kapitalizm, yani emperyalizm yoktu.

- Üçüncü olarak o sıralar tam da İngiltere’de ve Amerika’da burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtı olarak bir daimi ordu yoktu, şimdi vardır.

” (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.141) Kruşçev revizyonistleri “barışçıl geçiş” teziyle birlikte, sosyalist devletin burjuva devletlerle kuracağı ilişkilerde zorunlu olarak geçerli olan “barış içerisinde bir arada yaşama” ilkesini, ülke içi alana transfer ederek savunma yoluna gitmişler ve sınıf işbirliğine yeni gerekçeler üretmeye çalışmışlardır.

Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Nepal’de şekillenen revizyonizmin savunduğu görüşler de aynı merkezdedir. Hâkim sınıf partileriyle girilen ittifak, sürekli kılınmış, buna uygun bir devlet formu,“yeni demokratik devrim”e ve sosyalizme ulaşmanın aracı olarak savunulur olmuştur. Ama daha önemlisi bu partilerin efendisi konumundaki emperyalist ve yayılmacı devletlerle yapılan bağımlılığı pekiştirme anlaşmaları ve feodal sınıfların tasfiyesine yönelik adımların geri alınması ve bunların politik temsilcileriyle yeni ittifak anlaşmalarının imzalanmasıdır.   Düşman sınıflarla girilen işbirliği, “barış içerisinde bir arada yaşama” anlayışının pratikleştirilmesi, devrim ve sosyalizm kulvarının tamamen terk edilmesi anlamına gelmektedir. “Barış içinde bir arada yaşama, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkeler arasındaki ilişkiyi belirtir ve istenildiği şekilde yorumlanamaz. Barış içinde bir arada yaşama, asla ezilen ve ezen milletler, ezilen ve ezen ülkeler ya da ezilen ve ezen sınıflar arasındaki ilişkilere uygulanacak şekilde genişletilmemeli ve asla kapitalizmden sosyalizme geçişin esas içeriği olarak tanımlanmamalıdır. Hele, barış içinde bir arada yaşamanın insanlığı sosyalizme götüren yol olduğu hiç söylenemez.

” (“ÇKP MK, 30.03.1963” Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.34) “

Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar. Biz Bolşevikler bu kurala, bilimsel temellere dayanan bir siyaset bakımından kesinkes zorunlu olan bu kurala her zaman bağlı kalmak zorundayız.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.53) Devrimin yerine ikame edilen barışçıl geçiş, “şartlar” ve “zorluklar” ileri sürülerek temellendirilmektedir. “Süper” pozisyon alan emperyalizmle başa çıkmanın zorluğu (aslında imkânsızlığı) karşısında, “dünyada devrim inisiyatifi”, dünya halklarının direnişinin ayrılmaz bir parçası olmak” gibi şartlar ileri sürülmekte, bunların olmadığı durumda devrimi başarmanın (ya da korumanın) imkânsızlığına vurgu yapılmaktadır.  

 Diğer kimi açıklamalarda, emperyalizmin mutlak müdahalesinin tartışılması, “bölgesel devrim” görüşlerinin savunulması da aynı tahlilin sonucudur. “1957 Moskova Deklarasyonu, ‘bugün başlıca tehlikeyi revizyonizmin oluşturduğunu’ ve revizyonizmin içteki kaynağının burjuva etkisi, dıştaki kaynağının da emperyalist baskılara boyun eğme olduğunu belirtmektedir.

” (“Leninizm ve Modern Revizyonizm, Hongqi başyazısı, sayı 1, 1963”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.85)

 Konunun bir diğer boyutunu, “füzyon” teorisinde kendisini gösteren halk savaşı stratejisinin kavranışına dair sorunlu yaklaşım oluşturmaktadır. HS stratejisinin “uzun süreli” niteliği, dengenin devrim lehine çevrilmesi için sabırlı, kararlı ve dirençli bir mücadele anlayışını açıklamaktadır. Savaş neticesinde elde edilen kazanımın özel  likle son aşamaya (stratejik saldırı) taşınmasının ardından, emperyalist müdahaleye açık hale gelme durumu, izlenecek “ulusal birleşik cephe” politikası ve taktikleriyle aşılabilecekken, kitlelere güvensizlik içinde, panik ve endişe yaşayarak “kestirme” yola sapmak ve uzlaşı aramak, yenilgiye davetiye çıkarmaktır. Bu durumda ileri sürülen “denge”, yani “düşmanın gücü” gerekçesi, savaşın doğasında vardır ve bu yaklaşımla her şeyden önce savaşların başlatılması dahi olanaksız hale getirilmektedir.  Devlet teorisinin proletaryanın hedefine ulaşması için taşıdığı bir başka anlam ise proleter devletin pozisyonudur.

 “Barışçıl geçiş” tezi, proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç olmadığı savunularak tamamlanmaktadır. Devletin rolüne dair yaklaşım, devletin gerçek manada el değiştirmediği koşullarda yerine ikame edilen durumu ancak proletarya diktatörlüğüne de karşı çıkarak savunabilir. Öyle ya, yıkılması parçalanması gerekmeyen bir yapı, başka bir yapıya da dönüştürülemeyeceğinden, proletarya diktatörlüğü zaten boşa düşmektedir. Oysa sosyalizme doğru gitmenin, demokratik devrimi başarılı kılmanın tek aracı burjuva sınıflar üzerinde proletaryanın kesin egemenliğini tesis edecek bir diktatörlüktür. Bunu marksist kavrayışın can alıcı bir noktası olarak tanımlayan Lenin yoldaş, yoruma açık kapı bırakmayacak netlikte vurgularda bulunmaktadır. Öğretinin en hassas olduğu konuların başında bu husus gelmektedir.

“Marks’ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletarya diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marks’ın iktisadi ve siyasal öğretilerinden hiçbir şey anlamamıştır.

” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s. 159) “

‘Sosyalistlerin’ anlamadıkları ve teorik miyopluklarını açıklayan, burjuva önyargıların tutsağı kalmaları sonucunu veren, proletarya karşısındaki siyasi dönekliklerini oluşturan esas nokta, kapitalist toplumda, bu toplumun temeli olan sınıf savaşımı az buçuk ciddi biçimde gücünü artırır artırmaz, burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasında hiçbir orta yol olamamasıdır.

Tüm bilmem hangi üçüncü yol düşü, küçük burjuvaların gerici sızlanmasıdır.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.135) “

Tarih, bir diktatörlük, yani siyasal iktidarı fethetme ve, hiçbir cinayet karşısında gerilemeyen ve sömürücülerin her zaman gösterdikleri en zorlu, en öfkeli direnci zorla kırma döneminden geçmeksizin, hiçbir ezilen sınıfın hiçbir zaman iktidara geçmediğini ve geçemeyeceğini öğretir.

” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.128) “

Biz daima, sosyalizmin ‘yürürlüğe konamayacağını, onun en yoğun, en şiddetli, çılgınlığa, ümitsizliğe kadar alevlenmiş sınıf mücadelesi ve iç savaş seyrinde serpilip geliştiğini, kapitalizm ile sosyalizm arasında uzun bir ‘doğum sancıları’ sürecinin bulunduğunu, şiddetin daima eski toplumun ebesi olduğunu, burjuva toplumdan sosyalist topluma geçiş sürecine özel bir devletin (yani belli bir sınıf üzerinde örgütlü şiddetin özel bir sisteminin) denk düştüğünü daima biliyor, açıklıyor, yineliyorduk:

Yani proletarya diktatörlüğü.” (Lenin,1917, İnter yay. s.549) “Marksizmi sınıf savaşımı teorisi içinde hapsetmek, marksizmi budamak, onu çarpıtmak, onu burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek anlamını taşır. Marksist, yalnızca sınıf savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kimsedir. Bu, marksistle sıradan küçük (aynı zamanda da büyük) burjuva arasındaki en derin ayrımı oluşturan şeydir. Bu, marksizmin gerçek kavranılması ve kabul edilmesinin denektaşıdır. Ve Avrupa’nın tarihi, işçi sınıfını pratik bir sorun olarak bu sorunla yüz yüze getirdiği zaman, yalnızca tüm oportünistlerin ve reformistlerin değil, tüm Kautskicilerin de (marksizm ve reformizm arasında yalpalayan kimselerin) proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı dar kafalılar ve küçük-burjuva demokratları olduklarını tanıtlamış olması şaşırtıcı değildir.

” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay. s.85) (abç) “

İşçi sınıfı hareketinin tüm tarihi bize, şiddete dayalı devrimin proleter devriminin evrensel bir yasası olarak kabul edilip edilmemesinin; eski devlet aygıtının parçalanması ve burjuva diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiğinin kabul edilip edilmemesinin, bir yanda Marksizm ile diğer yanda oportünizm ve her türden revizyonizm arasındaki, bir yanda proleter devrimcilerin diğer yanda prole86 taryaya ihanet edenler arasındaki sürekli ayrım çizgisi olduğunu öğretmektedir. Marksizm-Leninizmin temel öğretilerine göre, bütün devrimlerin ana sorunu, devlet iktidarı sorunudur. Ve proleter devriminin ana sorunu, şiddet yoluyla devlet iktidarının ele geçirilmesi ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve burjuva devletin yerine proleter devletin geçirilmesidir.

” ( “Renmin Ribao – Halkın Günlüğü ve Hungki-Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, Sekizinci Yorum, 31.03.1964”

Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.431)

Devlet deyince zora dayalı bir kurumdan, örgütlü silahlı bir güçten yani askeri bir yapılanmadan söz ediyoruz demektir. Ordu ya da silahlı kuvvetler, yalnızca devletin değil bütün politik oluşumların vazgeçilmez temel gücüdür ve şiddetin ana unsurudur. Devrimci zor ve şiddet, halkın gücünü temsil ediyorsa bunu temsil eden örgüt de ordudur. Bu yüzden Başkan Mao ordusuz halkın hiçbir şey olduğunu söylemektedir. Orduların dağıtılması, bu nedenle, bir devlet ya da devlete alternatif hareketin tasfiyesi için belirleyici bir yerde durmaktadır. Konunun hassasiyetine vaktinde dikkat çekmiş olanların yalnızca savaş sürecinde değil   “barış” döneminin hemen başında da vurguda bulundukları   hatırlanacak olursa, bugünkü tavırları izah edilebilir gibi değildir.

“Ordu ‘dağılmadan’ hiçbir büyük devrim olmamıştır ve olamaz da. Çünkü ordu eski rejimi desteklemenin en kemikleşmiş aleti, burjuva disiplininin, sermayenin egemenliğini payandalamanın, sermaye karşısında emekçilerin kölece bağlılık ve itaatkârlığını koruma ve gözetmenin en sağlam kalesidir. Karşı-devrim hiçbir zaman ordunun yanında silahlı işçileri hoş görmemiştir, göremez.

” (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.78) “

Her muzaffer devrimin ilk işi ise, Marks ve Engels’in defalarca vurguladıkları gibi, eski orduyu parçalamak, dağıtmak ve yerine yeni bir ordu geçirmekti. İktidara çıkmakta olan yeni bir toplumsal sınıf, eski orduyu tamamen darmadağın etmeden (gerici ya da düpedüz korkak küçük-burjuvalar bu nedenle ‘dağılma’ üzerine yaygara koparırlar), son derece zor, acılı bir dönemden herhangi bir ordu olmaksızın geçmeden (böyle zor bir dönemden Fransız Devrimi de geçti) çetin bir iç savaşta yeni sınıfın yeni ordusunu, yeni disiplinini, yeni askeri örgütünü yavaş yavaş kurmadan, hiçbir zaman bu iktidara ulaşamamış ve iktidarını pekiştirememiştir, bugün de bunu yapamaz. Tarihçi Kautsky bir zamanlar bunu anlıyordu. Dönek Kautsky bunu unutmuştur.

” (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter yay. s.78) “

Marksist devlet öğretisi bakış açısından da ordu, devlet iktidarının en önemli unsurudur. Her kim devlet iktidarını ele geçirmek ve elinde tutmak istiyorsa, güçlü bir orduya sahip olmak zorundadır. Bazıları bizimle, ‘savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin’ taraftarı olduğumuzu söyleyerek alay ediyorlar. Evet, biz devrimci savaşın her şeye kadir olduğu teorisinin taraftarıyız. Bu kötü değil, iyidir; marksisttir.

 (“Mao Zedung”, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, İnter yay. s.311)

Ancak BNKP (M) önderlerinin haklarını yememek gerekir. Yoldaşlar, Halk Ordusu’nun tasfiye edilmesinin gerekliliğine dair görüşleri önceden dile getirmişler, “kitleleri silahlandırmak için halk içinde eritme” adını verdikleri yöntemle “yeni tipte” bir ordu anlayışını savunmuşlardı.

 Şimdi, buna uygun hareket ettiklerini söylediklerine şüphe yoktur! Kitle inisiyatifini açığa çıkarma, devrimci yöntemlerle ilerleme, halk ayaklanması örgütleme doğrultusunda hem de yakın tarihte alınan kararlar rafa kaldırılmış, bunun yerine niteliği şimdiden ortaya çıkan bir anayasa yazımı ve reformlarla “ilerleme” tercih edilmiş, ordu ve gençliğin tasfiyesiyle örgütün temel güçleri saf dışı bırakılarak sisteme entegrasyon sürecinin içerisine “gönüllü” biçimde girilmiştir. Egemen sınıf partileriyle girişilen ittifak parlamentoya taşınmış ve nihayet hükümette ortaklıkla ifadesini bulan bir koalisyon şeklini almıştır.

Karşı-devrimci olarak tanımlanan bu partilerin “devrime” kazanılacağına dair inançları yeni değildir.   Ne var ki egemen sınıf partileriyle koalisyon içerisinde bulunmanın anlamını yoldaşlar oldukça iyi bilmektedir.  Egemen sınıf partileriyle girişilen ittifak politikası, “taktikte esneklik”  adına savunulmakta, “düşmanı sırtına binerek vurmak”tan söz edilmektedir.   21. Yüzyılın karakteristik özellikleri adına savunulan bu politikanın askeri alandaki karşılığını füzyon (birleşim) adı altında Halk Savaşı ile Toplu Ayaklanma’nın birleştirilmesi olarak formüle edenlerin, asıl yaklaşımlarının özünde “barışçıl geçiş”in silahlı mücadele ve zorun yerine ikame edilmesi vardır.  

 “Geleneksel, klişeleşmiş, dogmatik ve Ortodoks eğilimlerle savaşıyoruz” diyerek esnekliği stratejide göstermişler, düşmanın kendi sırtlarına binmesi ve başlarından vurmasına izin vermişlerdir. Ağızlarından düşürmedikleri, “dogmatizm ve sol maceracılığa karşı olmak” ile “taktikte esneklik”, modern revizyonizmin birbirini tamamlayan beylik söylemi olagelmiştir: “Modern revizyonistler, şimdiki durumda, dogmatizme karşı koyma bahanesiyle marksizm-leninizme karşı koymakta, ‘sol’ maceracılığa karşı koyma bahanesiyle devrimi reddetmekte ve taktikte esneklik bahanesiyle hiçbir ilkeye bağlı olmayan uzlaşma ve teslimiyet politikasını öğütlemektedirler.

 Modern revizyonizme karşı kararlı bir savaşıma girişilmezse, uluslararası komünist hareket ciddi zararlar görecektir.

  (“Togliatti Arkadaşla Aramızdaki Farklılıklar, Renmin Ribao başyazısı, 31.12.1962”, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yay. s.67)

DEVAMI VAR.....


https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_77.pdf

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)